SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Koşullu Alışılmışlık

Başlığı çok değişik yerlere sürükleyerek bir karma tablo çıkarmaktır niyetim. Niyet de bu ya, koşulları, koşullu olmaları ve alışılmışlıkları hayatın her noktasına temas ettirerek aynaya bakalım hadi.

1. Kategori: “Koşul olunca hemen uyumlananlar”

Bu kategori en tehlikeli grup olabilir aslında. İnsanın önüne hayatta birçok kez bir şart, koşul ya da basamak çıkar ve o engeli aşması ya da aşamayı geçmesi gerekir. Bu yüzden böyle bir durum olduğunda, insan doğası alışkındır hemen o koşulu geçmesi gerektiğini kabul etmeye. İstisnaları ayrı tutarsak, duvarın diğer tarafına geçmek isteyen zihin, beden ve ruh, kendisine verilmiş bir görevi tamamlamaya meyilli ve koşulludur aslında. Bu kategorinin tek tehlikesi “suç ve yalan” türetme olasılığıdır.

Örneğin kendini kıskanan partnerinin kıskançlığını alışagelmiş kabul etse de partner, bu kıskançlıkla mücadelede yalan söylemeye yeltenir ve bu da alışagelmiş bir düzen almaya başlar. Yine parası olmayan bir evsizin vitrinde gördüğü döneri yemek için yazılmış miktara sahil olması koşulu ve açlığının onu suç işlemeye yöneltmesi gibi koşula göredir forma girme realitesi. Burada en ilkel kodlamalarımız tehlike arz ediyor esasen: “hayatta kal”

Bu “hayatta kal” tabiri, ölmek ve yaşamak denklemi değildir dikkatinizi çekeyim. Türetirsek bunu, “sevgilini kaybetme ve yalan söyle”, “işsiz kalma ve ne denirse onu yap”, “açsan çal”, “tehlikedeysen kaç” gibi ilkel kodun eylemsel sonuçları, hayatımızın en basit noktalarına kadar yayıldı demek istiyorum. Durum böyle olunca da ilkel kodlamaların bizi yanlışa sürüklemesinin önüne geçmek için, ilkel kodların önüne yeni bir kod yüklenmesini ve unutulmamasını tavsiye ediyorum:

2. Kategori: “Koşulsuzluktan koşullardan vazgeçemeyenler”

Bu kategoridekileri “başka koşul yaratamayıp bulunduğu alana alışmaya çalışanlar” olarak yorumlardım. Ve bu tarifi yapınca da içimden daha çok “kadın ve şiddet” olgusu geçerdi açıkçası. Ama bu aklıma gelen de zihnimde iki çatala ayrılır aslında. Zira, ben bu tabloda gerçekten “koşul yaratamayanlar” ile “bunun için gerekli özen ve çabayı göstermeyenler” olarak iki tür görüyorum karşıdan bakınca gerçeklere. Objektif gerçeklikle belirtmeliyim ki, ülkemizde başka bir “imkan” yaratma imkanı olmayan insan sayısı azdır. Hele ki geldiğimiz gelişmiş dünya halinde, insanın kaçması, hayatını değiştirmesi, kendini ve çocuklarını koruması büyük oranda imkan dahilindedir. Biraz da insanlığın gözü açıldı esasen.

Dijital çağ büyüyünce, TV’ler vs. alanlarda insanların ufku, bilgisi ve görgüsü artınca zihin imkan türetebiliyor ve kendinde güç bulma durumu tetikleniyor bir bakıma. Eskiden bir kasabada yaşayan kadın için, şiddet görünce boşanmak, kaçmak ve hayatını değiştirmek zor olsa da, artık medya ve dijital çağ sayesinde bunu yapanları görüyor, en basiti başka şehirleri bile görmeden tanımaya ve plan yapabilmeye başlıyor. Yani eskiden dünyası kasabası kadar olan insanlarımızın çoğu, koskoca bir ülkede onlarca olasılığı görerek bir olasılık hayalinde yaşayabiliyor.

Netice olarak eski düzen gelişimle değişince, gerçekten imkansızlık içinde olanları ayrı tutmakla birlikte, başka koşul yaratmamakta direten, başka koşul yaratsa da buna güç bulamayan insanlarımız, maalesef bulunduğu alanı değiştirmiyor ama bulunduğu alandan memnuniyetsizliğini sürdürüyor. Buna örnek olarak, şiddet görse de eşini sevdiği için ayrılamayan kadınları veya işinden memnun olmadığı halde iş değiştirmek için kendinde güç bulamayan çalışanları örnek olarak verebilirim açıkça ve alenen. Bu kategoridekilere de şöyle söylerdim:

3. Kategori: “Alışmış koşullucular”

Bu kategoridekileri “ısrarla karşı tarafı değiştirmeye çalışan ama bulunduğu alanı terk etmeyenler” olarak açıklarım aslında. Belki bir önceki kategorinin devamı gibidir hatta. Şikayetçidir ama şikayetine konu durum ya da kişinin değişmesi onun yarattığı ve dayattığı “koşul”dur. Basit bir örnekten ciddi olana doğru ilerleyecek olur isek; kimisi memnun olmadığı işinden şikayetçidir ama sürekli bir kaos yaratır. Ona göre terfiyi almayı ya da amirinin artık direncini kırıp taleplerini kabul etmesini bekler ve ısrar eder. Bu kategoride hiç alışamadığım iş dünyasından olan kesim, patronlarının zenginlik kaynaklarına ve işine dair bile eleştireldir. Ona göre patronları parayı ve şirketi iyi yönetmiyordur. Bu konuda söylenir, şikayetlenir, itiraz eder ve değişimde ısrar eder. Oysaki bu düzen onsuz da ya da böyle de devam ediyordur aslında.

Bir de ilişkilere bakalım: Bir danışanım eşinden şikayetçidir ve şikayeti eşinin işi, geliri ve sorumlulukları üzerinedir. Eşi evlenmeden önce de müzisyendir ve keyfine göre çalışmaktadır. Dışardan bakınca sorumsuz gibi algılansa da kadın danışanım, evlenmeden önce de uzun süren evlilik benzeri bir ilişki yaşadığı bu adamla, onun bu yapısını bilerek evlenmiştir. Bu evliliğin bu koşullarda olması üzerine bu durumu kabullenmiş olması gerekirken, aile içi huzursuzluğun temeli hala bu konudur. Israrla eşinin bambaşka bir insan olmasını beklemekte ve bu konuda kavgasını sürdürmektedir. Empati kurmaya başladıysanız, evle maddi-manevi ilgilenmeyen bu adamı suçlarsınız belki ama doğru bakışta, kendini değiştirmemiş bu kişinin değişmemesi suç değildir ve onun en doğal hakkıdır. Bu durumda değişen, kadının beklentisidir.

Beklentiniz değiştiğinde beklentinizi alamamanız durumunda karşı taraf suçlu değildir, kimse suçlu değil. Beklenti ve durumlar değişmiştir aslında. Değişimlere göre birliktelik huzura ermiyor ve uyumlanmıyorsa, kimsenin suçunun olmadığı bu durumdan çıkmak, gerekirse ilişkiyi sona erdirmek gerekiyor. Ama işte bu kategoridekilerin vazgeçmediği şey, yarattığı koşulu karşısındakine dayatması, ısrar etmesi ve bir süre sonra bu çemberin içinde kendi dayatma/ısrar eylemlerine alışarak rutinine koyması. Artık onun için “nasılsın” ya da “merhaba” demek gibidir “değiş değiş değiş” demek.

Bu yüzden bu kategoridekilere şunu söylemek isterim: değiştin ya da memnuniyetsizsin, elinde iki aşama var:

Bu anlattığım kategorideki durumlar, yaşantımızda belirli dönemlerde zaman zaman olmuştur. Bazılarımızda kategorilerden biri ya da birkaçı hala vardır. Bazılarında ise bu kategoriler sırasıyla da gerçekleşebilir, çünkü devam etme güdüsü taşır. Ama önemli olan, gerçeği bilmek, gerçekleri kendine söylemek, çabalamayı seçmek ama gerektiğinde vazgeçmenin de bir başarı olduğunu bilmek, her koşula kapılıp sürüklenmemek, durup düşünmek ve her zaman bilinçli farkındalık içinde yaşamak.

Yoksa hayat herkesin yaşadığıdır. Tek fark kimin nasıl, ne kadar doğru ya da mutlu yaşadığıdır?

Yazının devamı...

Sağlığımız Beynimizin Elinde

Elbette ki anlatmaya sığmayacak kadar kapsamlı bir konudur beyin titreşimleri ve beden sağlığı etkileşimi. Ama ben en olağan, anlaşılabilir genelleme ile anlatıp, önemsenecek bir değişim yaratma peşine düşmeyi denerim.

Bedenin bir bütünsellik içinde olduğunu biliyor isek, bedenin bu orkestrasında notadan çıkan bir enstrümandan sonra bütün enstrümanların senkron kaçırabildiğini de benzetme ile söyleyebiliriz. Beynimizin bedenimizdeki tüm sinir sistemleriyle senkronizasyonu iletişim ve titreşimler üzerinedir. Hatta örneğin bağırsak, bedende ikinci beyindir, bağırsağın mide ile de doğrudan senkronu vardır. Kalbin damarlarla, damarların bedendeki tüm damar ve kas sistemiyle bağlantısı vardır. Hal böyleyken bedendeki bir negatif titreşimin beden sağlığında nelere yol açabildiğini anlamak zor değildir.

Ufak birkaç sistemsel aktivasyonları örneklendirelim:

Gastroentestinal sistemin duygulara karşı hassasiyeti vardır. Kaygı, kızgınlık, yetersizlik, duygusal eksiklik gibi tüm duygular negatif titreşimlerle mide rahatsızlıklarına yol açmaktadır.

Hassas bağırsak sendromu, bağırsakların merkez sinir sistemiyle ilişkisini sağlayan sinir sistemi olan Enterik sinir sistemi ile beyin arasındaki iletişim bozukluğundan kaynaklanır. Mutluluk hormonu dediğimiz serotonin hormonunu bile %5 beyinle ilgiliyken %90’ı bağırsakla ilgilidir.

Fibromiyaljik kas sendromları, dışa vurulmayan duyguların kaslara yazılması ve serotonin eksilmesi sonucu başlıyor.

