SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Hayatın Rüşdü: Olanların İspatı

Bilinçli olsak da olmasak da her şey bir ispat sorunuydu. En başta, nefes bile derinden geliyordu çoğu zaman ya, kendi varlığını ve senin varlığını ispatlamak istercesine...

Türlü türlü dirilişi vardı ispatın. Çocukken, ilk önce emeklemeyi ve emekledikten sonra yürüyeceğini ispatladın, seni sevenler öyle iri iri gözlerle sana bakarken. Sana yaşamın hep “emeklemekle” geçeceğini ispatlayamazdı hayat işte, sen henüz o kadar küçükken. Parmaklarını buruşturup yazdığın defterler boyu okuyabildiğini ve dahi beşten başlayıp yüz alabildiğine kadar çıkan puanlarınla da umutların boş olmadığını ispat ettin, yüzüne bakan bekleyişlere karşı.

Yalnız bir yere gidebilmeyi ya da ilk zorlukta annenin omzunu tutarak güçlü olmayı gösterdin ve belki o mağrur duruşunun ilkiydi o defa.

Bilmem o okulun adı nedir ama, ilk kez bir muhataptan sebep kalbinin atışı, sana aşkın varlığını ispatladı ya; sen de sevebilmeyi gösterdin, kitapların o boş, ilk sayfasına yazdığın satırlarla. Henüz o yıllarda, çok sevince mücadelenin en hasını vermeyi ispatlayamazdın belki ama o günler de yine de kalbinde birinin adını tutmayı ispatladın en safiyane halinle.

Gözyaşların ispatladı bu hayatta hüznün var olduğunu; ya bir aşktır sebebi ya daha acısı ve belki de en olmadık sudan sebep su damlacıklarının inadıdır onun da geliş sebebi hani...

Ergenliğini ispatladın ve ergenliğinden sebep geleceğe dair hayal ve hedef tutmayı, yani günü geldi sen de rüşdünü ispatladın.

Sınavlar koydu önüne hayat, kendisinin yaşam boyu sınavlarla dolu olduğunu göstermek istercesine! Hangi sınavdan sonra kurdun bu cümleyi: “Hayat hep böyle olacak” diye...

Annen ve baban kavga edince, kendine hangi ispatı aldın bilmem ama, kimi “evliliğin kötü ispatı” dedi, kimi “her şeye rağmen yarenlik” dedi.

Uzak ya da yakın, yüreğini burktuysa birinin bu yaşamı terk edişi; bir kürek toprak atışını seyrederken bilmem kaç yaşında, ezanın sesi “doğumla ölümün arasındaki hikayedir hikayen evlat” dedi kulağına ve başı sonu belli hikayenin kıymetini ispatlamıştı, hissedebildin mi?

Şarkılar söylediler, enstrümanlar vardı, gözlerin kapalı ya da açık dinlerken ruhun dolup taştı ya hani; müzik, kendi şifasını da coşkusunu da ruhunu da her birinize ispatladı, rüşdünü kabul ettin mi müziğin?

Daha kanepeye çıkamayan çocukluğundan geldiğin bugün, bilmem kaç şehir gördün ve kaç ülke; dünyanın şahane büyüklüğünü ispatladı kıtalar ve milyonlarca insanın milyonlarca hikayesi olduğunu, herkesin apayrı veya tıpatıp aynı şeyleri yaşayabileceğini, uzansan dokunamayacağın kadar uzak, gözlerini kapatsan hissedeceğin kadar yakın olabileceğini düşündürmedi mi sana?

Hani çok sevdin, peşinden koştun da sana gelmedi ve hatta başkasına gitti ya o aşık olunan muhterem; her aşkın karşılıklı olmasının bir mecburiyet olmadığını ispatladı, o son oturduğunuz masadan kalkarken. Üstelik o da sevdiğince reddedilmiş ve sen de seni seveni reddetmiştin çokça kere. Acı ki bu noktada asıl ispatı kimse görmedi: “Aşkın imkanı sana dairdi, muhatabı yoktu, sevdin ve sevmenin imkanı sendin. İmkansız aşk yoktur; aşk düştüyse kalbe, kişide aşk oluşmuştur, imkan daha kime?”

Depremler oldu, kat kat betonların altından sağ çıktık da yolda yürürken bir anda kalbimiz titredi ve yaşamımızı yitirdik ya hani; “olmaz olmaz” dememeyi ve “an”’ı en dolu haliyle yaşamak gerektiğini ispatlamıştı hayat bir gün, Güneş’ini atıp, Ay’ı koluna takmadan hemen evvel, o akşamın haber bültenlerinde...

En şöhretlilerin yok olup gittiğini de en zenginin bittiğini de en başarılının bir gün donakaldığını gördün de “Eşeği sağlam kazığa bağlamak” deyimini mırıldandın mı hiç, sahnelenen o perdeyi izlerken?

Güneş, hiç usanmadan her sabah doğdu pencerenden ve vazgeçmemeyi ispatladı da sahi söylesene sen neden sabahları mutluluktan vazgeçtin?

Tarihler boyu bir yokluğun, imkansızlığın içinde yaratılan icatlarla yaşadığın bugünler, hadi bunları görmezden geldin de, ortalık yokluktan başarıya giden yolları anlatanlarla doldu, üstelik artık neredeyse fenomen oldular, ne aldın peki sen o hikayelerden? Sadece alkışladın mı ya da komikse sadece güldün mü? Yoksa daha çok hayal edip, hayallere koşmak gerektiğini duymadın mı satır aralarında? Bu ispatı görmemiş olamazsın!

Senden bir can geldi dünyaya, hiç düşünmedin mi kutsal kitaplarda denildiği gibi yaradanın kuluna kendi kudretlerinden bahşettiğini? O halde neden bahşedilenle daha fazlasını yapamayacaktın ki?

Bir böbreği iflas etti bedenin, diğer böbrek canhıraş ayakta tutmaya çalıştı, bir ayak yok olunca beden diğerine yaslandı, göz görmedi ama kulak duydu, konuşamasa da işaretleriyle kendini ifade etti ya beden, bu orkestranın şefi olduğunu daha kim ispatlamalıydı sana ki iyi yönetesin ve daha çok sahip çıkasın?

Öyle dünya çemberinin etrafına serpmişlerdi denizi; bir ucunda oturup seyrediyor, bir yerinde üzerinden vasıtalarla gidiyor, bir kıyısında ise bedenini salıyordun kulaç atmadan ya işte, denizin derinliğiyle derinleşebileceğini ve içindeki okyanusu açığa çıkarabileceğini kim söylemedi?

