Yazarlar Öldüreceğim onu

Öldüreceğim onu

10.12.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Öldüreceğim onu

Öldüreceğim onu

4. BÖLÜM

Poyraz Musa gözden yitip gidince Vasilinin iki eli yanlarına düştü, gözleri bomboş, dalgasız denizde öyle kala kaldı.
Neden sonra kendine geldiğinde baktı ki güneş tepeye gelmiş de devrilmiş gidiyor. Arkasına döndü, bir adım attı. Sağa sola yalpaladı. Bir tuhaftı. İçinden bir şeyler akmış gitmiş, uyuşmuş, boşalmıştı. Önce değirmenlerin dönen kanatları üstünde durdu gözleri. Doğudaki değirmenden duyulur duyulmaz bir gıcırtı geliyordu. Ortadaki değirmenin kalın duvarlarında yaban incirleri bitmişti. Bu Allahın belası incirler de böyle sahipsiz duvarları, örenleri bulmasınlar, hemen orada bitiverirler. Kayalıkların üstünde bile biterler. Bir de arsız bir sarı çiçek vardır. Küçücük mine çiçekli, o da cilalanmış mermer taşın üstünde bile biterdi.


FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA (17)



Ayağının dibindeki kedi miyavladı. Tam bu sırada başının üstünden bir top yalım geçti, yalım o kadar hızlı, hışılayarak geçti ki, Vasili yerinden kıpırdayamadı. O üstünden geçen yalım topu biraz ilerdeki siperlerin üstüne düştü, patladı, gökten kol, bacak, gövde, kan, toprak yağdı bir süre. Bir süre ortalığı çığlıklar aldı, hemencecik de kesildi. Bütün bedeninden terler boşandı, suya girdi çıktı. Başının üstünden bir top yalım daha geçti, az ilerde, kulakları sağır eden bir patlama oldu, yerden yalınlar fışkırdı. Top top yalımlar arka arkaya üstünden geçiyor, bağırmalarla birlikte yalımlar uçuşuyordu. Ortalık kapkaranlık oldu, Vasili çoktan kendisini yere atmıştı. Gözlerini açtığında, uçsuz bucaksız ova kar altındaydı. İlerdeki çam ormanı yanıyordu. Yalımlar koskocaman ormanı önüne katmış almış götürüyordu. Parçalanmış ölülerden daha oluk oluk kan akıyor, karlar kıpkırmızı kana kesiyordu. Bir güneş alabildiğine dünyayı doldurmuştu. Kan, güneş, yangın, iniltiler. Vasili uyuşmuştu. Üstüne yığılmış toprağın altından çıkmağa uğraşıyor çıkamıyordu. Mangasındaki Manisalı Alinin sesini duydu, sevindi. İki el onu kavradı, toprağın altından çekti aldı. Aliyi bir gördü, karanlık bastı, Aliyi yitirdi. Ali, güneş, karların üstüne serilmiş kanayan ölüler birden ortaya çıktılar. Alinin sesini duydu, kucaklaştılar, elele tutuşup yanan ormana yürüdüler. Ormanın kıyısına gelince üstlerinden gene top top yalımlar geçmeğe başladı. orman yanıyor, çığlıklar geliyordu yanan ormandan bebek ağlamaları gibi. İniltiler doldurdu dünyayı. Her yer karanlığa kesti. Vasilinin kulağına biraz sonra denizin usuldan sesi geldi. Yerden doğruldu, gözlerini uğuşturdu, kedisi yanındaydı, mırıl mırıl ediyordu. Ayağa kalktı kediyi kucağına aldı, sağa sola bakındı, ortadaki değirmene vardı, kapıdan girdi, doğru merdivene yürüdü, pencerenin üstüne çıktı oturdu, ortadaki yeşil başörtü buruşmuş orta yerde öyle duruyordu. Gözlerini kapadı, Alikiyi düşündü... Ne Hariklia, ne Aliki geldi gözlerinin önüne. Ne seviştiler, ne öpüştüler, hiç bir şey olmadı. Gözlerini açtı, yeşil başörtü bir iyice buruşmuş, solmuş gitmişti. Koşarak değirmenden çıktı. Kapının ağzında durdu, sağa sola bakındı, ada boşalmıştı, hiç bir yerden en küçük bir ses, bir fısıltı gelmiyordu. Bir anda aşağıdaki deniz, koyaktaki zeytinlik, zeytinliğin yukarısındaki çamlık, bir yanı keskin kayalıklı tepe, kapısında durduğu, kanatları ağır ağır dönen değirmen, ayağının altındaki toprak, her şey, her şey silindi.
