SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Holistik Düşünce ile Değişim

Bu yazımızda düşünce yapımızı eğiterek geliştirmenin bir yolunu yani holistik bakışı anlatacağım. Ancak bildiğiniz gibi kuramsal anlatımlardan çok hayatımıza katma biçimimize göre, iletişim ve ilişkilerimize yansıyan yönleriyle, yani daha “bizden” anlatacağım.

Öncelikle kısaca bir iki tanımı ve tarifi açıklayalım: Holistik, “holos” kelimesinden türemiştir ve yetersiz olmakla birlikte “bütünsellik” anlamıyla açıklanır. Holistik insan, bütünsel bakış sahibi olan insandır. Holistik düşünce, teleolojik evrim ve postmodern bilimsel yaklaşımın konusudur. Holistik bakış, yaşadığımız tüm kainatı bir bütün olarak görebilmeyi, yaşanılan her bir vakaya bütünsel bakabilmeyi, ama bunu yaparken de bütünün tüm detaylarını anlayabilmeyi sağlayan bir yöntemdir. Tarif olarak ise “helikopter bakışı” ya da “kuş bakışı” tarifleri kullanılmaktadır.

Peki doğuştan holistik değil miyiz, nedir holistik insan olmak?

Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, ruh ve zihin motiflerimiz, yaradılışımızda taslak halinde hazırlanmıştır. Aslında varlığımıza geliştirilebilir kod ve motifler yerleştirilmiştir. Ancak her birimiz ana motiflerimizi farklı farklı işlemiş, bazı yetileri zayıf bazı yetileri güçlü hale getirmiş bulunmaktayız. O yüzdendir ki zihin motiflerini iyi değerlendirmiş ve yüksek kullanım gösteren insanlara “ermiş”, ruhsal motiflerini güçlendirmiş kişilerin psişik örnekleri üzerine de bu insanlara “medyum” der hale gelmişiz. Ama dediğim gibi zihinsel ve ruhsal motiflerimiz kendi elimizde işlenmeye müsaittir ve bu motiflerin içinde zihnin düşünce gücünü geliştirmek ve sezgi/ruhsal algı, telepati, titreşimsel evrimleşmeyi sağlamak üzere hepimizde malzemeler mevcuttur. Sonradan öğrendiğimiz lisanı unutmak gibidir. Kullanmadığımız her şeyin yavaşça ya da hızlıca körelmesi gibidir bazı yetilerimizin zayıflaması. İşte spor yapmayınca vücudun hantallaşması, yemek yapmayı unutmak, kıyafeti giymeye giymeye dolapta unutmak, çocukluk anılarını hatırlamamak gibi çokça örnek sayılabilir. Bu örnekler gibi zihin ve ruhsal motiflerimizde hayatımızı kolaylaştıracak ve daha da iyisi bizi üstün insan yapacak motifleri değerlendirmeyi ya unutuyor ya da sonradan unutuyoruz.

Hal böyle olunca ilişkilerimizde ve iletişimlerimizde sığlaşıyoruz. Zorunuza gitmesin, gerçek anlamda ne kadar iyi olduğunuzu hissederseniz hissedin, insanın zihin orkestrasını işletmesi kadardır algısı.

Zihin orkestrası tabirimi daha önce de kullanmıştım, yine yine ve hep belirtmek isterim. Orkestra! O kadar az ki bilgimiz beynimize dair, beynimiz bir orkestradır ve her duruma göre farklı noktası çalışır, bunu yüzdesel tanımlamak imkansızdır. Koku başka hücrelerce, duygular başka, müzik başka, tat başka yerden yönetilir.

İşte tam buradan holistik düşünceye bağlanabilirim. Beyni kısaca tekrar tarif ettiğim üzere beynin alışagelmiş parçalı kullanımı söz konusu iken, holistik düşünce hem dış dünyadaki bütünselliği görebilmeyi hem de beynin orkestrasını bütünüyle aynı anda yönetmeyi verir insana. Holistik düşünce sahibi zihni, en şahane orkestra gösterisinin bütün enstrümanların birden çalındığı ve sesin yükseldiği an gibi düşünün. Ne şahanedir o sahne! İşte beyin holistik olarak her motifiyle, bütün enstrümanlarıyla birlikte çalışmakta ve “gerçeği” ve “bilgeliği” sahibi insana vermektedir.

Holistik düşünen insan, egonun dar sınırlarını aşmış ve evrenle aynı frekansta titreşmeye başlamış insandır. Yaşadığı her olay ya da duyduğu her tepki kendisini geliştirmek üzere bir öğretidir. Holistik insan, etrafındaki insanlara baktığında kendinden iyi olanları kıskanmaz, kendisinden iyi olan birini görüp de beğenmişse o iyiliği, kendisini de o seviyeye getirmek üzere nasıl bir gelişim gösterebileceğini hesaplar. Tabi bu tür durumlarda biraz kendisine kötü davranır. Holistik insan, daha iyi olmasının önündeki tek engelin kendisi olduğunu düşünür ve kendinde suçlar bulur, kendisine kızar. Bu durumlar biraz depresif gibi gelse de çabuk toparlanır ve kendisini geliştirmeye başlar. İlişkilerde ve iletişimlerinde bütünsel baktığından, başlangıcından bitiş çizgisine kadarki olan biten her şeyi net görür. Kendi hatalarını, neden-sonuç ilişkilerini, sebep olduklarını, kendisine sebep olunanları; tek perdelik oyun gibi görür ve analiz eder.

Holistik insan, tüm kainatın titreşimlerini anlar, evrenin içinde kendi varlığını ve diğer varlıklarla bağlantılarını bilir. Yaşamın neden-sonuç ilişkisini çözmüştür. Olanın ve olmayanın evrensel nedenleri olduğunu anlamayı bilir. Tarifi doğru olacaksa “aşmıştır mevzuyu” yani :)

Belki daha önce de örneklemişimdir: İlişkilerde her zaman son olan noktaya bakarız. Bizi kırmıştır, terk etmiştir, soğuk davranıyordur, mesafe koymuştur, vs. iletişimlerimizde de aynı şekilde son duygu haline bakarız. Çünkü bu yaşadığımız olayda beynin Amigdala’sı duygusal tepki verir ve biz o tepkiyle hareket etmeye devam ederiz. Sorsam “Sorguluyorum” dersiniz ama sorunuz sadece yine son olan noktaya temas eder: ”. Bu sorularda bir cevap arama yoktur; sadece Amigdala’nın duygusal reaksiyon sözleridir, isyandır ya da sitemdir, ne derseniz. Ama sonuç vermez ve bu bir sorgulama değildir. Parça başı bakıyorsunuzdur anlayacağınız. Oysaki holistik düşünce ve analitik düşünce sahibi olur iseniz, zihin orkestrasını hemen bir komutla çalıştırmaya başlarsınız ve sahnenin sonunda gerçeğinizi alır inersiniz sahneden.

Aslında gerçekten bir cevap ararsanız, beş duyunuzu yöneten beyin bölümleriyle bile cevap bulabilirsiniz. Hani bazen ” deriz ya birinden şüphelenirken; doğrudur gerçekten de. Zihin motiflerinizin hepsini kullanmayı başarır ve orkestranızı iyi yönetirseniz sadece kokuyla bile mevzuyu çözebilirsiniz. Sevgilinizin size doğru söyleyip söylemediğini, sizi sevip sevmediğini beş duyu sayesinde de çözebilirsiniz. Ama bunun için beş duyunun evrenle aynı frekansta titreşmeye başlaması gerekir. Yani karşınızdaki insanın enerjisine koku, tat, ses gibi yansıyan frekanslardan sorularınıza cevabı bile alabilirsiniz. Tabi söyleyelim, bunu sadece bu kısmıyla denerseniz sonuca varmanız zor olacaktır.

Tavsiye içeren makalelerde genellikle “ezberleyin”, “aklınızda tutun”, “her gün yazın” gibi komutsal yöntemler verilir.

Şimdi sorum şudur? Okuyup uyguladığınız bu yöntemleri ne kadar sürdürebildiniz? Cevabı ben biliyorum: çok değil! Çünkü zihnin motifine işlenmemiş geçici komutlar bir süre hayatınızda kalır. Çünkü siz o makalede okuyup öğrendiğiniz şeyleri beyninize diyorsunuz ama beyninizdeki o motifleri değiştirmeye çalışmıyorsunuz. Ruhsal varlığınıza “oldurma” eylemi uygulayabilirsiniz ama zihinde bu işlemez. Tek çareniz “olma sanatı” dediğim değişimdir.

Holistik düşünmeye başlayacaksanız holistik düşünmeye başlayacaksınız: ) Ben yazarken güldüm ama gerçek bu! Yani yapacağınız şey şu andan itibaren her an ve her duruma, kuş bakışı bakıp gözünüzün önünde tüm olan biteni bir daha oynatacaksınız. Bir futbol programında vardı hani: “Oynat Uğurcuğum” diyordu hep yorumcu; işte her olan biteni zihninizde tekrar oynatıp, neler olup bittiğine bakacaksınız. Canınızın istediği konu değil, her şeyde böyle olmayı hedefleyeceksiniz. Başından sonuna, jenerikten başlatacaksınız filmlerinizi. Sonra her şeyi hissetmeye çalışacaksınız. Yürürken kaldırımları, havayı, suyu, denizi, insanları, sokakları, kokuları, tatları, uyumayı. O anda hissedeceksiniz. Yürürken o anda, uyurken uyandığınızda, önce hissedeceksiniz yaşadığınız her anı.

Ardından egolardan arınmak için kendinize komutlar vermeyeceksiniz. Evrene az önce yazdığım gibi bakmaya başlayınca, sadece hissetmekle kalmayacak, kendinize neler alabileceğinize, nasıl gelişim gösterebileceğinize bakacaksınız. Güzel giyinen birini mi gördünüz, siz kendiniz için ne yapabilirsiniz bunu düşüneceksiniz. Sokakta yürürken her bir detayı hissedeceksiniz, hissettiklerinizi tanımlayacaksınız, tanımladıklarınızdan ne anladığınızı, kendinizde geliştirmek istediğiniz bir şey olup olmadığını soracaksınız her seferinde kendinize. Mutlu olmayı unutmayacaksınız her an, bu güzel yaşamı yaşadığınız için. Bu arada başkalarını daha kötü gördünüz diye “neyse ki, oh” gibi sözler söylemeyeceksiniz! Kimseyle kendimizi iyi ya da kötü gayeyle tartmıyoruz. Bunların hepsi egonun hizmetkarıdır, bırakacaksınız o işleri.

Unutmayın ki sizin görüp mutsuz sandığınız insani kendini mutlu hissediyor olabilir. Her birimizin yaşantısı dışarıdan kalıpsal görünür, önemli olan kişinin kendini nasıl hissettiğidir. Bu yüzden siz sadece kendi zihniniz, huzurunuz, mutluluğunuzdan sorumlusunuz. Evrenle uyumlanma sürecinde etrafa bakarken kıyaslama ve ego okşamaları değil, mutluluğu hissedecek, zihninizi de daha iyi olması için çalıştıracaksınız. Yani o zihin orkestranızı her an çaldıracaksınız. Sokakta yürürken tıpkı saç diplerine oturmuş takım elbiseliler keman, yaylılar, vurmalılar, üflemeliler çalıyormuş gibi gezeceksiniz.