Evlendin, çocuk sahibi oldun, iş sahibi oldun ve toplumuna kaideleri yerine getirdiğini ispatladın, kendine gücünü ispatladın. Kimi zaman huzur varlığını ispatladı buna karşılık ama kimi zaman da kaidelerle kaybolduğun o an “Peki ya sen ne istiyordun? Ya özgürlüğün?” sözünü biri söyleyip de kaçmadı mı köşeden?

Sabrı ispatladın her ama her konuda belki ama, erdemli olmanın affediciliği ve onarıcılığını söylesene yüzde kaç yapabildin sevdiklerine karşı?

Halteri kaldırmayı, kas yapmayı ispatladın da atletten ari çıplaklıkla sergilediğin o kaslarla, hadi itiraf et ne kadar kutsal sayıp taşıdın bir kadın ruhunu kollarından ruhuna? Ya da yurtdışından ülkene gelince almak üzere gün saydığın ayakkabıdan vazgeçmedin de, çabasıyla işten geç gelen ama yetiremeyen eşten ne kadar çabuk vazgeçtiğini ispatlamadı mı sence reyonlar?

Bazen mutlu olduğunu kendine de ispatlamak zorunda hissettin. Bir başkası derse olmaz, illaki kendince ikna edilmeliydin kimi zaman. Ne bileyim hava kapalıdır, bir süredir nahoşluk vardır belki de yalnızlık hafiften sorun yaratıyordur tesisatların bozulması gibi. Kimi zaman da yalnız kaldığında, zoraki yalnızlığından mutlu olduğunu kendine, yalnız başına başardığını evrene ispatladın.

Peki ama son yıllarda sürekli bir mutluluk hali göstermek üzere, fotoğraf çekilip sosyal medyada kaybolduğundan hemen sonra, mutlu tebessümleri hep kadraja bıraktığını ispatlamadı mı o duygusu olmayan ekranlar? Söylesene en son ne zaman hiçbir kadrajın olmadığı ve dahi flaşın patlamadığı, hatta filtresiz, rötuşsuz bir anda en mutlu halinle gülüp de o anın tamamını hissettin?

Şimdi en tebessümle çekildiğin fotoğrafı aç ve iyice bak! Sence de o fotoğrafı çekilirken değil de beğeni sayısı artınca daha mutlu olmadın mı? Neden mutlu olabilecek bir anını pozla nötrleştirip de ekrana kitlenerek mutlu olmayı bekledin ki?

Uzun saatler elektrikler gitti ya hani sizin sokakta geçen gün, en doğal zamanda ne yapacağını şaşırmayı bırakıp bir saniye dinleyebildin mi kendini? Ya da yatarken beş dakika nefes alıp duydun mu ruhunu? Bir şarkıda gözlerini kapatıp hissettin mi ezgiyi? Onun sesini duyduğunda, beynin onu sevdiğini söyledi de kalbin düzinelerce his anlatıyordu, işitebildin mi? Gerçekten kendini sevdin mi? Kendini oyalamaya çalıştığın o akşam birini özlediğini, hayallerinin seni durdurmadığını veya hüznünü gökyüzü gördü ya, sen görmedin mi?

Şimdi otur ve hesap makinesini al, bu yaşamda nefes aldığın toplam saniyeyi bul. Bir ruh, bir saniyede en az bir duygu yaşayabilir; bir akıl, bir saniyede en az bir düşünce yaratabilir; ayak, bir saniyede en az bir adım atabilirse, bir sayı bul, kaç saniye kendini mutlu ettin, kaç saniyeyi hiç ettin, ne kadarı boştur ortalama, ne kadarında düşündün, hesaplamaya göre onca saniyede ortalama bu hayata kaç şey ürettin? Kağıdın bir kenarına yaz, uzun sürmez, kaç hayalin oldu hatırlayabildiğin ve kaç hayalin var henüz gerçekleştirmediğin? İki tabloya bir bak, kaç saniye yaşadığın bu ömürde, kaçını gerçekleştirdin? Kaç adım atabildin hayallerine, sevdiklerine ve en önce kendine? Kaç kere oturup “Ne istiyorum?” sorusuna cevap aradın ve en önemlisi cevabını yüreklice sıraladın?

Hayat rüşdünü ispatladı da peki sen hak ettiğin yaşamı kendine yaşattığını ispatlayabildin mi kendine?

Yazının devamı...

Kendini On Yıl Sonra Nerede Görüyorsun?

“Kendimi on yıl sonra bir sahilde otururken görüyorum” derdik belki de…

Peki bu soruya bu şekliyle verilen cevap tatminkar mıdır? Yeni sorulara gebe bırakılabilir mi? Doğrusu nedir?

Bir klişe olsa da en hakiki sualdir belki ama bence eksikliği tamamlandığında…

Bana kalsa “On yıl sonra kendini hangi hayal ya da hedeflerini tamamlamış olarak görüyorsun?” derdim.

Çünkü ben on yıl sonra kendimi bir sahilde keyifle otururken görüyorum. Önemli olan oraya oturana kadar hangi hayallerime kavuştuğum ya da profesyonel bakış ile hangi hedefleri tutturduğum önem arz edecektir.

Çalışma hayatına dair kim bilir yönetici olmak üzere bir iş görüşmesi yapsam ve “On yıl sonra bu şirketi en tepe noktaya getirmiş, yerime birini yerleştirmiş ve bırakıp köşeme çekilmiş, huzurla bir sahilde kahvemi içiyor olarak görüyorum” desem cevapların en etkileyici hali olurdu belki de.

Ama bizler on yıl sonra kendimizi kapitalist sistemin içinde hala yer edinme ve yer tutma tarifleriyle görüyoruz. Kimse on yıl sonra tüm hayal ve hedeflerine ulaşmış olmayı hayal etmiyor ilginçtir.

Herkesin bir yanı alıp başını egede bir sahil kasabasında bir kafe işletmek üzere klişe söylemlerde iken, bir yanı da on yıl sonra hala kariyer hedefinde kalıyordu.

Darağacının bundan daha iyi bir görünümü olamazdı. Ve insanların kendini özgür hissetmemelerinin kendinden daha iyi bir faili de bulunamazdı. Gerçekte gönülden istenmeyen bir hayal ile (ki bu ege sahilinde yaşam hayali) gerçekte üzerine tam düşünülmemiş ve sistem hatalı kariyer hedefi arasında sıkışmış bir insan bundan daha iyisini nasıl başarabilirdi ki?

Önünde duran on yılı nasıl yaşamak istiyor ve hedefliyorsun bunu iyi düşünmen gerekmez mi? Buna en doğru cevapları bulmamız gerekmez mi?

