SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Flört Masası 2: İlk İletişim Teması

Her neresi buluşma noktanız ise geldiğiniz ve karşılaştığınız anda, o ana kadar mutlaka koruduğunuz huzur ve mutluluk haliyle sıcak bir tebessüm ile “merhaba” demelisiniz.

İlk iletişim enerjiniz kişiler arasında o anda oluşan bağın şeklini oluşturur. Biraz mesafeli bir “merhaba” kişiler arasında bir dikiş ipi kadar ince iple bağ kuracaktır. Sıcak bir yaklaşım ise çokça şeyin konuşmadan dahi akabileceği, zamanla yarışacak kadar hızlı bir tanıma alışverişinin sağlanabileceği koskoca beyaz bir kanal oluşturacaktır. Bunu bir hayal edin, ince bir dikiş ipinden cümleleri nasıl geçirirdiniz? Harf harf akacak tanıma, oldukça zaman alacak ve uzaklaşarak zayıflayacak. Samimiyetin kurduğu metro tüneli büyüklüğündeki bağ içinden ise cümleler kadar kişinin tüm benliği de bütünüyle tanınacak kadar akıp gidecektir.

Bir de iletişimlerinizi düşünün. Gündelik hayatımızda kendimizi bir anda açtığımız yeni tanışmalar yaşarız ve “ya nasıl böyle çabuk kaynaştık” deriz. İşte bunun ilk anına baktığınızda mutlaka karşınızdaki kişiden bir “sıcaklık” almışsınızdır. O halde sihir “sıcaklıkta” olduğuna göre, samimi ve sıcak bir diyalog içinde olmak en iyisidir.

Burada şunu demeden geçemeyeceğim. İnsanoğlu her şeyi yanlış anlamaya çok müsait. Sıcaklıktan kastım lakayt seviye ile karıştırılmamalıdır. Lakayt olmak olarak tanımlamak biraz fazla elbet ama örneğin “Naber yaa!” gibi öyle düz ve samimiyetsiz yaklaşımlardan bahsetmiyorum. Rahat olayım derken olayı başkalaştırmayalım. Bir “merhaba” sözcüğü olabildiğince soğuk ve bir o kadar olabildiğince sıcak söylenebilir. Bahsettiğim tam olarak bu! Cümlelerinizi samimi olmak üzere abartmanız gerekmiyor, sadece sarf ettiğiniz sözleri yüreğinizden ve samimiyetle ya da en tatlı halinizle söyleyin.

Buradan sonra tüm akşam boyu ya da tüm yemek boyu iletişimden kopmadan ve fakat bunları yapmayı da unutmadan, en büyük hazları alabileceğinizi öğrenmeniz için sihirlerim var.

Uzunca anlattığım gibi her zaman kendimize bakıyoruz, kendimizi buluyoruz. Bu masada da onu yapacağız. Kendimizi bulacağız ilk olarak. Sohbetten keyif almaya çalışacağız.

Örneğin konuşulan konu bizim ilgi alanımız olmadığında bile kimi zaman sırf flört ediyoruz diye katlanmaya çalışıyoruz. İşte bu hallerimiz ilişkiyi başlamadan körelten en büyük hatalarımızdan. Çünkü bunu yaptığımız anda zaten biz o kanalı, yani bağı zayıflatıyor, iletişimden uzaklaşıyor ve sıcaklığı yitirmeye başlıyoruz. O zaman hoşumuza gitmeyen bir konu açıldıysa bunu yetişkin bir birey olarak kapatıyoruz. Bunu kapatırken de karşımızdakini rencide etmiyoruz. Örneğin “Ya ne sıkıcı bir konu, bunu konuşmayalım yani bu ne böyle” demek de susmak kadar bir tarafı iletişimden atmak gibidir. Nezaket, bireyin en etkileyici ve doğal halidir, bunu bırakmayınız. “Bu konu hakkında konuşmasak, pek keyif aldığım bir konu değil.” “Ya bunu boş verelim de şunu konuşsak ya” demek, iletişim ağının güzelliğinden haz alındığını ve fakat sadece gündemi değiştirdiğini gösterir. Hoş davranın ki her şey o hoşlukta olsun.

Fazla nezakete kapılıp açken az yemeyi de seçmeyin, çünkü açlığınız ilerleyen saatlerde sizi iletişimden kusturacak kadar zorlayabilir.

