Yazarlar Bir duman yükseldi

Bir duman yükseldi

13.12.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Bir duman yükseldi

Bir duman yükseldi

Vasili, niçin korktum, niçin ikisini birden öldürmedim, diye yakınıyor, kendi kendine söyleniyordu. Böyle söylene söylene zeytinlerin içinden yukarıya kadar çıktı. Kedi de arkasından geliyordu ya, onun hiç bir yana baktığı yoktu. Ne kelebek görüyordu, ne bir şey. Oysa yöresinde kelebek kaynaşıyordu. Hele koskocaman bir kelebek vardı, bu kelebeğin kanatları pütürlü, pul pul yaldızlı, yumşak, insanın içini okşayan, ta derinliğine, iliklerine kadar işleyen bir kadife mavisiydi. O kocaman turuncu kelebeği de iyi tanırdı Vasili. Çocukluğunda bir yaban gülüne konmuş, kanatlarını açıp kapatarak dinlenen bu kelebeğin hiç bir turuncuya benzemeyen turuncusu da alır onu başka turuncu dünyalara götürürdü. Bozulmuş asker, bir köyün içine girdi. Yaralı, kan içindeydiler, üşüyor, sapır sapır dökülüyor, yollarda kalıyordular. Köyün orta yerindeki çeşmenin yöresinde bir sürü kadın, kız, çoluk çocuk bekleşiyor, kayıtsız gözlerle bu yalınayak, bitmiş tükenmiş, bedenleri bitle sıvalı askerlere bakıyorlar. Yüzbaşı, emir verdi: Diz çök, silah omza, ateş. Hiç kimse diz çökmedi. Hiç bir askerin diz çökecek hali de kalmamıştı. Çeşme başındakiler, yüzbaşı daha ateş komutasını verir vermez, su kaplarını orada bırakmış çoktan yitiklere karışmışlardı. Yüzbaşı komutasını daha sürdürüyordu. Birkaç asker dayanamadı, diz çöktü, yüzbaşı çeşmeyi gösterdi, ateş! Çeşmenin taşlarına birkaç kurşun yapıştı, bir kısmı da karavana dedi. Yüzbaşı da her ateş emrinin ardından çeşmenin taşlarına ateş ediyor, sonra da elini beline koyup kendi kendine gülüyordu. "Ateş, ateş, ateeeeş!"
"Sırtlarınızdaki hastaları çeşmenin önüne bırakın."
Herkes yaralıları, hastaları karların üstüne bıraktı.
"Evlere dağılın. Kimi bulursanız alın buraya getirin."

FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA (21)


5. BÖLÜM
Askerler köyün içine dağıldılar. Evler bomboştu. Askerler eli boş döndüler biraz sonra. Yüzbaşı öfkeden deliye döndü. Boyun damarları şişmiş, gözleri pörtlemişti. Bir köşeden yaşlı, uzun ak sakallı sarıklı, iki büklüm bir adam geliyor, hoş geldiniz yavrular, hoş geldiniz, diyordu. Birkaç sözcük daha söyleyecekti ki, yüzbaşının tabancası arka arkaya üç kez patladı, yaşlı adam önce dizlerinin üstüne çöküverdi, ardından da sağ yanına devrildi.
"Yaralıları sırtınıza alın. Ölüler şurada, bu alçakların köylerinin ortasında kalsın. Bunlar Müslüman, bunlar insan ha... Askerin geldiğini görür görmez bir kaşık su, bir lokma ekmek vermemek için dağlara kaçıyorlar. Hepsini, hepsini, önümüze kim çıkarsa öldüreceğiz. Bunlar insan değil, Müslüman değil. Yiyeceklerini de hep dağdaki mağaralarda saklıyorlar. Hayvanları da mağaralarda. Kendileri de ... Bakın şu halimize, bakın onların ettiklerine."