İlişkilerinizde ve iletişimlerinizde kuru gürültü “neden” sorularını sormayacaksınız. Hemen karşı tarafı suçlamayacak, soruyu hemen başkasına yöneltmeyeceksiniz. Sorularınızı üretecek, her bir soru için filmi jenerikten itibaren başlatacak, izleyecek ve cevabı bulacaksınız. Kimsenin cevabını değil, kendi cevabınızı bulacaksınız. Üstelik bununla kalmayıp, cevaplarınızdan emin olmak için zihnini araştırmaya zorlayacaksınız. Kendinize cevaplarınızı ispat edeceksiniz.

Bu işler öyle 10 maddede, 7 maddede sayılanlarla olma biçimi değildir. Olmak bir sanattır, sadece repliklerle yürümez, en alasından o role gireceksiniz, öyle olacaksınız.


Yani;

Holistik düşünmeye başlayacaksanız, holistik düşünmeye başlayacaksınız!

Sevgiyle.

Yazının devamı...

Yeni Yıl İçin Dilekler Nasıl Tutulmalı?

Yeni bir yıla başlarken yapılan ritüeller vardır, yapanlar bilir. Yine 2019 yılı için umutlarını gerçekleştirmek isteyenler, her zamanki gibi yapan ya da ilk kez odaklanarak dileklerde bulunacaklar olabilir. Bu ritüeller de çokça örnekle her yerde anlatılmıştır. Bildiğiniz gibi her zaman farklı pencerelerden bakmanızı sağlamayı seviyor ve tercih ediyorum. Bu sebeple gelin bambaşka bir deneyim yaşayalım birlikte:

Doğru olmakla birlikte genelde sadece oturup hayaller ve umutlar kağıda dökülür. Her zaman dediğimiz gibi, bir dileğin olması onu sadece dilemekten değil, inanarak gönülden arzulamaktan geçer. İnanmanın ise kolay olmadığını her zaman söylemişimdir. O yüzden sizi güzel bir yolculuğa çıkararak hedeflerinizi belirlemeye yönlendirmeyi ve bunu inanarak yapmanızı sağlamayı kendime vazife bilirim.

Peki nereden başlayalım?

Gelin önce 2018’in hesabını görüp kapatalım derim. Bugün önce şu 2018’e bakıp, ardından ona arkamızı dönüp, yüzümüzü şahane bir yeni yıla çevirelim.

Önce “şükürlerimizle” başlayalım. Benim size vereceğimden fazla “şükürler”, her birinizin bir yıllık hikayesinde saklıdır. Bu sebeple şükürlerinizi tam olarak yapın. Bunu yaparken de lütfen doğru yapın. Bir şeye şükretmek onun en şahanelikte olmasını gerektirmez. Bu yüzden sağlığınızın yerinde olduğuna şükredeceğiniz gibi hastalıklarla sınandığınız bir yıl olduysa “neyse ki yaşadığınıza ve sağlığınıza kavuştuğunuza” şükredin; kazalar olmuş olabilir ama yaşadığınıza şükredin, sevdiklerinizin varlığına ya da kalan sevdiklerinizin varlığına şükredin. Her şeyden önce beden ve AKIL sağlığınızın var olduğuna şükredin. Başardıklarınıza şükredin ama başaramadıklarınız da varsa sabrınıza ve azminize şükredin. Sınavlarınızı düşünün bu sene hayata dair; duygusal tahrifatlar olabilir ama ölmediniz ya da yıkılmadınız işte, sınavları yaşayabildiniz, sonunu gördünüz, nasıl da geçtiniz öyle ya da böyle, iradenize şükredin.

Aşka düştünüz; aşk ne güzel bir şeydir, bu aşkı size lütfeden hayata ve aşka şükredin. Sevilemediyseniz de kalbiniz taş değil, siz sevmeyi başarabildiğinize, sevginize sığınabildiğinize ya da onun için mücadele verebildiğinize, gururlu ve mağrur durabildiğinize, kabullenmelerinizdeki olgunluğunuza, acısını çektiyseniz de baş edebildiğinize şükredin. Güçlü olabildiğinize, iradenize ve ruhunuza şükredin.

Maddi gelişimlerinize ya da en azından stabil kaldığınıza, o da yoksa en azından mücadele verebildiğinize, “buna da şükür” diyebilecek kadar yaşayabildiğinize şükredin. 2019 yılını göremeyecek olabilirdiniz; canınızın varlığına, tadını alabileceğiniz en saf huzurunuza ve olmayanları olsa da her bir sağlıklı organlarınızın sizi yarı yolda bırakmadığına şükredin. Ve nice şükredecek gerçeklerinizi düşünmeyi unutmayın!

Ardından dostlarınıza, ailenize, işinize, şehrinize, kendinize ve evrenin güzelliklerine teşekkür edin. Yürekten bir teşekkürü hak ettiler koca bir yıl varlıklarıyla, gönülden teşekkür edin.

Ve şimdi “Affedin”. En başta 2018 sizin için kötü bir yıl olmuşsa, 2018 yılını ve onu mükemmelleştiremeyen evreni affedin. Daha iyisini yapamamış ya da olduramamışsanız, hatalarınız olmuşsa, bu koca yıl, olmadıysa bile kendinizi affedin. Kimse kusursuz değildir ve hata yapabilir; gelin topyekûn bu 2018 yılında kırıldıklarınızı ve incindiklerinizi kapatacak bir karar alıp; “affedin” ve 2018 ajandasının arasına koymuş gibi düşünerek, olanı biteni ajandayla çöpe atın ya da rafa kaldırın. Kırgınlıklarınız ve duygusal etkileriniz sizinle 2019 yılının kapısından içeri girmesin. Aksi halde unutamayacaklarınızı siz yanınıza almış olacaksınız ve 2019 yılında bu hatırlamalar devam edecek. İyi düşünün, neleri 2018 yılıyla birlikte geride bırakmak istiyorsunuz, bunları düşünün. Dilerseniz ayrıca 2018 yılıyla birlikte geride kalmasını, yok olmasını istediğiniz tüm kişi, olay ve yönlerinizi birer kelime ya da kısa cümleyle bir kağıda sıralayıp kağıdı yakın ve atın. Bunu yaparak onları gerçekten yanınızda götürmek istemediğinize karar verin.

Sırada 2018 yılı biterken “siz nasıl bir insansınız?”, bunu tanımlamak var (2018 yılında olan özellikler değil, bugün itibariyle sayabileceğiniz tüm özellikleriniz). Kişisel olarak iyi yönlerinizi sayın. İyi kalpliyim, güzelim, sağlıklıyım, güçlüyüm, iradeliyim, başarılıyım, şanslıyım, zenginim, sevilenim... gibi özelliklerinizi düşünün, canınız neleri istiyorsa.

Tanımladığınız karakteristik özelliklerinizle, 2017 bitiminde olmayıp 2018 yılında kendinize kattığınız somut başarı veya güzellikleri gözden geçirin. Nelere sahip oldunuz giden yılda? Ev, araba, yeni iş, aşk, evlilik, çocuk, para gibi somut örnekler haricinde hiç gitmediğiniz bir yere gitmek, bir hobiyle ilgilenmek, farklı zevkler tatmak, yeni kitaplar okumak, yeni beceriler geliştirmek gibi yeni olarak kendinize kattığınız her şey, yenilenmek, değişmek ve bakış açısı geliştirmek bile dahil.

Gördüğünüz gibi 2018 yılında yenilikleriniz olmuş, 2018 yılı bittiğinde saydığınız sizi siz yapan ve iyi yapan özellikleriniz olmuş. O halde 2019 yılında başarmak için belirleyebilecek daha fazla hedef neden olmasın? Daha fazlasını istersek ve yapabileceğimize inanırsak, neden yapamayalım!

Bu hesap kitaba göre 2018 yılını bitirdiğimiz gibi 2019 yılını da daha başlamadan tasarlamak pek mümkün. Şöyle düşünün: koyabildiğiniz kadar istek, hayal ve beklenti koyun, en kötü 2019 yılın hesabında eksik bakiyeyi bir sonraki yıla devredersiniz:) Bu espriyi aslında çok inanarak ve gerçekçi olarak söylediğimi itiraf etmeliyim. Çünkü hayal ve isteklerinizin olabilirliğini çok sorgulamayın; sorgulamalar o istek ve hayale inancınızı baltalar ve inançsız bir istek haline dönüştürür. Bu yüzden inancı zayıf istek ortaya koymaktansa hiç dilek tutmadan yaşayın derim, zira işe yaramayacaktır o dilekler. Esprideki gizli gerçekle rahat olun, en kötü bir sonraki yıla devredersiniz ama “hayatta her şey mümkün” ve “inanırsan olur” mottolarını iyi hissedin ve özümseyin. Nasıl ki bu yazıyı okumayı bitiremeden nefesin seni yarı yolda bırakabilecek kadar hayatın garantisi yoksa; ilk paragrafta dilediğin bir dileğin, son cümlemi okumadan evvel olması da ihtimal dahilindedir. İhtimallerle dolu hayata, inanarak dileyeceğin bir ihtimali koymaktan niye çekinesin ki; altı üstü istekle süslenmiş ve inançla tütsülenmiş bir ihtimal ekiyoruz toprağımıza.

Rahat, inançlı ve istekli olun.

Şimdi dilerseniz içinizden geçirin ya da yazın, dilerseniz yılbaşında söyleyin ya da yazın: 2019 yılına hangi isteklerinizi inanarak, ihtimal olarak ekeceksiniz. Nelere sahip olursunuz (istek ve hayallerinizi sahip olacağınıza inanarak belirleyin diye böyle tarif etmek ister ve öneririm)? Neler olsun istersiniz? Kendinizde istediğiniz değişimler nedir? Bunları yazın derim. “Ev alacağım, araba alacağım, evleneceğim, çocuğum olacak, aşkı bulacağım, zengin olacağım, şöhrete kavuşacağım” gibi istekler olabileceği gibi “daha güçlü, daha sağlıklı, daha zengin, daha başarılı, daha akıllı, daha çok sevilen, kendine değer veren biri olacağım” gibi özünüze dair kodlamalar da koyabilirsiniz. Bunlara sahipmiş gibi dilek mektubu şeklinde bir mektup yazılması da tavsiye edilir. Açıkçası ben bunu pek beceremiyorum, olmayan bir şeyi varmış gibi mektuba yazmak bende inançlı oluşum şeklinde var olmuyor. Bunu bu şekilde inanarak yapabilen, elbetteki böyle yapabilir. Benim gibi, varmış gibi yazmayı saçma hisseden, yapamayan, yazdığına inanmakta zorlananlar için bir üstte yazdığım gibi “2019 yılında olacak/sahip olacağım” şeklinde yazmasını ya da düşünmesini tavsiye ediyorum. Önemli olan düşüneceğiniz, dileyeceğiniz şeylerin gerçekleşebileceğine ya da sizin bunları yapabileceğinize ve her şeyden önce hayatın sürprizlerle dolu olduğu gerçeği karşısında, her şeyin mümkün olduğuna, “ben dilek tutayım, gerçekleşebilir” düşüncesinde olmanın doğru olacağına inanın. Kendinize, hayata ve evrene, inandığınız tüm değerlere yeniden ve çok güçlü inanarak bir 2019 hayal edin.