Yine dediğim gibi en doğal halinizde olun. Bunlar iletişim esaslı ana kurallar olduğuna göre dişil ve eril enerjilerin ruhlar aleminde neler yaşadığına ve neler olması gerektiğine de bakalım.

Evvelde dediğim gibi dişil enerjinizi bulup üzerinizde tutmaya devam edin. Karşı tarafın beğeni ve düşüncelerini tahmin etmeye çalışan zorlayıcı hallere girip, saflığınızı yitirmeyin. Siz beğendiniz mi? Siz mutlu musunuz? Sadece kendi haz ve keyiflerinize odaklanın? Daha fazla neler olsun istiyorsunuz? Birazdan sıkıldığınız bu sohbeti bırakıp eve gitmek mi yoksa daha fazla oturup kahve içerek koyu bir konuşmaya girmek mi? Keyiflerinizi düşündüğünüz kadar gönlünüzün isteklerine kulak verin.

Biraz zamanı durdurup o anları her ne olursa olsun tatmini yüksek hazlara sürüklemek için ise yine eğlence vaat etsem kabul eder misiniz?

İşte yine baloncuklar geliyor.

Ne zaman isterseniz ve ne kadar sürdürmek isterseniz uygulamanızı tavsiye ederim. Her durumda o masadan yüksek bir keyifle kalkmak için daha başka neler mümkün?

Şimdi önce dişil enerjinizi en yakından hissedin. Aynada gördüğünüz o sağlam özgüvenli ve dişi görselini karşınızdaki de tam karşınızda otururken görmekte. Siz aynaya baktığınızda, evden çıkmadan neler düşündünüz? Ne dediniz? O sözleri söyletin ona! Önce böyle başlayın. Görünce ne desin istiyorsunuz? Baloncuk koyun kafasına. Bu arada çok yukarıya koymayın, sürekli başına bakmaya başlayabilir ve dikkat çekebilirsiniz. Bir gün bir arkadaşımla kalabalık bir masada bu çalışmayı yaptığımda “kocamın hep kafasının üstüne bakıyorum, gözümü indiremiyorum, hep cümle yazılıyor oraya” demişti ve akabinde eşi de “kafama niye bakıyorsun” diye sormuştu. Yani bu denli ayyuka çıkacak hamle ile yapmamanızı tavsiye ederim.

Ben bunun için daha ileri boyutta yöntem kullanıyorum. Kişinin başının üzerine baloncuk koyuyorsam eğer, gözlerine bakıp onu dinlerken baloncuğa yazı yazıyorum. Yazdığım şeyi okumama gerek olmadığına göre baloncuğa bakmam da gerekmiyor. Ama zamanla baloncuk olmaksızın partnerimin gözlerine bakarken gözlerinden bana o sözleri söylediğini görmekten daha büyük keyif alıyorum. Yine de siz ilk olarak baloncuklu deneyip ardından gözlerinde o cümleleri okumayı deneyebilirsiniz.

Size iltifatlar etsin gözleriyle ya da baloncukta yazarak. Ne hissetsin ve ne söylesin isterdiniz? Söyletin ona! Baloncukta yahut gözlerinde o sözleri dedirttikçe ruhunuza duyurduğunuz o sözlerden keyif alın, içinizden gülebilirsiniz de ama saf bir haz duymanız daha iyi tabi. Az önce o gerçekten onları söylemiş gibi hissedin. Karşınızdakine güzel bakın. Siz böyle güzel baktığınız ilk anda size “Niye öyle baktın” diyecek ve afallayacaktır. O zaman da “Yok öyle seni dinliyorum” diyerek derin baktığınızı hissettirecek bir enerji yollamış olun.