Daha basit örneklemeler de verelim. Söylemek istediklerinizi çokça kez söylemeyip içinize attığınızda, boğaz ağrıları yaşarsınız ve bu tiroit hastalıklarına kadar varır. Çok ilginç gelmesin, duymak istemediğiniz gerçeklerden çok kaçtığınızda kulağınızda çınlamalar ya da duyu zayıflığı oluşabilir. Beyniniz, sizi hayattan yorulduğunuza delilsiz olsa bile ikna etmişse eğer ayaklarınızda dolaşımsal bozukluklar ya da şişkinlikler oluşur. Kalp rahatsızlıkları, çapraz dürtüsel çalışır mesela. Kalp, sezgisel algılamayı sağladığından beynin amigdala kaçağına sebep olabilir, amigdala kaçağı ani duygusal tepkimelere girebilir ve ani duygusal tepkimeler ise panik atak ya da kalp krizi gibi ağır kalp rahatsızlıklarına neden olabilir. Bunun dışında, beyin kodlama hatalarımız yüzünden beynin komutuyla da “tehlike” hissine karşılık gelen güç, savaş, mücadele dürtüleri kalbi hasta etmeye yeterli olabilmektedir.

Rahim ve kistik rahatsızlıklar, genelde kadının kadınlığına ilişkin beynin algısal ve duygusal erozyonu yüzünden oluşmaktadır. Kadın, bir yerde kadınlık onurunda duygusal acı hissetmiştir ya da çok sevip sevilmemiştir veya çocuk sahibi olmayı kaygıya dönüştürmüştür. Bu bölge kadının kadınsallığında tüm negatif düşünce titreşimlerinin sonucunda hastalığı vermektedir.

Doğuştan olmayan, sonradan gelişen tüm bedensel rahatsızlıklar için elbette ki genetik vesair etkenler olmakla birlikte bedenin tüm titreşim ve frekans senkronundaki bozukluğun da sebep olduğunu söylemek gerekiyor. Bilimsel olarak da kanıtlandığı üzere, beyin dahil tüm organların birbiriyle iletişimi vardır, bu iletişimi titreşimlerle sağlar ve bir yerden diğerine gidecek olan titreşimde olağanın dışında bir tepkime olmuş ise titreşimin varış noktasında bir hasar meydana gelebilecektir.

Peki, gelelim burada başlangıç nasıl oluyor ve değiştirmek için neler mümkün?

Az biraz bahsettiğimiz gibi aslında zihin bir orkestra, beden ise zihin orkestrasını da içeren daha dev senfonik bir orkestra. Bu bağlamda zihin orkestrasındaki senkron bozukluğu, senfonik bozukluğu da beraberinde getiriyor. Yaylı çalgılardan birkaçının teli kopuyor ve tüm senfoni kulak tırmalayan bir senkron bozukluğuna ve olumsuzluğa dönüşüyor gibi. Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi bu akışın başlangıç noktası, karşılaştığımız her türlü olay, durum veya etkinin beyinle ilk temasının nasıl bir yol izlediğiyle ilgili. Karşılaştığımız bir olay, durum ya da etki beynin talamusundan girdiği anda iki yol izliyor: Ya sağlıklı bir gidişle akıllı beyin yani limbik sisteme giderek, düşünme haline geçiyor ya da sağlıksız bir gidişle amigdala kaçağı oluşuyor ve düşünmeden tepkilere dönüşüyor. Tersten gidersek, Amigdala duygusal reaksiyonlarımızın yeri olduğundan, amigdala kaçağı halinde mutlak surette karşılaştığımız durum, olay ya da etkiye karşılık öfke, üzüntü, kızgınlık, kavga ya da stres gibi ağır negatif tepkiler veriyor ya da tepkileri içimizde hissediyoruz. Sağlıklı gidişle düşünen beyin limbik sisteme gittiğinde ise, beyninizi daha önce bu karşılaştığınız olay, durum ya da etkiye karşılık otopilot olarak kodladıysanız da doğru ya da yanlış demeden otopilot devreye giriyor ve beyin bu bilgiyi aynı komutla amigdalaya gönderiyor. Eğer otopilot olarak kodlamadıysanız da beyin bu olayı düşünüyor ve sakince ilgili bölümlere bilgi akışları sağlayarak orkestrada doğru titreşimlerle sonuç vermesini sağlıyor.

Burada şunu iyi anlamak lazım, beynin sağlıklı işlemesi demek stressiz, kavgasız ve hep mutlu olmak demek değildir. Sadece hasar bırakmadan sistem işliyor, yaşayacağını yaşıyor, dışavurumlarını yapıyor ve neticelendikten sonra da kayıtları siliniyor demek istiyorum. Bu, sağlıklı olan sistem işleyişi ve zaman zaman sağlıklı işliyor zaman zaman da aksine bozuluyor.

Dedik ya amigdala kaçağı oluyor ya da otopilot kodlarınız yüzünden beyin karşılaştığı duruma örneğin “hmm biri bana yalan söyledi, ne yapıyordum, çok sinirleniyordum” diyor ve ezberlemiş olduğu davranışla (kayıtlı titreşim ilerlemesi) bilgiyi amigdalaya yolluyor. Amigdalamızla duygusal bir etki altındayız diye hemen hasta olmuyoruz elbette ki. Amigdalamızla duygusal etki içinde çoğu zaman ani ve hatalı reaksiyonlar gerçekleştiriyoruz. Bu durumda dışavurum gerçekleşmiş oluyor ve reel dünyada bizi negatif etkileyecek sonuçlar yaşayabiliyoruz. Örneğin haksız yere sevgilimizden ayrılıyoruz ya da sevdiğimiz birinin kalbini anlamadan haksız yere kırıyoruz. Bunun sonucunda da çok üzülüyoruz.

Ama beyin titreşimlerinin bedenle olan iletişimi sonucu oluşan hastalıklar, bu tür dışavurumlarda da arıza veriyor olsa da bu geçici ve önemsiz denilecek düzeyde oluyor. Asıl büyük iletişim ve titreşim bozuklukları sonucu oluşan bedensel hastalıklar dışa vurulmayıp, tüm tepkiselliğin ve reaksiyonun bedenin içinde kalması halidir. Yani beyin karşılaştığı olay, durum ya da etki sonucu hissettiklerini adeta “kol kırılır yen içinde kalır” atasözünü yerine getirir gibi bastırır ve bedeninin içinde tutar, beden içinde titreşimlerle o sonuçları hissetmeyi seçer. Hal böyle olunca sanki beyin mideye gider dert yanar, bağırsağa gider mutsuzluğunu anlatır gibi bir kaotik durum yaratır. Bunun sonucunda da dışa vurulmamış, halledilmemiş, söze ve tepkiye dönüşmemiş her türlü beyin titreşimi frekansları bozar, bedenle iletişimini bozar, sonucunda da bağlantılı beden bölümlerinde hastalıklara yol açar.

En önemli şeyi unutmayın: beyni anlamazsanız insanları, hataları ve kendinizi hiç ya da tam hiçbir zaman anlayamazsınız. Beyni de öyle leb diye de anlayamazsınız. Bunu anlamaya emek harcamalısınız.

O halde ne yapacağımız çok basit:

1. Önce iki kez düşün. İki kez düşün, hatta 2 dakika düşün ki, vereceğin tepkiler Amigdala kaçağı sonucu yanlış olmasın. Düşün: bu olay, durum, etki ne?

2. Analizini yap. Gerçek nedir? Gerçekten ne hissettin? Duygularının sebebi nedir? Neden böyle hissettirdi?

3. Dışa vur: Bu durum karşısında eylemselliğin ne olmalı? Bu ilgili kişilere verilecek tepkiler olabileceği gibi sadece duygusal ağlamak, üzülmek bile olabilir. Kendine ve ilgili kişilere duygularını düşüncelerini söyle, uygula.

4. Değiştir: Kendi beynine dost ol ve onu yönet. Bir daha aynı olay olduğunda beynin nasıl işlemeli, ona anlat, kodla ve komutlarını unutma.

5. Beyin ve beden senkronizasyonunu izle: Bazen farkındalığını yitirirsin. Bu durumda sağlığında bozulma olduysa, hemen bu sıralamayı başından itibaren izleyerek, bu hastalık neden oldu bul. Ve aynı yolu izleyerek çözmeyi hatırla.

Yazının devamı...

İlişkisiz İlişkili Erkekler

Geçen haftalarda ilişkilerde kadınları irdelemiştik biraz. E konu aşkta cinsiyetse, erkekler daha önemli bir alanı kaplıyor, irdelemeye doyamayız zira:)

Yeni yaşam düzeninde kadın ve erkeğin yaşam şekli değişince, dünya değişince, hatta kadın-erkek sayısal oranları bile değişince ilişkilere bakış açısı da değişti haliyle. Bu sebeple yeni yaşam düzenine göre erkeklerin birçoğu, “ilişki istemeyen” bir tavır içine girdi. Erkeklerin ilişki istemeyen hale gelişine ise “şimdiki erkekler” diye başlayan cümleler kuruluyor. Ama aslında “şimdiki erkekler” diye tarif etmekte yanlışlık var. Bunun nedenini şimdiki zamanın erkek modelinde değil, şimdiki zamanın düşünce kalıpları ve bakış açısı değişimlerinde bulmak gerekiyor. Hadi gelin bu detayları geçip, biraz daha eğlenceli bir seyahat yapalım ilişkisiz erkekler konusunda:

Erkeğin yaradılışında sahiplenme dürtüsünün olması şimdiki yaşam düzeyinde kaçış dürtüsünün kök noktası oldu. Bu yüzden ilişki demek, erkek için “sorumluluk” anlamı taşımaya başladı. Belki de tam da bu kök üzerine türlü türlü reaksiyon noktaları oluştu aslında.