Koşarak içeriye döndü, merdivenleri ikişer ikişer çıktı, pencereye geldi oturdu, gözlerini başörtüsüne dikti. Kedi usul usul, sinerek, bir fareye gider gibi saklanarak yeşil başörtüsüne gitti, bir ucundan, bıyıkları titreyerek koklamağa başladı. Vasilinin de burun kanatları titredi. Onun da burnuna terlemiş kız memesi kokusu geldi, gelir gelmez de geçti gitti. Kabarmış, ışıltı içinde kalmış başörtü buruştu, soldu, kedi de bu solmuş kokuya arkasını döndü, köşeye gitti. Köşenin tabanını uzun uzun kokladı, bıyıkları gene kabardı. Yukarda, tavanda büyücek, yeşil çamurdan örülmüş kırlangıç yuvası daha boştu. Kırlangıçlar çoktan gelmişlerdi ya kimbilir neden daha yuvaya uğramamışlardı. Kedi, gözlerini yuvaya dikmiş, yalanarak bekliyordu.
Vasili pencereden atladı, tahtaların üstüne sert düştü, tahtalar çatırdadı, kedi miyavladı, dışarıya çıktı. Dönen kanatlar daha çok gıcırdıyordu. Kedi de geldi ayaklarına süründü, yumşacık. Kedi ayaklarına süründükçe Vasili kendine geliyordu. İlerdeki, uzun bir dal üstünde tek başına açmış koyu pembe çiçeği gördü. Oraya yürüdü, dokunmadan kokladı. Şimdiye kadar, o kadar çiçeği koklamış, hiç böyle bir kokuya rastlamamıştı. Bu adada doğmuş büyümüş, doğudan batıya, kuzeyden güneye dolaşmış böyle uzun boyunlu, böyle güzel kokulu, böylesine kadife renkli, insanı durmadan okşayan bir renge rastgelmemişti. Oraya, çiçeğin dibine uzanıverdi, gözlerini gökyüzüne dikti. Gökyüzü çok uzaklardaydı, gittikçe uzaklaşıyordu, nerdeyse gözden yitip gidecek, yerinde bir top ak bulut gibi, bir top, insanın yüreğini hoplatan, kanını kaynatan, kanına karışan bir top mavi kalacaktı.
Birden ayağa fırladı, koşarak kayığına vardı, çözdü, biraz yem bulayım, diye düşündü. Kedi neredeydi, sağa sola bakındı, kedi çoktan gelmiş, kayığın içine kurulup oturmuş, keyifle yalanıyordu. İliklerine kadar sevince kesti, kayığa atladı, motoru kolaylıkla çalıştırdı, güneye doğru dümen kırdı, deniz dümdüzdü. Güneş kızdırıyordu. Deniz de bahar kokuyor, dedi. Baharda en çok denizler bahar kokar. Elini uzattı, kediyi okşadı. Kedi sevincinden üç kez takla attı, ardından da ön ve arka ayaklarını alabildiğine, orta yerden kopacakmış gibi uzatarak gerindi. Birden de ayağa kalktı, hemencecik de yalanmağa başladı. Onunla da yetinmedi, Vasilinin elini hızla yalamağa koyuldu. Bundan çok hoşlanan balıkçı elini çekmedi. Yemi unuttuğu aklına düşünce dümeni kıyıya kırdı. Kıyı kıyı, çok ağır gidiyordu. Birkaç zargana yakaladı. Zarganaları temizledi, kesti, oltaya geçirdi, denize attı. Burundan beş kulaç kadar açılırken oltaya bir balık takıldı. Balık oltanın ucunda öylesine çırpınıyordu ki, nerdeyse ipi koparacaktı. Vasili balığın lüfer olduğunu anladı. Fazla yorulmadan lüferi içeri aldı. Balık, sandığından da daha büyüktü, livara attı. Kedi bir süre umutla livarın yöresinde ağzının suyu akarak döndü. Vasili, "biraz sabreyle arkadaş, üçüncü balık senin," diyerek onu okşadı.