Çeşmenin yöresinde çok ölü kaldı. Arkadan daha çok asker geliyordu, sırtlarında yaralı arkadaşlarıyla. Durmadan da yollarda dökülüp kalıyorlardı. Bıyıkları buz tutmuş yüzbaşı çıldırmıştı.
Önlerine, ürerek üç tane büyük, görkemli çoban köpeği çıktı. Yüzbaşı, üç köpeğin üçünü de ağızlarından vurdu. Köpekler, korkunç seslerle kıvranarak yere yuvarlandılar. Askerler, dönüp dönüp arkalarına, kıvranan köpeklere bakıyorlardı. Beyinleri parçalanmış, kana batmış çıkmış üç köpek de bacaklarını germişler titreştiriyorlardı.
Çeşmenin yanından, bırakılmış ölü askerlerden birisi ayağa kalktı, "beni bırakmayın yüzbaşım," dedi, boylu boyunca yere serildi.
Yüzbaşı:
"Kim bıraktı bu adamı?" diye bağırdı, ne kadar bağıracak gücü kalmışsa.
Topallayan, bir deri bir kemik kalmış bir asker çıktı ortaya:
"Ben bıraktım yüzbaşım," dedi, duyulur duyulmaz bir sesle. "Ölmüştü de onun için. Dirilivermiş. Ben ne bileyim."
"Asker, dur!"
Yüzbaşının gene boyun damarları şişmiş, gözleri pörtlemişti. Tabancasını çekti, bölüğün birkaç adım önündeki askeri kolundan tuttu aldı orta yere getirdi, nişan aldı tam alnının ortasından vurdu. Askerin daha ayaktayken canı çıktı, yere kıpırdamadan serildi.
Vasili, bu yüzbaşı o yüzbaşı işte. Bu yüzbaşı gözünü kırpmadan adam öldürüyordu. Yalnız insanları değil, alışmıştı, önüne hangi canlı gelirse basıyordu kurşunu.
Bu yüzbaşı o yüzbaşıdır. Yemin etmesem bile bu yüzbaşıyı öldürmeliydim. Böyle bir insan ölmeli. Bu, bir insanlıktan çıkmış kan içici bir zalim. Gün batıncaya kadar tepenin başında yüzbaşıyı girdiği bütün savaşlara götürdü. Öldürdükleri Yezidilerin, cerenlerin, Arapların, Kürtlerin bütün öldürme emrini yüzbaşı verdi. Yüzbaşıya göre önüne kim gelirse asker kaçağıydı. Her silahlı da eşkiyaydı, öldürüp silahını, mermilerini almak gerekti. Bütün dünya Osmanlıya, Türke düşmandı. Her önüne çıkanı öldürmesi gerekti. Ve önüne gelen her canlıyı öldürüyordu.
Sürüler halinde dolaşıyordu cerenler Mezopotamyada. Bir ceren sürüsüyle karşı karşı kaldılar, daha cerenler başlarını kaldırıp kaçmağa fırsat bulamadan yüzbaşı ateş, diye bağırdı, cerenler yerde debelenmeğe başladılar. Kaçan cerenlerin de arkasından kurşunlar yetişiyor, cerenler kumun üstünde debeleniyorlar, bacakları titreyerek can çekişiyorlardı.