2019 sonunda bu hesabı yeniden görürüz. Dileğim odur ki; 2019 bitiminde yine buraya yazdıklarıma dolu dolu şahane cevaplarınız olsun, dilekleriniz gerçek olsun, umduğunuzdan daha muhteşem bir yıl size aşkla kapısını açsın. Ve yazmadan edemeyeceğim; 2019 yılı beni daha çok seveceğiniz bir yıl olsun:)

Şimdiden yeni yılınızı gönülden kutluyorum.

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail:

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Kalbimiz Nasıl ve Neden Acır?

Yaratılışımızın sihrine göre taşıdığımız bedenden ayrı, her birimiz birer ruha sahibiz. Ruh denilen varlığımızın ise algısı, daha çok hissetme üzerinedir. Evren teorisi bile, inanmak, istemek ve hissetmek gibi duygular üzerine kurulmuş; çekim yasası, karma teoremi gibi ritüellerle de bu his ve inançların duygu cevapları açıklanmıştır. Yani Evren Teorisine dair çoğunlukla soru ya da cevaplar ya da sonuçlar da “duygu” üzerine olmuştur.

Astrobilime göre, dış dünyaya yansıttığımız dış benliğimizi ve duygularımızı tanımlayan burçlarımız, doğum haritasında duygu sonuçlarını gösteren evler vardır ve bunlarla kişinin tüm fiziksel ve duygusal yaşantısı açıklanmaktadır. Gezegenler dolaşırken ya da ay tutulurken vs. duygusal etkileşimler yaşamaktayız. İşte bu olanlar da bizim yaratılma şeklimiz dışında, tüm kainatın yaratılmasındaki titreşimler üzerinedir ve kainatın hareketleri bile “duygu” denilen noktalarımıza temas etmektedir.

Nörobilimde ise, (anlatmıştım) beynin limbik sistemindeki amigdala kaçakları ya da kayıp-kazanç dürtüleri, dopamin ya da serotonin seviyeleri duygu noktalarından yaşamımıza dalmakta; hüzünlerimize, gözyaşlarımıza, mutluluğumuza, hırsımıza, egomuza, öfkemize ve sair her türlü neden ya da sonuç olan duygularımıza hitap etmektedir.

Hal böyle olunca, hayatta çok şey “duygumuza” temas etmektedir. Bir kere bir ruh taşıyarak var olduk ve kainatla bile titreşimle hisler denkleminde yaşar olduk. Peki bir ruh için en ağır acı nedir?

Bir ruh, fiziksel olarak zarar görmez, ruhun canı fiziksel bir hareket üzerine acımaz. Derler ki, ruh için en dayanılmaz şey “haksızlığa uğramaktır”! Çünkü ruh, “hak etmediğini” düşündüğü şeyle karşılaşmak istemez ya da haksızlık görmeye tahammül edemez. Kırk kat ateşlere de atsan, ruhun canı sadece haksızlık üzerine yanar.

Öyle her konuda insanın ruhu yanmaz işte bu sebeple. Kaza geçirirsin, bacağını sakatlarsın, alçıya alınır ama fiziksel acı dışında, duygusal olarak canın yanmayabilir. Bu kazada duygusal yanın olsa olsa “ya ölseydim” üzerine tepkimeye girebilir. Yani koyarsan bir ihtimal kendine duyguya dokunan, işte o zaman canın yanar.

Bir dostun sana yanlış yapar, öyle hayatından çıkarıverirsin. Ayşe ile küssen canın yanmaz da Meltem ile küssen canın yanar mesela. Çünkü Ayşe sana hata yapmıştır ama duygu yaratmamıştır, zaten çok da yeri yoktur hayatında. Meltem’in sana yaptığı kalbini çok kırmıştır, haksızlığa uğramışsındır, sevgisizlik hissedersin. İşte bu yüzden birinde canın yanar ve küssen de unutman zaman alır; diğerinde olanı biteni bile hissetmeyebilirsin, su gibi akıp gider.

Toplumumuz duygusal köklerle donatılmıştır. Aile çok önemlidir çoğu Anadolu kültüründe. Buna bağlı olarak aile hikayeleri çoktur; şiirlere akar, şarkılara nağme olur, kitaplara öykü ve hatta hayatlara sebep olur. Çünkü duyguya dokunur; sevmek duygudur ya, alınan karşılık da duyguya dokunur, olmuşsa haksızlık cam gibi kırılır, ufalanır gönül. Kimi insanlarda bu bağ güçlü olmadığından, sevmek ve duygu yüklemek zayıf kaldığından, haksızlık ve acı doğmaz, kalben kırıklar olmaz. Yani nereye, ne kadar koymuşsan duyguyu, onun tersi durumda da o derece etkilenirsin ve belki de tarumar olursun.

İşte beynin kayıp-kazanç kodları da böyledir. Sen oraya neyi ve kimi hangi değere kodladıysan yaşayacağın her türlü duygu da o kodla aynı oranda çalışacaktır.

Aşık olursun, kalbin onun için atar. Yürüyelim dese sen deli gibi koşarsın o geride kalır; koşalım dese heyecandan dizlerinin bağı çözülür; sevelim dese ölüveresin gelir. Ama ilişkide seni terk etse, sen sevsen o sana “hayır” dese, aldatsa ya da kötü muamele etse, “haksızlığa uğradığını” hissedersin. En iyi ihtimalle sen çok sevdiğin için hak etmezsin zaten bu olanı. Daha bir de bunun üzerine zamanı ve emeği ekleyin. Bir sevdanın darasında asılır acısı belki de...

Seni sevmemesi yakar yüreğini ya da çekip gitmesi... Belki hiç sevmemiş olması, kıymet vermemesi, yaptıkları ya da yapmadıklarının azlığı çokluğu, sevdasının miktarı ve göstergesi çatır çatır kırar o kalbini olur olmaz yerlerden. İşte can bu “yanar”!

Geçen haftalarda gerçek aşkı anlatmıştım. Çok yazan olduğu “ağlaya ağlaya okuduk” diye. Ağlatırım tabi, duygularınıza ya da yaralarınıza dokundum çünkü. Canınızı yaktım özür dilerim ama canınız zaten yanıyordu bilirsiniz. Yanmıyorsa dokunmazdı sözlerim.

İnsanın canı duygusunda “haksızlık” doğduğunda yanar yani. Haksızlıktan kastım da öyle “yanlış yapmak” gibi değildir. Sevdiğimiz birini kaybetmek de haksızlık olarak gelir. “Bu mudur bana reva?” deriz. Neden, sevilmeyi hak etmedik mi? Karşılık almayı, dost görülmeyi, iyi evlat olduğumuzun bilinmesini, analığımızın kıymetinin anlaşılmasını, çocuklarımızın daha güzel günlerini görmeyi hak etmedik mi? İşte bütün hikayeye göre insanın canı, yaşadığı olayları hak edip etmediğine verdiği cevaptaki duyguyla yanar.

O halde “canım daha az yansın” diyenlere söyleyeceklerim var:

Öncelikle derim ki, “”yansın canın, bundan kaçmayın”! İnsanın canı yandıkça bilir, hisseder her şeyi. Doğruyu görür, yanlışı yutkunur, kendini inşa eder, acısını çeker ve olgunlaşır en büyüğünde bile. O yüzden duygudan da onun ettiklerinden de kaçmamalısın. Ama tabi biraz fazla ağır yaşıyorsan da dozu azaltman için, hesaplarını sorgulamasın. Çünkü belli ki hak ettiğin ve hak etmediğin kavramları yanlış tanımlıyor ve yanlış cevaplıyorsundur.

İşte aslında bütün mesele, kendine biçtiğin değer ile hak ve haksızlığa biçtiğin tanımlardır. Koyduysan haksızlığı bir cümleye ya da olaya, işte can bu, yanacaktır! Hele ki bir sevdaysa hikayen, okyanusa atsan da cayır cayır suyu bile yakacaktır!

Bir hikayeyle sona varmak isterim. Hikaye olunur ki;

Pir Sultan Abdal darağacına doğru yürümeye başlar, asılacaktır. Emir verilir, herkes Pir Sultan’a taş atacak, atmayanın kellesi uçurulacaktır. Uğruna mücadele ettiği halk, Pir Sultan’ı taşlamaya başlar. Taşlar bir bir Pir Sultan’a değmeden yere düşer. Pir’in müsahibi (dostu) Ali Baba, taş atmasa da can korkusundan Pir Sultan’a gül atar. Gül, Pir Sultan’a değer, yaralar, kanını akıtır.

Pir Sultan halkın taş atmasından değil, müsahibin attığı gülden dolayı incinir ve son nefesinde şiirini fısıldar:

Bazı ilişkiler Anayasa gibidir, ne yaparsanız yapın şekillendiremezsiniz. Onları koyduğunuz yerler bellidir. Olursa haksızlığı canı da yakacaktır, bu da bellidir. Ama haksızlığa uğramamak için nasıl olmak, hangi değerleri biçmek ve kendini şekillendirmek de senin elindedir. Yoksa Pir Sultan’ın hikayesindeki gibi en büyük olmadık yara, dostun attığı bir gülün incecik dikenindedir.

Yazının devamı...

Unutmak Sevmekten Daha mı Zor?

Geçtiğimiz hafta “geçmişi silmek” başlığı atarak, neden kolay unutamadığımızı ve bunun yöntemlerinin nasıl olduğunu kısaca anlatmıştım. Gelen yorumlar ve talepler üzerine yazının devamını getirmeye karar verdim. Öncelikle bir konuya açıklık getireyim: Bilinçaltının ve geçmişin silindiğini iddia etmedim; ki bu yazımda epey belli. Unutamayanlar listesinin başlarında bile yer alabileceğim halde böyle bir iddiayı zaten atamam. Kaldı ki bunu iddia edenlere de inanmam. Yazımda özetle geçmiş ve bilinçaltını silmek ya da sıfırlamak mümkün olmadığından, hayatı kolaylaştıracak biçimde geçmişin etkilerini azaltmak üzere hesabı kapatmayı anlattım.

Okurlarımızdan “unutmayı” ya da “hesabı kapatarak hafiflemeyi” daha detaylı anlatmam konusunda istekler aldım. Öncelikle zaman ayırıp okuyan, özümseyen ve iletişime geçen herkese çok teşekkür eder, buna karşılık vererek yazımı genişletmeyi borç bilirim. E bir de aynı yollardan geçmiş biri olarak bundan haz da duyarım yalan değil.

Hani deriz ya “zaman her şeyin ilacı” diye, çok doğrudur ama bu söz gönül içindir. Ancak bu zaman işlerken beynin kayıp-kazanç dürtüsünü devre dışı bırakmadığımız sürece, o dürtüler zamanın doğru ilerlemesini engelleyebilecektir. Yani bir olayı ya da birini unutmaya karar verdin, zamana bıraktın, kalbin kırık ve üzgünsün, kayıp yaşıyor ruhun herhangi bir sebeple, haksızlığa uğradın, aldatıldın, terk edildin, istenmedin, sevilmedin, dost kazığı yedin, haksız yere işten çıkarıldın vs… Zaman her şeyin ilacı olduğundan ve ölüme bile alışıldığından, zamanla bu acı alışagelmiş bir hal alır ve söner. Ancak bu zaman yaşanırken, beyinde sürekli bir kayıp dürtüsü tetiklenirse zaman doğru işlemeyecektir. Daha doğru tabirle 3 ayda geçecek acı, 6 ayda ya da 1 yılda geçebilecek, belki de hiç geçmeyecektir. Bir maçın doksanıncı dakikasında geride olan takımın bir gol atmasıyla maçın son dakika berabere olması ve uzatmalara ya da penaltılara kalması gibidir aslında (futbol özürlüsü olarak yanlış örnek vermiş olabilirim, affola). İşte bu örnekteki gibi doksan dakika geçen zamanın son dakikasındaki gol gibidir kayıp dürtüsü; sinsidir ve sen tam alışacakken, o acı duygunu aynı miktarda dürtüyle bilincine salacaktır. Belki de bazen gerçekten unutmak istemediğimiz zamanlarda, alışılacak zamanın sonlarına doğru tekrar dürtülerimize sığınıyor da olabiliriz.