Bir kesim erkekler, “ilişki sorumluluğu istenmeyenler” kategorimizde yer alıyor. Bu kesim erkekler, ilişkilerdeki rutinleri hayatında istemiyor. Bunların içinde en sıradan iletişim halleri bile var. Bu kesimdekiler, kendi kendilerine, bir kadına sürekli hesap vermek zorunda kalmak, sürekli ilgi göstermek, rutin buluşmalar, paylaşımların mali yükleniciliği, tatmin taşeronluğu ve hediye mekanizması gibi türlü zorunluluklar var edip bunları gözlerinde büyüterek isteksizleşiyorlar. Bu kesim için “sevgili” olmak evlenmek ile eş değerde neredeyse. İlginç olan bu ayrımı yapmayışları bana göre. Sadece güzel paylaşımların olduğu bir ilişkiyi, evlilikle eş değerde görüp “bekarlık sultanlıktır” algısına bürünüyorlar. Üstelik en büyük paradoksları ise bu düşünceyi karşılarındaki kadınlara biçiyor olmaları. Oysaki kadın dediğin, bir ilişkide paylaşım içinde olmak, sevmek ve sevilmek istiyor en başta. Kadın doğrudan “evlilik” düşüncesiyle başlamıyor ilişkiye. Bu türdeki bir erkek, flört ettiği kadının eline ipleri vermekten korkuyor ama kadın ise ip tutma peşinde değil aslında. Ama sorsanız bu tip erkeklere “kadın işi çok ciddiye alıyor”. Tam da bu türdeki erkekler durumu aşırı ciddiye alıp, aşırılaştırdığı işten bizzat kendileri kaçıyor. Rutin denklemi bozan bu tür erkekler, kendi yarattıkları fazlalığı karşı tarafa yükleyerek tüyüyor neredeyse. “Kendi tezatlıklarında debelensinler emi” diye kapatalım şimdilik;)

İlişki sorumluluğundan kaçanların kendi ruh halini çözebilmiş olan bir tür var ki, onlar da genel olarak “takılma” adı verilen “ilişkisiz ilişkililer”. Bu durumda etliye sütlüye dokunmayacağını düşünüyor. Bu ilişkisiz ilişkiye uyum sağlayacak kadınlar olsa da, çoğu kadın bunu sürdüremiyor. Bunun nedeni, kesin olarak belirtmeliyim ki kadınlar değil erkekler. Çünkü bu ayarı tutturmak erkek için o kadar önemli ki, iletişimi sıfır tutmaya çalışıp kendi bireysel özgürlüğünü sürdürmeye ve alanına müdahale ettirmemeye çalışıyor. Oysaki kadın zaten bu ilişkisiz ilişkiyi kabul etmiş ve buna göre de salt standart bir iletişim de olması gerekiyor. Nedeni ise insani saygı. İlişkisiz ilişkide, erkeğin bu sınır koruma hırsı ve adaptasyonu yüzünden erkek bencil görünmeye başlıyor. Bu bencillik ise kadının ruhunda kabul edilemez bir saygısızlık duygusuna dönüşüyor. Hatta “kullanılma” hissi baş gösteriyor. Bu tür erkekler, bilinçli takılma eylemine geçse bile eline yüzüne bulaştırıyor. Bir kadın, bu türden bir erkekle ne “takılabiliyor” ne de bu türdeki erkeğin yaptıklarına “takılamıyor”. Kadını da olmazlıklara sürükleyen bu tür için kuracağım cümle olsa olsa: Kadınlar en azından saygıya takılırsınız o yüzden bu erkeklerle ya takılmayın ya da takılmayın:)

Bir kesim erkek ise "güçlü kadın sempatizanı ve korkağı" tezatlığında boğuşuyor. Bu kesim erkekler, güçlü kadınları seviyor, güçlü kadınlarla yan yana olmaktan güç alıyor, egosunu yükseltiyor ama flört hali ilişkiye evrilmeye yüz tutunca o yükselen ego birden tepetaklak oluyor. Beğendiği yerden korkuyor adeta. Bu durum, denizi çok sevip denize girmekten korkmak gibi bir abeslik taşıyor. Bu kesim erkekler, bir güçlü kadının ilgilisi kazanabildiği anda ego tatminini yaşıyor ama devam etmesi halinde bu ego tatmini sürmeyeceği için kaçıyor. Burada hem ego devrede hem de yetememe ihtimaliyle bürünmüş kaygılı kaçış devrede oluyor. Erkek bir yandan egosunu yukarıda tutmak hem de kadından hep daha iyi olmak adına çabalamak zorunda olduğunu bildiğinden, bu mücadeleyi vermekten kaçınıyor. Piştt güçlü kadınlar, bu türü gördüğünüzde onlara “güçlü kadının ilgisini kazanma tatmini” yaşatmayın emi, egoları hep yerlerde sürünsün:)

Diğer bir kesim ise “ıssız adamlar”. Bunların ıssızlığı, akvaryumdaki plastik süs gibidir. Suyun içinde güzel görünür de plastiktir işte. Bu tür, zamanın “ıssız adam” filminin yarattığı bir algıyla dejenere olmuştur. Görüntüye göre entelektüel ve bireysel yalnızlığı seçmiştir. Özgürlüğü önemlidir, kendi kendine olmayı seçiyordur. Hayat relaks, çabalar önemsiz, zaman tüketilmek için vardır. İlişkiler konusunda yorum bile yapmazlar. Bir ilişki vardır ya da yoktur, varsa da yoksa da önemi de yoktur. Ama işin aslı da böyle değildir. Bu kesimdekilerin büyük bir çoğunluğu “gizli melankoliktir”. Bu kesim erkeklerde, beyni irdelediğim yazılarda değindiğim üzere, otopilot bozulması olmuştur ve dopamin düşüktür. Bu kesimin otopilot zihin algısında, hayat manasız bir akıştadır. Gerçekte de çoğunlukla hayat tatminsizdir. Otopilotlarında onları mutlu edecek bir kod yoktur. Sorsanız “seni ne mutlu eder” diye, bir cevabı yoktur; olsa olsa “ben böyle iyiyim” der ve bu bir cevap da değildir. Bu kesimin acilen otopilot kodlamasını değiştirmesi ve mutlulukla denkleştireceği kodlar yaratıp dopaminle serotonin hormonlarını tetiklemeleri gerekiyor. Bu tür erkekleri kadınlar asla değiştiremezler. Varsa böyle bir çabanız, acilen o evden çıkıp köprüye doğru koşun:) Olmaz, başaramazsınız. Bir erkeğin davranışlarını değiştirebilirsiniz ama zihinsel kodlamalar dışardan mücadele ile değişmez. Kişinin bizzat kendisinin değiştirmesi ya da istemesi gerekir. Şöyle düşünün: adam hasta ve kış günü çıplak koşuyor sokakta, yapacak bir şey yok:) Bu kesim erkeklerin ıssızlığı kendi ürünü, melankolisi gerçeği, perdede imajinasyon yalanı ve bu kesim erkekler bir kadın içinde çok tercih edilmemesi gerekeni.

Ayrıştırarak tarifler bir yana, bir de total olarak erkeklerde en “nefret edilesi” algıdan bahsederek yazıma son vermeyi seçiyorum. Tamam, kadınlar “altyazı” yazmakta çılgınlar ama siz erkekler de bu kadar “sessiz film” moduna neden giriyorsunuz, dublajı bile siliyorsunuz resmen. Günümüzden bir örnekle anlatalım. Bir erkek bir kadını bir mekanda ya da sosyal medyada görüyor, beğeniyor, iletişim kuruyor. Neyse hızlı geçelim, buluşma gerçekleşiyor. Erkek kadına övgüler yapıyor, mesajlar atıyor ve dışarıda dolaşırken ya da eve giderken elini tutuyor ve dahi kimisinde birlikte sarılarak uyuyor. Ertesi gün ise piyasada ilişki yok. Erkeğe göre, bu konuşulmadı ve bir söz de vermedi. Sorsanız “çıkma teklifi de neymiş, ne saçma” ama “E ilişkideyiz” deseniz, öyle konuşmaların geçmediğini savunur tüm manasızlığıyla. Bir danışanım ıssız adam kategorisindeydi. Bu konuları tartıştığımızda bana “sabah uyandığımda bir kadının bana ‘şimdi biz neyiz’ bakışını atmasından rahatsız oluyorum” demişti. İlk anda şaşkınlıktan cevap verememiştim. E nasıl bakmalıydı? Belli ki mesafe koymuştu. Kadın ise dün elini tutan, beline sarılan, yemeğe davet eden ve dahi gelecek günlere sosyallik planları yapan bu adamın sabahki hali üzerine nasıl bakabilirdi ki? Çok normaldi.

Sorun şu ki siz erkekler kaçak oynuyorsunuz. Net olunuz, net! Bir kadın kadar netlik ve cesaret halinde değilsiniz! Kadınlar ne istediklerini açıkça ortaya koyuyorlar, siz de koyun sıkıyorsa. Tek gecelik bir ilişki peşindeysen onu söyle, kabul eden olursa yaşarsın. İlişki istiyorsan onu söyle, kadın da istiyorsa yaşarsın. Ama sen Beyaz’ın zamanında skeçlerinde oynadığı karakter gibi “ben ilişki cümlesi kurmadıkça ilişki olmasın ama zaten ilişki yaşayacaksam da böyle bir cümle kurmayı anlamsız bulurum, elini tutar hayatıma alırım. Elini tutar birlikte uyurum, ilişki gibi hissettiririm ama bu ilişki anlamına da gelmez.” saçmalıkları savurmayın. Ne dediğinizin anlaşılmadığı her durum için, altyazı ustası kadınların altyazı yazmasına da tepkilerine de söz etme hakkınız bulunmuyor maalesef. Kendinize bile güveniniz yokken, kadın size nasıl güvensin.

Gelecek şunu fısıldıyor: Siz kadınlar, erkeklerden beklemeyin, net sorun, net olun! Zamanınızı erkekleri anlamakla kaybetmeyin, sorun ve cevapları kabul etme/etmeme haline göre seçip yaşayın. Değişmelerini beklemeyin. Issız ağlar, ilişkisiz kaçar, takılan her şeye takılır, güçsüzü süner, melankoliği küser.

Bir annenin ne istediğini anlayamadığı oğluna sorduğu gibi sorun: “Sen şimdi ne istiyorsun?”

Şimdi siz erkekler, bu yazıyı okuyun, yarın sevgililer gününde sevdiklerinizi mutlu edin, sevmeyi bilin ve dahi henüz birini sevdiğinizi diyemediyseniz cesaretinizi takınıp bir kadına “seni seviyorum” deyin, gülleri boş verin bir kadının kalbini güldürün.

Yazının devamı...

Affedememek

Hani kelimelerin tersi olumsuz kelimeler vardır ya: unutmak-unutmamak gibi. Gönül bunu adeta unutmak-affedememek şeklinde tanımlıyor.

Unutmamaktan daha yüksek ve derindir aslında affedememek. Affetmesen de unutabilirsin mesela. Ya da unutmasan da affetmiş olabilirsin birini.

Ancak “affedememek” bambaşka bir duygu halidir. Üstelik “affetmek” kelimesinin olumsuzu da değildir. Zira olsa olsa “affetmemek” olurdu. Affetmemek, kuralcı bir unutmama halidir. Bilinçlisindir, kızgın ve affetmemeye kararlısındır. Oysaki affedememek, senin iradenden, kararlarından ya da kızgınlıklarından apayrı bir varlık gösterir. Aksine çoğu zaman kızgın değilsindir ya da unutmak istemeye dair kararlar bile almışsındır. Ama zihnin hükmedemediği bir durumdur affedememek!

