Gözümün önünden gitmeyen bir sahne var: Gecekondu mahallesi... Sel gelmiş, evde ne var ne yok süpürmüş. Çamur diz boyu...
Göle dönmüş salonun ortasında gençten bir adam paçaları sıvamış teyp dinlerken, “Yatak yorgan ne varsa gitti, şükür ki teyple Müslüm Baba’nın kasetini kurtarabildim” diyor.
Teypten Baba’nın sesi yükseliyor:
“Hatırım çiğnendi, kalbim kırıldı/
Ömrümün derdidir, benim meselem.”
* * *
Varını yoğunu kaybetmişlerin Gür-ses’iydi o...
Dinleyicisi, Tatlıses’inkiler gibi “Ben de isterem” diyen iştahlılar değil, dibe vurmuşluğunun kederini şarkılarının efsunuyla dindirmeye çalışan çaresizlerdi:
Oto sanayideki yoksul işçiler, mahpushanedeki kader mahkumları, cam silen tinerci çocuklar...
“Mazlumların havarisi”, şehrin en dış(lanmış) çeperine doğru söylerdi şarkısını...
Dışlananlar da, başlarında “Baba”nın adı yazılı bantlar, ceplerinde jiletler ve haplarla, bir toplu ayine gelir gibi konsere gelir, dövünüp inleyerek, bağrını jiletleyerek sızlanırdı:
“Horgörülenlerin Tanrım, isyanıdır bu...
Sevip sevilmeyenlerin feryadıdır bu...”
* * *
20 yıl kadar önce belgeselini yapmaya niyetlenmiştim.
“Kendisi görüşmez, Muhterem Hanım’la görüş” denmişti.
Unkapanı’nda buluştuk Muhterem Nur’la...
Hayranlık verici bir tevazu ile, “Bizim bu işlerle ilgimiz yok. Bizi mazur görün” demiş, reddetmişti.
“Müslüm&Muhterem” sevdasını “Yüzyılın Aşkları” serisine almak istediğimde de cevap aynı olmuştu.
Belgeselci olarak üzülmüştüm; ama belgeselinin yapılması için haber gönderenler karşısında “Müslüm Baba” gözümde büyümüştü.
Gülhane’de sandalyelerin uçuştuğu bir sahnede, Bakü’de bir stadyum konserinde, Ankara Ulus’ta bir pavyonda, Kızılay’da bir türkü barda izledim kendisini daha sonra...
Yalansızdı Müslüm Baba... Mütevazıydı. Sahiciydi.
* * *
Sonra “piyasa” el attı ona...
Ortalıktakiler fazlaca kullanılmış, bıktırmıştı.
Satış hacmi de daralmış, market sıkışmıştı.
“Diptekiler”e ürün tanıtmak için onların dilini bilen, “kirlenmemiş” birine ihtiyaç vardı.
“Baba”, 1997’de “Nerelerdesin”in klibinde mini etekli bir sarışınla kotrada oynadı.
Muhterem Nur’un “Aralarındaki samimiyet doğruysa onu terk ederim” sözü basına yansıdı.
Ardından reklamlar geldi; “Baba”nın “en güzel boya”yı tarifle başlayan reklam yolculuğu, “en güzel çay”a değin uzandı.
Gürses, sillesini yediği, sitem ettiği sisteme dahil oldukça kitlesi de değişti, genişledi.
Zaten o arada Türkiye de dönüşmüş, para el değiştirmiş, “Ben de isterem” diyenler istediğine ulaşmış, dünün yasak müziği arabesk, itibara kavuşmuştu.
Gürses artık, Gülhane’den çok, “Perakende Günleri”nde söylüyor, televolelerde görünüyordu.
Dün aşağılayanlar artık onu baştacı ederken, eskiden uğruna göğsünü jiletleyenler, “Baba”ya mesafe koydu, jilete değecek yeni babalar aramaya koyuldu.
* * *
Ecelle cebelleştiği günlerde, kendisine ekranda reklam yaptırıldığını gördükçe, o eski münzevi halini özledim içten içe...
Dün de “Keşke sosyete camii yerine Gülhane’den, yıllarca feryadını dillendirdiği sahipsizlerin omzunda yolcu edilseydi” diye geçirdim içimden...
Ve “Baba”ya, hayat dersi niteliğindeki bir şarkısıyla veda ettim:
“Şöhretin, şanın olsa/ Süleyman gibi arın olsa,
Son kumsalda yatın olsa/ Bir gün sen de öleceksin.”