Hiç unutma evrenizi hissettiniz mi? Zamanında çok sevdiğim birini unutmaya başladığımı hissetmiştim. Kararlı ilerliyordum aslında ve bu yüzden unutmaya direnmeyecektim. Çünkü bu süreci ben başlatmıştım. Ama hayatım boyunca unutmayacağım bir zamandı o. Çok sevdiğimi bildiğim o günlerde, onun gönlümde an be an sönmeye başladığını hissediyordum. Biraz geliştirdiğim yöntemler vardı elbette ki; fakat kalan günleri bile biliyordum: Takriben 6-7 gün sonra bitecek demek gibi… O günlerde doktorların “3 ay ömrün kaldı” dediği bir hastanın psikolojisini anlayabilmiştim, benden kat kat fazlaydı ya, nasıl yaşayabilmişti o günleri, bile bile… Hayat her şeyi tecrübe etmek üzere biçilmişti her birimize, zamanı gelecek ve herkes kendisine biçilen ve kendisinin seçtiği yolların getirdiği tecrübeleri yaşayacaktı. Acıyı ya da mutluluğu, kayıpları ve kazançları yaşayacaktı.

Tabi bunu hissederek ya da hissetmeden neticelendirmek değil neticelendirmek önemlidir aslında. O yüzden önemli olan denklem niyetli olmak, ona göre davranmak ve neticeyi yaşamaktır. Kendi örneğimde anlattığım gibi unutmayı hissettiğim o günlerde gerçekten niyetli olmasaydım başaramazdım (başardım diye de iddialı olmayayım, hayat bu belli mi olur :) ). Bu yüzden niyetli ve kararlı olmanın ne mühim bir nokta olduğunu açalım:

Bir şeye karar vermek için insan istediği cümleyi kurabilir, istediği tespiti yapabilir ve istediği yerden bakabilir belki. Ama en doğru karar, en doğru tespit ve gerçeğin üzerine verilmiş olmalıdır. Gerçek ve doğru noktalar oluşturulmamışsa kürdanın üzerine ev dikmek gibi olacak ve yıkılacaktır o karar. Düşüneceğin her ne varsa, öncelikle delillerle ispatlanmış ve gönülden inandığın gerçekler olmalıdır. Tahmini ya da uydurma ya da öfkeyle belirlenmiş dayanaklar sizi ondan uzaklaştırmak yerine ona yaklaştırır ve hatalar yaptırır.

Peki bunun yöntemi nedir? Yani insan karar vermek üzere dayanak gerçeğini ya da tespitlerini nasıl belirleyebilir?

İnsanın zihin ve gönül gözü ayrı ayrı yüksek katlı bina gibidir, sayarken sayısını unutacağınız kadar penceresi vardır. Neresinden bakarsanız tabloyu orasından görürsünüz. Binanın güney ya da kuzey cephesinden şehrin farklı açılarını görmek gibidir, bir yanı denize bir yanı karaya bakıyordur belki. İşte öncelikle “bakış açısı” denilen şeyin çoklu pencereler üzerine kurulu olduğunu bilmek gerekir. Bu yüzden örneğin o seni terk etmiştir, sana hata yapmıştır ama sen o binanın kuzeyinden bakmakta ısrar ettiğin için onu İstanbul’un boğazına, denizine bakıyor gibi görmekte ısrar ediyorsundur belki. Karşına çıkan fırsatları değerlendirirken gönlüne ektiğin kaygılar yüzünden alt kattaki bir camdan bakıp duvarı görüyor ve ileriyi göremediğin için bu fırsatı değerlendirmiyorsundur. Ama bu pencerelerin seçimi insanın kendi benliğine göredir işte. Bazen bilinçli, bazen bilinçsiz hatta bazen “işine ne geliyorsa” olarak gerçekleşir. Farklı konuları eliyorum ve birini ya da bir acıyı unutmak için doğru pencereyi zoraki seçmenin gerekliliğini anlatıyorum.

O kişi ya da o olayda gerçeklerin nedir? Bunu dışarıdan bakıp net ve kesin bir şekilde belirleyebilir misin? İspatlarını da ortaya koyabilir misin?

Bu bilişsel yöntemde aslında analitik ve bütünsel bakış açısı gereklidir. İlerleyen zamanlarda analitik düşünme ve holistik bakış yöntemlerini de yazacağım ama şimdilik böyle devam edelim. Bir örnek üzerine gidelim: Partnerin farklı yaşam biçimi ve fikir ayrılıklarını sebep göstererek ilişkinizi bitirdi. Bu halde gerçekler nedir: 1- İlişkiniz bitti. 2- Fikir ayrılığı ve farklı yaşam biçiminiz olduğunu düşünüyor. 3- Bu haliyle bu ilişkiyi bitiriyor ve duygusundan daha ağır basan bir seçimi gerçekleştirmiş. Sevdiysen bu kişiyi, “ama anlaşıyorduk”, “ben uyum sağlıyordum”, “emek verdim”, “ama ben çok sevdim” gibi sözlerle onun bu seçimini kabullenemiyorsun. Aslında senin bu düşündüğünü o da düşünmüş olabilir ve buna rağmen bu sonuca varmış olabilir. Ya da partnerinin bu sözlerinden çok seni sevip sevmediğine takılıp acı çekiyorsundur. Oysa ki onun seni ilişkide sevip sevmediği ya da ayrılırken hala sevip sevmediğinin önemi yoktur. Onun aldığı karar ve aldığı karardaki nedenleri önemlidir. Onun aldığı karardaki nedenlerin senin için doğru olup olmadığı bile önemsizdir bir bakıma. Bu yüzden doğru tespitleri az önce yaptığım gerçeklikte kurmak gerekmektedir. Bu örneğe göre bu tespitleri yaptıktan sonra karar nasıl alınmalıdır?

Öncelikle hep savunduğum gibi elinden daha fazla mücadele etmek ve hatalarının var olduğunu düşünüyorsan düzeltme seçeneği her zaman birinci sırada yer alır benim için. Ancak biz unutmak isteyenlere yazıyoruz ya, bu noktadan gidiyorum. O halde unutma kararı için düşünceniz onun böyle düşündüğü, sizin ilişkide olduğunuzdan fazla değişemeyeceğiniz, bu farklılığı aşamayacağınız ya da bunu aşmak için partnerinizin yeterli mücadele kararı içinde olmadığı olmalıdır. Karşı tarafı mücadeleye, düşündüğünden vazgeçmeye zorlayamayacağınıza göre ve siz de kendinizi onun istediği insan haline getiremeyeceğinize göre onun haklı olduğuna kendinizi ikna etmeniz gerekmektedir.

Bunun zor olduğunu biliyorum ama sadece yanlış pencereden bakıp, hayat akıp giderken, o pencerenin önünde kendinizi unutmanızı istemediğim için doğru pencereleri göstermeye çalışıyorum. Bu sebeple önce olan biteni masaya yatırıp, onun nedenlerini ele almanız, sizin gerçeklerinizi ele almanız, bu gerçeklerle ne yapmanız gerektiğine karar vermeniz ve kendinizi ikna etmenizden bahsediyorum. Ama bunu yaparken kesinlikle altını çiziyorum: kendinize yaratacağınız nedene koşulsuz ve gerçekten inanıyor olmalısınız. İnandığınız nedeni bulana kadar aramalısınız gerekirse.

Bazen öfkeyle “yeterince sevmemiş demek ki” diyoruz ama gönlümüz buna hiç inanmadığından ya da yaşanılanlarda bu düşüncenin aksini ispat eden doneler olduğundan bu düşünce sizi iyileştirmek yerine içten içe yükseltmek ya da çürütmekten başka bir şeye yarayacaktır aslında. O yüzden aklınızla ve kalbinizle inanacağınız bir bitirme ya da unutmaya karar verme nedenini görmeniz, bulmanız gerekir. Ben sadece nerelerden ve nasıl bakacağınızı anlatabilirim.

İnsanın sevmesi kazanmak, unutması kaybetmek üzerinedir. Bu yüzdendir unutmanın zorluğu bir bakıma. Bu kayıp haline, bitişe ve sevginin “son”una “alışmak” gereken bir eylemdir zira. Hani bir şarkı vardı: “Alışmak, sevmekten daha zor geliyor…”. İşte birinin varlığına ya da özellikle artık yokluğuna alışmak, onu sevmekten de zordur.

İnsanların kolay uygulayabildiği ya da isimlendirebildiği bir sonuçtur aslında “unutmak”. Yoksa ben “alışmak” derdim her bir paragrafta. Çünkü benim için gerçekleri ve doğruları ortaya dökülmüş ve bu haliyle alışılmış durumdur olan bitenler. Çok büyük aşk acısı çektiysen unutmak değil, onsuzluğa alışmaktır yaşadığın ve şanslıysan bu eylemin sonunda gerçekten de “unutma” gerçekleşebilir. Unutmak bir sonuç, alışmak bir süreçtir. Bir bakmışsın alışmışsın ve ansızın unutmuşsundur yani hatırlarsan geçmişten örnekler.

Ölüme alışır insan, gideni unutmaz. Sevdiğini kaybeder, onsuzluğa alışır sadece. Kalp kırıklıkları da şanslıyız ki kısmen unutulur bu alışma sonucunda. Ölümlerde kayıp acısının sakinleşmesi, onsuzluğa alışmaktan çok bakış açısını değiştirmekle mümkündür. Abimi kaybettiğim ilk yıllarda onsuz yaşayamayacağımı düşündüğüm zamanlarla boğuşup, onu onun yokluğunda sevmeye ve anmaya devam etmenin güzelliğiyle değiştirmiştim bakış açımı. Aslında resmen kendi yoksunluğumun acısını çekiyordum önceleri. Oysaki artık onsuz aldığım nefeslerde onu sevgiyle anmanın ve özlemin kalbimde varlığı ile sakinleşiyordum artık. Bu haliyle de daha sağlıklı yaşıyor ve onu daha sağlıklı yaşatıyordum ruhumda, onun yokluğuna ama kalbimde güzel varlığına alışıyordum onu kaybettiğim yaşım kadar zaman geçmiş olsa da.

İşte bu yüzden sevdiklerimizin kaybına alışırız, yaşadığımız kalp kırıklıklarına alışır ve belki hatta unuturuz. Ama kendimizi bir pencerenin ucunda her daim geçmişe bakarak unutmanın anlamı yoktur. O pencere sadece geçmişi döndürüp durur ve bize hiçbir fayda da getirmez. Bu sebeple pencere değiştirmeniz gerekir. İnanacağınız gerçekleri kendinize söylemeniz, inanmanız, kabullenmeniz ve kendinizi yeniden sağlıklı yaşayabilmek için bu gerçeklerle alınmış karara göre ilerlemeye adamanız gerekir.