Bazen de kendini affedemezsin kimi zaman. Yaradılışın gereği hatalar yapar ve bu hataları unutur ya da unutmazsın, ama “affetmek” yoktur kendine dair hatalarında. Dedim ya, yaptığın hatayı, ya unutursun ya unutmazsın. Ancak bazı yanlışların vardır ki, onları gönlün “affedemez”. Bu halin içten içe kemirmesidir pişmanlık hali. İnsanın kendini affedememesi, pişmanlığın beslendiği tohumdur. Bu yüzden pişman olduğun şeyleri unutamazsın ve iç benliğin dış benliğini affedemez.

Bir de “gönül koydukların” vardır hani! Sevdiklerin! Öyle bir yaradır ki onun açtığı, kurşunu içeride kalmıştır; ne mümkün onu yok saymak! Kurşun kalbinin tam üzerinde, nadiren sessiz kalır, çoğu zaman kalbine baskı yapar. Zamanla çürür, çürüdükçe kanırtır etrafını ve acıtır zamanla orantılı artarak.

Verdiklerin kadardır canının yanması ve affedememe ateşi. Verdiğin kıymet kadarını almadıysan eğer, görmediğin kıymet kadardır yüreğinin bileğine taktığın.

En basiti çok sevmişsindir. Ne demek sevmemesi! Üstelik kaç gece onu düşünerek uyumuşsundur. Beklemişsindir, ömürden giden kaç gün ya da kaç ay hani! Durakta otobüs gelmediğinde küfrettiğin halinden kaç kat fazla kızgınlığının olması normal değil midir?

Emek harcamışsındır; bu zor hayatta karşılığında maaş bile ödememiştir hayat! Sevda işçisi olmuşsundur, en zor vardiya değil midir? Saçı süpürge etmek olmasa da özenmişsindir hani, ona dair ne varsa. Mesela güzel giyinmişsindir, o hep beğensin diye. Yeni kıyafetler almışsındır, sofralar kurmuşsundur, hediyeler almışsındır. Ya her şeyi bir yana bırak, ruhunu adamışsındır değil mi?

Sadece sarılmasını istemiştin belki. Belki şu koca çukur hayatın içinde onun kalbinin çukuruna sığınmak istemişsindir. Ömür yormuştur da onun kuytusunda gezegenleri umursamayacak kadar uyumayı hayal etmişsindir. Öyle ya, onun kuytusunda olmayınca şu gezegenlerin her bir hareketi seni vurmuştur. Yok Ay tutuldu ya da Güneş Jüpiter’in arkasına sakladı; ne olduysa yalnız başına yakalayıp sallamıştır seni. Büyük duygularla büyük severken, küçücük şeylerle mutlu olmayı bekleyecek orantısızlıkta yürürken sen, o nasıl da yolun başında durmuş ya da seninle yürümekten caymıştır.

Kimsenin tavuğuna kışt dememiş, başkasının mutluluklarına fesadi duygular beslememişsindir. Niyeti iyisindir de iyi mi yazılmamıştır bu kader!

Nasıl bir vicdandır bu hayattaki de karşılığını vermemiştir. Bazen o kadar yükseğe çıkar ki ruhun, gördüğü muhatap hayatın kendisidir ve hayatı affedemezsin. Herkese reva gördüğü mutluluğu sana çok mu görmüştür, sorup durursun hani.

Bazen hayata küsersin bazen kendine ve bazen aşka... Affedememe halinin umutsuz sakinliğidir bu hal. Öfkesinden arınmış, kabullenmiş ve fakat mutsuzluğuna düşmüş evresidir geldiğin nokta.

Kendiliğinden unutmak mümkün olsaydı keşke! Ne bileyim, o yüreğini yakmadan on dakika önce onu kalbinden iradenle sen atmış olsaydın da az evvel yaptığı vız gelseydi. Oturttuğun yerden sen kaldırsaydın ya da mesela o günün sabahında adı aklında uyanmamış olsaydın da zaten hiç değeri kalmamış olsaydı. Hayatta kilit soruları sormak mümkün olsaydı da yolun başında joker hakkını kullanıp, bir bilgi edinebilseydin. Bilseydin başlamazdın, sevmezdin ya da sevdiklerinden canını yakanlara hiç değer vermezdin. Faydasız kangren yeri kesip atmak gibi kesip atmış olsaydın, o yaraları büyütmeden bedeninde.

Aşka dair o muhatap, keşke sadece “gitmiş” olsaydı. Kalbindeki sevda yansımasını da alıp götürüyor ya, o boşluğu kimseye anlatamıyorsun işte. Kan şekeri düşünce bir anda insan yığılıveriyor hani açlıktan, işte öyle bir anda kalbinin aşk şekeri düşüyor sanki. Hafif hafif olmadan, bir anda kepçeyle kalbinde ne varsa alıp götürmüşler gibi. Sevsen kendine ayıp, kızsan hak etmiyordur, düşünsen değmiyordur ama yine de ondan kalma o boşluk, orayı dolduran eski halini affedemeyip duruyordur.

Peki oysa ki gerçek nedir?

İnsanlara verdiğin değeri sen vermiştin aslında. Tahtları sen kurdun, sen oturttun birer birer. “Sultanım” ya da “padişahım” dedin ve dahi o istemeden ikramlara, fedakarlıklara, cefalara sen kollarını sıvadın. Affedemediğin bu hal ne ise, o hep öyleydi de sen onu öyle okumadın. Onu sen başka tanımlamalarla tanımadın, tasvir ettin ve bu tasvirler üzerine gönül tahtına oturttun. O, tahtı yıkıp kalbini yakıp, kendini de oradan alıp gitti ya hani, sen kalbinde yarattığın “ona” kızdın aslında. Gerçek haline değil, senin görmeyi seçtiğin imajına göre kızdın aslında. “Nasıl böyle yapar” sorusunun cevabı belliydi hep ve hep o öyleydi, henüz görmüştün gerçeği apaçık. Apaçık görene kadar o boşlukları sen tasvirlerinle doldurmuştun. O senin yazdıklarını silip gerçekliklerini yazıvermişti sadece. Onun en gerçek halini bilseydin, kalbine yazmazdın adını biliyorsun.

Peki bilmediğin ve bilemediğin için “affedemeyeceğin” şey ne olmalıydı aslen?

Açıkça gözünün önünde idiyse elbette ki kendi hesaplaşmanı yap; ama yaşandıkça açığa çıkanların affı da ahı da yoktur. Hayatın “ayıplı mal” durumu yoktur ki iade edesin. Sadece gerçekleri yazdıklarınla değiştirip, oyunu tekrar yazacaksın; bundan başka duygunun kendine kötülükten başka bir şey olmayacağı da aşikardır, unutma!

Hayatı mı affedemiyorsun sana reva gördüklerinden mütevellit? Hayat bir oyun. Sen böyle oynamak istedin, istediğin sahneyi oynamak elindeydi çoğu zaman. Sen kendin seçtin bu rolü. Sen drama oynamak istedin. Sahnede en çok romantik repliği, en ağlayan aktörü seçen sendin, fark et artık.

Affedememe halinden çıkmanın yolu, affetmeye çalışmak değildir! Rolleri, oyunu yeniden belirleyecek ama en önce kalbine yazdığın hayali tasvirle, sana sunulan gerçekleri değiştirecek ve bu sahneye bundan sonra öyle bakacaksın.

Her gerçek, merhem gibidir. İlk an, öldürecek gibi yakar derini ve ruhunu ama hastalıkların şifası gibidir.

Gerçeklerin yalanı affetme huyu yoktur bir kere, yalanı da seçsen gerçek belinin boşluğundan etini sıkıp hatırlatır kendini.

Affedememek gerçeği göremeyen gönlün labirentidir, üstelik sonu yok, hezeyanı çoktur.

Boşverin, ne varsa da affedin geçin:)

Yazının devamı...

Kriptolu Kadınlar

Mizaha bile hep konu olmuş ve çokça bahsi geçmiş olsa da bambaşka açıdan biz kadınların her şeye nasıl da olağanüstü anlamlar yüklediğini, yaradılışını anlatmak isterim.

Sanırım bu yazı daha çok erkekler için “Ah, işte tam da bu” diyeceği cinsten olacak.

Her ne kadar yıllara sari yaşanmışlıklar sonucunda, erkeklerin üretici, kadınların tüketici olduğu gibi bir algı ortaya çıkmış olsa, gerçek böyle değildir.

İlkel dönemlerden bu yana belki birçok icadı erkek yapmıştır ve evet erkek “avcı” olarak yaradılışa sahiptir. Ancak aslında yaşamsal serüvendeki çözümcül üretkenlikler çoğu zaman kadının eseridir.

Daha insani hallerimizden başlayacak olur isek; ebeveynlerden anne, daha çocuğu konuşmuyorken bile ihtiyaçlarını anlayabilir. Doğal bir annelik içgüdüsü ile çocuğunun aç olduğunu ya da gazının olduğunu bilir. Hikayelerin en komik anları da zaten hep babaların çocuğu kucaklarında tutup “Hanım, ne istiyor acaba?” soruları ve çocuğunun tam olarak sorununun ya da ihtiyacının ne olduğunu anlayamaması değil midir? Babalık, erkek için bir misyondur, içgüdüsü yoktur. Bu kötü bir şey değildir. Nedenini belki de salt çocuğun annenin bedeninde varlık göstermiş olmasından doğan bir bağlılığa ve onun ürünü olan içgüdü oluşumuna bağlayabiliriz.

Kadın varlığı, içinde annelik içgüdüsü, kadınlık içgüdüsü ve bununla başlayan bir düzine içgüdüyle doludur. Bu sebeple evlatlardan kız olanı, annesi ya da babasının üzüntüsünü ya da beklentisini erkek evlattan daha çabuk anlar. Bu yüzden anne ya da baba hasta ise genelde kız evlat bakar.

Bu sebeple kadın, bir erkeğin kendisinden hoşlandığını daha lep demeden anlar ya da aldatıldığını. Mesela kadın ve erkeğin aldatmasındaki fark bile buradan çıkar: Erkek içgüdüsüz aldatır, tamamen testosteron hormonları yükselir ve bir avcı gibi çiftleşmek ister. Ama kadın cinsel bir içgüdü ile aldatır erkeğini. Aslında belki de bu yüzdendir kadının aldatmasının ağır gelmesi. Çünkü doğa kabul etmiştir, kadının “bağlılığını”. Zira kadın dediğin ailesine, evladına ya da partnerine bağlanır. Avatar filmindeki Eywa gibidir kadın ve o tüm enerjisiyle kıymet verdiklerine görünmez bir enerji kablosuyla bağlanır, onu da kolay kolay koparmaz. Belki de bu yüzden etkisi büyük olur eylemin.

