Meral TAMER
"Hiçbir konuda herhangi bir teorim yok. Bana sorarsanız günümüz dünyasında aslında kimsenin neler olup bittiği konusunda herhangi bir fikri yok. Aksini iddia edenlere sakın kulak asmayın!"
Alman Liselilikten kalma her zamanki disiplinimle önceki gün saat tam 9.30'da Lütfü Kırdar Kongre Merkezi'ndeydim. 2 gün önce Çırağan'da dinlediğimiz Edward de Bono, yarım saat gecikmeyle konuşmaya başladığı için, toplantının başlangıç saatinden önce gelmeye gerek görmemiştim.
Ama güvenlik kontrolünden geçmeydi, vestiyer kuyruğuydu derken bir baktım ki Tom Peters, çok dakik olarak konuşmasına başlamış bile.
Lütfü Kırdar'ın dev sahnesini sürekli olarak bir ucundan diğerine arşınlayarak, zaman zaman gereğinden belki de biraz yüksek, zaman zaman da dramatik ve kısık bir ses tonu ve etkileyici bir üslupla
"hiçbir şey bilmediğini" anlatıyor.
Oysa Claus Möller'den Lester Thurow ve Michael Porter'e, bugüne kadar dinleme olanağını bulduğum guruların çoğunda biraz tepeden bakma ve "herşeyi bilirim" edasını sezmiştim. Hele hafta başında dinlediğim de Bono, herşeyi kendisinin en iyi bildiğini sürekli hatırlatmak konusunda, diğer tüm guruları fersah fersah geride bırakır bir hava içindeydi.
Tom Peters ise ben salona girdiğimde "Türkiye'yi bilmiyorum," diyordu. Ve bu ilk cümlesiyle gönlümü çaldı. 2 ay önce dinlediğim ve bizim ülkemizi, danışmanlık yaptığı azgelişmiş Ortaoğu ülkeleriyle aynı kategoride değerlendirerek önerilerde bulunan Michael Porter'den ne kadar da farklıydı?
Aslında Porter'in anlattıkları bana göre çok değerliydi. Zaten geniş olarak da yansıttım. Sadece gereksiz olan, Türkiye'yi hiç bilmediği halde Türk şirketlerine havada kalan bazı öneriler yapma gereği duymasıydı. Keşke o da Türkiye'yi hiç bilmediğini açıkyüreklilikle söyleseydi...
Tom Peters "sadece Türkiye'yi değil, aslında kendi ülkem olan Amerika'yı da bilmiyorum," diye sürdürdü cümlesini. Ve devam etti: "Hiç bir konuda herhangi bir teorim yok. Bana sorarsanız günümüz dünyasında aslında hiç kimsenin neler olup bittiği konusunda herhangi bir fikri yok. İddialı teoriler ortaya atanlara da kulak asmayın."
Peters, gurular içinde fiyatı en yüksek olan. Tek günlük seminer için 120 bin dolar alıyormuş. Michael Porter'ın 100 bin, Edwanrd de Bono'nun 80 bin dolar aldığı belirtiliyor. Zaten gerek Porter, gerekse Bono'yu izlemek isteyenlerin 975 dolar artı KDV ödemeleri gerekirken, Tom Peters için bu rakam 1200 dolardı.
En pahalı olmasına rağmen en kalabalık toplantı Tom Peters'inkiydi. Sabancı'dan Koç'a Doğuş'tan Çukurova'ya büyük grupların ve bankaların üst düzey yöneticileri dahil toplam 860 kişi, Peters'i gün boyu azalmayan bir ilgiyle izledi. Kahve ve yemek molalarında kime sorduysam, Peters'dan etkilendiklerini ve söylediklerini yararlı bulduklarını belirttiler. Gözlemlediğim kadarıyla katılımcıları en memnun eden ve "verdiğimiz paraya değdi" dedirten Tom Peters oldu.
Benim fikrimi sorarsanız, konuşmasındaki akademik derinlik, verdiği örneklerin çarpıcılığı, tüm konuşmanın kurgusu ve düşüncelerimde yaptırdığı sıçramalar açısından ben Michael Porter'ı tercih ederim.