Mesela güneşi daha çok hissetmek isterim. Özgürce sokaklarda dolaşmak, avazım çıktığınca şarkılar söylemek isterim. Ayaklarımı kızgın kumlardan serin sulara değdirmek ve en büyük hazları hissetmek isterim. Çok büyük aşk ya da aşklar yaşamak ve hikayeme ortak aşıklar katmak, sevdiğimle en deli tutkuları en mutlu anları yaşamak isterim. Belki hayalini kurduğum konfora ve maddiyata kavuşmak isterim. İşimde büyük başarılar elde etmiş ve keyifle unumu eleyip eleğimi asmış olmayı dilerdim. Büyük işlere imzamı atmış, adımı insanların aklına kazımış olmayı isterdim.

Ben mutlaka bir sahnede ellerimi kaldırmış, büyük bir hazla insanların gözlerindeki etkilenmişliği görerek bir şeyler anlattığım bir anımı bu on yıla katmış olmayı dilerdim. Çok insan tanımış olmayı, çok yer keşfetmiş olmayı ve çokça sevilmiş olmayı isterdim. Kocaman mutlu bir ailem olmasını isterdim, onuncu yılımda yıllara sari büyümüş. Genç kalmış ve hala her türlü delilikle gülmeyi seçmiş olmayı tercih ederdim.

On yıl sonra geri dönüp baktığımda herhangi bir şeyden pişman olmamayı tercih ederdim mesela… Gönlümü on yıl boyunca doyurmuş ve eksiksiz yaşamış olmayı tercih ederim. Mesela hiç “keşke”m olmasın derdim on yıl sonrasında bir günde… Ve aynısını bir sonraki on yıl için dilemeyi bilecekmişçesine…

Nasıl bir hayatı yaşamak istiyor ya da kendinde neyi değiştirmek istiyorsun?

Eline bir kağıt kalem al ve geleceğini çiz. İster mevcut olan ve memnun olduğun hayata eklemek ve çıkarmak üzere bir hayat yaz, istersen de bütünüyle yeni bir gelecek yaz.

Hadi birlikte yapalım:

Kendimize bir gelecek çizelim. Bu gelecekte en önce kendimizi şekillendirelim, betimleyelim. Bu oyunda ya da kitapta rol alan ana karakter olan sizi nasıl betimlerdiniz? Saçlarınız nasıldır, ne giyersiniz ve nasıl konuşursunuz? İnsanlara nasıl bakar, nasıl güvenir, ne arar, hangi konularda özgüvenli hangi konularda kararlı hangi konularda temkinli yaklaşırsınız? Neyi sever ve neyi sevmezsiniz? Size nasıl davranılmasını ya da davranılmamasını istersiniz? Siz kimsiniz? İnsanlar sizi nasıl bilmeliler? Bunun için nasıl bir davranış kriterleri çizersiniz? Fazla mı naifsiniz, aşırı gerçekçi mi, biraz duygusal mı, güvensiz mi, kolay güvenir mi? Mevcut fazlalık ya da eksikliklerinize göre bu saydıklarım ve daha fazlası için kendini yeniden inşa edin ve her bir detayı yeniden yazın. Mesela saçlarım ve tırnaklarım güçsüzdür, bunu da güzel uzun saçlar pırıl pırıl bakımlı tırnaklar diye de yazabilirim. Fiziksel ya da ruhsal birinin sizi ne şekilde görmesini, bilmesini istiyorsanız kendinizi tüm detayıyla yazın.

Bitirdikten sonra sakince odaklanarak ve belki de sakin bir müzik eşliğinde okuyun yazdıklarınızı. Ama okumadan önce kendinize bir söz verin, bu geleceğe yazdığınız kişi olmaya karar verin ve çizdiğiniz kişi ve ilişkiyi seçeceğinize ve buna göre bir serüven yaşayacağınıza dair söz verin kendinize. Okuyun ve sözünüzü tutun. Gerekirse unuttuğunuz her an okuyun!

Gelecek her detayıyla olmayabilse de büyük oranda elimizde ve zihnimizde. Nasıl olmasını biçiyorsak en fazla yaklaşma olasılığımızı yaratmış oluruz. Ne istediğimizi kendimize söylemediğimiz her an, evrenin ya da kaderin neye göre şekil değiştirmesini bekleyebiliriz ki? O halde kadere ya da evrene ama en önce dümende oturan kendimize ne yöne gitmemiz gerektiğini söylemeliyiz.

Kendinize uzak ya da yakın bir mavi kıyı gibi gelecek çizin, dümen sizin, gelecek çizdiğinize en yakın ve bu eser emin olun sizin….

Yazının devamı...

En Doğru Soruyu Sorabilmek: “Neden?”

Sormaya başladıysan illet gibi en pis sorudur bu! Üstelik bir kez sorduysan, artık bu sorgulama hayat boyu sürecektir. Bir “neden” aramak kişiyi gerçeğe, doğruya ve kendine götürür, hep söylerim.

Bu sorunun en zor cevabı teğet geçişlere dairdir. Öyle hemen bulunmaz, demlenir ve ardından beklersen de cevabı gelir.

“Bu çok saçma, niye oldu şimdi bu?” diye sorarız başımıza gelen bir olay ya da geçip giden bir kişi için. Hayatın nedenini bilmek kadar, olan bitenin sana geliş amacını sorgularsan, şahanedir cebe cevabı koyup yürümek. Ama zordur aramak, bulunca ne yapacağını bilmek!

Her şeyin bir oluş ve her kişinin bir geliş sebebi vardır. Biraz örneklendirelim edebiyat yapmadan evvel: Örneğin bir tesadüf gerçek aşkı getirmiş olabileceği gibi, gerçek bir aşk için seni hazırlamak üzere de gelmiş olabilir. Çünkü henüz doğru kişiyle kavuştuğunda olman gereken doğrulukta olmayabilirsin ve evren seni buna hazırlamaya da yeminlidir bilmelisin. Bu sebeple hayatına öyle tesadüfle biri girer, ansızın çıkıp gider. Sen sorarsın “nedendi?” diye. Sende neyi onarmak ya da değiştirmek üzere geldiğine bakman ve değişimi alman gerekir. Bazen kendiliğinden değişirsin, örneğin orantısız fedakarsan ve terk edildiysen, aynı vericiliği yapmamayı zaten ruhun kendine görev biçmiştir. Ama bazen görmeyen ve almayanlar olur. İşte o zaman sarmal tekrarlanır, sen olman gereken sen olana kadar aynı sorunu yaşar durursun. Bundandır sürekli ayrılıklar ya da kalp kırıklıkları...

Hastalığın bile geliş nedeni vardır. Sağlıktaki aksaklık, seni bedenine özveriye davet ediyordur mutlak surette. Bu yüzden neden bu hastalığın kapını çaldığını sormayı unutmamalısın nekahetten çıkmadan evvel.

