Yazarlar Bir Portekiz parantezi

Bir Portekiz parantezi

26.06.1999 - 00:00 | Son Güncellenme:

Bir Portekiz parantezi

Bir Portekiz parantezi


Ömür biter yol bitmez... Aç parantez, kapa parantez... Yaşadığınız kentin havaalanında parantezinizi açarsınız, dönüşte, aynı havaalanında parantezi kaparsınız... O parantezler normal yaşamınız içinde bambaşka bir yer kaplar...
Son parantezim Portekiz oldu. Bir başka okyanus yaşadım bu kez...
Lizbon'a gitmek ne yazık ki biraz uzun sürüyor. THY'nin direkt seferi olmadığı için aktarmalı gidiyorsunuz ve bu da size upuzun bir güne mal oluyor.
Lizbon insana karmaşık duygular yaşatıyor... Burası aslında hiçbir yere benzemiyor ama pek çok yeri çağrıştırıyor. Yedi tepesi, yokuşları, kırmızı, sarı tramvayları ve boğaza benzeyen Tajo (Tagus) Irmağı ile bana, henüz özlemeye fırsat bulamadığım İstanbul'u hatırlatıyor. Eski ve pastel renkli evleri Havana'yı çağrıştırıyor, hiç bozulmamış meydanları ve küçük binalarıyla Strasbourg'u anımsatıyor.
Portekiz için kitaplar, "MÖ 1200 yılında Fenikeliler tarafından kurulduğu öne sürülüyor" diye yazıyor. Eski Lizbon daracık kaldırım taşlı sokakları, eski binaları, tarihi kiliseleri ile muhteşem... Şehrin ortasındaki 20 kilometrekarelik alanıyla Monsanto Parkı, iki botanik bahçesi ve 50'ye yakın parklarıyla da Lizbon yemyeşil.
Tajo Irmağı Lizbon'un girişinde genişliyor ve Mar de Palha koyunu oluşturuyor. Bu görkemli nehrin üzerindeki köprü ise 2.300 metre uzunluğu ile Batı Avrupa'nın en uzun köprüsü... Mühendis Miguel Pais'in 1876 yılında planlarını yaptığı köprü, 1966'da hayata geçmiş. Upuzun, yüksek ama incecik bir dantel gibi...
Lizbon'un eski evlerinin ön yüzleri İber Yarımadası'na özgü "azulejo" denilen çinilerle kaplı... Bu evler şimdi Unesco'nun koruması altında.
Bir ülke hakkında kısa süre içinde biraz daha fazla fikir edinmek istiyorsanız, otomobil ile gezmek şart. Eğer bunu yapmasaydık, Estremoz'u, Evora'yı, Santa Clara'yı, San Teotonio'yu, Sines'i, Astrejil'i göremeyecektik. Yani o muhteşem dalgaların üzerinde sörf yapanlarla birlikte, o dalgaları aşmak için uğraşamayacak, Atlas Okyanusu'nun tepesindeki Rita'nın Restoranı'nda, sardinya balıkları ile Arroz de Marisco'yu yiyemeyecek, dağ patikalarında koyun otlatan çobanlarla selamlaşamayacak, küçücük bitpazarlarından eski çıngıraklarımızı alamayacak, kağıt çiçeklerle süslenmiş bayram sokaklarını göremeyecek, o köyün minicik arenasındaki boğaların öldürülmediği güreşleri izleyemeyecek, akşam o muhteşem gölün üzerinde güneşi batırdıktan sonra, sabah aynı gölde minicik balıklarla yüzemeyecektik.
Yolculuklarla açılan yaşam parantezleri çok güzel ve sanırım dikkat edilecek tek şey, yanınızda kimin ya da kimlerin olduğu...


Kimlerle kavga edemem

Ben zaten kavga edemem, tartışırım. Ama iki tür insan çeşidi ile tartışamam bile... Hatta belki de yenik düşerim.
Birincisi çok yüksek sesle konuşan, avaz avaz bağıran, durmadan söz kesen erkek türü ile tartışamam... Bağırmayı sevmediğim için, sesimi de asla yükseltemediğimden, ses tonum da fazlasıyla yumuşak olduğundan bu bağırışlar karşısında "teknik olarak" yetersiz kalırım.
İkinci tartışamadığım insan türü ise, tartışmanın özünden kopup, tartıştıkları insanı incitmeye, rencide etmeye yani hakarete, alaya yönelik konuşmaya yeltenenlerdir. Bu kişiler konuşurken ya da yazarken tartışılan konudan asla söz etmezler ama tartıştıkları kişiyi incitecek ya da inciteceğini zannettiği konulara girerler, hakaret ederler, akıllarınca alay ederler. O kişinin fiziksel kusurlarından, örneğin körlüğünden, sağırlığından, çirkinliğinden, yaşlılığından söz ederler, eğer tartışılan kişi kadınsa araya cinsel çağrışımlara neden olacak soytarılıklar sıkıştırırlar, hiçbir kanıtları olmadığı halde yalancılıkla itham ederler, özel hayatlarına dair bir şey biliyorlarsa ya da bildiğini sanıyorlarsa bunları afişe ederler... Bunun da adına tartışma derler...
Ben bu insanlarla tartışamam... Çünkü ben tartıştığım hiçbir kişiye, çirkin, moruk, göbekli, kör, topal diyemem...
Bu kişilerle onlar gibi, onların düzeyinde tartışamadığım için de büyük bir ihtimalle "yenik düşerim"... "Neden cevap vermiyorsun" diye soran dikkatli okurlarım bilsinler ki işte bu "tür"lere bunun için cevap veremem.



Sağlık Bakanı yapsaydı o zaman...

Bugüne dek Türkiye'de kemik iliği nakli için kurulmuş bir "ulusal bilgi bankası" yoktu... Bunu Oktar Babuna ve arkadaşları sayesinde öğrendik ve onlar sayesinde bir kemik iliği bankası kurulmasının neredeyse sonuna geldik... Ama ne oldu; hükümet buna yardımcı olacağı yerde, birtakım "komplo teorileriyle" engel olmaya çalıştı. İstanbul Tabib Odası Başkanı Prof. Dr. Orhan Arıoğul "Kan bankası kurulması fırsatının kaçırılmaması gerektiğini ve yurtdışına gönderilen 38 bin kişinin doku grubundan oluşan veri kaydının Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji Bölümü'ne kaydedildiğini" söyledi. Babuna'nın arkadaşları da toplanan yardımların nereye gittiğini kuruş kuruş açıkladılar. DSP İzmir Milletvekili Prof. Dr. Suat Çağlayan da "genetik açıdan dünyada hiçbir şeyin saklısı gizlisi kalmadığını" söyledi.
Ben de şimdi merak ediyorum, ortada kanıtlanmış hiçbir olumsuz durum yokken, Sağlık Bakanı Osman Durmuş neden bu başarılı kampanyaya çomak sokuyor? Yok efendim Türkiye'de lösemiden ölüm çok fazla değilmiş... Fazla ya da az... Yetersizlik yüzünden bir tek insan bile ölse bunun üzerinde durulmaya değmez mi? Sağlık Bakanı "bugüne dek niçin bir kan bankamız olmadığını" düşünmek yerine, neden böyle teoriler üretiyor acaba? Kendileri bir şey yapmadıkları için, "sivil"ler bu kadar koşturup durmak zorunda kalmıyorlar mı acaba?



Yazara E-Posta: d.asena@milliyet.com.tr