İçgüdülerle donatılmış kadınlar, işte tam da bu yüzden tüm içgüdülerini her türlü durumda kullanır ve fazladan anlam yüklemeye yatkındır. Hani şu iş hayatında “mesleki deformasyon” diye bir şey var ya, işte kadınlarda da “içgüdü deformasyonu” oluyor maalesef. Çünkü kadının, anneliğinde ya da ne bileyim gerektiğinde devreye sokması gereken içgüdülerini, olmadık yerde piyasaya sürdüğündendir problemin kadına da erkeğe de sirayet etmesi.

Kadın, insanların (dikkatinizi çekerim kadın ya da erkek fark etmez) sözcüklere döktüğünden fazlasına bakar. Erkek dediğin öyle mi? İroni yapacaksan bile ipucu vermelisin, o derece “ne dersen onu anlar”. Yani daha doğrusu erkek, olan biten ya da söylenen ne varsa masada duranlara bakar, gözüyle gördüğünü, kulağıyla duyduğunu kabul eder. Bu da öyle meziyet değildir; siz erkekler, arkanıza özgüvenle yaslanmayınız! Bu bir tercih değil, içgüdüsüz yaratılma biçiminizin ürünüdür :) Aslında burada bir hatayı düzelteyim, erkeklerin içgüdüsü yok değildir; tehlikede “avcı ve savaşçı” içgüdüsü belirir mesela. Sadece kadınlardakiyle kıyasa tabi tutuyor olalım.

Neyse, devam.

Kadın bu hayatta her konuda “anlam arar”. Anne olduysa çocuğunun davranışlarından ihtiyaçlarının anlamını çözer. Ergin çocuğunun yanlış bir şey yaptığını mesela genelde anne yakalar. Neden mi? Şüphe doğmuştur ve arayışa geçmiştir de çoktan, ondan. Kız evladı, anne ve babasının evliliğindeki tüm anlamlara bakar, kardeşlik ilişkisindeki anlamlarına, ebeveynlerinin ihtiyaç ve küskünlüklerinin anlamlarına bakar ve bilir. Kadın eş ise, erkeğinin ofiste bir “halt” yediğini bilir mesela, ya da erkeğinin davranışlarındaki sevgiden tutun, ilgisizliğe, sıkılmasına, şımarmasına ya da aldatmasına kadar “ciğerini bilir” işte:)

Çünkü kadın sessizliğin içindeki sesleri duyabilmek, söylenmeyeni anlayabilmek üzere gizli bir yeteneğe sahiptir ve buna türlü durumlara göre de dediğim gibi içgüdü tarifleri yaparız.

Peki, kadın bu içgüdüleriyle alt yazıları nasıl yazar?

Evimde yazı çalışmaları yaparken genelde başıma gelen türlü şeyler oluyordu, onu anlatmak isterim benzetme adına. Bir keresinde televizyonun sesini unutup tüm akşam sessizce bakıp durmuştum, haber, dizi, klip kalanı… Olan biteni sessiz halinde anlamaya çalışmıştım. Yalan değil, huy edindim, arada yapıyorum, çok iyi geliyor. Ama duymadığım şeylere alt yazı bile yokken replik üretmek genlerimde var işte :) Birinde de Türkçe dublajlı bir filmi Türkçe altyazılı izlemiştim. Tamam çok önemli değil bu hata ama altyazı okumaktan filmi izleyemediğimi söylesem, buna gülersiniz herhalde. Yakın dostum da bir gün eşiyle Danca bir filmi İngilizce altyazıyla izlediklerini ve anlamadıklarını anlatmıştı. İşte kadınların ilişki ve flörtteki anlam yükleme hallerini bunlara benzetiyorum.

Sanırsın adam Ayapaneco dilinde konuşmuş ya da davranmış gibi, “ne demek istedi” der kadın. Evet bir kadının bir kadına ilişki kritiğinde sorduğu ulvi soru budur: “Sence ne demek istedi?” Çünkü lisanı yetememiştir, kendisi gibi içgüdülerle donatılmış bir dişinin bakışını da eklerse çözecektir bu işi.

Ayapaneco dili tükenmesi an meselesi olan bir dil olup; en çok ilgimi çeken yönlerinden biri, bir fiil kökü sonuna bir buçuk milyon tane farklı ek alabiliyor olmasıdır. Üstelik sadece harfler değil, ses ve tınlamaları da olan bir dildir. İşte tam da bu yüzden kadının erkekle olan iletişimini analizinde bu dili işletime soktuğunu düşünüyorum.

Bir örnekle gidelim. Kadın, flört ettiği erkeğe “Bu akşam görüşecek miyiz?” sorusunu soruyor. Erkek “Bu akşam maçım var” diyor. Şimdi sahne kadının zihninde: Erkek neden böyle demiştir, gerçekten maçı var mıdır, yoksa görüşmek istememiş midir, artık eskisi gibi sevmiyordur, ilgisizdir, bir kadın olabilir, kaçan kovalanır gibi olumsuz tercüme yapmış olabileceği gibi; yanındaki kadın dostu bu sözleri söylediğinde de tam olarak aksine erkeğin onu çok sevdiğini, maçı olmasa koşa koşa geleceğini, arkadaşlarını ekemeyeceğini, zaten onun da arkadaşlarını ekmesini istemeyeceğini, maçı bitince de yorgun olabileceğini, yoksa maç sonunda gelebileceğini… gibi gibi bir düzine şahanelikler sıralayabilir. Üstelik bütün bu olasılıkların hepsi “Bu akşam maçım var” cümlesinden türetilir.

Kadın erkek iletişim ilişkisinde tehlikenin kendisi zaten bu alt yazı yazma hali olsa da başlı başına; daha vahimi de buradan sonradır. Zira altyazıyı kadın sadece yazmakla kalmayacaktır. Olumsuz yazılmış altyazılar sonucunda, kadın erkeğinden şüphe duymaya başlayabilir ve izlemeye alabilir, baskı yapabilir ya da sitem ve tartışmalar yaratabilir. İlgisizlik şikayetleri belirir, hastalık misali. Erkeği aptala çevirir mesela; erkek ne yapsa olmaz, anlatsa altyazı olumsuz devam eder, çiçek alsa kadının düşüncelerini doğrulamış sayılır, susup otursa da ilgisizdir. Erkek, bunlardan başka da çözüm üretemez hani. Belki de böyle bir durumda erkeğe ne yapması gerektiğini de söylemek gerekir diyeceğim ama söylenince yapılan şeyin sonucu da kadında duygusal katliam yaratmaktadır:) Erkek olasılıklardan bambaşka bir şey bulmalıdır ve bu neredeyse imkansızdır.

Bir de kadınların olumlu anlamlar yükleme hali vardır. Erkek öyle olağan davranmıştır ama kadın daha flörtün başında ilişkiyi aşırı ciddiye alır. Zira erkek “Bu akşam maçım var” demiştir. Gayet de çok seviyordur, ciddi bakıyordur ilişkiye, maça gideceğini bile haber vermiştir:) Abandıkça abanır erkeğine ve daha flört aşamasından ilişkiye geçemeden erkeği “illallah” dedirterek kaçırır yanından.

Erkek aramaz, çok sevdiğinden kendini frenliyor olur. Erkek arar, aşkından ölüyor olur. Erkek aceleden kısa bir cümle yazar, ilgisiz olur; müsait olmadığında yazmazsa sevmiyordur. İlişki güzel güzel gidiyordur, “ee evlenmeyecek miyiz?” sarsıntıları başlayınca kadında, erkek “oyalıyor” olur. Erkek kadından emin olup da ilişki daha çok uzun sürmeden evlenme teklif etmiş olur ise de “bunun altında bir bit eniği” aranır.

Yani erkeklerin zordur işi!

Erkeklerin işi zor da kadınların kolay mıdır? Aslında bütün bu kaosu kadın boş yere yaratır. En başta dedim ya, şahane içgüdülere sahiptir kadın aslında. Sakin kalsa olanı biteni anlıyordur. Ama sakin kalsa! Sakin kalmayıp, altyazı yazmaya, okumaya, aşırı anlam aramaya kapılırsa aldığı sonuçlar kötü olur. Acele işe şeytan karışır yani:) Oysaki altyazıya gerek olmamıştır, adam maça gidecektir işte, ve başka ne görülmesi gerekiyorsa görülecektir hayat akarken. Hatta daha da şahanesi daha olacaklar olmadan hissetme yeteneği de varken, sezgilerin belirebilmesine olanak sağlanmalıdır yani.

Erkeğin fiillerinin bir buçuk milyon çekimi yoktur anlayacağınız. Tektir ve nettir esasen. Ne dediyse odur işte. Burada her iki cinsin birbirine bakışının tam tersi olması gerektiğini söylemeliyim. Aslında erkek, kadının fiillerinde bir buçuk milyon çekim olasılığını aramalı ve üretmelidir; ve kadın erkek için “ne dediyse, ne yaptıysa o” demelidir. Çözüm bu kadar basittir.

İçgüdü deformasyonu olmadan, altyazısız yaşayın derim son olarak. Erkeklere ne istiyorsanız onu doğrudan diyip, ne diyorsa onu size verildiği şekliyle alıp kabul edin. Yani siz kadınlar, erkeklere de bu kadar zulmetmeyin.

Şimdi son lafımdan erkekler nasıl da kendini anlayan bir kadın bulduklarını sandılar değil mi? Yoo, o iş tam olarak öyle değil. Bu iş burada bitmedi, daha siz “sorumluluktan kaçalım abi” erkeklerini de yazacağım:)

Yazının devamı...

Kendini Bilme ve Tekamül

Öz varlık için en anlamlı konuyu ele almak istedim bu hafta: Kendini bulma ve tekamül.

Kendimizi eğitirken, değişimler yaşarken veya yaşamak isterken, bir şeyleri de değiştirmek isterken, gelecek hayalleri kurarken ve yahut bir aşka dair kendi penceremize döndüğümüzde “olmak” ile “oldurmak” arzularının çokluğundaki yanlışlığı ele alıyoruz bir bakıma.

Yaşımız ilerledikçe, hayallerimiz ve davranışlarımız değişim gösterir. İşte bu yüzden, hayallerimize göre bazı şeyleri oldurmak isteriz ya da davranışlarımızdaki ve dünyadaki değişimler üzerine de “olmak” isteriz.

