Yazarlar Tabancası elindeydi

Tabancası elindeydi

14.12.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Tabancası elindeydi

Tabancası elindeydi

Adam kuşluğa kadar ağın ağaçlarından kamışlığa, kamışlıktan ağın ağaçlarına, iki büklüm, gözleri yerde gitti geldi, sonra da koşarak değirmene gitti, değirmenin içinde uzun bir süre kaldı. Bu süre içinde Vasili hop oturdu hop kalktı. Kendi kendini yiyordu. Ne etmiş, ne eylemişti de bu sabah bu adamı öldürmemişti. "Aaah eşşek kafa," Türkçe söylendi. "Aah, eşşek kafa!" Başına vurdu. Alikinin başörtüsüne eğer azıcık bir dokunmuşsa, onu parça parça eder de, her parçasını bir kayanın üstüne sererim. Onu orada yılan çiyan yer. Aaah, eşek kafa. Bu yüzbaşı be. Hem de nasıl yüzbaşı! Sırtlarındaki çürümüş, kokmuş, hilim hilim olmuş ölüleri taşıyamayıp da yere düşen ölüleri, düştüğü o an kurşunlayan, yüzlerce askeri öldüren o değil mi? Öldürdüğü her kişiyi, her Yezidi bebesini öldürdükten sonra cebinden aynasını çıkarıp uzun uzun kendi suratına bakan o değil mi? Böyle bir insana acımak, acımak değil, ona yaşam hakkı tanımak insanlığı aşağılamaktır.
Adam değirmenden çıkınca sırtından ağır bir yük kalktı, içi aydınlandı. İnşallah başörtüsüne elini sürmemiştir, yoksa ... Ayağa kalktı, değirmene gidecekti. Adam değirmenin önünde durmuş düşünüyordu. Öfkeyle yerine oturdu. Nerdeyse bu yakışıklı adam Harikliayla yatacaktı. İşte buna izin veremezdi. Ne malum, belki de yatmıştı. Kıskançlıktan deliye döndü. Hem adalarından onları sürsünler, hem de adam gelsin Alikinin başörtüsünü koklasın, üstelik de Harikliayla yatsın, o adam bin kez ölümü haketmiştir. "Öldürülecek," dedi, rahatladı. Artık kesinlikle bu adam ölecekti.

FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA (22)