Bazen olmadık yalnızlık arzusuna kapılırsın, öyle çıt çıkmasın da evimde oturayım dersin. İşte o yalnızlık arzusu, aslında özünden olan ve fakat ruhunun ve kulağının duymadığı bir gerçeği ya da dileği sana fısıldayabilmek içindir. Doğru dinlersen eğer, o yalnızlık halinden sana bir armağan ve değişim vardır. Sorarsan ve kendini açarsan, evrenin seni konumlandırdığı gaye eyleminden gayeyi alıp çıkarsın.

Dinlemeyi bilirsen, bedenin ne yemek istediğini bile söylemektedir aslında. Bu söylem kuru gürültü değil, bilakis beden, kendi ihtiyacını uğuldar açlık kisvesi altında.

İşlerde aksaklık olur ya hani, mali kayıplar, krizler ya da hatalar... Daha büyüğü biraz ötededir de oraya varmadan silkenebilesin diye gelmiştir o tökezleme.

Basit kırgınlıklar, özveriyi verip temele birkaç demir daha atar aslında dostluklarda. Her iki taraf için de nedene bakmayı bilirsen, örümceğin saramayacağı bir ağı örmeyi bile başarabilirsin.

Uyku ve uykusuzluk bile bir neden için gelir. Aramadığın ve ruhunda titreyen bir cevap vardır, kulaklarını kapadığın ama seni uykundan eden. Uyku ise ruhunun şifa talebinden gelir.

Aşksızlığı seçsen de aşk kapını çalar hani! Belki en basitinden aşktan vazgeçme diyedir ama belki hayatta bilmediğin duyguları tanıman içindir.

Otobüste bir insanla tanışır, sohbet eder ve uzaklaşırsın da sözleri aklında kalır tüm gün. İyi dinle kulağında çınlayan anekdotları, sana bir mesajı vardır mutlaka.

Sebepsiz yere ağlamak yoktur, atmayın! Ağlamak üzere bastırdığınız o sebep, sizden daha güçlüdür ve gözpınarlarınıza karşı ondan zayıfsınız, susturamazsınız, o ağlatır. Bırakın sebebiyle gelsin gözyaşı da sonrasında rahatlayınca sorun gerçeğinizi.

“Beş dakika erken çıksaydım kaçırmazdım vapuru” dersin ya bazen, o beş dakika gecikmişliğin sebebi vardır, ne yaşadın o gecikmede bir bul bakalım. Ha bir de madem bu cümleyi kurabiliyorsun, her olan biten için bu cümleyi kurmayı da bil. Oraya gitmeseydin o adamla tanışmazdın, sen fazla pozitif davranmasaydın o seni böyle kırmazdı, sen bir gün daha dikkatli olsaydın iş aksamazdı, dikkatli beslenseydin hasta olmazdın ve bir hafta daha sabırlı olsaydın bu aşk bitmezdi... Önce bir tespiti yap da “neden” sorusunu ne için soracağını da bilebilesin.

Bu soruyu soranların birçoğunun da doğru sormadığını söylemeliyim. Dediğim gibi doğru yerden başlanmamış “neden” sorusu da size hiçbir zaman gerçeği ve değişimi vermeyecektir.

E ben anlattım, “Neden” artık doğru sormayasın ki “Neden” diye kendine...

Betül Yergök /Mentalizasyon

http://mentalizasyon.com/

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Yalnızlığı Sevsek de Neden Korkuyoruz?

Herkes bir an da olsa yalnız kalmayı, kendiyle olmayı sever. Ama bu çoğu kişide uzun süreler değildir. Her bireyin kendi bireyselliğinde, yalnızlığı yaşama biçimi değiştiğinden, bu biçime göre geçen süre de farklılık göstermektedir.

Biz mutfağın penceresini açıp derin tarafına bakalım bu durumun.

Yalnız olmayı sevmek ve fakat hayatta yalnız olmak istememek üzerine konuşmak ve bu duygu halinde neler yaptığımıza bakarak ayna tutmaktır bugün tercihim.

Yalnız olmak ile yalnız yaşamak ayrı kavram ve hislerdir. Aslında kimse yalnız da yaşamıyordur büyük çoğunlukla. Yani bu hayatta gerçekten hiç ama hiçbir kimsesi olmayan kişi sayısı parmakla sayılacak kadardır. Sevdiklerimiz vardır, uzakta da olsa ailemiz, telefonun ucunda dostlarımız vardır ve fakat buna rağmen yalnız yaşadığımızla ilgili bir sorunumuz vardır.

Elbetteki evlileri değil bekarları ilgilendiren bir konudur ama temelinde toplumsal alışagelmiş kodlamaları konuştuğumuzdan, herkesin dikkatini çekmesini de başarabilirim. :)

Yaşadığımız toprakların ruhumuza işlediği kodlar var: işte belli bir yaşa gelince evlenilir, çocuk yapılır, ev alınır, araba alınır, düzgün bir işte çalışılır, devlet memuru olmak iyidir gibi gibi sıralar, sayfayı doldururum.

Bunların içinde saydığımız gibi “belirli bir yaşta evlenmek ve çocuk sahibi olmak gerekir” kodu kişiye yalnızlığı kapatmak üzere aşılanır. Evlenmek ve çocuk sahibi olmak fikri ve empoze edilişi yaşlanınca birinin bize bakması ve yalnız ölmemek üzerine kuruludur.

Bu yüzden kodlanmış toplum bireyleri, sırf bu sebeple evlenir ve hemen de çocuk yaparlar. Bunun doğru ve yanlışlığını tartışmıyor olacağım. Ben diğer kitlenin yaşadıklarını tespit edip çözüm önermeyi seçtim bugün.

Kodlamalara uymamış diğer kesim, bu fikrin özgürlüğü yok eden bir baskı olduğunu düşünmüş ve uzun süreler bu fikri reddetmiştir. Çocuk sahibi olmak istese de evlenmeyi istememiştir.

İşte burası kaosun başladığı yer! İnsanın içinde yer alan ve temizlenmemiş kodlar, korkular, değişmeyen istekler ve kaçılan durumlar bir arada bir savaşa girerler ve olan o bünyeye olur. Bir kere hepimizde bu kodlamalar olduğuna göre, ne kadar reddetsen de evli ve çocukluları görür ve senden daha mutlu sayarsın onları. Evine döner ve yalnızlığını derin derin hissedersin. Burada ilk olarak kod devreye girer. Ardından o yalnızlığı sorgularken sen, neden bu hayatından vazgeçmediğini hatırlar ve korkularını ayaklandırırsın, peşinden yalnız ölmek de istemediğinden gerçekten bir partner/yoldaş istersin bu hayata ve o istek bir çocuğun başını devirip şeker istemesi kadar masum ve ağlamaklı gelir masaya. Son olarak da ellerini beline koyarak içeri girer bütün bunlardan kaçma dürtün. Bu senfoni sık ya da seyrek aynı müziği çalar ruhunda ve her zaman da alkışı almadan iner sahneden. O şarkıyı kimse dinlememiştir ve hatta belki bir şarkı bile çalamamışlardır üstelik.