Bu sorun en çok kendisiyle baş edemeyenler ve kendisini keşfedemeyenler için ağır boyuttadır. Ama sorunun şekli ve büyüklüğüyle ilgilenmeyeceğimizi, bilhassa kaynak yanlışlığı çözümleyeceğimizi de bilmelisiniz.

Örneğin çoğunuz ve belki de hepiniz, kendinizle ilgili değişimler için, şöyle cümleler kuruyorsunuz: Şimdi bu kalıp his ya da düşünceyi ele alarak anlatalım. Bir ağızda söylediğiniz bu ve buna benzer cümlelerde, hem kendinizi bulmak istediniz hem gerçeklerinizi; hem ne yapmanız gerektiğini bilmek istiyorsunuz hem de pişman olmamak. Üstelik daha da vahimi kendinizi bulmak isterken, daha bulunmamış benlikle hayal ettiğiniz gibi yaşamak istiyorsunuz.

Sizce de aslında kendinizi bulduğunuzda, diğer saydığınız şeyler kendiliğinden olmaz mı?

İşte tam da bunu diyoruz. Tümevarım düşünce yaklaşımıyla giderek her bir parçayı ele alıyorsunuz, kendinizi bildiğinizde nelere de sahip olabileceğinizi bildiğinizden, onları da sayarak istiyorsunuz. Oysaki tümdengelim yaklaşımdaki tüm, kendi benliğiniz; ve siz önce ona ulaşmayı hedefleyip, ona ulaştıktan sonra parçalara doğru ilerleyecek ve belki de hiç uğraşmadan o parçaların yani sonuçların hepsine sahip olacaksınız.

Peki evrene verdiğiniz bir düzine isteğin yazıldığı reçete, nasıl bir reçete oluyor? Bunu şöyle düşünebilirsiniz: Bir restorana gidiyorsunuz. Menüyü veriyorlar elinize, bakıyorsunuz sayfalara. Garson geliyor ve “Siparişiniz?” diyor. enüde aslında tam da istediğiniz yemek yazıyordu. Garsonun tepkisini hayal edin, işte evren size öyle bakıyor.

Şimdi, kendinizi de çok suçlamayın. Ortalık çekim yasası olumlamaları ve tavsiyeleriyle doldu. Bu yüzden, dilimizde pelesenk oldu olumlama cümleleri. Hal böyle olunca da Allah ne verdiyse sayıyoruz, isteklerimiz olsun diye. Liste kabardıkça kabarıyor sonuç olarak da. Ama oturup hiç düşünmüyoruz, bu saydıklarımızın hesabındaki sonuç nedir ya da “aslında neye odaklansam oldururum” diye.

Aslında doğrudur. Çekim Yasası gereği söylemek ve daha doğrusu inanarak söylemek gerekir isteklerimizi. Neler olsun istiyorsak, onları sahip olacağımıza inanarak istemeli ve kendimize doğru çekmeliyiz. Bu halde kendimizle ilgili de değişimler yaratmak için Çekim Yasasını kullanabiliriz. Ancak Çekim Yasası, evrendeki enerjilerin birbirini çekmesi ve itmesi üzerinedir. Bununla bizzat kendinize dair, şans enerjisini, mutluluğu, başarıyı, vs. çağırabilirsiniz. Kendinizi bulmayı, kendinizi bilmeyi, sakin olmayı, olgun olmayı, gururlu olmayı, birini unutmayı, kalbinizden atmayı, bir acıyı ruhunuzdan silmeyi çağıramazsınız. Bunlar benliğinizin içindeki hesaplardır ve bu hesapta kendinizle baş başa olacaksınız. Üstelik hayatınıza bir şeyleri çekmek için “Çekim Yasasına” başvuracaksanız, kendinizi biliyorsanız ve kendinizden eminseniz bunu başarabilirsiniz.

Kendinizi bilirseniz, bu hayatta kim olduğunuzu, varoluş nedeninizi, nasıl yaşamak istediğinizi, kendinize yapılmasını istediğiniz ve istemediğiniz şeyleri, hayallerinizi ve zevklerinizi, zaaflarınızı ve kaygılarınızı bilirsiniz. Ayrıca bunlarla yaşamayı da bilirsiniz. Dikkatinizi çekmek isterim, kusursuz bir yaşam yoktur: kaygılarınız veya zaaflarınız olacak. Önemli olan kendinizi bilirseniz, bunların varlığından haberdar olacak, yönetebilecek ve devreye girdiğinde de kendinize kızmayacaksınız. Sihirli sonuç: pişmanlık duymayacaksınız hiç! Zira size göre bir hata yaptıysanız, hangi dürtünün devreye girdiğini bilecek ve kendinizi affedeceksiniz. Onaracaksınız zihin makinanızı her seferinde, ama en güzeli bunlar canınızı hiç sıkmayacak.

Kendinizi bilmeyi başarırsanız, “tekamül” başlayacak ruhunuzda. Olana bitene bu gözle bakacaksınız. Olasılıkları ve ihtimalleri görecek, duyacak ve ona göre yürümeye devam edeceksiniz. Örneğin yaşamın kısalığını ve kıymetini bilecek, gönlünüzün isteklerini dinleyerek ruhunuza isteklerinizi yaşatacaksınız; ne bileyim koşacak veya belki o plazadan ayrılıp tuale fırça darbeleri vurmaya başlayacaksınız. Mesela kıymet verdiklerinize gerçekten kıymet vereceksiniz, anlayacaksınız, hayatın herhangi biri için bitme olasılığı üzerine sevdiklerinizle güzel anıları yaratmak için de ihtimaller yaratacaksınız. Birini sevmekten korkmayacak, onun için mücadele verirken gurur atına binip şaha kalkmayacak ya da fazlaca yerlerde sürünerek yaklaşmayacaksınız. Bir aşkın muhatabı, sizin için kalben kıymetli olacak. Siz, ona onu sevmeyi layık göreceksiniz, o hak ediyorsa buna karşılık verecek. Her sevdanın kavuşmakla bitmek zorunda olmadığını bileceksiniz. Her zaman zaferle koşmayacağınızı, bazen de düşebileceğinizi bileceksiniz. Kaybedeceksiniz ve kaybetmeyi kabul etmeyi başaracak, gerekiyorsa ağlayacaksınız; en son düşmesi gereken gözyaşınızı da düşürüp, doğrularak hayatınıza daha güçlü devam edeceksiniz.

Uzun lafın kısası, kendinizi bilir ve bulursanız her şeyi daha net görüp kabullenerek, tekamül edeceksiniz ve güzel yaşayacaksınız.

“Kendini bilmek” kavramını standart kendini bilmekten ayrı kullanıyoruz. Yoksa hepimiz kendimizi az çok biliyoruzdur. Ama tekamül eden insanlar iyi bilirler, bu seviyeye ulaşınca anlaşılıyor, bunun böyle olmadığı. Gerçekten tekamül edince anlıyor insan, bu zamana kadar “kendi olmadığını”. Bu çok ilginç.

Peki bu “olma” nasıl mümkün?

Daha önce başka bakış açılarından varyasyonlarını yazmıştık. Ama şimdi bir tık daha derine gidelim. Zihni ve ruhu olgunlaştırmak çok zor iştir, hep söylüyoruz. Öncelikle farklı görüşlerin aksine altını çizerek söyleyeceğim, bu bir yolculuktur ve kısa zamanda ulaşılamaz öze. Niyetli olmak ve bunu istemek gerekir. Sürekli birtakım kodlamalar yapmak değil, olgunlaşmaya başlamak ve bu devrimi başlatmak gerekir. Bunda sondaj yoktur, ruhumuzun ya da zihnimizin derinlerine girmeyeceğiz. Var olan kodları yıkmak veya bilinçaltı temizliği yapmak gibi yöntemler ayrıdır ama bu “olma” yoluna girerseniz, sakince kabullenmeler, kendini keşfetmelerle yürüyeceksiniz geleceğe doğru.

Bunun için en önce kendi zihin ve ruhunuzu çizeceksiniz. “Siz kimsiniz?” Bunun cevabını bulacaksınız. Dilerseniz, her gün bu sorunun cevabını yeniden yeniden yazacaksınız. Kimsiniz? Bu hayatta kimsiniz, nasıl birisiniz; kısa ve öz, kendinizle tanışacaksınız. Hatta şöyle diyelim, kendinizi kendinizle tanıştıracaksınız ancak tanıştıran dış benliğiniz olacak ve iç benliğinizi size tanıtacak. İçinizdeki siz kimsiniz, nasıl birisiniz? Öyle yüzeysel cevaplarla geçiştirmeyin, hissederek kelime kelime yazın ya da düşünün.

Ardından “tamamlandınız mı ve nelerde tamamlandığınızı söyleyebilirsiniz?”. Tamamlanma hissi çok önemlidir. Üstelik burada tam bir tamamlanma olması şart değildir. Örneğin şu an hayatınızda kimse yoktur, bir ilişkiye de açıksınızdır ama “tamamlanmış” hissetmenize mani değildir bu durum. Yani bu yaşınıza kadar ilişkiler yaşamış ve duygusal tatminler yaşadığınız için tamamlanmış hissedebilirsiniz. Ya da iş hayatınızda geldiğiniz konumdan ilerleyebilirsiniz ama şuana kadar geldiğiniz nokta başarı için tamamlanmış hissetmeye engel değildir. Burada dikkatinizi çekmek istediğim önemli bir husus var: Her zaman her konuda “eksik” bulabilirsiniz. Gerçekçi olarak yaklaşmak gerekir. Yani şöyle söyleyebilmelisiniz: “” Bu tamlık, meseleyi kapatmak demek değildir, dikkat ediniz ve devam ediniz:)

Son sorumuz: . Kim olduğunuz ve tamamlanma hissi kısmını doğru yapmanız halinde, tekamül etmeye başlarsınız ve bu soruya da cevap verebilirsiniz. Kendi özünü tam keşfedemeden ve tamamlanmış hissedemeden bu sorunun cevabını verebilirsiniz ve oldurabilirsiniz ancak, bu bir “olmak” olmayacaktır. Yani yukarıda ballandıra ballandıra övdüğümüz kendini bulmanın sonuçlarından mahrum kalacağınızı söylüyoruz.

Hatta ilk soruyu haftalarca sorun ve diğer sorulara geçmeyin. Kendi özünüzü kendinizle tam olarak tanıştırana kadar ve emin olana, özünüzü hissedene kadar her an ve her gün bu soruyu cevaplandırın: “Kimsiniz?” Aksi halde kendi özünüzle yaşadığınız her an tek gecelik ilişki gibidir, 5 dakikada tanışıp evlenmek gibidir, erken ölmek gibidir.