Adam değirmenin önünde bir süre düşündükten sonra, eğilip yere baka baka koyağa yürüdü. Bu adam iz sürüyor, diye düşündü Vasili, hem de benim izimi. Vay anasını, amma da izci köftehor. Usta bir av köpeği gibi izleri, bir tekini kaçırmadan, kokluyor. Hazırlandı, işlenmiş mermer taşın yanına ağzı koyun uzandı, gez göz arpacık... Tetiğe basmadı. Bu kadar uzaklığa ulaşamaz kurşun, dedi, içini çekti. Adam başına geleceği anlamış olacak ki, yaşlı bir zeytin ağacının yanında durdu. Bu ağacı çok iyi biliyordu Vasili. Ağaç bütün adalarda, bölgede de ünlüydü.
Adam ağacın yöresinde uzunca bir süre, her yaprağına, gövdedeki her yarığa, kabuğa baktı baktı, ardından da çamlığın batıya bakan yamacına yöneldi.
Vasili o ortadan yiter yitmez, koşarak değirmene indi. İnmesiyle değirmene girmesi, merdivenleri tırmanması bir oldu. Pembe başörtü olduğu yerde, olduğu gibi duruyordu. Vasili, başörtünün her kıvrımını, duruşunu gözlerinin en derinine işlemişti. Şimdi önüne çıksa adama sarılır, onu öperdi.
Dışarı çıkınca adamı tepede gördü, orada, uçurumun ucunda dimdik duruyordu. O da Vasiliyi görmüş olacaktı ki hemen ortadan silindi. Vasiliyse, ağaçların altından koyağa kaydı, oradan çamlığa, arı kovanlarının oraya çıktı. Arılar, kovanlarda uğulduyorlardı. Sarı çiçekli dikenli çalı kümesinin içine girdi saklandı. Buradan da birçok yer gözüküyordu. Adam, birden tepenin altında, kayalık uçurumun dibinde ortaya çıktı. Çıplak tabancası elindeydi. Artık her şey anlaşılmıştı, ya o onu öldürecek, ya da ... Adam doğru düzlüğe, değirmene indi, değirmenin yöresini dönerek arandı, içeriye girdi çıktı. Ağır ağır dönen, gıcırdayan kanatlara baktıktan sonra oradan ayrıldı, koyağa girdi. Vasili onu bir süre görmedi. Sonunda adam çınarların altına girerken ortaya çıktı. Vasili adamı bir gördü, bir yitirdi. Adam şimdi bir karabatak gibiydi, bir batıyor, bir çıkıyordu. Vasili çocukluğunda çok karabatak izlemişti. Karabatak battığında ne kadar sonra, nereden çıkacağını kestirmek için çok uğraşmış, bu işin bir ustası olmuştu. Şimdi de bu adamın nerede batıp, nereden çıkacağını kestirmeğe çalışıyordu. Evler bittikten sonra mezarlığın bu yanında kavak kadar uzun bir çınar ağacı vardı. Vasiliye göre adam az sonra bu ağacın altında bitiverecekti. Daha o böyle düşünürken adam çınarın altında gözüktü. Vasili sevindi. Adam, şeftaliliğe girdi, kirazlığın önünde gözüktü, oradan mezarlığa geldi, ellerini havaya kaldırdı, dualar okudu. Demek Müslümanlar da Hıristiyan mezarlıklarında dua okuyorlar, ne tuhaf, dedi. Şimdiye kadar böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Belki bu adam Müslüman değildir, diye düşünecek oldu, vazgeçti. Adam, ellerini havaya açmış dua okuyor, ardından da yüzünü sıvazlıyordu. Müslümanlar hep böyle dua etmezler miydi?
Adam mezarlıkta bir süre dolaştı, sonra da hiç bir yerde durmadan, hiç bir ağaca, çiçeğe bakmadan doğru çamların içine girdi, gözden yitti. Vasilinin onu izlemekten boynu kopmuştu. "Canın cehenneme adam," dedi, "bugün değilse yarın seni öldürürüm. Ben şimdi balığa çıkıyorum. Sen bu adada tek başına, beni arayarak kal, ne bok yersen ye. Ne kadar ağaç, toprak, böcek, kelebek, köstebek, karınca, kuş yuvası varsa, ne bulursan kokla ha kokla. Acından da öl. Seni nasıl olsa yarın değilse öbürsü gün öldüreceğim. Seni o dua ettiğin üstüne haç dikilmiş bir mezara da gömeceğim."
Küsmüştü. O adamın yüzüne bile bakmadan, arkasını döndü, kayığına gitti, küreklere asıldı. Adadan bir üç kulaç uzaklaşınca motoru çalıştırdı, bir mil kadar yol alınca durdu, oltasına yem taktı. Deniz balık kaynıyordu, oltayı bir on beş kulaç indirince, tamam, dedi. Tamam, der demez de sert bir vurma. Vasili içinden, bu bir büyük levrektir, dedi. Bir yandan oltayı çekiyor, bir yandan da kediyle konuşuyordu. "İyi başladık arkadaş, hiç yalanma, bu balığı doğru livara atacağım. Üçüncü balık ne olursa olsun, ne kadar büyük olursa olsun, olduğu gibi tümü senin kısmetin."
Dördüncü balıktan sonra Vasili Atoynatanoğlu motoru çalıştırdı ya, adaya gitmedi, Hayırsıza sürdü, adanın yöresini ağır ağır birkaç kez dolandı. Güneydeki keskin kayalar kıpkırmızıydı ve yüzlerinde pul pul ipiltiler kıvılcımlanıyordu.
Kırmızı kayalığın karşısına demir attı, gözlerini de ipileşen kırmızıya dikti. Güneş batarken ipiltiler çok keskin yandı söndü. Bir kırmızı şimşek çok mavilemiş yumşak denizin bu yanından girdi kıyının oralarda, belli belirsiz, dumana batmış dağın altından çıktı. Denizin üstünden kayarken pul pul ipiltiler saçan kırmızı şimşek, bir süre mavide salındı kaldı.
Gün kavuşurken adaya geri döndü, motorunu hiç zorlanmadan mağaraya soktu, balıklarını bir kamış sepete koydu. Balıklar daha ölmemişler, oynaşıyorlardı. Kediyi de kucağına aldı, köşklere geldi. Evlerin arkasına geçti, oraya bir ateş yaktı. Burada, evlerin avlusunda, az da olsa kuru odunlar vardı. Kolaylıkla tutuşuyorlardı.
Kıyıya gitti balıkları çabucak temizledi. "Gene mi balık," diye söylendi. "İçimiz dışımız balık oldu."