Konuşurken en çok hangi hareketlerinizi seversiniz, insanlar hangi hallerinizi sevdiğini ya da sevmediğini söylerler. Silahlarınızı kuşanabilirsiniz. Örneğin ellerinizi çok kullanmayı seviyorsanız ve seviliyorsa konuşurken ellerinizi kullanın. Saçlarınızı bir yana atmaksa en şuh haliniz ve öyle biliniyorsa onu deneyin. Ama her ne yapıyorsanız karşınızdaki kişinin bu hareketlerinizden, sözlerinizden etkilendiğini o an düşünün, hayal edin ve öyle olduğunu hissedin. Bakın, doğrudan hissedin diyorum. Sorgulamak değil. Yani “şöyle saçlarımı yana atayım bakalım dikkatini çekecek mi?” diye düşünürseniz bu sorgulamak olur ve o zaman dilimini sadece sorgulayarak geçirirsiniz ve hiçbir söze dökülmemiş tahmin olmaktan da öteye geçmez. O yüzden, işin aslı sadece tahminde kalıyorsa ve yüzde elli-yüzde elli ihtimal dahilindeysek ve hatta tahmin ettiğimiz şey belki de yanlış ise, yanlışa giden zamanı sorgulayarak değil, yanlışın kendisini baştan tahmin ederek keyfe dönüştürelim diyorum sadece. Ellerinizi oynatırken ellerinize baktığını, gözlerinizi gözlerine derin derin saldığınızda gözlerinizde kaybolduğunu, heyecanlandığını düşünün ve hissedin.

Ben size karşınızdaki kişiyi kendinize aşık etmeyi vaat etmiyorum. Ben size doğal olmanızı, keyifli olmanızı, bu sayede şansınızı artırmanızı, ama tüm ihtimallerden de en üstün ihtimal, zaman olgusunun en büyük kıymette olduğu bu dünyada, bir kişiyle geçirdiğiniz zamanı bir kez daha olsun ya da olmasın kendi benliğinizde en büyük aşamalara kadar yükseltebilmenizi vaat ediyorum. O masadan büyük bir haz ile kalkmanızı istiyorum. Karşınızdakini sorgulayarak ve anlamaya çalışarak geçirdiğiniz saatleri çöpe atmanızı ve sabah uyanıp tırnaklarınızı kemirirken “acaba ne olacak” diye kendinizi bulmanızı istemiyorum. Yarına onun aklında kalmanızı sağlayacak sihirleri de barındıran bu hareketlerin ondaki etkilerini atın bir kenara! Çünkü hayat sunacağı şeyleri hiçbir şey yapmadığınızda da en asgari düzeyde sunuyor nasılsa. Bunu düşünerek kendinizi kaybetmenize gerek yok.

Siz dünyadaki en değerli varlıksınız. Kendiniz için en büyük zenginlik de en büyük değer de en büyük aşkta sizsiniz. Kendinizi sevin ve kendinize saygı duyun. Bu akşam bu masadan kalkarken yeryüzüne inmiş en güzel tanrıça olan siz, bir eril enerjiye, dişil enerjinize yaklaşma şansı verdiniz; isterse çarpılsın isterse kaçsın, nedenlerini sonra sorgularsınız, sadece siz kendinizin bir şans olduğunuzu ve bu benliğinizi doyurmak üzere geldiğiniz dünyada, bu akşam görevinizi en üst seviyede yerine getirdiğinizi görün ve öyle kalkın. İçinizden gülmüş olun, içinizde kendi dişil enerjinizi sevmiş olun, kendinizden etkilenmiş olun, sohbetteki kendinizi beğenin, kendi sohbetinizden hoşlanın, onun zaten sizi beğendiğini hissedin ve bu gece kontağı keyifli bir tebessüm ile kapatın.

Her zaman yaptığımız gibi yarın nasılsa bir ilişki yok ise, bu ya bizim istemediğimizdendir ya da o bir ilerleme kat etmemişse, biz dilersek yine “biz istemediğimizden” der geçeriz?? Değişmez ritüelleri yaşıyorsak eğer, bu yolda giderken kurak tarlaları çiçekli bahçeler olarak hayal etmenizi aşılıyorum size. Dilerseniz o arazileri istediğiniz çiçeklerle dolu hayal edebilirsiniz. O yüzden aşka giden bir yolda yolculuk yaparken, bir bakmak üzere durduğunuz bu yolda, bu masada çiçeklerle bezenmiş bir hayal kurup keyifle yola onunla ya da halen yalnız devam edebilirsiniz. Ama her koşulda kurgularla, sorgularla, pişmanlıklarla, kızgınlıklarla ve bekleyişlerle geçireceğiniz zamanlardan daha güzel bir şeyi size sunduğumdan eminim.

Yazının devamı...

Flört Masası 1: Nasıl Giyinmeliyiz?