İnsanın kendine ettiği en büyük kötülük, kendini arafta ya da kaosta bırakmaktır.

Az evvel yazdığım gibi senfoninizdeki bölümleri ayırıp görmeye başlayın (konu her ne olursa olsun). İyi bir orkestra şefi olmayı başarabilirsiniz ama bunun için mutlak surette görmeniz, duymanız ve bilmeniz gerekir.

Bu yüzden öncelikle her/tek bir konuda, sizi tetikleyen kodları, korkularınızı, kaçışlarınızı ve isteklerinizi görün. Ne diyorlar? Ardından bu durmayan senfoniyi kaçarak kapatmayı değil, dinleyip bir şef olarak sona erdirmeyi seçin. Son ezgi ve son nağmeyi siz belirleyin. Yani neyi seçeceksiniz, bilinçli olarak seçin. Konumuzdan giderek izah edelim:

Yalnız yaşamak ve ölmek üzere bir olumsuz senfoniniz var. Burada önce bir es vereyim yine: Bir de böyle bir sorunu olmadığını iddia edenler var, onlardan tek ricam bu yazıyı gerçekliğinizi kabullenerek ya da “mış gibi” yaparak okuyun, yine de işe yarayacaktır diye düşünüyorum.

Bu senfonide öncelikle sizden ayrı bir şekilde kodlanmış hangi kodlarınız olabilir belirleyin (Sayalım: toplumumuz evlilik ve çocuk üzerine kodlanmış durumda, etrafımdaki herkes evlen diyor, çocuk diyor, iş diyor vs). Ardından sizi genelde bu konuda ne tetikliyor, onu bulalım (Örn: Ben evde yalnızken sosyal medyada eşiyle çocuğuyla mutlu fotoğrafları olanları görüyorum vs). Peki sorumuzu soralım: “Sen ne istiyorsun?” Cevap göre:

Evlenmek/çocuk istemek ise neden olmadığını soralım. İçerden gelen korku ve blokajlar nedir? Dışardan etki var mı? (Özgürlüğüm gider diye korkuyorum, terk edilmekten korkuyorum, sevdiklerimden önce ölmekten korkuyorum, mutsuz olmaktan korkuyorum vb) Bunları belirledikten sonra net ve tek bir sorum olacak, “Bu duygun gerçek mi?” İsteğim bu sorunun cevabına beni ve kendinizi ikna etmenizdir. Bir korkunun, gerçekten somut ve kesinlik içeren sebebi olmalı! Saydığınız nedenler sizin kafanızda yarattığınız soyut düşünceler mi yoksa gerçekten somut dayandığınız bir korku kaynağı mı?

Eğer soruya “istemiyor olmak” şeklinde cevap verdiyseniz de daha en başta reddettiğiniz gerçeklikler var demektir. Peki neden etkileniyorsunuz? Yalnız olmakla ilgili kaygı ve hüznünüz bundan başka neden kaynaklanabilir? Reddetmeyin! Her duygu ve durumunuzu baklava yufkası gibi açtıkça açın, açın ki gerçeği ve çözümü bulasınız.

Çözümü buldukça kendinizi örecek ve güzelleştireceksiniz. Kendinize şeffaf olun, böylece tüm orkestranızı en iyi yöneten şef olacaksınız.

Gerçek kötü bir şey değildir, her zaman doğru ve iyiyi seçmek üzere kılavuzdur. Kendinizden ve gerçeklerden kaçmayın.

Ve konuya dair gerçeği fısıldayarak gideyim:

Unutmayın yalnız değilsiniz, yalnız olmayacaksınız ama bilin ki yalnız öleceksiniz!

Her ruh kendi yalnızlığıyla göçer.

Betül Yergök /Mentalizasyon

http://mentalizasyon.com/

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Evren Konuşuyor: “Otur ve Siparişleri Ver!”

Şimdilerde herkeste bir hayat motivasyonu eksikliği, yarımlık, tatsızlık ve bilinmezlik hakim. Kimden haber alsak, aynı duygu durum belirtileri duyuyoruz. Tamam itiraf edelim az biraz bizde de var bu haller :)

Peki neden bu haldeyiz?

2018, adeta gezegenlerin şımarık çocuklar gibi hiç durmadığı bir yıl oldu. Özellikle yaz başından bu yana birinin retrosu, diğerinin tutulması, bir başkasının yeniayı derken, maalesef inanın ya da inanmayın bu doğanın hareketliliğinin etkisini hissetmiş ve hissediyor olduk.

Astroloji bilmeye veya inanmaya gerek yok üstelik. Nasıl ki bahar havası bir sıcak bir soğuk derken insanı hasta ediyorsa evrendeki gezegenlerin hareketliliği de kozmik bir enerji dalgalanması yaratıyor ve etkisi de öyle gripten daha ağır vurabiliyor.

Bir önceki yazımızda bahar depresyonundan bahsetmiştik. İşte şu anki durumlar biraz daha düşünce ve duygu karmaşası yaratıyor.

Sanırım bu köşede okurlarıma en çok mevcut halleri makulleştirip gelecek günlerdeki etkileri fısıldamayı seviyorum. Bir danışanım ve dostum bugün “gelecek misafiri nasıl karşılayacağımı öğrettin.” Diye şahane bir söz söyledi. İşte bu yüzden içinde bulunduğumuz olağan durumu kabul etmeye ve gelecek etkileri de bilmeye davet etmeyi en doğru paylaşım sayıyorum.

Bahar depresyonunda aslında canımız bir şey yapmak istemiyor, adeta kafamızı yastıklara gömmeyi tercih ediyorduk. Şimdilerde kozmik hareketliliklerin üst üste yarattığı enerji dalgalanmaları nihayetinde evren bizi bambaşka bir noktaya getirdi.

Dilinizin ucunda: “Ne İstiyorum Hayattan?”

Aslında içinize bir sorarsanız bu soru içten içe yükseliyor olacak kulağınıza. Sanki en sevdiğiniz oyuncu ya da filmin adını hatırlamaya çalışır gibi ve belki de kaybolmuş gibi “nerede kalmıştık” dercesine arayış hissindesiniz. Üstelik ne aradığınızı da bilmiyorsunuz. Belki bir sorun ya da değişim gerekliliği de yok hayatınızda. Şimdi bunu size açıkladığıma göre, artık bu ruh halini de kozmik enerji dalgalanmasına verip biraz nefes alabilirsiniz.