Bu arada gazeteci olduğum için bu seminerleri para ödemeden izlediğimin altını çizmek istiyorum. Zira Porter'le ilgili yazılarımın ardından, özellikle Amerika'da yaşayan okurlarımdan "30 dolar verip de kitaplarını okumak varken, aynı şeyleri öğrenmek için 1000 dolar ödemek size yakışır mı?" türünden serzenişte bulunan elektronik posta mesajları almıştım.
Peters'in en pahalı guru olmasının hikmeti, bence bu hiçbir şey bilmemesi, hiçbir teorisinin bulunmamasında yatıyor. Tamamen patronlar ve profesyonel yöneticilere dönük olarak konuşan Peters, "aklınızı başınıza toplayın, aslında sizler de hiçbir şey bilmiyorsunuz" demeye getirdikten sonra, gün boyunca gazete haberlerinden ünlü guruların sözlerine daldan dala dolaşarak küçük küçük öyle örnekler veriyor ki, onu dinleyen şirket yöneticileri zaman zaman soğuk terler döküp "haklı ama bizim şirkette yapılması imkansız" diyordur herhalde.
Peters'in konuşmasının ana fikrini, aslında şu birkaç cümlesiyle özetlemek mümkün:
"35 yıl Silikon Vadisi'nde çalıştım. 55 yıldır Amerika'da yaşıyorum. Son 25 yılda Fortune dergisinin 500 büyük firma sıralamasında yer alan şirketlerden yüzde 75'i batmış durumda.
(...)10 yaşındaki çocuklar, bugün Nintendo 64 sayesinde ve 199 dolar karşılığında, bundan yalnızca 15 yıl önce, ABD Stratejik Hava Komutanlığı'nın füzelerini o zamanın en hızlı bilgisayarıyla kontrol eden dört yıldızlı bir generalden daha fazla bilgisayarlı güce sahipler.
Tüm dengelerin bu kadar altüst olduğu bir ortamda hiçbir teorinin zamana karşı durması, zamana rağmen geçerliliğini koruması mümkün değil.
O yüzden birey olarak da şirket olarak da toplum olarak da kendi başımıza olduğumuzu bilmeliyiz ve kendi dünyamızı bu yeni verilerin ışığında yeniden şekillendirmeliyiz."
Eski dünyanın kurallarıyla yeni dünyamızı şekillendiremeyeceğimizi hatırlatan Peters, "önce herşeyi yıkmanız gerek" diyor. İlk iş olarak da şirketlerde CEO (Chief Executive Officer), "yürütmenin başı" olarak niteleyebileceğimiz bir numaralı yönetici tanımının, CDO "yıkımın başı" olarak değiştirilmesini salık veriyor.
Ve daha sonra da gün boyu, büyük şirktetlerde yapılan işlerden yüzde 90'ının zırva olduğundan, bugüne dek sadece mavi yakalı işçilere vurulan neşterin, artık beyaz yakalı çalışanlara da mutlaka vurulması gerektiğine, benchmarkingden tüketici taleplerine bu yıkım ekibinin sorgulaması gereken konuları bir düzen içinde olmasa da çarpıcı örneklerle daldan dala sıralıyor, İşte birkaçı:
* "Büyük şirketlerde bürokrasi o boyutlara ulaşmıştır ki, günlük rutin işlerin ancak yüzde 10'u gereklidir. Evet, gözünüzün içine baka baka söylüyorum. Şirketlerinizde yapılan işlerin yüzde 90'ıo zırvadır. Bir evrak, 3. kattan 19. kata 5 imzadan geçerek ve ancak 1 haftada ulaşır -ki aslında böyle bir evrakın gerekli olup olmadığı bile tartışılabilir.
* Verimlilik adına şirketlerden işçi çıkartılırken, hep mavi yakalıların sayısı azaltıldı. Bana göre bugün tüm dünyada büyük şirketlerde müthiş bir beyaz yakalı çalışan fazlası var. Ve eğer yeniden yapılanmak istiyorsanız, şirketinizdeki beyaz yakalıların büyük bölmünün üzerine bir çarpı işareti çekmeniz gerek.