Giden gitmiştir, o bir seçim yapmışken, hiçbir seçim yapmadan en son bıraktığı yerde bekliyor olman daha onur kırıcı değil midir? (alın size en gerçekçi doğru)

Yazının devamı...

Bilinçaltı Ve Geçmiş Nasıl Silinir?

Şimdilerde, bütün yaşam öğünlerinde, “geçmiş” yanı başınızda biliyorum. Detayını vermeyi hiçbir zaman veremeyeceğim astrolojiye göre, yine gezegenler geçmişi hatırlatarak size günü zehir etme peşinde diye duydum. Üstelik bu yine bir süre de böyle sürecek gibi. Astroloji üzerine aldığım bu habere göre eski aşklar, eski anılar, eskide olmuş ama kapanmamış hesaplar, işer, masanın altından çıkıyor ve iyi-kötü neticelenmeler olmakla birlikte, e biraz can sıkıcı yanlarını ortaya çıkarıyor. Her zaman yapmayı sevdiğim şeyi yapıp, hazır geçmiş geçmemeye inatlaşmışken, “geçmiş” nasıl geçirilir diye akıl tutulmalarımızı yazmak istedim.

Biten ilişkilerden kurtulamadığından şikayetle gelen danışanlarımın çoğunlukla zaten gerçekten bitirmediğini tespit edip söylediğimde bu tespit, danışanlar tarafından zor anlaşıldı. İnsanın anlaması zor ama anlaması kolay bir izahı var aslında:

Şimdi anlatacaklarımı daha iyi anlamanız için kendinizi merkezde tutarak şeffaf ya da renkli bir çember olarak düşünmenizi istiyorum. Çemberiniz katmanlardan ya da tek katmandan oluşabilir. Ama merkezde kendinizi hissedin ve çemberin sınırını da hayal edin. Bir balonun içinde gibi düşünebilirsiniz. Bu balonu, sizin enerji çemberiniz, auranız ya da yaşam alanınız diye tanımlayabiliriz.

İşte bu auramız içinde tuttuğumuz ve atmadığımız her şey, “şimdi” ve büyük olasılıkla “yarın” da yanımızda olmaya devam edecektir. Bitmiş rujunuzu çantanızdan atmadığınız sürece sizinle dolaşmaya devam edecek gibi… Çemberin dışına atmayı başarmak ise öyle sadece kararlarla da olmuyor üstelik! Bu yüzden birçok yönü ile ele almak istedim.

Yaşadığımız bir şeyi ya da birini unutmak gibi bir konu değil bu elbetteki! Zaten yaşadığımız olay ya da bizi üzen kişiden çok, bu olay ve kişinin ruhumuzda yarattığı duygu halleridir auramızda kalan: üzüntü, güvenmemek, ihanet, saygı zaafı…

Aslında hislerimizi unutmayı başaramayız; ki bu zaten başlı başına çok zordur. Auramızı ve onu düzenlemeyi zaten bilmediğimiz için de, olayı ya da kişiyi unuttuğumuzu düşünür ve söyleriz, geçer gider sanırız. Oysaki doğru bir şekilde temizlik yapılmadıkça “geçmiş” her zaman “şimdi” olmaya devam edecektir.

Peki neden “geçmiş”, “şimdi” olmaya devam eder?

1.Hesabı kapatmamak:

En önemli saydığım yöntem olan hesabı kapatmak çok önemlidir. Açıkça kendi hatalarımızı, karşımızdaki hataları görüp analiz ederek bir hesap çıkarmak lazım. Bir akşam yemeğe çıkıyorsunuz ve hesabı ödüyorsunuz. Kimi zaman bu hesap tuzlu geliyor, kimi zaman da tuzlu gelse de “değdi” diyoruz. İşte “geçmiş” haline getirmek istediğiniz olay ya da kişiyle ilgili olan her şeyi bir analiz edip, iyi ve kötü yanlarını, hissettiklerinizi, hatalarınızı, size yönelen yanlışları, bu olay ya da kişiden aldıklarınızı (size kattıkları), buna değip değmediğini, değmediyse bundaki payınızı, buradan sonra neleri yapmamaya özen göstermeniz gerektiği gibi hususları cevaba kavuşturmalısınız.

Bir olay ya da kişiyi hızlıca unutmaya çalışmak, sizde yarattığı duyguyu onarmadıkça doğru sonucu vermeyecektir. Kişiyi ya da olayı unutabilecek olsanız da onarılmamış duygu sizde aynı ya da başka başka sorunlar çıkarmaya devam edecektir. Yani hesabı ödemeden kalkmaya çalışırsanız bulaşık yıkayacağınızı bilin, restoranda mutfakta, reel dünyada ise mutsuzluk fanusunda.

2.Affetmemek:

Aslında, zaten hesabı kapatmadığımız için aldığımızı, verdiğimizi, kazancımızı, kaybımızı tartmadığımız için, bizi üzen olay ve kişilere bağlı olarak “kırgınlık, tepki, düşmanlık” duyguları devam etmektedir. Onu affedemediğimiz için, ona olan kırgınlığımız ve affedememe duygusu auramızda nefes almaya devam etmektedir. Sanki bir yanımızda bu duygu can çekişmekte ve sürekli “onu affedemiyorum, çok kırgınım” diye söylenip duruyor gibidir.

Bu, biten ilişkilerde duygumuz bittiği için ayrıldığımız partnerimiz, bizi terk eden, hiç başlamamış olan, herhangi bir olayda arkadaşımız, çalışma arkadaşımız, yani herkes için geçerli olabilir. Bir kişiye karşı duygu ve düşünceleri nötr hale getirirseniz, ancak o zaman o, çemberin dışına çıkar. Tam bunu başarabildiğinizde, sanki hafızanız gitmiştir ve artık onu tanımıyorsunuzdur. Ya da zaten hiç tanışmamış gibisinizdir. Çünkü tanıyarak çemberin içine aldığınız bu kişiyi, artık hiç tanımadığınız onlarca kişinin olduğu bir dış dünyaya gönderiyorsunuz. Ona dair hiçbir kalıntı da kalmıyor üstelik! Çok zor değil mi?

Affetmek, kişisel gelişim ve psikoloji içinde çokça önemli bir şekilde önerilen yöntemdir ama zordur. Çünkü ilk anda affetmeyi insan beyni“suç/hata işlemiş/yapmış birini kusuruna rağmen bağışlayarak bir de üzerine alkış tutuyormuşuz” gibi algılıyor. Aslında aura temizliği, psikolojik gelişim her ne ise burada ele aldığımız affetmek “olan oldu, hatalar oldu, kırgınlıklar oldu, ben bunları geçmişte bırakıyor, kendimi ve onu affederek hesabı kapatıyorum” diyoruz. Yani aslında, olayda kişinin hatasının üstünü silmek ve alkış tutmak değil, konuyu kapatmak için affetmemenin karşılığı olan duyguyu ruhumuzdan atıyoruz.

Aslında gerçek şudur: O kadar kırılmışsan ona biçeceğin en güzel son, onun “geçmiş” olması değil midir? Sen de hiç kalmamış olması onun faturası olamaz mı? Hala onu “şimdi” olarak hayatında tutmayı mı ona layık görürsün?

3.Kabullenmemek:

Kabullenmek, hesabı görmeyi, kapatmayı ve affetmeyi yaparken zaten görülen bir durumdur ama ayrıca da belirtelim. En başta bu olayın olduğunu kabul etmek gerekir. Olan olmuştur, yapılan yapılmıştır, siz de hata yapmışsınızdır, karşınızdaki de yapmıştır, zayıf yanınızı kullanmıştır ya da çok ego yapmışsınızdır… Her ne içeriyorsa hesabı göreceksiniz o ayrı, ama sonucu en önce “kabul etmek” gerekir. Bu sonuç da tek kelime ya da cümlelik bir sonuç olmalıdır.

Bunu özellikle belirtmek istiyorum. İflas etmişsinizdir, işe alınmamışsınızdır, reddedilmişsinizdir, terk edilmişsinizdir, aldatılmışsınızdır… Bunların önüne arkasına “şundan dolayı” ya da “ama” koyulmamalıdır. Net ve tek kelimelik ya da cümlelik sonucu çıkartıp, önce onu kabul etmek gerekir. Bu bir matematik sorusunda denklemin cevabı olan tek bir sayı gibidir. Sınavdan sonra o tek sayıyı yazmayıp hocaya denklemin formülünü verseniz bile işe yaramaz. İşte bunun gibi tek ve gerçek olan sonucu belirlemeniz gerekir. Bunu belirlemek tüm hesaplar için önemlidir.

Zamanında çok sevdiğim bir adama duygularımı açtığımda, hayatında artık birinin olduğunu söylemişti. Elbetteki olaylar çok karışık size anlatamayacağım, kitap yazdım buraya sığmaz:) Bir arkadaşım bana “Biliyorsun durumu, o öyle değil, sana öyle diyor, kaçmaya çalışıyor…” gibi cümleler söylemişti. Doğru olarak dayandığı şeyler olsa da sonuç aslında netti. Neticede altta ne yatsa da kendisi öyle bilmemi istemedi mi? O halde cevap netti ve tekti ve “ret”ti.

Bunu en başa netlikle koyma yürekliliğini gösteremezseniz, kendinizi kandırır, hesaplarınızı kapatamaz, tüm sözde geçmişlerinizle “şimdi” olarak yaşamaya devam edersiniz.

4.Seçmemek/İstememek:

Aslında yukarıda saydıklarımı yapabilmenin ana kuralı, zaten bu yolu “seçmek”tir. Çoğumuz bunu tercih etmediğimizden, olay ya da kişi, onun yarattığı duygu bizimle yaşamaya devam eder. Bu konuda en önemli argüman şudur: Olayı ya da kişiyi düşünmeye devam ediyorsanız, konuşmaya devam ediyorsanız hayatınızda onu ve etkilerini yaşatmaya da devam ediyorsunuzdur.

Bir danışanım ilişkisini bitirdiği halde eski sevgilisinin peşini bırakmadığını, kıskançlıklarına devam ettiğini anlatmıştı. Bu vaka üzerine yaptığımız görüşmelerde danışanımın sürekli eski sevgilisini konuştuğunu, kızgınlıklarını ve kırgınlıklarını sürekli arkadaşlarıyla konuşup durduğunu, onun iletişimine açık olduğunu, sürekli cevap verdiğini tespit etmiştik. Eğlenceli bir cümle kurmuştum ona: “Sen onu hayatından çıkarmamışsın zaten, git gerçekten çıkar gel!” :) Bu konuda gerçekten çözümsüz gibi hissediyordu kendini aslında. Oysaki çok basitti. İletişime açıktı, cevap veriyordu, sürekli onla ilgili konuşuyordu. Hesabı kapatmayı, affetmeyi başarmamış, çemberinde tutmaya devam etmişti ve bu olanlar da buna göre olağan sonuçtu.

Bazı insanlar ise hazır cevap olarak genelde “Yoo ben hiç düşünmüyor, konuşmuyorum, unuttum” gibi cümleler kuruyor. En sevdiğim cevap da bu aslında. Çünkü bu cevap gökten inmiyor. Böyle yolda yürürken biri aniden dönmüş ve bana bu cümleyi kurmuş gibi hissediyorum genelde. Çünkü aslında zaten düşünülme ve konuşulma üzerine yapılan yoruma verilen cevaptır bu. Yani birisi bu bahsettiğim yöntemleri yapmamış oluyor ve kendisine bunu söylüyorum. Zaten bana o olayı ya da kişiyi anlatıp durması, kırgınlığını yansıtması üzerine yaptığım değerlendirme oluyor. Ama yok, sanki o hiç anlatmamış da ben uydurmuşum gibi bu cümleyle karşı karşıya kalıyorum.