Astroloji bilgisi veremem elbet ama hem ufak ufak edindiğim astroloji satır araları hem de kozmik enerji okumalarım sonucunda size genel bir “olma hali” anlatıp oluşumu şekillendirmenize yardımcı olmak niyetindeyim.

Bu evrensel hareketlilik, maalesef global ekonomik sorunla eş zamanlı olmasa iyi olurdu ama işte tam olarak bu global ekonomik sorunlar da tıpkı bireyler gibi ülkelerin de yapılanmasına kozmik etkiden kaynaklanmaktadır.

Elbette ki kapital soruna çözüm yazmayacak sadece ruhlarınıza şifa sunacağım.

Evren bu hareketlilikte size ne yapmanızı ve ne olmanızı söylüyor bir bakalım.

İçinde bulunduğunuz arayış hissi geleceğe dair kararların gelişini işaret ediyor aslında. Siz isteseniz de istemezseniz de hayatlarınızda farklı bakış açıları, değişimler ve “olma” istekleri ile yolculuklar söz konusu olacak. Şuan bunu yok etme gücüne sahip olmamakla birlikte, sadece onun en faydalı haliyle olması için neler yapılabileceğini konuşabiliriz.

Gezegenler bile bir şekil alıp, evrende nerede durmak istediğini ararken bizlerin de aynı şeyi yaşaması ne kadar normal düşünsenize! Bu yüzden önce bu rahatsız edici ruh halini kabul ederek biraz rahatlayabilirsiniz.

Az önce söylediğim gibi bir takım kararlar ve değişimler geliyor olduğuna göre bu olacaklar henüz olmuyor ve olmayacak. O yüzden bu sürecin hemen neticelenmesi için azimle abanmanıza gerek yok. Üstelik istediğiniz kadar zorlayın, geleceğin oluşumunu bugüne çekemeyeceksiniz. Bunu da kabul edip sakinleşmek de en zor tavsiyem.

Gelecek size kararlar ve olağan değişimlerle eteklerini toplamış geliyor dediğimize, hızlandıramayacağımızı da bildiğimize göre oturup bekleyecek miyiz?

Evren her koşulda olması gerekeni olduracağı için dilerseniz sakin ve rahat moda geçip bekleyebilirsiniz, bu da sizin seçiminiz. Faydayı arttırmak ve geleceği daha iyi inşa olacak halde etkileyebilmek için fısıltılarımı da dinlemeniz mümkün.

Her koşulda, sakin ve duru bir moda geçmeye çalışmak ilk önce yapmamız gereken şey, evet. Ardından geleceğin karar ve değişimlerle geldiğini bildiğimizden, karar ve değişimlerin olmasını istediğiniz konularda kapılarınızı açmanızı söylüyor olacağım. Ayrıca bu açma eylemi, süreci biraz daha rahat geçirmenizi sağlayacaktır.

Bu yüzden hayatınızın nerelerinde değişimler olmasını ve kararlar almayı istiyorsanız buraların kapılarını sonuna kadar aralayın. Ancak bir not düşmek isterim: sizin tüm kapıları açmanız, her kapıdan değişimin girmesini garanti etmez evet ama doğru bir çekim ile çoğunu başarıyla sonuçlandırabilirsiniz.

Çoğunlukla yayınlarımızda bahsettiğimiz “doğru yöntem” konusunda kısa bir bilgi verip devam edelim: Bir dileği doğru dileme veya bir şeyin olmasını sağlama, kalben isteyip üzerine düşünce ve ihtimaller yaratmadan bırakmakla mümkündür. Evren, bir mesajda arzu edip serbest bırakma üzerine karşılığını vermektedir. Elinizde bir dilek kuşu olduğunu düşünün, kulağına fısıldayıp serbest bırakmazsanız, evrene dileğiniz ulaşmayacaktır. Çoğunlukla dileğinize aşırı sarılıp bırakmama ısrarınız yüzünden, o kuşu canından edecek kadar elinizde sıkıca tuttuğunuzu ve bunun hiçbir zaman sonuç vermeyeceğini söyleyebilirim. O sebeple “şöyle olmasını seçiyorum/istiyorum” diyip bırakmak ve fakat bunu söylerken kalben inanmak gerekmektedir.

Kıymetli bir sanatçı arkadaşım sayesinde müziğin bir takım ses detaylarını öğrenmiştim. Ses sanatçılarının burundan, ağızdan ve diyafram/gırtlak üzerinden gelen ses kullanma tekniklerini uyguladıklarını (ismen yine doğru söylememiş olabilirim.) öğrenmiş ve örneklerinde en çok diyafram/içten gelen seslerin daha etkili olduğunu hissetmiştim. İşte evrenden bir şey isterken kalbinizden gırtlağınıza, oradan dilinize ve son olarak da dilinizden evrene isteğinizi en duygu ve arzu dolu haliyle ulaştırmanız halinde alacağınız sonuçlar için teşekkür mesajlarınızı bekliyor olacağım.

Evrenden istekte bulunmayı kısaca not ettikten sonra kozmik enerji dalgalanmasında geleceğe siparişlerimizi nasıl servis edeceğimize devam edelim.

Dedik ya geleceğin hazırladığı değişimlerden hemen öncesinde duruyorsunuz ve ruhunuz gerçekten duruyor. Üretim yok, yaratıcılık zayıf, öngörü az, yapabilirlik azami… Durmaktan başka tek çareniz, ayaklarınızı uzatmış huzursuzca oturduğunuz koltuklarınızda, çok çabaya gerek olmayan siparişleri vermek olacak.

Nelerin olmasını, nelerin değişmesini, kendinize dair hangi kararların olmasını istiyorsunuz sıralayın. gibi kısa ve öz niyetlerinizi kalben evrene hatırlatın.

Kendinize oluşum için zaman tanıyın, değişim istediğiniz alanların kapılarını açın, siparişlerinizi verin, evrenin kozmik enerjiyle epey güçlenmişken sizi de ödüllendireceğini unutmayın.

Ve sipariş veriyorsunuz, en iyi yemek bile ortalama 20 dakikada geliyor. Siparişi alan evren olduğuna göre servis için ona zaman tanıyıp, olay çıkarmayın restoranda :)

Betül Yergök /Mentalizasyon

http://mentalizasyon.com/

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Kendini Sevebilmek Zor Ama İmkansız Değil!

