Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Geçen gün başımdan -başımızdan- geçen bir olay, öyle saçma yerlere geldi ki, bu yazıyı yazmak zorunda kaldım. Gazeteci arkadaşım Elif Ilgaz’la öğle yemeği için Trump Towers’a gittik, Midpoint’te oturduk. Kahvelere geçtiğimiz sırada, girişten bağırış çağırış, sayma sövme sesi gelmeye başladı

Bunalanı, daralanı, bunda haklı olanı bol memleketimizde alışık olmadığımız şey değil, birinin “Yandım Allah” diye kendini yola atıp, gelişine gidişine saydırması. O yüzden ne şaşırdık, ne de tedirgin olduk başta. Sonra baktık, adamın kucağı kaldırım taşlarıyla dolu. Sonra anlayacağız, oradaki metro inşaatından toplanmış taşlar. İki kişi daha izliyor onu. Ve bağıra çağıra kafenin önünden geçip hepimize, ona bakana, bakmayana, burada söyleyemeyeceğim anneli küfürlerini sıralarken, elindeki taşı Trump’ın önündeki panolardan birine vurup “Yezid’in oğulları”na bağladı lafı bir tanesi: “Oruç tutun oruç!”
Biz yerlerimizden kalkıp iç taraflara geçtik, güvenlik görevlileri adamları uzaklaştırdı ve biz herkesin yediğini içtiğini tweet’leyip durduğu sosyal medyada, bu yaşananı en yorumsuz haliyle aktardık. Böyle bir durumda her normal insanın olacağı kadar tedirgin olduğumuz halde, “Aman Allah’ım, başıma neler geldi dostlar, ülke nerelere gidiyor, linç ediyorlardı bizi az kalsın” filan demedik, sadece ben bir, Elif birkaç cümleyle olanı özetledi. Son derece soğukkanlı davrandık, hiç ortalığı paniğe verecek ifadeler kullanmadık. Üstelik daha sonra güvenlik görevlisinden aldığımız, “Bunlar o civarda oturan, arabaların camlarını silen adamlarmış, herhalde zabıtadan ya da polisten kötü muamele gördüler, sinirlendiler, sinirlerini böyle çıkardılar” gibi bilgileri de aktardı Elif, olayın gereksiz yere büyümemesi adına.
Ama öyle olmadı. Birkaç saat sonra bir dolu medya sitesinde olay, “Gazetecilere oruç tutmadıkları için taşla saldırdılar” noktasına gelmiş ve bu sayede taşlı değilse de sözlü saldırı başlamıştı artık. Başlıkların altındaki habere baktığınızda gene sadece bizim tweet’ler var, olayın bize değil, bütün kafeye yönelik olduğu, bize kimsenin taş atmadığı, bizim de böyle bir şey iddia etmediğimiz ortada, ama kime anlatıyorsun? Aman efendim, ne provokatörlüğümüz kaldı, ne şöhret merakımız. Hadi onlar yapmış bunu, biz niye aktarıyormuşuz? Cevabı da kendileri veriyor: Meşhur olmak için!
Şöyle söyleyeyim, her ikimizin de, meşhur olmayı kafaya koymuş olsak, hangi yolu seçmemiz gerektiğini bilecek kadar mesleki tecrübemiz var. Ama insanların ne kadar kötü niyetli olabileceğini kestirecek hayat tecrübesinden hâlâ yoksunuz herhalde ki şaşırdık.
Tabii ki samimiyetle geçmiş olsun dileklerini iletenler, böyle bir olayın normal karşılanmayacağını, bir Ramazan günü İstanbul’un göbeğinde çay-kahve içerken bu lafları işitiyorsan, kafana taşı yemesen de, bunun en azından ‘haber değeri’ olduğunu bilenler çoğunlukta. Geri kalanlara, bunu saldırı, hakaret, en fenası espri malzemesi yapanlara da akıl fikir diliyorum. Endazeleri fena şaşmış anlaşılan.

“Gülmeden geçirdiğimiz günler hep ziyan”
Haftayı hoş bir öneriyle kapatmak istiyorum. Hemen gidiniz, bir Ogün Sanlısoy ‘Akustik 2012’ albümü alınız. Eğer halihazırda bir Sanlısoy dinleyicisiyseniz, zaten çoğu bildiğiniz ve sevdiğiniz şarkıların (‘Saydım’, ‘Hadi Beni Güldür’, hele hele ‘Yukarıya Bak’ gibi) akustik versiyonlarından oluşan bir seçkiyle karşılaşacaksınız, ne mutlu. Üzerine nefis Özlem Tekin düeti ‘Dayanamam’ ve benim herhalde uzun süre başucu şarkım olacak ‘Geçer Zaman’la tanışacaksınız.
Ufak bir ihtimal ya, Ogün Sanlısoy müziğine pek aşina değilseniz bence daha da şanslısınız, nefis bir şarkı yazarı keşfedeceksiniz, şu boğucu yaz ve ülke atmosferinde hiç olmazsa içiniz ferahlar. Çünkü şarkıda dediği gibi; “Yel gibi eser geçer zaman/Gülmeden geçirdiğimiz günler hep ziyan.”