Üçüncü balık, çok çabuk geldi. Bu daha büyük bir balıktı. Vasili, balığı temizledi, kesti, en büyük parçayı kedinin önüne attı, kedi parçanın yöresinde her bir yanı koklayarak dolaştı, geldi Vasilinin ellerine uzun bir süre süründü, sonra balığa gitti, bıyıkları titremekten uçarak önündeki parçayı hemencecik yuttu. Vasili şaşkınlıkla öteki parçayı da verdi. Kedi, onu da... Balığın hepsini yedikten sonra gitti, arkadaki telis çuvalın üstüne kıvrıldı yattı, dünyayla bütün ilişkisini kesti.
Gün battı batacak geri döndüler. Vasili çınarların altına bir ateş yaktı, yalımları dallara kadar sünen, taa uzaklardan gözüken, Vasili, varsın gözüksün, dedi, inşallah biri adaya düşer de, ben de onu öldürürüm de, bu işkenceden kurtulurum. Ama nerdeee, deniz bomboş, ne gelen var, ne de giden. Şu anda bir gelen olsa, yanındaki tüfeğini okşadı, ah bir gelen... Hiç sapıtmaz, alnının ortasından çivilerdi. İçini bir sevinç aldı, o giden adam nasıl olsa yarın öbür gün gelecekti. Öteberisi herhalde şu evlerden birisindeydi.
Pişen balıkları bayat ekmekle, kedisiyle birlikte yedi. Yarın ilk iş olaraktan onun öteberilerine bir bir bakacaktı. Çorbacının evine gitmedi, iskelede kaldı, kayıktan telis çuvalı aldı, başına yastık yaptı, uzun kanepelerin üstüne uzandı, boşluk onu çok yormuştu, hemen uyudu.
Sabahleyin erkenden uyandı, Poyraz Musanın öteberilerini koyduğu eve gitti, kapı kilitli değildi, içeriye daldı, alt kat koskocamandı, solda büyük bir mutfak, mutfağa bitişik bir oda, karşıda iki oda daha, karşıda damarlı, sarı Kazdağı mermerinden bir ocaklık, işlemeli, yepyeni, daha kullanılmamış. Odaların kapısını açmadan merdivenlere yürüdü, yukarıya çıktı. Burası da aşağısı gibiydi. Uzun bir salon, salonun her iki yanında ikişer oda, gene karşıda mermer, tahta karışımı işlenmiş bir ocaklık. Ocaklığın sağ yanına serilmiş yatak. İşte o adamın yatağı. Yatağın yanında bir eski terlik, yastığın üstünde yeni, belki daha hiç kullanılmamış bir mavi havlu. İncecik, yorgan bozması, mavi çizgili döşek, döşeğin üstünde de mavi bir incecik yorgan. Bu adam maviyi seviyor. Ayak ucuna, duvarın dibine yerleştirilmiş ceviz sandığa hayran kaldı Vasili. Sandığın ön yüzünde, kapağının üstünde türlü kabartmalar... Böyle bir sandığı Payasta bir Türkmen Beyinin konağında da görmüştü. Bu sandıkların kilitleri hep çıngıraklı olur. Sandığın alt ucuna da bir kamış sepet dayamıştı adam. Sepet, renkli kamışlardan örülmüştü, ağzına kadar da doluydu.