İşte bu yüzbaşı o zalim yüzbaşıydı. Bu dünyada bir gün bile soluk alma hakkı yoktu. İyi ki burada, bu adada tanrı onun ölümünü Vasiliye nasip etmişti. Oh ne güzel, dedi kendi kendine, oh, yarın sabah erkenden onu ne güzel, ne biçim öldüreceğim onu, diye sevindi. Güzel kedim, diye okşadı, bacağına sürünen kediyi. İyi ki onun eline geçmedin. Seni görür görmez öldürürdü. O bütün canlılara düşman. Beni, seni bu dünyada kimi görürse ... Neee, o buraya mı geliyor? Telaşlandı. Arkadan mağaraya indi, dışarıya çıktı, geri döndü, içerden bir peksimet aldı, köşke yürüdü. Çok acıkmıştı. Kedi de açtı. Sabahtan beri aç susuz, fıkara ardınca sürünmüştü. Ne yapmalıydı? Köşklerin önünde duruyordu kayığı, bindi. Kürekleri ağır ağır çekiyor, kürekler en küçük bir şapırtı çıkarmıyorlardı. Ayın ucu görünmüş, denize belli belirsiz bir ışık düşmüştü. Kürekler her inip kalktıkça yoğunlaştırılmış bir ışık, eritilmiş bir altın yığını parlayıp sönüyordu. Denizi hiç böylesine altından da bin kez daha ışıklı, bütün denizi erimiş altına dönüştüren yakamozu, bu adada doğmuş bu denizde büyümüş, bir kere olsun böyle görmemişti. Dünya değişiyor, diye düşündü. Ölümüm mü yaklaşıyor, insan ölürken dünya insanın gözüne cennetten de daha güzel gözükürmüş. Her şeyi unutmuş, küreklerin çıkardığı yakamozlara kendisini kaptırmış gidiyordu. Bir balığın denizden atlaması, şap diye de denize düşmesi, tam bu sırada da kedinin miyavlamasıyla kendine geldi. Telaşla oltalarına saldırdı, bir kaşık aldı, denize attı, motoru çalıştırdı, motoru pat pat etmiyor, duyulur duyulmaz işliyordu. Hiç bir yerden duyulmazdı. Daha yüz, yüz elli kulaç gitmeden oltanın ipi ağırlaştı, bir iki kez de salladı Vasili çekti, büyücek bir lüfer yakalamıştı, aldı, temizledi, birkaç parçaya böldü, kedi saldırıyordu, ilk parçayı kesinceye kadar kediyle epeyi cebelleşti. Önüne atılan balığı kedi bir anda yuttu. Vasili ikinci parçayı çoktan kesmişti, bütün parçaları, ikinci parçayı biraz daha yavaş yiyen kedinin önüne koydu.
Bu akşam canı hiç yemek istemiyordu. Oltayı topladı, yola düştü. Kayık, dalgasız denizde yağ gibi kayıyordu.
Koşarak merdivenleri çıktı, çıkar çıkmaz da geri indi, kayığı çözdü mağaraya sürdü, kolaylıkla içeriye girdi, kediyi kucağına aldı evin yolunu tuttu.
Yatakta dönüp duruyordu. Çölde Yezidileri öldüren bir Arap Emiri görmüştü. Yüzlerce kişisiyle Yezidilerin üstüne saldırmış, beşikteki çocukları, hamile kadınların karnındaki bebeleri çıkartıp süngülerinin ucuna takıyorlardı. Koskocaman bir Yezidi kabilesinin hepsini öldürmüştü. Köpeklerini, kedilerini de öldürmüşler, sürülerini, develerini almışlar, Abdülaziz dağlarına doğru akmışlardı. Bir çoğu dağlara çekilmiş Yezidileri de oradaki Müslümanlar öldürüyorlardı. İşte bu adam o Arap kabilesinin emirine benziyordu. Tıpkı o. Bir eşkiya çetesiyle karşılaşmıştı Ağrı Dağının dibinde. İşte bu çete reisi de bu adama benziyordu. Vasili öylesine kendisini hazırladı, öylesine öfkelendi ki, neredeyse yüreği patlayacaktı. Yataktan çıktı, tabancasını beline taktı, fişekliklerini kuşandı, mavzerini omzuna aldı, iskeleye koştu. Evi ateşe verecek, o adam da kapıdan çıkınca basacaktı kurşunu.

Mağaraya geri döndü, benzin tenekelerinden birini aldı geldi, çınarların altındaki tahta sedirlerden birine oturdu, benzin tenekesini önüne koydu. Biraz dinlenince eski öfkesi uçtu gitti. Çalıştı çabaladı, yüzbaşı insanlara öyle işkenceler, zulümler, öyle kötülükler yaptı ki, bir tanesiyle bile bin kez hak eder, diyerek, kendini inandırdı. On kez evin kapısına, pencerelerin altına gaz tenekesiyle gitti, ama benzini bir türlü döküp ateşleyemedi. Sonunda da, "sen de mi insanlıktan çıktın Vasili, uykudaki adam öldürülür mü, yakılır mı?" diye kendine sövdü.