Kendinizi özümsemeli ve çözümleyebilmelisiniz. Böylece hayatın sunduğu her şey sizin için “hayatın sunduğu gereklilikler” olarak gelecek, geleni alacak ve kabul edeceksiniz. Mesela o sosyal medyada yazınca canınız yanıyor da paylaşıyorsunuz ya Atilla İlhan’ın “ayrılık da sevdaya dahil” sözünü; bunu içiniz yanmadan, olgunlukla söyleyeceksiniz.

Siz tam olunca sizi tam olanlar ve tam olduracak hikayeler bulacak. Siz tam olunca artık buradan sonrası her bir saniye ve anı “hediye” olacak, yarınlarınızda sabahlar nergis kokularıyla ruhunuzu kucaklayacak. Palavra değil, derin bir inanç ve ispatla söylüyorum bunları.

Bunlar hep siz kendinizi bulup “tam olunca” olacak.

Ne diyelim “kendisi olmayanlar utansın” :)

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Dişil ve Eril Enerji Yönetimi

Her insan bedeninde hem dişil hem de eril enerjiye sahiptir. Herhangi bir durumda birisi daha baskın olarak hayat bulabilir. Bir kadın bedeni çoğunlukla dişil enerjiyi ön çemberini yükleyebilmiştir ve öyledir. Ama bir savaş ortamda yani güç gerekecek herhangi bir durumda da eril enerjisini ortaya çıkartır. Bir erkek bedeni de çoğu zaman eril enerjisi açıkta hareket etse de örneğin bir kayıp ve ağır acı halinde dişil enerjisini eril enerjisiyle yarışacak kadar meydana sürer.

Hatta bilimsel teoriler, partnerlerin dominant karakter eşleşmelerinde kimi zaman dişil ve eril enerjilerin yer değiştirdiği de belirlenmiştir. Zaman zaman bu nedenle eşler boşanmaktadır, realitede başka sorunlar dile getirilse de. Bu mesela dişil enerjide olması gereken dişinin eril enerjisinin baskın yaşaması gibidir. Bu halde karşısındaki erkek bedeninde, eşleşmenin doğal süreci gereği eril enerji gerilemeye ve dişil enerji yükselmeye başlar. Bunun da nedeni kadınların anne halinde çocuklarına eril enerjiyle sahip çıkması, çocukların da anne figürüne karşı dişil enerjiyle durması yani duygusal ve hassas olması gibi durumlardır. Bu nedenle de partnerlerden kadın, partneri erkeğe eril enerjisini çokça göstermeye başladığı zaman, karşısındaki erkeğin eril enerjisi düşmeye ve eril-dişil enerji dengesi bozulmaya başlayacaktır.

Dişil ve eril enerji olmak üzere iki zıt enerjiye sahip olduğumuza ve zaman, mekan ve olay karşılığında ikisinden birini takınabileceğimize ve rutinde birini baskın kullanabildiğimize göre, temel enerjimizi taşıdığımız bedene uyanı seçmek de dengeleri değiştirmek de mümkündür. Bir arkadaşımın oldukça güzel olmasına rağmen dişil enerjisi çok çok gerilerde kalmış ve hatta eril enerjisi de öne çıkmamıştı. Buna şöyle de denilebilirdi, her iki enerjiyi de eşitlemiş ve nötrleştirmişti. Taşıdığı bedenin kimliği vardı ve fakat eşitlenmiş bir enerji içindeydi. Ona baktığınızda güzelliğinde dişil enerjiyi, tavırlarında eril enerjiyi güç bela bulabilirdiniz. Yaşanmışlıkları sonucunda oluşan bu nötrleştime sonucunda biraz çalışmalar yaparak dişil enerjisini artırmayı başarmıştık. Ve o artık taşıdığı bedene en çok yakışan dişil enerjisiyle yeryüzüne inmiş ve yürümüştü.

Hangi enerjiniz, dışa en yoğun vurduğunuz enerjidir? Bu rutinde hep olabileceği gibi zaman zaman yansıttığınız enerjiler de değişken olabilir.

Kısa bir hikayemi anlatayım. Bir gün gönlümde bir aşk acısı varken, eski bir arkadaş ile oturmuş sohbet ediyorduk. O gün saçlarım fönlü, görüntüm şık ve güzeldi ama çok da mutsuzdum hani. İçerimde mutsuzluktan kıvranırken dile mizah sürmüştüm. Buna rağmen arkadaşım bana şöyle bir cümle kurdu: “Sen çok dişi bir kadınsın, her zaman insan sana hayranlıkla bakar. Ama bugün şu an tüm güzelliğine rağmen dişi değilsin.”

Evet! Püf nokta buydu! Çok güzeldim ama dişi değildim. Çünkü mutsuzdum ve acı sebepli nötrleşmiştim. Demek ki bedenimiz kendi kendine bu enerjiyi vermiyordu.

Hepimiz öyleyiz. Bedenlerimiz can verilmiş bir bedenden başka bir şey değildir. Bu bedene duyguyu da yaşanmışlığı da yaşanması isteneni de taşınması istenen ruh enerjisini de yüklemek bizim elimizdeydi ve bize dairdi. Biz yapmadıkça da bedenimiz asgari düzeyde kendi kendine var olanı verebilecekti.

Elbetteki bedenimizin doğal halinde taşıdığı ve yansıttığı bir enerji var. Bir insanın bize baktığında dişi ya da eril olarak gördüğünü biliyoruz ama karşı tarafı etkileyen ya da fazlasıyla bir aura yaratan düzeyde dışa vurmak ya da kullanmak, şekillendirmek mümkündü işte.

Buna böyle basit de bakmayın. Çünkü insan doğası, yaşadığı hikayesinin verdikleri yüzünden değişim yaşar. Daha erkeksi olur, daha melankolik olur vs. Mesela eril enerjisi olduğu halde bazı erkekler melankolik ve zayıftır, bazı kadınlar daha çok erkek gibidir. Yansıttığı haliyle sevilir ya da sevilmez. Ancak sen hangi halde olmak istiyorsun ona bakmak gerekir. Göstermek ve olmak istediğimizi oldurmaktan bahsediyorum her zaman biliyorsunuz. Ancak dediğim gibi diyerek çıkmayın işin içinden. Çalışan kadınların ya da anne kadınların eril enerjisinin arttığı, iş hayatı ya da mali zorlukların erkeklerde eril enerjiyi azalttığı bu dünya gerçeği karşısında itirazlarınızı kabul etmeyeceğimi söylemeliyim. Bu yüzden “enerjinize sahip çıkın!” diye tebessümle bu konuda ciddi değişimler yaratmak isteyenlere yöntem anlatmaya geçeceğim:

Bunun için ayna çalışmasını tavsiye ederim. Bunu uzun saatler veya uzun yıllar yapmanız gerekmiyor. Ama öyle göz atıp çekilmek şeklinde de tavsiye etmiyorum. En az iki dakika derinlemesine ve detaylı bakmanızı tavsiye ederim. İlk denemelerimde çok uzun bakıp kendimi tanımayı seçmiştim. Bu kişisel tercih olarak size bırakacağım bir şey. Bunu her gün sabah bir kez yapmanızı ve en azından (ritüele uysun hadi) 21 gün yapmanızı tavsiye ediyorum.

Aynaya bakın ve kendinizi keşfedin. Siz kimsiniz, bedeninizi hangi enerjiyle doldurmak istersiniz, peki ya öyle misiniz? Kendinizdeki bu enerjiden hoşlanıyor musunuz? Elinizle aynaya dokunduğunuzda değiştirebilme gücünüz olsaydı enerjilerinizi nasıl şekillendirmek isterdiniz? O halde düşünün ve aynaya yaklaşarak dokunun. İçinizden gelenleri söyleyin. Nasıl bir insansın, nasıl bir dişil ve nasıl bir erilsin? Örneğin

Artık kendinizi daha dişil ya da eril hissediyor musunuz? 21 günün sonunda sabah kalktığınızda aynaya bakmaksızın kendinize bu sözleri yine söyleyin. Gözlerinizi kapamadan aynadaki yüzünüzü görebiliyor, hayal edebiliyor musunuz? Bunu aynaya bakmadan hissedebilecek ve gözleriniz açıkken, gözünüzün önüne aynadaki o en dişil enerjili halinizi getirebilecek kadar çalışmayı sürdürün. Bunu başardığınız an artık aynaya bakarak ya da bakmayarak devam edebilirsiniz. Artık bir asansördeyken ya da bir yolda yürürken veyahut bir otobüste kalabalığın içinde tutunmaya çalışırken, bir an düşünseniz bu enerjinizi kendinizde görebileceksiniz. Bunları deneyin. Ne kadar keyif alacaksınız tahmin edebiliyorum. Bunu hareket halinde hayatın bir yerlerinde yaptığınızda gördüğünüz o dişil enerjiyi herkesin aynı sizin gibi hissettiğini düşünün. Çünkü bir saniye içinde düşündüğünüz ve gördüğünüz o enerji, artık auranızı genişlettiğiniz için herkes tarafından hissediliyor olacaktır. En az bir kişi, her kim olursa olsun, sizinle ilgili veya diyecektir.

İltifat aldığımızda ne kadar da mutlu oluyoruz değil mi? Kendinize içinizden iltifat edin. İhtiyaç duyduğunuz zaman özgüveninizi artırmak ve mutlu olmak için bir saniyeniz var ise etrafınızdaki kişilerin zihninde size dair iltifat baloncukları yaratın ve keyiflenin.

Nasıl düşünürseniz öyle hissedersiniz. O an, o insanların ne düşündüğü, ne gördüğü önemli değil. Siz zaten aynaya bakıp çıktınız. Güzelsiniz ve alımlısınız. Bir kusurunuz görünmüyor.

Deneyin!

Enerjilerinize, onların olması gereken dengesine sahip çıkın! Onları şekillendirebilme gücünüz var, kullanın. Kendinizi iyi hissetmek için ya da hayatın olağan akışında bir takım sonuçlar almak için kullanın.

Kendinizi nasıl görüyorsanız ve hissediyorsanız, dünya da sizi öyle görüyor ve hissediyor unutmayın! Zira hepimiz bir ruh ve enerji çemberinden ibaretiz.

Yazının devamı...

Kaybetmeyi Kabul Edebilmek

Müzik kutuma baya hüzün kokan şarkıları listelemişim. Bu sebeple bu yazımın biraz hüzün içereceğini söyleyebilirim. Haydi başlayalım.