Futbol ile hiç alakam yok aslında, neden sevildiğini dahi anlamayacak kadar. Ebetteki ben onların coşkularını ve şarkılarını seviyorum. Beşiktaş’ın tam göbeğinde olmamdan mütevellit çArşı’ya karşı da öyle normalinden bir sempatim var.

Öyle kafamın her an ve hikayeden kendime ders çıkarmaya çalıştığı günlerden birinde, tam da merkezine düşmüştüm bir dünya maçının. Onlarca Beşiktaş taraftarı ile maç izliyorken bulmuştum kendimi. Onlar bağırıyor ben korkuyor, onlar sinirleniyor ben korkuyordum. Bir anda coşkulu bir şarkı söylemeye başlıyorlardı ve ben, böyle tam ortalarına atlayıp en çok bağıranı olmak istiyordum.

Tüm bu birbirine zıt duyguları bir arada yaşarken fark etmiştim bazı şeyleri…

Taraftar maçı izliyor, inanıyor, coşuyor; ben ise onlardan bir hayat dersi alıyordum. Birbirlerine sarılmış bağırıyorlardı. Takımlarına inanıyorlardı, heyecanlıydılar, mutlu ve inançlıydılar. İnanmakla kalmayıp, daha çok güven gösterisinde bulunsalar, o enerji, stadı ele geçirip neticeyi kucaklarına koyacaktı sanki.

Bence öyle de olmalıydı. Çok güzel inanıyorlardı. Hayalleri vardı, sadece kazanmak değil dört gol atıp maçı iyi fark ile bitirmek gibi… Düşündüm…

Neden kendimizin, hayatlarımızın ve hayallerimizin fanatiği ve hatta gerekirse holiganı olmuyorduk? Böyle olamaz mıydık ve ne kadarımız öyleydi? Kendimize ve bize dair olan her şeye karşı tutkumuz neden olağan seviyedeydi?

Hayatımızın, hayallerimizin ve isteklerimizin holiganı olmalıydık, fanatiği, taraftarı ve tutkusu! En çok kendimizi sevmeliydik, bencillikten ayrı, özbenliğe hak ettiği değeri verircesine… Bir iş görüşmesinde içimizden “Hadi kızım sen bu maçı alırsın” temposu tutabilirdik. Sabahları uyandığımızda “günün tüm zaferleri kupası benim için olacak, hadi bakalım, hoppaaa” diyerek evden çıkabilirdik, en az taraftarın maç günü evinden çıkarken taşıdığı tutkuyla benzer. Ya da limanımıza yanaşan bir aşk adamı için içimizden “Hadi oğlum mutlu et, şımart beni, alt küme değil dünya kupasıyla gel karşıma, beni kazan, benim için emek harca, koş, çünkü ben bu ligin sonundaki zaferin ta kendisiyim, zaferi istiyorsan benim için daha çok çabala” diyerek zihnimize el çırptırabilir ve gerçekten varlığımızın kıymetini önce biz bilebilirdik.

Böylece günü nasıl geçirmek istediğimizi de, o işi almak istediğimizi de, bir aşka ve mutluluğa dair neler beklediğimizi de unutturmazdık kendimize…

İşte bu yüzden sorum şu oldu: “Fanatiğin bir takımı sevdiği kadar seviyor muyuz?

Başkalarına, işimize, sorunlarımıza, aşkta muhatabımıza ve tüm dış dünyaya bakmaktan varlığımızın zenginliklerini bilmiyor, görmüyor ve hesaba katmıyoruz. Örneğin kalbimiz pırpır ettiğinde tek mesele onun bizi sevmesi oluyor. Yani sanki sevilemeyecek insanmışız gibi kendimize bakmıyor, kıymetimizi bilmiyoruz. Elbetteki kimse kimseyi sevmek zorunda değil ama bahsettiğim de bu değil. Gerçekten kendini seven insan, kendisinin sevilmeye değer insan olduğunu bilir ve sevilip sevilmemenin de hayatın olağan seçimlerinden olduğunu görür. Yani reddedilirse de öyle çok üzülmez (hiç üzülmez diyemem:) ) .

Mesela bir kısım kız arkadaşlarım, aynaya baktığında veya bir konu anlattığında “ben güzelim, ben özelim” gibi sözler sarf etse, halen daha şaşırıyorum, kendini sevmeyi başarabilmiş olsam da. Biraz megalomanca gelse de kişinin kendi varlığındaki kıymetleri görmeli ve buna göre istek ve seçimlerini oluşturmalı diyorum.

Deneyimlerin sonucunda söyleyebileceğim en büyük tılsım, iş ya da özel yaşamınızda insanların sizi neden sevebileceği ve seçebileceği hususunda kıymetli yanlarınızı yazın, düşünün, söyleyin ve hep bilin. Tüm beden ve ruh kıymetlerinizi, siz öncelikli değer olarak aklınızda tutmalısınız.

Aşka dair kendinizi sevdiğiniz zaman, bakacağınız konu “onu sevmemi hak eder mi?”, iş hayatında ise “burası beni hak ediyor mu, ben ücret/iş karşılığında gereksiz yere kendimden fazla veriyor muyum?” gibi sorular öne çıkıyor olacak.

Analitik sayarsak hayatı; denklemin sonunda iki çizgiden sonraki sonuç “kendiniz” olmalıdır. Daha da fazlası, denkleme başlamadan önce de aldığınız birim değer varlığınız olmalıdır diyorum.

Aynaya bakın, bugün dünya sizi hangi yönlerinizden dolayı sevmeli, sıralayın ve bir zahmet bu yönlerinizi dünyadan önce siz sevin! Gözlerinizi kapatın ve bugünden sonra dışarıya bakmadan önce, her zaman kendinize bakmayı, kendinize değer vermeyi, kendi isteklerinizi kıymetli saymayı seçin.

Artık yeşil çimler değilsiniz, maçın ortasında savrulan top değilsiniz, golün atıldığı fileler değilsiniz ve dahi yedek kulübesinde üşüyerek bekleyen oyuncu da değilsiniz. Siz stadın yanında sahibini bekleyen kupanın ve çığlıklara konu zaferin tam olarak kendisisiniz.

Betül Yergök /Mentalizasyon

http://mentalizasyon.com/

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Bahar Depresyonu: "Hiçbir Şey Yolunda Değil!"

Yazarlığımın farkı şuydu hayata dair: Ben bilindik şeyleri ya da bilinmeyip dışardan görüş beyan edilen konuları bizzat yaşayarak yazıyordum. An geliyor, içine düştüğüm zaman için aynı gölgeye girmişlere ışığı bulup “Bu taraftan” demek üzere düşürüyordum sözcüklerimi klavyeden kalplerinize.