Bu sözleri söyleyince bir sevindi, bir sevindi, kucağına kedisini, eline benzin tenekesini aldı, köşke geldi, koşarak karanlık merdivenleri çıktı, soyundu, yatağa girdi, kedisi de yanına uzandı. İkisi de bitap düşmüştü. Hemencecik uyudular.
Kamışlar ince bir yelde usuldan sallanıyorlardı. Kalın yapraklı, sert dikenli böğürtlen tevekleri ötedeki hendeğin içine kadar uzanmışlardı. Yeşil, gür dallı ılgınlar kamışları sarmışlar, çukuru sık bir zıncarlığa çevirmişlerdi. Bir de zıncarlıkta diz boyu ot, yarpuz bitmişti. Arkadaki, ta yara kadar uzanan geniş hendekte biten nergislerin içinde turuncu, kanatlarının altı som kadife kırmızısı, mavi, ak kelebekler uçuşmaktaydı. Vasili bütün bunları görecek halde değildi. Yüreği duracakmış gibi içerden çıkacak adamı bekliyordu. Ne pahasına olursa olsun onu vuracaktı. Vurduktan sonra da onu hemen öldürsünler razıydı. Önceleri, gün ışırken gelip buraya, kamışlığın içine yerleştiğinde soğukkanlıydı, ama zaman geçtikçe bir hoş oluyor, çözülüyordu. Şimdi de bütün bedenini bir titreme almıştı. Elindeki mavzer titremekten uçuyordu. Şu anda o adam kapıdan gözükse, değil o adamı, önündeki koskoca çınarın gövdesini bile vuramazdı. Epeydir kendisini toparlamağa çalışıyor, çalıştıkça daha çok çözülüyor, damarlarındaki kan boşalmış gibi oluyor, elleri daha çok titriyor, elleri titredikçe de daha çok çözülüyordu.
Bunca savaşa girmiş çıkmış, bir sürü düşmanla süngü süngüye gelmiş, yanına düşen top gülleleriyle birçok insan parçalanmış, kollar, bacaklar, gövdeler, kesik başlar havaya savrulmuş, gökten yağmur gibi kan yağmış, hiç böyle olmamıştı. Bir ölü tepesinin altından, tepeden tırnağa kanlar içinde çıkmış, görenler onu kandan insan sanmışlar gene böyle olmamış, koşarak yakındaki dereye gitmiş kendini suya bile atmıştı. Şimdi yerinden kıpırdayamıyordu. Vazgeçsem mi, şu adamı öldürmekten, diye düşündü. Sonra da vazgeçtim, vazgeçtim onu öldürmekten, diye yüksek sesle konuştu, gene de bedeninde, ellerinin titremesinde hiç bir değişiklik olmadı. Yerinden kalkabilse, kalkıp yürüyecek hali olsa burada bir ancık bile durmayacaktı. Öldürmeyeceğim, öldürmeyeceğim, ona hiç bir şey yapmayacağım, evini de yakmayacağım, diye durmadan içinden yineliyordu. Bu adam da ne kadar çok gecikmişti. İnsan dediğin insan da bu kadar çok uyur mu, gün bile geldi de bir kavak boyu yükseldi, insan hiç üstüne gün doğurtur mu? Arkasından da kimbilir, diye düşünde, garibanın başından neler, neler geçmiştir, ne savaşlara girmiş çıkmış, ne belalara düşmüş çıkmıştır, yorgunluktan ne kadar ölmüştür de bu saate kadar uyuyor.