* Amerikan ekonomisi, 15 yıl önce küçülmek zorunda olmanın avantajını yaşıyor bugün. O yüzden dinamik, esnek. Ama bu konuların otoritesi Michael Hammer'e göre ABD ekonomisinde hala 25 - 30 milyon gereksiz işçi var. Ve yeniden yapılanma gerçekten tamamlanacaksa, 25 milyon kişinin daha işten atılması gerek.
* Geçen yıl büyük şirketlerin birbirleriyle birleşmelerinde rekor kırıldı. Son olarak da İsviçre'nin en büyük bankalarından UBS, diğer dev bir İsviçre bankasıyla birleşti ve dünyada büyüklük açısından 2 numaraya oturdular. Bir büyük salak şirketin, diğer bir dev salak şirketle evlenmesinden sizce ne doğar? Olsa olsa daha büyük bir salak ve kötü şirket.
* Bir de ABB'ye bakın. Barnevik büyük şirketi küçük küçük parçalara ayırdı. Her ünitede 60 beyaz yakalıdan 59'unu işten attı. Dünya 10 kişilik şirketlere doğru gidiyor. Ciroları milyar dolarlarla ölçülen 10 kişilik şirketlerden söz ediyorum. Dokunulacak hiçbir ünitenin bulunmadığı şirketlerden...
* Müşteri, geleceğe yol gösteren rehber falan değildir. Müşteri sadece bugünü gösteren dikiz aynasıdır. Pazarda niş yaratacak yeni bir ürün, genelde müşteri tarafından beğenilmez, hatta reddedilir. Ama rakiplerinize göre fark yaratacak ürünler de bunlardır. Dolayısıyla müşterilerinizin sizi yönlendirmesine izin vermeyin.
* Hatta zamanı geldiğinde müşterilerinizi terketmeyi bile bilmelisiniz. Örneğin bir reklam ajansı, en büyük müşterisi giderek yaratıcılığını öldürüyor diye onu terkedip, kendine daha küçük başka müşteriler aradı. Ya da 6 sigma prensibiyle ve milyonda 4 hatayla çalışmak isteyen bir Amerikan firması, milyonda 10 bin hataya itiraz etmeyen 700 müşterisini terkedip milyonda 4 hata talep eden 50 müşteriyle çalışmaya yöneldi. Otomobil üreticilerine cam satarken, optikçilere lens üretmeye başladı.
* Dünyanın en iyisiyle benchmarking yapmak da boş bence. Zira siz bugünün iyisiyle kendinizi kıyaslayacaksınız. Ama onun kalite düzeyine eriştiğinizde, diyelim ki 3 yıl sonra, acaba en iyinin tanımı nerede olacak biliyor musunuz? Belki bugünün en iyisi, 3 - 5 yıl sonra piyasadan silinmiş olacak.
* Dünyanın en büyük ekonomisi nedir biliyor musunuz? Amerikalı kadınlar! İkinci büyük ekonomi, Japonya'nın toplamı. Üçüncü büyük ekonomi ise ABD'li erkekler. ABD'deki toplam 4 trilyon dolar tüketim harcamasının 3,3 trilyon dolarının kadınlar tarafından gerçekleştirdiği istatiklerce belirlenmiş. Satın alma kararlaranı kadınlar veriyor. Ev eşyalarında bu oran % 94, ev alımında % 91, tatil kararlarında % 92, yeni banka hesabında % 89 gibi çok yüksek oranlar. Liste böylece uzayıp gidiyor. Amerika'da üretim sürecinde de kadınlar çok etkin. 7 trilyon dolarlık GNP içinde kadınlar 1,5 trilyon dolarlık değer yaratıyor. Şirketinizde yarınları şekillendirirken, kadınları daha fazla hesaba katmanızda bence büyük yarar olabilir."
Yazara EmailM.Tamer@milliyet.com.tr