Bu hafta Flört Masasını masaya koyma kararı verdik. Bu yazımızda flört buluşmasına giderken nasıl giyinmemiz gerektiğini anlatacağız. Devamında, gelecek yayınlarda ilk iletişimlerdeki flört tüyolarını, ardından eril ve dişil enerjiyi lehimize kullanmayı anlatıp bu ilişkiyi olması gerektiği gibi başlatacağız.

İletişim bağımız kurulmuş ya da ilk kez buluşacağımız kişi ile bu akşam yemek yiyeceğiz. Nasıl hazırlanmalıyız? O evden hangi ruhumuzla çıkmalıyız? Ve o masada neler olmalı?

Her zaman önce kendi benliğimize bakmamız gerektiğini savunduğum gibi hazırlanmadan evvel bunu kendimize bir kez daha hatırlatalım. Neden mi?

Örneğin ne giyeceğimizi elbetteki şaşırır ve herkesin bildiğini herkesten saklamayalım, en az 10 çeşit kıyafeti dener, en güzelinin içinde olmak için deliririz. Bu kafa karışıklığının sonucunda ise belki en başta denediğimizi giyer ama yolda giderken dudaklarımızı kemiririz: “Kırmızı elbiseyi mi giyseydim acaba, neyse o da çok öyle kendimi belli eder gibiydi”. Bu düşünce, belki de birazdan oturacağımız masada da bizi sahip olmadığımız kalkanlar yaratmaya kadar sürükleyebilir.

O zaman önce kendimize bunu yapmaktan vazgeçecek sihirli dokunuşları yapalım. Kendimize bir kahve yapalım, bir müzik açalım ve sakince kendi ruhumuzu dinginleştirelim. En güzel halimiz nedir? En güzel halimiz, en doğal halimizdir! En doğal halimizde “kızlarla güzel bir yemeğe çıkıyor olsa idik” fikri üzerine kıyafet alternatiflerimizi düşünelim. O kahve bitene kadar da kızlar gelmeden önce birini seçip giymeye karar verelim.

Ben buna “bakış açısı değiştirme yöntemi” diyorum. Hayatımın her yerinde uyguladığım ve muhteşem bir başarı karşılığı aldığım bu yöntem sayesinde oldukça mutlu bir döngü sağlıyorum. Bakış açısını değiştirdiğinizde mevcut bakıştaki sıkışıklıklarınız bir anda size teslim olur ve durgun sularda kendinizi daha doğru halde bulursunuz.

Çünkü kızlarla bu akşam dışarı çıkacak iseniz tek bakacağınız şey “bugün hangi modda olduğunuzdur”. Her zaman aynı ruh halinde olmadığımızı biliyoruz. Ve hangi ruh halinde isek kendimizi onun içindeyken iyi hissediyoruz. Bugün öyle sakin ve huzurlu hissediyor isek belki de spor giyinmek isteriz. O halde ruhumuza sormalı ve neyi istiyorsa onu üzerimize geçirmeliyiz. Bu bedende onu taşıyoruz ve ona istemediği bir şeyi giydirmek mümkün olsa da çokça darlarsanız kusması da olasılık halinde duruyor. Kendimizi en iyi nasıl rahat hissediyoruz. Hiçbir kısıtlamaya tabi kılmadan, karşımızdakine göre düşünmeden, en doğal halimize uygun giyinmeliyiz. Aksi halde vücudumuz ödem toplamış ve her yanımızdan aşk tutamaçlarımız fışkırmışçasına kıyafetimiz bizi, biz de kıyafetimizi taşıyamıyor ve kendimizi iletişim zeminine duru halde bırakamıyor oluruz.

Bunu bambaşka bir örnek ile anlatayım. İş hayatımda hiçbir zaman takım elbise formatında giyinmedim. Asla bir duruşmaya ceket-etek ya da kumaş takım formatında gitmedim. Çünkü o kıyafetler içinde, benliğimi göremeyecek kadar aidiyetimi hissedemedim ve her zaman yabancıladım. Bu nedenle kendime has bir şıklık yaratırdım. Elbetteki bir etek ya da bir ceket giyebilirdim, ancak bunlar her zaman kendi benliğime uygun eşleşmeler şeklinde reel hale gelirdi.

Bir başka açıdansa örneğin degaje yaka severim. Büyük çoğunlukla boğazı kapalı ya da boğazlı bir kıyafet giysem -isterse yeryüzünün en seksi kıyafeti olsun- kendimi dişi hissetmedim.