Kuru zeytin ağacı odununun da öyle bir közü oluyordu ki, ışıltısı uzaklara kadar yayılıyordu. Balıkları közlerin üstüne koyduktan biraz sonra yoğun bir duman savruldu ocaktan. Geceleyin açık havada da bu dumanla birlikte balık yağı kokusu bütün adayı alır, denizin ötelerine kadar gider, denizdeki balıkçıların, yolcuların iştahlarını kabartır, acıktırırdı. Şimdi oradaki, iskeledeki o adam bu kokuyu almıştır, alınca da acından ölmüştür. Belki de kokunun geldiği yeri aramağa çıkmıştır bile. Eğer adamın doğru dürüst koku alan bir burnu varsa, burasını, kokunun izini süre süre eliyle koymuş gibi bulur. Yanındaki tüfeğinin kundağına elini koydu, adamın geleceği yeri şavulladı. Tam buradan gelecekti, o da bir kurşunda onu devirecek, adam ne olduğunu bilemiyecekti.
Dumanlar savruldu balıklar pişti, balıklar pişti dumanlar savruldu. Kedinin yiyeceği balık parçaları taşın üstünde soğudu. Karınlarını doyurdular. Vasili tüfeğini kucağına aldı, çimenlerin üstüne uzandı, kedi de yanına yumuldu yattı. Kulakları kirişte, bu mis gibi duman kokusuna dayanamayıp gelecek adamı beklediler. Adam bir türlü gelmiyordu. Bu kırmızı, ışıl ışıl közde kızaran balığın kokusunu bir kişi alır da hiç kokunun geldiği yeri aramaz mı? Belki de o adam adada yoktu. Bekliyor, öfkeleniyordu. Bu yüzbaşı o yüzbaşıydı. Köylüleri camilere, kiliselere doldurup veriyordu ateşi, veriyordu ateşi, evlerin, camilerin, kiliselerin içindekiler de cayır cayır, dehşet bir yanık kokusu çıkararak yanıyorlardı. Bütün emirleri de bu yüzbaşı veriyordu. İşte bu yüzbaşı o yüzbaşıydı, işte ıssız bir adada eline düşmüştü. Hemen öldürmeyecekti onu, onu yakalayacak, şu evlerin uzağındaki, tek başına, büyük bir bahçenin ortasında duran köşkün içine götürecek, direğe bağlayacak önce pencerelerden, direklerden, sonra kapıdan ateşleyecekti konağı. Yüzbaşı kendi ölümünü seyrede ede ölecekti, çığlıkları, yalvarmaları gökyüzünü tutarak. Onun çığlıklarını, yalvarmalarını duymayacaktı.
Ateş karardı, söndü, yeller aldı balık kokusunu uzaklara götürdü, gece de yarıyı buldu. Köylerden geçiyorlardı. Bütün köyler yanmış, toprak damlar çökmüştü. Köylerden geçerlerken bir iki evin kapısını açacak oldular, ölü kokusu öyle yüzlerine çarptı ki, az daha cansız yere serileceklerdi. Yanık köyler, yarım saat uzaklıktan kokuyorlardı. Rus sınırından Fıratın aşağısına kadar hiç bir yanmış köyün içinden geçmediler. Dağlara kaçmış at eti, eşek, deve eti yediler. Yanmamış kasabaları, köyleri çekirge konmuşa dönüştürdüler, yağma ettiler, karşı koyanları da, koymayanları da öldürdüler. İşte bu yüzbaşı o yüzbaşıydı. Yanan bir kasabaya geldiler bir kuşluk vakti. Kediler köpekler kaçışıyorlardı. Arkasından kadınlar, çocuklar, sonra da yaşlı erkekler, delikanlılar sökün ettiler. Kasabanın dışına siperler kazılmıştı. Yüzbaşı, "marş, marş, siperlere," diye bağırdı. Sırtlarındaki yaralıları, ölüleri kayalık bir geçitte birliği kuşatan eşkiyalardan canlarını kurtarmak için atmışlardı. Yüzbaşı da bundan dolayı iyice öfkelenmiş, bütün insanoğluna yediden yetmişe kin bağlamıştı. "Ateş, ateş, ateş," diye bağırdı ve asker ateş etti. Bir uyurgezerdi her asker, ne yaptığını ettiğini bilmeden çocukların, kadınların, yaşlıların üstüne ateş ediyorlar, vurulan vurulup düşüyor, vurulmayanların bir bölümü gerisin geri kasabaya kaçıyor, bir kısmı da kendini kasabanın önündeki sipere atıp karşılık veriyorlardı. Yüzbaşı siperlerin üstünde dimdik, bir oraya gidiyor, bir buraya geliyordu.
Akşama doğru yüzbaşı gene bağırdı, bu yanda da, öbürlerinde de çok ölü vardı, "ateş kes!"
Kirp, diye her iki yan da ateşi kesti. "Teslim ol, siperden dışarıya çık, silahını yere at. Teslim olan kişinin kılına dokunulmayacak."
Yüzbaşının isteklerini hemen yerine getirdiler. "Geriye dön, kasabaya marş, marş!"
Geriye döndüler, döner dönmez de, hep birden başlarını çevirdiler, arkamızdan kurşun gelecek mi, gelmeyecek mi, diye yüzbaşıya baktılar.
"Biz, düşmanın bile arkasından kurşun sıkmayız, istikamet kasaba, marş marş."
Yüzbaşı soğukkanlı, dingin:
"Haydi gidin de, onların bütün silahlarını, mermilerini alın da gelin."
Çavuş sevinçle bağırdı:
"Yüzbaşım, yüzbaşım, yiyecek torbaları, su dolu mataralarla da dolu siperler."
"Alın gelin."
Geldiklerinden bu yana kasabadan hiç durmadan, eksilmeden ezan sesleriyle çan sesleri geliyor, gürültüler, patlamalar dünyayı doldurmuş, kulakları sağır edercesine ortalık gümbürdüyor, toprak sarsılıyor, yangınsa azıttıkça azıtıyor, yalımlar göğe savruluyordu.
Yüzbaşı, ağzı kulaklarında:
"Haydi gidelim," dedi, "haydi gidelim kardeşlerim, bu insanlara, bu olanların bin misli bile müstahak. Haydi gidelim kardeşlerim. Yanmayan bir köy, bir kasaba, bir şehir buluncaya kadar gidelim. Yanmayanları da biz yakalım." Bir matara da kendi asmıştı boynuna, askerler torbalar dolusu yiyecekleri taşıyamıyorlardı.
"Şu ilerde bir orman olacak. Orada kalalım bu gece."
Askerler çok sevinip adımlarını sıklaştırdılar.