İşte bu yüzden kendinize dürüst olun ve gerçekten gerçeklerinizi görün. Tekrar söylüyorum bir olayı ya da kişiyi düşünmeye ve birileriyle konuşmaya devam ederseniz, ne hissederek konuştuğunuz hiç önemli değil, onu alanınızda tutmaya, yaşatmaya devam ediyorsunuzdur. Onun yarattığı tüm duygular ve o duyguların tepkimesiyle oluşmuş sonuçları alanınızda tutuyor, yaşatıyor ve yaşıyorsunuzdur.

4.Beklenti Duymak ve Yöresel Tabirle Ah etmek:

Yaşadığınız bir olay ya da sizi üzen bir kişiyle ilgili onun kendini affettirmesi, dönmesi, utanması, vicdanının sızlaması, hatasını anlaması, beter olması, aynı acıyı çekmesi, iflas etmesi, başına kötü belaların gelmesi gibi uçsuz bucaksız beklenti ya da kindar söylemleri söylüyorsanız ya da bir kez söyleyip ama ara ara içten içe hissedip arzuluyorsanız, tüm bu olanlar, o kişi, beklenti ve kininiz alanınızda kalmaya devam edecektir. Böyle olunca da kızgınlıklarınız, kırgınlıklarınız devam edecek, bundan sebep oluşacak güvenmeme gibi olası tüm olumsuzluklar da gün geçtikçe doğmaya başlayacaktır.

İnsan ruhu yani özü, bir tohuma bakıyor aslında. Oraya bir kırgınlığı serptiniz ama onu temizlemediyseniz, orda tek de değil belki onlarca mahsul çıkıyor. O yüzden içinizde olası bu üremeyi önlemelisiniz. Bütün bu beklenti cümlelerini siz görseniz de görmeseniz de olabileceğini kabul etmeniz, bu kötülüklerin onun başına gelse de gelmese de bunun sizi artık ilgilendirmediği bir alana geçmeniz gerekmektedir.

Beklenti veya kin cümleleri, siz her ne kadar önemsiz gibi saysanız da, aybaşı maaşınızı bekler gibi ruhunuzun beklediği bir hal alıyor. Siz görmeseniz bile ruhunuz oturmuş tırnaklarını kemirerek beklenilenin olmasını istiyor. Hatta neredeyse başka hiçbir şeyle ilgilenmeyecek kadar!

Geçmişi geçirmez ve ona gerçekten “geçmiş” unvanını vermeyi başaramazsanız sizinle bugün de yarın da var olmaya devam ediyor olacak. İşin kötü tarafı sürekli sizi zehirlemeye devam edecek. Örneğin sevgiliniz terk etti ve bu hesabı görüp kapatmadınız, “şimdi” olarak sizinle devam ediyor. Karşınıza çıkan her bir insanla siz konuşurken, bu kapanmamış hesap kulağınıza “Bu da onun gibi, seni terk edebilir” demeye başlayacak. Üstelik bir yerden sonra terkedilme korkusu kodlanacak, o kod başka kodlar doğuracak, çözülmez tahrifatlar yaşayacaksınız.

Ha dürüst olarak kapatalım yazımızı: Gezegenler yapıyor dediler, “geçmiş” geçmiş gibi olsa da bugünlerde çok dolanıyor diye. Şu sıralar, tam kapatamadığınız her şey biraz fazla ayyuka çıkmış olabilir, sebepsiz gözyaşlarınız ve motivasyon kayıplarınız olabilir. Bu yüzden bu zamanları şu bahsettiğimiz hesap görme ve affetme söylemlerini söyleyerek, gönlünüzü rahatlatacak telkinlerde bulunarak geçirebilirsiniz.

Her şeyi geçmişe gönderiyoruz da peki geçmeyen aşk acısı var mı? İşte bazen öyle güzel seviyoruz ki geçsin istemiyoruz. Bir tweet olarak yazmışlardı, çok beğenmiştim, geçmişe gönderilemeyen aşk acısı için gelsin:

Betül Yergök /Mentalizasyon

http://mentalizasyon.com/

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Gelecek İçin Olasılık Yaratılabilir mi?

Kendine yarattığın korku ve kaygıları düşün, ondan daha niceleri var.

Yürürken düşmekten korkarsın, belki bu hayatta hangi yolu yürüdüğünü bile bilmiyorken...

Mutsuz olmaktan korkarsın ama aslında mutluluk olasılıkları yaratmak ve ona doğru koşmak yerine mutsuzluk imkanlarını tekrar tekrar zihninde canlandırırken hem de...

Para kaybetmekten korkarsın, oysaki parayı yanında götüremeyeceğin bir son veya yaşarken tadına bile varamayacağın yoksunluk olasılığı varken...

Birini unutmaktan korkarsın, yarın aslında unutma ihtimalinden beter akıl yitimi yaşayabilmek bile mümkünken...

Sevdiklerin seni şımartsın istersin; bu hayatta kendini şımartmışlığın, hatırlamayacağın kadar az ya da yokken…

Başarısız olmaktır en büyük takıntın, en azından bir gün daha yaşamayı ve bir tebessüm etmeyi bile başarmaktan tat almayı bilemeyecek kadar...

İstanbul’da gitmen gereken yere varmak için navigasyonu açarsın, alternatif yollara bakarsın, bildiğin kestirmelere dalarsın, hedefe ulaşmak için olasılıklar yaratırsın da; bu hayatta ulaşmak istediğin bambaşka hayal ve hedeflerden hangisi için bunu yaptın? Hangi aşk için, hangi kariyer ya da iş için alternatif arayışlara girdin, hedefe ulaşmak için tüm olasılıkları zorladın ve gerekirse yenilerini yarattın?

Bu sabah hava soğuktu, “O kazağı giyseydim üşümezdim” dedin belki; ama seni kıran bir diyalog için geriye dönüp öz eleştirini yapmayı seçtin mi? Seni üzen olayların seyrini değiştirmek için olayları parçalara bölüp senin ve karşındakinin olasılıklarını belirleyebilseydin eğer, onarabilirdin belki. Ve belki olan olmuşsa, bir daha yaşamamak üzere kendini onarır, doğru ilişki olasılıkları da yaratmayı bilirdin. Bunu yapmadığın için, yaşadığın her üzücü olayı kendine kaygı ve korku kodu olarak yerleştirdin, düzeltip geçmişte bırakmak yerine kendini yarınlara bozup attın desem yanlış konuşmuş olmam.

Bu hayat sanki hızlı tren gibi gelir sana; geceleri uyursan ya da herhangi bir şey seni kısıtlarsa ve hayatı kaçırırsan diye korkarsın da, onların da bu yolculuğun durakları olduğunu akıl edemezsin.

Hayattan büyük sürprizler beklersin ama “Hadi bir radikal değişim yap” desek en fazla saç rengini değiştirirsin. Sen hayata ve kendine hangi sürprizi yaptın en son?

Yaşam tarzına müdahale edilmesinden korkarsın ve dahi bu olasılıkta bile kavga edebilirsin biriyle ama sosyal medyada bugün, belki en az on hemcinsinin tarzını eleştirirsin. Eleştirdiğini bildiğin ve sana da aynısının yapılması olasılığını bilebildiğindendir korkman...

Gelecekte rahat bir hayat sürmek için çok çalışma olasılığını seçersin ve devamına uzun yıllar yaşayacağını söylemişler gibi yaşama olasılığını koyarsın. Çoğunlukla bugünün işini yarına bırakmazsın ama bugünü yaşamayı yarına bırakırsın ya, işte yarın hala yaşıyor olma olasılığını kesin görmene hayran kalırım.

Adrenalin ve dopamin dolu aktivitelerden korkarsın, hiç deneyimlememişken, zihninde yarattığın korku olasılığından yola çıkarak...

Gelecekte mutsuz olma olasılığını düşündüğünden bir ilişkiden kaçarsın, hayatını değiştirmekten korkarsın, şu an her neyin içindeysen bu alanda kalmayı seçersin. Yarın yaşar mısın bilmem ama, bugünler için daha mutlu olma olasılığının üzerine çarpı işareti koymayı göze aldığını ben söylemiş olmayayım...

Aşktan korkarsın; ondan sebep salya sümük ağlama ya da bir aşkın içinde kaybolma olasılığı, topuklayarak kaçmanın sebebidir hani! Aşk neticede içine düşülen bir şeydir de, aşka düşmenin ne şahane bir şey olduğunu söyleseler de bu hayatta bunu yaşama olasılığını seçmezsin asla!

Yarınları bu kadar düşünüp bugünlerinde kendine eziyet ederken; yarınlarda sağlığından olup eziyet çekmemek için şimdilerde daha sağlıklı yaşamayı seçmezsin mesela, bu da paradoks değil midir?

Bir hayalin ucuna “Ne derler?” düşüncesini koyar, kaygıyla hayalinin yüzüne sandığı kapatırsın; yıllar sonra o sandığı “Vah!” diyerek açma olasılığı yerine, bugün hayalini kucaklarken gözlerinin mutluluktan parlama olasılığını seçmek mümkünken…

Etrafına bakınır, herkesin hikayesini satın alırsın. Türlü mutsuzlukları alır, onun muhatabıyla aynı insanmışsın ve kaderin aynı olacakmış gibi kendine de aynı olasılığı yaratırsın. Sen bu olasılığı yaratınca da kaygı kodlamanla, karşına çıkan güzel olasılıkları objektif göremez, fırsatları kaçırırsın da, en acısı kendine bu olasılığı emretmişçesine çağırırsın. Bil ki satın aldığın o hikayelerden kendine aynı olasılığı yaratan sendin, yaşadıysan eğer, sana bunu yaşatan sensin.

Fazla verici, fedakar ve “hayır diyemeyengillerdensindir”; sanırsın ki kendini adarsan, hep evet dersen, önüne ömrünü serersen senin olacak ya da seni sevecektir. Çünkü birini kazanma olasılığının ön koşulu olarak bunu kodlamışsındır; o kaygı da sana bu şartlı olasılığı şartıyla getirir. E tabi sonrasında, bunun böyle olmadığını anlarsın da, bu otopilotu kırmak zordur, değiştirmekte zorlanırsın, darbe alıp durursun. Bunun yerine şu an şimdiki benliğinle kazanmaya, sevilmeye değer olduğun olasılığını koymak ise bu olasılığı yaratmak ve inanmakla kolay ve mümkündür, ama yapmazsın.

Genetik algoritma gibidir hayattaki tüm yaşamsal olasılıklar. Ve tüm var ettiğin olasılıklar genetik algoritmalarının sonucudur aslında. Önüne koyduğun her türlü olasılığı, o olasılığa yüklediğin anlamlarla değerlendirirsin. Bu yüzden senin olasılığa baktığın açılar ile bir diğerininki bir değildir. Bu sebeple her türlü olasılık için yarattığın inanç, korku, heyecan ve hırs ile gelecekte imkana dönmesini istediğin olasılığın bizzat kendisi kişinin genetiğine göre değişkendir. Bu yüzden kendi varlığınla kendina has olasılıklar yaratabileceğini bilmelisin.