Vasili olduğu yerde uzun bir süre kıpırdamadan durdu. Hiç bir şey düşünemiyor, ocaklığın, sandığın, sepetin nakışları gözlerinin önünde biribirlerine girmişler koşuşturup duruyorlardı.
Süngü tak, diye bir ses geldi. Top gülleleri hışıldayarak yağıyor, ormanın içine düşüyor, ormanın içinden kopan topraklar ta buraya kadar geliyor, üstlerine yağıyordu. Süngü taktılar, siperlerden atladılar, her yanı toz bürüdü. Bir toz karanlığı içinde kaldı dünya. Barut koktu her yan. Göz gözü görmüyordu. Tozun içinden iniltiler, kırılan kemik sesleri geliyordu. Bu süngü savaşı ne kadar sürdü, kimse farkında değildi. Toz karanlığı kalktığında Vasili ağrıyan omzunu tuttu, süngü omzunun bu yanından girmiş, öbür yanından çıkmıştı. Süngüleyen askerin gözlerini hiç unutamıyordu. Süngülü tüfeği elinde koşup gelirken, araları ya iki ya üç kulaçtı, fazla değil... Karşıdan gelen askerin yeşil kanlı gözleri korkudan pörtlemiş, delirmiş, bitmiş, ne yapacağını bilemez, bütün yüzü gerilmiş, yüzlükten çıkmış, bir korku olmuş. Karşı karşıya geldiklerinde şaşkın asker ne yapacağını iyice şaşırdı, dönüp kaçmak istedi, kaçamadı, kıvrandı kaldı. Vasili soğukkanlı, hiç bir şey olmuyor gibi, onu seyrediyordu. Askerin o anda yüzü açıldı, pörtlek gözleri parlar gibi etti, şaşkın süngünün omzuna geldiğini gördü Vasili. Dehşet bir korkuyla ürperdi, sağ omzu, göğsü, kolu uyuşurken o da süngüsünü var gücüyle karşısındaki allak bullak yüzün bedenine sapladı. Karın üstüne birlikte düştüklerini biliyor. Gözünü açtığında bir büyük çadırın içindeydi. Karşısında güleç yüzlü, beyaz gömleği kan içinde bir doktor duruyordu. "Bir şeyin yok," dedi doktor. "Seni yaralayanı sen de öldürememişsin. O da kurtulacak ya sakat kalacak."
Aradan günler geçti, bir aydınlık gündü. Karların üstüne ipiltiler çökmüş, dünya göz kamaştırıyordu. Savaş alanı geniş bir ovaydı. Bir yanı kardan, yüksek, doruğu bulutlardan gözükmeyen bir dağ, bir yanı ucu bucağı olmayan kar altındaki ormanlardı. Ovayı on binlerce, kaldırılmamış, yatmış kalmış ölü silme kaplamıştı.
"Bugün değilse, yarın gelir o adam. Öldüreceğim onu. Ona kırmızı götlü mektup mu yazdım. Ne işi var onun bu adada? Onu, bu adaya gel, diye kim çağırdı. Gelir gelmez, karaya çıkar çıkmaz, çakıllara basar basmaz alnının ortasından..."
Merdivenleri öfkeyle indi. En çok savaşları, savaşlardaki kırımları düşündükçe öfkeleniyordu.
Bir meydan muharebesinin verildiği ovaya getirilmişlerdi. Yüz elli askerdiler. Alandaki ölü askerleri toplayacak uzaktaki dağın yamacına götüreceklerdi. Meydan muharebesi verileli günler olmuştu ve ölüler kokmuştu. Daha ovaya yaklaşmadan ağır bir koku bir yumruk gibi iniyordu yüzlerine. Kokudan kimi askerler yere düşüyor, dipçik zoru, ölüm korkusu bile onları yerlerinden kıpırdatamıyordu. Canlarını dişlerine takıp kalkanlar da, birkaç adım sonra yere titreyerek düşüyor, düşer düşmez de canları çıkıveriyordu.