Bu yüzbaşı o yüzbaşı değilse iki kolumu, iki ayağımı keser, kendimi şu denize atarım. Hızla yürüyerek iskeleye geldi, yüzbaşının kayığını görür görmez de sevindi. Demek yüzbaşı bir yere gitmemişti. Öyleyse balık kokusuna niçin gelmemişti? Ya uykudaydı, ya da gece dışarı çıkmaktan korkuyordu. Bu kadar çok savaş görmüş kişiler, söylenilenlerin, bilinenlerin tam tersine çok korkak oluyorlar, karıncadan bile ürküyorlardı. Vasili gülümsedi, en büyük, en yürekli kahraman ölü bir kahramandır. İnsanlar o kadar çok korkmasalar, uçan kuştan, gölgelerinden bile ürkmeseler kahramanlığı, yürekliliği bu kadar yüceltirler miydi, yürekli sandıklarını tanrılarının yerine koyarlar mıydı, en korkak insan kendini en yürekli gösterip insanlarca baş tacı edilir miydi?
Bu korkak, gece evinden çıkamayan bu kişi, insanları cayır cayır yakan, insanların derisini yüzen o kişi, o yüzbaşı değil midir? Onun bütün zulmünü görüp de sesini çıkarmayan, şimdi de eline geçmişken, adaya ilk çıkan kişi olmuşken, bütün adaya da bir kuruş vermeden konmuşken onu öldüremeyen serçe yürekli kişi de ben değil miyim? Savaşa gitmeseydim, bu kadar kan, ölüm, ateş görmeseydim, ben böyle bir tavşandan da ürkek bir insan olur da kaç gündür şu adamın ardından koşar mıydım, ellerim titremekten uçar, içim boşalıp bomboş kalır mıydı? Öyleyse gece dışarı çıkmaktan... O başka, dedi kendi kendine. O başka, diye söylendi durdu. Ne olursa olsun, hiç bir zaman o eski insan olamayacaktı. Savaşa girmeyenler de, savaşı hiç görmeyenler de o eski insanlar olamayacaklardı.
Uyandığında gün kuşluktu. Bir türlü yataktan çıkmak istemiyor, damarları çekiliyor, her bir yanı ağrıyordu. Ne olacak yani, dedi, birkaç gün daha yaşasın yüzbaşı. Zalim köpek. Dişlerini öyle çok sıktı ki çenesi çatırdadı.