İşte mevsimlerden sonbaharın girişinde “merhabalaştığım” bahar depresyonuyla dönüp dolaşırken, bir dost “hepimiz öyleyiz, yaz bize yolu” dediğinde, önce ışığı görmediğimden dem vursam da hızlıca yola koyulup önünüze geçmek ve ışığı bularak sizi de yanımda götürmek istedim.

Güzel ya da durgun geçirdiğimiz yazın üzerine, mevsim de öyle gözyaşıyla arada kendini göstermeye başlayınca, soğuk almış gibi depresyonu da kuluncumuzdan alıyoruz ne yazık ki. Üstelik bu bahar yorgunluğu ve mutsuzluğu için malzeme olacak reel bir sorun da olması gerekmiyor. Bazılarınız, birçoklarından epey şanslı ve mutludur belki de ama herkes aynıdır yine de bu mevsimde.

Hiçbir şey yolunda değildir!

Sanki hayat yıkılmıştır içimizde, diz çökmüş ve “halim kalmadı” demiştir. Abartmayalım belki, yazan kadar yoğun yaşamayanlar vardır :)

Günümüzde yaşadığımız global etki ve sorunlara hiç girmeksizin baharın garabetinden devam edelim sadece. Normal düzende düşündüğünüz tüm olumlu düşünüş ve pozitif enerjileriniz, bugünlerde sizinle aynı yatakta yatmıyor ve aynı yastıktan uyanmıyor bilirim.

Bahar yorgunluğu ve depresyonu çöktüğünde, sadece uyumak ve olabildiğince bireysel yani yalnız kalmak istiyoruz. Bugün sessizliğe açlığımı “sanki üç gündür süren bir düğünün ortasına beni bağlı oturtmuşlar” gibi tarif etmiştim, öyle mümkünse dünya sussun ve ben sessizliğimde kalayım diye. Bir bakın bakalım böyle bir hissiniz var mı?

Kim bilir günlerce taş taşımış gibi yorgun, hiç uyumamış kadar uykusuz, minnoş kalpleriniz çok kırılmışçasına küskünsünüzdür muhatapsız… Bundan bir ya da iki ay evvelden pek farkı olmayan iş hayatınız ve başarılarınız şimdi tatminsizdir ve dahi ilişkilerinizde daha çok sevgiye muhtaçsınızdır. Sanki o, daha çok sevse geçecek gibidir bu bahar kapının önünden. Ah keşke şöyle bir sarılsa, dursak ve hiç etkilenmesek yağmurdan…

Bugünlerde gönlünüzün en ağır konukları geçmişinizdir. Çok kırılmış ve yorulmuşsunuzdur ya hani! Toplaşıp gelmişlerdir, önemli ve önemsiz tüm figüranlar ve yaşanmışlıklar. Çoktan geçmiştir ki geçmişte kalmışlar, ama hiç geçmemiş gibi saçınızın teline yapışmıştır bir sabah. Eh bu sabah, bu baharın sabahıysa pek de normaldir hani!

Grip olunca yemeğin tadını alamamak gibi, bu baharın içinde hayatın tadını alamamak. Sanatçılar için çok iyi dönemdir mesela. Sürsünler tüm yorgun ve üzgün şarkıları, dibine kadar hissederek söyleyeceğiz ve belki manasızca ağlayacağız birkaç gece. Listelerin en üstüne oynuyorsa besteci, en acıklı sözlerini kalemle buluşturmalı ve tınlatmalı şehri boydan boya.

Yorgunuz ve biraz da depresif de peki ne yapacağız?

Gülmeyin ama bu kadar dibe vurdurduktan sonra sizi, çok basit bir çözüm vereceğim:

E bu baharı kabul edin! Hep düşünün, dün ile bugünün benzerliği ve farklılığını düşünün. Bu dönem radikal kararlar almayın. Hayatınızda değişimlere gitmeyin. Kaos dönemlerinde en iyi şey, kaosun içinde hareketsiz kalmaktır. Çıkmaya çalışırken mutlaka birilerinin üzerine basmanız gerekebilecektir. O halde, mutlak surette yanlışlıkla kalp kıracak, olmadık bitirmeler ve üzüntülere dalacaksınız.

Düşünün bugün mutsuzluğunuza sebep yeni bir durum var mı? Bir ay öncesiyle bir fark var mı? Burada şunu da not etmeliyim, kendimi bu aynılıktan depresyona sokmuş biri olarak: aynılığa bile tutunmayı bilmek gerekir. Daha kötü değilse bugün dünden, stabil olmayı da fırsata çevirmek iyidir.

Zevk almadığınız bugünlerde uyumaksa en çok istediğiniz, uyumalısınız. Elinizden bir iş çıkmıyor ve motivasyonunuz yok ise, bu motivasyonsuz günleri yavan geçirmeyi de kabul etmelisiniz. Fabrika her gün üretmek zorunda değildir. Patron sizsiniz, motivasyonunu kaybetmişse ruhunuz, ona biraz “kafa izni” vermelisiniz. Bırakın canı bir şey yapmak istemiyorsa, gerekirse üç gün öyle ot gibi günler geçirsin. Önemli olan bunun olağan olduğunu kabul edip, geçeceği zamana odaklanmak ve o gün geldiğinde en güzel kıyafetleri giyip “nerede kalmıştık?” diyebilmektir.

O günün az zaman ötede olduğunu, o gün geldiğinde kaldığınız yere nerden başlayacağınızı düşünün ve nadasa bırakın günlerinizi. Buna da ihtiyacınız var. Zaten bahar yorgunluğu yılın “ruh nadası”dır. Çünkü genelde yazın dağılırız, sonbaharda yorgunluk ve ruh nadasına düşer ve ardından yeni iş ve yeni motivasyonlarla çıkarız yola ve yıl boyu, yaza kadar da o tempoda gideriz. Bu dönem çok önemlidir zira.

Bu dönemi nadas olarak kabul edip, ekmeğini yemek lazımdır ama ne çıksın istiyorsanız ona odaklanmanızı tavsiye ediyorum. Gerekirse hiçbir şey yapmadan saatlerce uzanın ve düşünün: bu bahar, başka bir bahar olsun sizin için ve neye hizmet etmesini istiyorsanız ruhunuza onu fısıldayın. Çünkü o dinlenirken, bu bahardan sonra sizin komutlarınızla başlayacak koca bir sezona. Yeni sezonda hangi kıyafetleri giyeceğiniz gibi hedeflerinizi, istek ve hayallerinizi sıralayın, öyle boş boş kahve içerken ya da müzik dinlerken.

Öyle çok da depresyona girmeyin, iyi bir şey değil, iyi bilirim :)

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.