Vasili dayanıklı çıktı. Bir kez olsun, yüzüne top güllesi gibi inen koku onu yere düşüremedi. Yere düşerse bir daha kalkamayacağını biliyordu. Sonunda ovaya, ovayı silme doldurmuş ölülere ulaştılar. Baştaki yüzbaşı, mendiliyle ağzını burnunu kapatmış, "marş marş," dedi, "marş, marş, her asker bir ölüyü sırtına alıp şu karşı tepenin yamacına götürecek. "Marş marş..."
Askerler koştular, her biri bir askeri sırtladı. Sırtlayanların büyük bir kısmı yolda yere düşüp toprağa kapaklanıp kaldılar.
Vasilinin sırtına aldığı ölü kurtlanmıştı. Vığıl vığıl eden kurtları Vasili ölünün parçalanmış boynunda, göğsünde gördü. Yandaki ölünün ceketini çıkardı, kendi ölüsünü sardı, sırtına aldı. Yolda birkaç kez tökezledi ya, dayandı. Ölü öylesine kokuyordu ki, ciğeri sökülüyordu. Ne yaptı etti de ölüsünü yolda bırakmadı, tepenin yamacına götürdü, askerlerin kazdığı geniş, derin çukura attı. Yel esti, teri kurudu, yel kokuyu aldı götürdü. Vasili tepenin ardına geçti, orada, kendisi gibi koku kaçkını çok asker vardı, belki bir alay. İçlerinde yüzü bembeyaz olmuş, bitmiş bir de binbaşı göze çarpıyordu. Elinde de koskocaman bir sopa vardı. Vasili, bir kayanın kuytusuna kendini koyverdi, bir külçe gibi yere yığıldı. Az sonra da eli sopalı çavuşların sert, üstüne yağmur gibi yağan sopaların altında kendine geldi. Gözlerini açtı ki herkes ayakta. Elleri tetikteki askerler de başlarında.
Vasili bunca yıl süren askerliğinde her şeyi anımsıyor da bu günden sonrasını hiç anımsamıyor. Bir koku denizinin içinde, sırtında çürümüş ölüler, ovadan tepeye, tepeden ovaya kaç gün geldi gitti, o iş nasıl bitti, oradan nereye götürüldüler, hiç bir şeyi anımsamıyor. Salt anımsadığı ilk sırtına aldığı göğsünde kıvıl kıvıl kaynaşan kurtlarıyla ilk ölü, binbaşı, eli sopalı, sopalarını askerlerin sırtında kıran çavuşlar, bomboş gözleriyle görmeden bakan, burnu koku almayı unutmuş binbaşı, kendinden geçmiş.
"Alnının ortasından vuracağım o adamı. Hele bir adaya dönsün. Ölüsünü de, kokmuş ölüsünü de sırtıma alacak, işte şu mezarlığa götüreceğim. İsterse kokusu yedi deniz ötesine kadar denizleri kokutsun."
İskeleye geldi, bir sağa, bir sola vurdu kendini. Uca gitti, çınarların üçünün de gövdesine dokundu, kamışlara vardı. Mor kamışlar eylül sonuna doğru tozaklar, dedi. Kamış tozakları ne güzeldir, diye düşündü, mutlu oldu. Koyağa yürüdü, zeytin ağaçlarının içinden geçti. Çok yaşlı, bütün gövdeleri çakur çukur olmuş, iki adam elele verse gövdesini çeviremez, dalları güdüklemiş zeytin ağaçları gördü. Bu zeytinliğin içinde büyümüştü. Kendinin de, babadan dededen kalma on bir ağaç zeytini vardı. Zengin sayılırdı. Ağaçları da gençti, verimliydi. Şimdiye kadar bu bin yaşındaki zeytinleri nasıl olmuş da görmemişti, şaşılır. Oysa bu zeytinler dillere destandı, bütün adanın övüncesiydi.