İçindeki acıma damarı kabardı, Vasili de bu damara yüklendikçe, yüklendi. Tükenmişliği, boşalması geçti, damarlarına kan doldu, ellerinin titremesi durdu, kendine geldi, ayağa kalktı geri oturdu. Kedisi otların üstüne oturmuş şaşkınlık dolu gözlerle onu izliyor, ona küçümseyerek bakıyordu. Kediyi okşarken:
"İşte böyle kedim," dedi, "insanı insan eden ne kadar içimizdeki sevgiyse de, tanrı bunu böyle söylemişse de ondan daha çoğu da acımadır. İnsanı insan yapan da, sevgiyi sevgi yapan da acımadır. Öyle değil mi arkadaş?" diye seslice söylendi.
Her şeyi yapacaksın da insanın içindeki, kıyamete kadar kalacak tek teline dokunmayacaksın, o da acıma teline. Ben bu adamı gözümü kırpmadan öldürürüm, ama acıma telim bir tınlarsa ben sineği bile öldüremem. Hele savaş görmüşlerin acıma telleri o kadar gerilmiştir ki, bütün insanlıkları o telde toplanmıştır.
Yerine bir iyice yerleşti, kedi ona daha öyle bakıyordu, durumunu hiç bozmamış. Bir de basbayağı gülümsüyordu. Vasili de yürekten gülümsedi. Nerde kaldı Vasili, diyordu, senin o yere göğe sığdıramadığın acıma damarın, acıma telin, insanı insan yapan... Tam bu sıralar kapı açıldı, o adam dışarıya çıktı, merdivenin başında durdu, gerindi, denize baktı, iki eliyle gözlerini oğuşturdu. Vasili de gerildi, tetiğe ha bastı, ha basacak, adam çeşmeye yürürken çok acılı, kırış kırış yumulmuş yüzü açıldı, güneşe baktı, gözlerini kirpiştirdi, yüzü açıldı, bütün bedeni mutluluğa kesti, belli belirsiz gülümsedi. Yüzündeki mutluluk, gülümseme gittikçe artıyordu. Onun mutluluğu, yürekten gülümsemesi Vasiliye de geçti. Adam dimdik iliklerine kadar mutluluğa kesmiş çeşmeye gitti, Vasili de iliklerine kadar... Kedi de... Adam elindeki sabunu mermer çeşmenin taşına koydu, kollarını çemredi, pembe sabunu aldı, bir iyice köpürttü, yüzünü, boynunu ova ova bir iyice yudu. Bel kemerine soktuğu havlusuyla kurulandı, uzandı havluyu çınarın dalına astı.
Vasili gülümseyerek ayağa kalktı, tüfeğini omzuna, kedisini kucağına aldı, koyaktan yukarı sine sine tepeye çıktı. Çınarların altından bir duman yükseldi. O adam şimdi çayını kaynatıyordu. Az sonra kahvaltısını yapacaktı. Vasili aşağıya köşklere indi, o da çay kaynattı, zeytin yedi, gene tepeye çıktı, sarı çiçeklerini açmış dikenli çalıların duldasına oturdu. Bir bodur, güneye doğru yan yatmış çama sırtını dayadı, çınarların altına gözlerini dikti. Adamın en küçük bir devinimi gözden kaçırmıyordu.
Çınarların altından ince bir buğu gibi göğe yükselen ateşin dumanı kesildi. Biraz sonra da o adam çınarların altından çıktı kamışların yanına geldi, kamışların yöresinde döndükten sonra gözden yitti. Kamışların içine girmiş olacaktı. Epeyi bir zaman sonra oradan çıktı, sağa döndü denizin kıyısına indi, kıyı boyunca uzanan ağın ağaçlarının içine girdi çıktı. Bugünlerde ağın ağaçlarının çiçek açmaları şöyle dursun tomurcuğa bile durmamışlardı. Adam ağınların içinde çok oyalanıyordu. Eğilip kalkıyor, ağınların içinde bir yitiyor, bir ortaya çıkıyordu. Vasili de onun en küçük bir devinimi bile kaçırmıyor, boynunu uzatmış soluksuz izliyordu.