Yaşanılan ve yaratılan olasılıkların gerçekleşmesinin ön evresinde ise kişinin benliğinde iki seçenek tetikleyici oluşur: İnanç ve Korku (Umutsuzluk/İnançsızlık)

Dilersen yarın ve yarından sonrası için kendine olasılıklar yaratabilirsin ve bunları en iyilerinden derleyebilirsin. İyi olasılıkları seçmek, üzerine yoğunlaşarak yapılabilir ve gerçekleştirmenin tek yolu da "inanmak"tır aslında. Özellikle olasılık yaratamayanların sebebi olan “korkular” ve olasılıkları beliren kişilerin olasılık karşısında ruhunda tetiklenen “korkular” kısmına da çapa atmak istedim.

En sevdiğimdir:

Korkuları ve kaygıları atmak üzere kendine şahane olasılıklar yarat, inan ve altından üstünden korkma hayatın; sadece yaşa!

Betül Yergök /Mentalizasyon

http://mentalizasyon.com/

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Gerçek Aşkı Nasıl Tanırsınız?

Sıcağı sıcağına yazmayı tercih ediyorum genelde, öyle herkes gibi havaların ya da gezegenlerin etkisiyle. Ne bileyim hava yağmurludur, sonbahardır mevsim ve belki yer yer güneş açıyordur ve aklımıza olmadık şeyler geliyordur diye bekliyorum eş zamanlı olarak.

Sonbaharın hafif solgun bugününde, kalemim “gerçek aşkı” yazmaya doğru meyletti ve sanki en çok daha bana inat, muzur bir tebessümle…

Gerçek aşkları okumuş, seyretmiş ve bir tanesini de yaşamış biri olarak, kalemim bu konuda susar mıydı bilmem ama bilmeyenlere gerçekten gerçek aşkı anlatmak istediği kesindi.

Hani aşklar için çarşaf çarşaf liste yazarız ya oturup: Sevmek, sadakat, saygı, güven, gezmek, vakit geçirmek, ilgi görmek, ayrılmamak, evlenmek… Diye başlar ve belki de cinsiyete göre beklentiler (ki bu kadın) bile ekleyebiliriz.

Gerçek bir aşkın elinde yalnızca iki şey vardır: Sevmek ve Vazgeçememek.

Gerçek bir aşığın aşık olunandan ayrıdır sevdası. O sever ve sevgisinden de vazgeçemez. Bu aşk, karşı tarafın ne sadakatiyle ne geçirilen vakitle ne de güvenle artar ya da azalır. Kıvamında ya da yoğunluğunda ölçü değildir hiçbiri. Belki olsa olsa sadece acısında ölçüdür olan bitenler.

Gerçek bir aşık, aşık olunanın çemberinden ayrılamıyorsa, bu onu kazanmaktan çok, aklını kaybetmemek ve kalbini sakinleştirmek içindir. Zaten çok da uzağa gidemez maktulü failinden hani…

Gerçek aşk olduğu iddia edilen can yakıcılık halinin, gerçekten gerçek aşkla ilgisi yoktur mesela. Bozulan en büyük algı budur, evrenin geldiği bugünlerde. Çünkü gerçek bir aşık, her ne olursa olsun aşık olunanın canını kasten ve bile bile yakmaya cüret edemez. Çünkü bilir ki, o yangında en çok kendi gönlü yanacaktır. Ha en fazla bir kere dener kibriti çakmayı, ama olası intikamlarını da sürdüremez.

Gerçek bir aşık, kendine bu aşkı armağan eden evrene ve aşık olunana saygı duymaya başlar. Kavuşamasa bile öyle güzel aşıktır ki, dünyayı uçtan uca dolaşıp her kim yardıma muhtaç ise el uzatmak, herkesin gönlünü iyi etmek ister. Sanır ki, derman oldukça diner bu yürek acısı. Bazen coşar, bazen kendini bile terk eder, sanır ki söner bu aşkın çarpıntısı.

Gerçek bir aşk, hiçbir zaman yok olmaz. Türlü türlü halleri olur da en olası sonu küldür, yok olmayı bilmez. Her koşulda bu evrende tekrar canlanmaya imkanı vardır. Hani olmaz ya da oldurmazsın da, bu böyledir bilesin. Bu yüzden küle dönmüşse de gerçek aşk sadece hatırlanır, unutulmaz ama kötü sözle de vurulmaz.

Gerçek bir aşığın, bu aşka ve aşık olunana kötü sözü olursa da o, yürekten çıkmaz. Gönlü hep saygılıdır. Öyle tarifi yoktur ama ne olduysa olmuştur, kimseyi suçlamanın manası yoktur, boşanmadaki çocuk kadar üstündür sevdanın tadı.

Gerçek bir aşık için tek hayal, onun gelmesidir. Onunla olacak koca bir dünya ya da gelecek değil, kavuşmaya dair bir saniyenin duasındadır esasen. Hatta o kadar komiktir ki, gerçek bir aşık, aşık olunan gelip “Evlen benimle” dese hazırlıksız yakalanabilir ve dahi arkasını dönüp kaçabilir. Çünkü dedim ya gerçek bir aşık sadece ona kavuşmanın bu evrendeki ilk zaman diliminde yaşamaktadır, hiç düşünmemiştir ötesini berisini. Kaçıp gitmesi istemediğinden değil, hiç düşünmemiş olduğundandır. Hatta yüreğindeki sevginin büyüklüğünden bile korkmuş olabilir.

Gerçek bir aşık, aşkından kaçamayacağını yani “vazgeçememe” unsuruna yakalandığını kabullenene kadar, bu aşktan önce köşe bucak kaçacaktır. Bu kaçış evrelerinde reddedebilir duygularını ve belki unuttuğunu da sanabilir.

Gerçek bir aşığın unutmadığı bu aşktan sonra yürüdüğü hayat yolundan bellidir. Üstelik öyle bir iki dakika dikkatli analiz ederseniz hemen yakalarsınız, aşkın küllerinin titrediğini. Çünkü gerçek bir aşık, ipini koparmış deli dana gibidir. Tanıyorsanız her halini, hiç olmadığı bir hal içine girmişse unutmayın o gerçek aşkın ettiğidir, müsamaha gösteriniz.

Gerçek bir aşk için en acı olayın “kavuşamamak” olduğu düşünülür. İşte reddedilmişse ya da bu hikaye kimine göre yarım kalmışsa, aşkın acı olayı gerçekleşmiştir denilir. Yanılgıdır. Gerçek bir aşk var ise, en acı olay bu kavuşamama halinden sonra gerçek bir aşığın bu küllü kumral aşk ile hayata ayak uydurmaya çalışmasıdır. Yani gerçek bir aşığın, bu aşkın ıstırabını dindirmiş olsa da hayatta kalma çabası, ne demiştik, deli dana halidir aslında en acı yanı. Bilinenlerin aksine gerçek bir aşığın bir daha sevmekten korkusu olmaz, sevmekle ilgili değildir sıkıntısı, ne güven ne de başka bir mesele, yoktur. Gerçek bir aşık, sadece iki duvarın arasında kalır. Bir daha böyle sevemeyeceğini düşünmek ve aslında bir daha böyle sevmek isteyip istemediğinden emin olamamaktır. Yani gerçek bir aşığın aşka düşerken de düştüğü yerden kalkarken de tek baktığı yer kendi gönlüdür.

Gerçek bir aşkta, aşığın yüreğindeki aşk o kadar büyüktür, aklı sevdasıyla o kadar doludur ki, size bize ve hatta aşık olunanın ne yaptığına dair iğne ucu yer yoktur o bünyede. Alınmayınız yeryüzündeki en akılsız halimizdir aşk halimiz. Alsan beyni şöyle sehpanın üzerine koysan, az evvelki halden farkı yoktur sanki. Gerçek bir aşkta beden orkestrasını bu sevda yönetir kalpten ruha… Akıl aramayınız, bu aşk gül açana ya da kül olana kadar ulaşılmaz haldedir akıl hali.

Gerçek bir aşkta en sevdiğim şey “sine”dir. Sineye çeker her acıyı aşık. Yapılanları sineye çekmek değildir, karıştırılmaya. Gerçek bir aşıkta akıl yoktur dedik ama, size inanılmaz bir şey söylemek isterim, gerçek aşıkta akıl gitse de bu aşkın kendine göre bir aklı yürütür orkestrayı. Üstelik bu aşkın aklı normalin aksine öyle sakin, öyle durudur. Nörobilim üzerine yazılar yazmıştım hani, amigdala kaçakları, kayıp kazanç dürtüleri, dopamin falan filan; işte bunların sorunsuz çalıştığı bir orkestra hayal edin. Bir senfoni canlandırın sahnede, en büyük gösteri merkezinde ışıklar altında, yüzlerce enstrüman hayal edin, kusursuz bir müzik; işte bu aşkın aklı da öyledir. Sanki kendi içinde analitik düşünür ve sanki bir ermiş gibidir.

Örneğin gerçek bir aşık, kimsenin bir diğerine aynı aşkla karşılık vermek zorunda olmadığını, bu yangının içinden söyleyebilir. Yani aynı aşkı bulamamak yaksa da derininden yüreğini, bunu sineye çekebilecek kadar olgundur artık. Bilir oluru da olmazı da ve üstelik olmazsa da sevdasına sevdasıyla iyileşebileceğini umar.

Gerçek bir aşık aynı zamanda bu aşkına da aşıktır. Yani gerçek aşıkta bir sarmal sevda vardır. Hem aşık olunanı sever hem de sevme halini sevmeye başlar. Ama o kendi sevmesini sevmesi hali, hırsa döndürebilir de riske gebelik tam da burada devreye girer.

Gerçek bir aşk, bir yanlış üzerine doğmuşsa en büyük yanlış onu yok etmeye çalışmaktır. Bu adeta ateşe benzin serpiştirmek gibidir, harladıkça harlar ve bırakın bir ağacı, dünyayı yakar. Üstüne gidilmemesi gereken bir durumdur. Bu halde gerçek bir aşıkla sakince konuşulmalı ve gerçek bir aşıksanız kendi kendinize “kabullenmeler” dahilinde konuşmalısınız. Her daim gönlünüzü sakinleştirmek sizin görevinizdir, yanlıştan döndürmek değil, ateşi sakinleştirmek gerekir, sönecekse kendiliğinden sönecektir.

Gerçek bir aşkta yanlışlar mubah hatta bu aşka müstahak ve dahi makuldür. Gerçek bir aşığın yaptığı hata, elbetteki duruma göre olmak üzre, mazur görülmelidir. Çok mu hırçınlaştı, öfke mi kustu, ağladı mı, gerçek aşktandır, olağandır. Ama gerçek bir aşığın aşkı muhatabınca biliniyorsa, aşık olunanın ona hatası bu yeryüzündeki en büyük günahtır. Gerçek bir aşığın aşkına karşılık yapılan düşüncesizlik kasten adam öldürmeye teşebbüs bile sayılabilir. Çünkü “bile isteye” halidir, olmuşsa eğer, gerçek aşık affetse de evren affetmeyecektir. Bilindiği gibi gerçek aşığın gönlü erdemle doludur bu aşktan sebep, o sineye çekip aşkına sarılarak unutmayı bilir. Ancak evrenin karması vardır elinde ve gerçek bir aşığa bile isteye hata ettiyseniz, karma peşinizdedir, biliniz.