“Umut edebilmek” ne güzel şeydir bu hayatta. Başlı başına her şeyden evvel, yarınlar için umutlar eker ruhumuz her bir an. Bizi, bu yaşama umudu yaşatır aslında. Çünkü varoluşumuzdaki en ilkel komut, “hayatta kal” komutudur. Hayatta kalabilme umududur, bilmesek de hücrelerimizde dolaşan ilk umut.

Umut olunca da “beklenti” diye fiziksel bir durum ortaya çıkmaya başlar. Umut ve beklentiyi belki aynı şeylerdir diye düşünebiliriz ama, aynı değildir. Umudun 90 derecede kaynamasıdır beklenti. Umuda çok bağlanırsak kaynamaya başlar ve beklentiye dönüşür de bizi durdurmaz eder hani. Örneğin flört halinde olduğumuz kişiyle güzel bir ilişki umut etmek duygusuna çok sıkı sarılırsak, bunun gerçekleşmesini beklemeye başlarız. İşte tam bu noktada belirtmeliyim ki; umut etmek güzel ve zararsızdır, ancak o, beklentiye dönüşünce içinizde bir çıban büyümeye başlar. Bir an evvel olmalıdır çünkü, umudu beklentiyle koyulaştırdığınız istek. Bu halde de büyü bozulabilir, davranışlarınız değişir ve olanı oldurmayabilir. Mesele burada kişinin kendi benliğindeki dayanma noktasıdır. Suyun kaynama derecesi kadar dayanmanın bir bitiş çizgisi olmalıdır. Ve bu çizgiye gelindiğinde bundan kimse sorumlu değildir ve o çizgiye gelindiğinde bitmişliği kabul etmek ve suyu soğumaya bırakmak gibi hayatı da kendi benliğe dair özgür kılmak gereklidir. İşte bu bitiş çizgisi umudun bitiş ve beklentinin hiç başlamadığı bir çizgidir.

Bu yüzden sadece “umut” ile kalmak lazım gelir. Beklentinin zararı büyüktür zira. Umut etmek seviyesinde kalırsanız eğer, umut ettiğiniz şey olmazsa umut etmeyi bırakır ve sahneden kendi isteğinizle inersiniz çoğu zaman. Ama umudunuza sıkı sıkıya bağlanıp, onu bir de beklentiye çevirmişseniz, geçen zaman aleyhinize işler; umut, yerini umutsuzluğa bırakabilir ve olumsuz bir sonuç halinde umutsuzluk ve kayıp, ruhunuzda ağırlaşır. Adeta nakavt olmuş gibi hissedersiniz. Umudu beklentiye dönüştürüp bağımlı hale gelmek, aslında kumar bağımlılığı gibidir. İlk kaybettiğiniz elde kalkamaz, krizler geçire geçire oynamaya devam edersiniz oyunu. Hani kumar bağımlısı evini ocağını bile satar ya, beklenti ve umuda sıkı sıkı bağlandıysanız artık bağımlı olmuşsunuzdur ve var gücünüzle onu oldurana kadar onurunuzdan gururunuzdan, kendinize verdiğiniz değerlerden vazgeçersiniz. Kumarbazın sattığı her eşya gibidir kendi özünüzden beklenti uğruna verdiğiniz her şey.

Umutla giriştiğiniz genel, özel ya da iş, konu her ne ise beklentiye dayalı bağımlılık devreye girerse, o yoldan umutsuzluk içinde kaybolarak geçersiniz. Bunun için çokça kez yazdığım gibi motiflerinizi değiştirmeyi, bağımlı olmak yerine kendinize değer vermeye çalışmanızı tavsiye edip bu kısmı kapatacağım.

Beni hüzünlendiren daha kadim bir kısım var zira: “Umutsuz Beklentililer”

Vardır elbet içinizde böyle olanlar. Yani umutsuzdur, ama bu umutsuzluğunu bile yıkabilecek şekilde bir olayın gerçekleşmesini bekler insan bazen. Azdır ama vardır bu düşünce ve hissetme biçimi. Çok iyi bilirim, zira birkaç değişik hikayede tatmışlığım var.

İnsan umutlarını kaybederse, hayatta kalma komutunu almak da istemez. Bu yüzden bütün savaşları ve topraklarını kaybetmiş komutanla aynıdır tüm umutlarını yitirmiş insan. Zordur hani kaybetmeyi kabullenmek. Kazanmak için umut yoktur, ama bir mucize bekler içten içe.

Hayat da böyledir; umudun kalmaz bazen, ama bir mucize bekler yüreğin.

Sevdiğini ölümle uğurlamak böyledir. İyi bilirim. Sevdiğini toprağın altına koyarsın, onun yaşamasına dair umudun da ölmüştür onunla birlikte. Yasın bitmez, acın dinmez, “hayatta kal” komudunu duymak istemezsin, öyle savrulursun ama hayatta kalırsın. Sonra umutsuzluğuna alışırsın belki biraz; ama mucize bekler zihin, kavuşmayı bekler gönül. Bunu yok edemezsin. Acını dindirecek bir ilaç beklersin: rüyanda görmeyi, ona dair yeni bir şey öğrenmeyi beklersin. Beklemekle geçer ömrün ve belki en kötüsü ölmeyi beklersin. Annemin evladını benim abimi beklemekle yıllar geçirip de zihnimi büyütmeyi başarınca dizginleyebilmiştim umutsuz beklentili halimi. Bir baktım ki her kayıp insana bir umutsuzluk bir de beklenti ekiyordu. Kaybetmeye alışmak imkansızdı zira.

Kendimi bir usta gibi eğitmeye başladığım yılların sonunda abimi sadece çok sevmeyi öğretmiştim kendime. Severken ağlamamı engelleyemezdim; ama umutsuzluk ve beklentiler olmaksızın en saf halimle onun yanımızdan ayrıldığını kabul edip, varlığını anmayı ve bu olanların kainatın bir gerçeği olduğunu düşünmeyi, hikaye bu ya elbet bir gün kavuşmayı, kainata ve yaradılışımıza inat isyan etmemeyi, kadersel biçilmişlikleri kabul etmeyi öğrenmiştim. Böyle daha iyi yaşadığımı söyleyerek benzer acıları yaşamışlara tavsiye ederdim soran olursa.

Bir de aşka dair "umutsuz beklentililer" vardır. Bu kişiler için duygusal nakavt gerçekleşmiştir. Hikaye bitmiştir ve belki bunu kabul etmişsindir de, ama bu kabul etmek o kadar zor ve ağırdır ki, gerçekten tam anlamıyla kabul edememişsindir. Bu, o acıyla olgunlaşma üzerine tamamlanabilecektir. Son kül de yaprak gibi yere düştüğünde kabul edebilirsin aslında belki de. Meseleyi kapatamadığından dolayı kendine sinirlenir, iradeni sorgularsın. Umudun yokken neden hala beklediğine akıl sır erdiremez dostların ve belki de sen de dahil. Cevabı basittir aslında: umutsuzluğuna dair yanılmış olmayı beklersin. Hatta belki de umutsuzluğuna dair yanılmış olmayı umut edersin. Umutsuzluğun üzerine umut yaratmak, durumun ne kadar vahim olduğunu gösterir bakarsan.

Umutsuz bekleyenler suskundur çoğu zaman. Dile dökmeye utanır kimi zaman. Bazen kendine de itiraf edemez. Bu durumdan çıkmak için daha çok acıtır kendi canını, günün olası herhangi bir zamanında. Yanlışlar yapar; unutmanın yollarını ararken yanlış sokaklara sapar durur. Evin her yeri yanıyorken her yerde koşmak gibidir belki.

Sorsalar acının tek umudunu, “kendine geri kavuşmaktır” derim. “Ehvenişer” kelimesini çok severim, kötünün iyisi anlamındadır. Bu hayatta bir sevdaya dair umutsuz beklenti duyduğum ağır bir dönemde kendime biçmiştim bu sözü: “ehvenişer ben”. Çünkü insan, acıdan arınıp kendini bulmayı hedefler. Ama insanın bu halde ruhunda bir paradoks vardır: umutsuzluğu vardır, umutsuzluğunda yanılmış olma umudu ve beklentisi, acıdan öyle ya da böyle çıkıp ehvenişer kendini geri bulma umudu ve beklentisi. Bunu yönetmek zordur bilirim. Ama en acılarından birini yaşamış biri olarak evvelki hikayemden kendime ders çıkardığım gibi dersimi paylaşmasını da iyi bilirim.

Böyle zamanlarda da insanın mutsuzluğunun özellikle çekildiğine inanmışımdır. Çok sevdiğiniz birini kaybettiğinizde yahut herhangi ağırlıkta bir sebeple sevdiğiniz tarafından terkedildiğinizde ağır bir mutsuzluğa girersiniz. Günlerce ya da haftalarca süren mutsuzluktan sonra kısa ya da uzun bir sakinlik dönemi geçirmeye başlarsınız = “mutsuzluk nekahet dönemi”. Bunun nedeninin bir bedenin taşıma gücü ve süresiyle alakalı olduğu kesindir elbet. Pilin bitmesi, gözyaşının kuruması, dermanın kalmaması, uykunun gelmesi gibi tabirlerle ifade edebileceğimiz gibi bir acıyı en taze haliyle uzun zaman çekebilmenin mümkün olmadığını kabul etmek lazım. Acı gitmez ama bilinmeli ki sadece sessizleşir. Arada siz gözyaşınızla varlığını hissedersiniz ve bazen de bir an olur o en acı sesiyle fısıldar ve kaybolur.

Tek, net ve gerçek diyeceğim şudur: “Kabul edin”

İçinizin acıdığını, umutsuzluklarınızı ve beklentilerinizi kabul edin. Utanmayın, sıkılmayın, kendinizi suçlamayın, beklentilerinize bağlanmayın ve kendinizi içinde bulunduğunuz durumla serbest bırakın. Acı mı çekeceksiniz, bilinçli ilerleyin bu zaman içinde. Zaman sizi iyileştirsin diye zamana ve kendinize şans tanıyın. Her acının dindiğini ve sakinleştiğini ve bunun ancak içinde kalıp serbest bırakınca olduğunu söyleyebilirim.

Kaybetmeyi hissedin, kaçan kendinizi hep yakalayıp tutun ve “serbest kal” diyin; hissettikçe kabullenirsiniz ve iyileşmeye başlarsınız. Kayıplarınıza dokunun, hissedin, gözleriniz susmaz belki o anlar bilirim; ama siz acınızı serbest bırakın, o günü gelir sizin için susar.

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.