Bundan yüzlerce yıl önce gerçek aşık erkek için “şövalye” unvanıyla birleştirilmiştir. Ortaçağdan bugünlere gerçek bir aşık erkek ya da gerçek aşka karşı erdemli duruş sergileyen erkek şövalye olarak görülür. İşte bu yüzden gerçek bir aşık kadın ya da erkek aşkının savaşçısıdır, kılıcı sadece gönlüdür, erdemli ve haysiyetlidir, onurludur ama vazgeçmemeyi de iyi bilir, saygındır ve özenlidir. Gerçek bir aşkı yaşayanı, bu hayata mağrur duruşundan tanırsınız.

Kin, nefret ve intikam tozları serpmişseniz aşk dediğiniz bir şeye, onun gerçek bir aşk olmadığını artık bilirsiniz, anlattım o kadar?? O yüzden bir aşk yaşayacaksanız onun gerçek bir aşk olduğundan emin olunuz ve gerçek aşkın kanununa uygun yaşayıp yaşatınız. Ha öyle değilse, yüreğinizdeki aşka da “gerçek aşk” demeyiniz. En fazla hoşlanıyorsunuzdur?? Sokakta duvara yazmışlardı “hoşlantıdır o, aşk olsa duramazdın” diye, işte gerçek aşk o yazıyı yazanın mizahındadır.

Ve korkmayınız, kaçsanız da kurtulamayacağınız bir gerçek aşk nasibinize yazılmışsa, kaçamayacağınıza göre koşarak değil hissederek yaşamayı seçiniz. En iyi ihtimal kavuşur en kötü ihtimalde geçmişinize güzellikle koyar, e biraz sonrasında deli dana gibi koşarsınız hayatta. Değmez mi diye sorsalar, değer derdim. Ha bir kere gelmiş ya başa, “haşa ama bir daha olmaya” derdim. Bir daha olmayacağını bilen ve bir tanesini geçmişine koyan biri olarak, birden fazlasının namümkün olduğunu ama gerçek bir aşkın aşık olanı şahane bir yaratımla yeniden doğurduğunu söylemek isterim. Gerçek bir aşık bu yüzden, bu evrende iki ayrı zamanda iki ayrı rahimde yeniden dünyaya gelmiştir, bir anarahmi bir aşkın rahmidir onu yeniden doğuran.

Kim yeniden doğmak istemez ki?

Yazının devamı...

Özünüzü Nasıl Bilirdiniz?

İnsan, kendi öz benliğini bulmaz ve hiç duymazsa ya da duymazlıktan gelirse, kendi iradesiyle yarattığı yalanları yaşar.

Bir beden ve bir ruhun içinde çokça hal, çokça değişkenlik taşıyoruz. Özgüven, zayıflıklar, yükselen ego, yalnızlık, neşe, hava, nahoşluk, istemler, hayaller, başarı, hayal kırıklığı... Kısacası ne ararsan var. Kusursuzca yapamadığımız ise, hepsini tüm olağanlıkta görmek ve bir de onları olduğu haliyle kabul etmek, yaradılışın olağanlığı saymak. Öz benliğimizde olan biteni görmemek, iç gerçekliğimizi bilmemek, dış benliğimizin de mekanik tepkimelerle çalışmasına sebep olur. Ruhu duymamak, sadece bedensel yaşam biçiminde kalmak ve sadece bedeni ihtiyaçları ya da rutinleri bilmek gibi sonuçlar doğurur. Yaşadığın bir an veya bir olay karşısında hissettiğini düşündüğün duygunun, çoğunlukla gerçek hissin olmadığını çok iddialı bir biçimde masaya koyabilirim. Çünkü büyük oranda (ki bu dünyanın geldiği hızlı yaşam stilinden kaynaklanmaktadır.) duygusal ve eylemsel tepkilerimiz, alışagelmiş, görülmüş, başkaları tarafından denenmiş, genellikle mekanikleşmiş tepkiler oluyor. Soluksuzca koşarken beynin çokça düşünceyi üretemeyip, bedenin eforuna odaklanması gibi aslında. O kadar tempolu yaşıyoruz ki, bu tempo içinde öz varlığımız ne hissetti, ne istedi, ne diyor, bunları bilemiyoruz.

Savaşa çıkan komutan kuşatmak istediği toprakları çevrelemiştir. Asker sayısı az ama inancı fazladır. O sırada bir ulak gelir. Derki “Komutanım, havan topları çok, ittifakları da arkamızdan gelip saldırmak üzere anlaşmışlar”. Komutan düşünür, savaşı kazanmak gerçekten imkansızdır. Bir komutan inanırsa kazanılır derler ama, imkansızlığı da inançla kırmak imkansızdır. Yine de komutan, geri çekilmeyi, olağan bir önlem olarak görmek yerine yenilgi olarak yorumladığından “saldırın” emri verir. Üç gün süren bu savaşta komutanın binlerce askeri ölecektir.

Doğacak güneşe inanmak lazım ama doğmuş ayın karanlığını da görmek ve kabullenmek bir o kadar gereklidir. Bir kabul ediş, bir yıkımı önleyebilecek ve dahi aslında bir zafere güneş olacaktır. O yüzden içinde olan her duygu, düşünce ve durumu zayıflatıp zayıflatmadığına bakmaksızın kabul et, önce ezebilir ama sonra güçlenecek ve kendini tam bilerek zaferlerine doğru tüm cephelerinle yürüyeceksin.

Öz benliğine erişirsen, hayal üstü güzellikler yaşayacağını vaat edemem. Benliğine kavuştuğunda iyi mi olursun kötü mü bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, her insanın özündeki yaratılmış saf ruh, her olasılıktan daha “iyi”dir. Şu an taşıdığın bedenin geçen zaman içinde aldığı bilmem kaçıncı şekilden daha iyidir. Üstelik de hiç bilmediğin “kendin”!

Ben sana güzel şeyler olacak diyemem! Kılavuz edersen beni, yolun sonunda kendini bulduktan sonra ben oturur dinlenirim, oradan sonraki yolculuğunda güzelliklere ulaşmak senin işin. Senin kendinde iki güç keşfetmeni sağlamış olacağım, için gücünü yitirse dış benliğin elinin altında olacak.

Tek yapman gereken öz benliğini her daim duymak! Bir an için dinlemeyi bırakırsan, seni fiziki dünyanın yarattığı bir hale dönüşmüş robotik dış benliğin yönetecek.

Yolun uzun mudur kısa mı ben bilemem! Ama bilirim ki yolun sonu çiçekli bahçeler, pötikare örtüler... Sen öz benliğine kavuşmak için geçecek süreye “gönüllü müsün” önce onu söyle! Yol kendini adadıkça kısalır, küsmüş ve derinlere gömülmüş benliğin yolda karşına çıkıverir!

Ona kavuştuğun ilk zamanlar kolay olmayacak, demeden edemem! Ama derim ki, bildiğin tüm hallerinden bambaşka bir iç benlikle, öz gerçekliğinizle yüzleştiğinde varsın biraz başı dönsün ve hatta bu da birkaç hafta sürsün... Milli Piyangodan trilyonlar kazanmış olsan da şaşırmaz mıydın ve hatta bayılmaz mıydın mesela?

Bizler aslında farkında değiliz, bugün bir olay yaşıyoruz ve bu olaya karşı, belki toplumsal kaideler belki geçmiş deneyimlerimiz ya da arkadaşlarımızın gösterdiği reaksiyonlar olmak üzere bir bütün halinde benliğimizin dışında işleyen şeyler oluşuyor ve bunu sergiliyoruz.

Birisi bize bir söz söylediğinde hemen öfkelenebiliyor, kızabiliyor, küsebiliyor ve üzülebiliyoruz. Ama gerçekten benliğin buna ne tepki veriyor, buna karşı ne hissediyor, biliyor musun? Bilmiyorsun!

Çünkü iç ve dış benliğimiz birbirinden ayrı işliyor. Dış benliğimiz koklama, duyma, görme, hissetme eylemlerini kendi durağan akışında, standardın içinde yapıyor. Ama asıl içerisi, iç benliğin ne diyor işte bunu keşfetmek gerekiyor diyorum.

O yüzden bugün senden ricam; bir sokakta yürürken önce sokağın tadını, sokağın kokusunu, hissini almaya başla, 5 duyunun cevaplarını almaya başla. Bir çocuğu gördüğünde ne hissettiğin, çocukluğunu mu, bir üzüntünü mü? Bir çift gördüğünde yalnızlığı mı? Bunları hissetmeye çalış. Sokağa bak, kaldırımlara bak, esnafa bak, evlere bak ve o sokaktan gökyüzüne bak! Önce bulunduğun yerin 5 duyuya karşılık cevaplarını al, sonra daha ne kadar genişleyebilirsin bunu dene! Bütün duyularınla yaşadığın bir anı, bir günü, bir hissi yorumlamaya başla. Gerçekten ne hissettirdi, ne düşündürdü, nasıl bir tat bıraktı, sana ne söyledi, kulağına ne fısıldadı, bunların cevabını bulmaya çalış. Böylece sezgilerin, empati gücün de yükselecek.

Ve bir gün kendini bulmakla kalmayıp, karşında biri sana bir şey anlatırken, onun da o an ne hissettiğini, ne duyduğunu, nasıl bir tat aldığını, ne gördüğünü anlayabilecek, onun adına da bu duyuların cevaplarını verebiliyor olacaksın. Kendine alacağın cevapları da bulabileceksin.

O yüzden niyetlenirsen eğer, kendi öz benliğinle tanışmak, onu duymak ve hep onunla yaşayabilmek çok zor değil. Ve hatta itirafım olsun ki çok şahane bir şey. Bu yaşam döngüsünde tüm erlerini kaybeden komutan gibi alışılmış kararlar almamak, kendi yazdığın mağlubiyetleri yaşamamak, bu ne kadar yaşayacağını bilmediğin evrende bir saniye bile olsa kim olduğunu, ne istediğini, hangi şarkı olduğunu, hangi tadı sevdiğini bilerek ruhsal şeffaflık içinde şahane bir şekilde yaşayacaksın. Hayatta sahip olmak adına en fazla ne için mücadele verdin düşün, ondan kat kat fazlası çabaya özüne kavuşmaya değmez mi sen cevapla!

Eğer çıkacaksan bu yola, duyularını çalıştırmakla başla! İlk soru bu yazımı okuyup bitirdiğinde ne hissettin sorusuna şunlarla cevap ver: (yazı değil, sendeki hissi)

- Sence bu yazının sende yarattığı his bir ezgi ya da şarkı olsa ne olurdu?

- Bir kokusu olsa bu hissin, ne kokardı?

- Hissetmeye çalış, gerçekten içinde nasıl bir tat oluşmuştur. Yani okuduğunda hissettiğin ve düşündüğün şeyler hangi tatlar olabilir: ekşi, acı, tatlı ya da hangi yemek mesela?

- Gözlerini kapat ve bu yazıyı okuduğunda hissettiklerinle dolu kendini hayal et, dışardan nasıl görürsün onu? Sence nasıl görünüyorsun şimdi?

- Hangi açığına ya da yarana, hangi hayaline veya gerçekliğine dokundu mesela, bulabilir ve söyleyebilir misin?

Merakımla kalmak istemem, gerçekten cevaplarıyla doğru ilerleyip ilerlemediğini bilmeyenlerin iletişime geçmesini bekler ve dahi tavsiye ederim.

Sevgilerimle.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.