O yüzden kıyafet seçimlerinde:

1-Kendinizi o kıyafete, o kıyafeti size ait hissedecek seçimler yapın.

2-Seçtiğiniz kıyafet içinde mutlak surette kendinizi dişi hissedip hissetmediğinize bakın ve ancak dişil enerjinizi siz de hissedebiliyorsanız, o kıyafetle yeryüzüne inin.

Bir bedenin dişil ya da eril enerjisini ortaya koymak bir tarafın fiziksel imajı ya da karizmasıyla ilgili değildir. Bunun için kişinin taşıdığı bedene göre sahip olduğu dişil ve eril enerjisini bilmesi ve kullanabilmesi gereklidir. Bu, bireyin en yalın haliyle aynaya baktığında gördüğü ruh enerjisidir. Kadın aynaya baktığında seksi halini değil en dişi ruhunu hissedebilmeli, erkek birey ise örneğin en karizma ya da dünyanın nadir duygusal adamlarından olan ruhuna göz kırpabilmelidir.

Çünkü insanlar iletişim esnasında beden dilini de diyalog içine katarlar. Böylece bedenin dilini kullanabilmesi için en rahat halinde kendini ifade edebiliyor olması gerekir. Örneğin dişinizin ağrıması ya da diş arasına bir şey kaçması halinde dudaklarınızı nasıl doğal hareket ettiremiyor iseniz, bedeninize uymayan ve bedeninizin kendini iyi hissetmediği bir kıyafete onu mahkum ederseniz, o da kendini iyi ifade edemeyecektir.

O halde;

1-Bakış açımızı değiştiriyor ve en doğal düşünceye evirip (kızlarla yemeğe çıkacağımızı düşünmek gibi) o şekilde düşünmeye başlıyoruz.

2-En doğal ve rahat olacağımız halimize odaklanıyoruz.

3-Seçtiğimiz kıyafetin içinde kendimizi tam bulduk mu ve kıyafetimizle karşılıklı aidiyet içinde miyiz ona bakıyoruz.

4-Kendimizi hissetmeye veya aynada görmeye çalışıp, dişil enerjimizi biz görüp hissedebiliyor muyuz, ona bakıp dişil enerjimizi bulduğumuz kıyafeti seçiyoruz.

5-Beden dilimizi kullanmak için kıyafetimiz, hareket kabiliyetine ve konuşma gücüne sahip mi diye son bir kontrol daha yapıyoruz.

Hazırlandık o zaman. Çıkmak için hazırız. Tam bu noktada durup ister aynaya bakın, ister aynasız yapın, tüm enerjilerinizi açmak üzere saniyelik bir çalışma döküyorum sözlere:

Betül Yergök /Mentalizasyon

http://mentalizasyon.com/

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Aşk Acısında Beynimizi Nasıl Yönetebiliriz?

Kontrolünde zorlandığımız duygu durum ve sendromların beyindeki aktivasyonlarla bağlantısını kurmayı ve oradan yola çıkarak şifaya ulaşmayı tercih ettiğim anlaşılmıştır. İşte bu yüzden, bu çizgiden çıkmayarak, aşkın acı halinin beyindeki tetikleyici aktivasyonlarla bağlantısı irdelemesini yapacak ve çözümü masaya koyup kalkacağım.

Beynimizin Limbik sistem içindeki mükafat (ödül) ve kayıp-kazanç devrelerinden bahsetmiş, ancak aşkın kayıp-kazanç sisteminden gönlümüze çöken aşk acısına girmemiştik. E öyle kısaca bahsedilecek gibi değil, aşk acısı bu, yandığında demlenerek uzun soluklu kalıyor, sohbeti de uzun olmalı.

Aşk ile kayıp-kazanç sistemi bağlantısını incelerken hayranlıkla feyz aldığım Amerikan Bilim Kadını Helen Fisher’in araştırma çalışmalarını mutlak doğru sayarım. Evli çiftleri, aşk acısı çeken insanları, çokça sayıda olmak üzere, nörolojik teste aldıklarında, beynin aşka dair bağlılığı ve acı çeken halleri, uyuşturucu ve uyarıcı maddelerde beynin verdiği reaksiyonları gösterdiği tespit edilmiştir.

Bu verilerden yola çıktığımızda ise, aşka dair her türlü olağan ve olağan dışı dürtülerimizin, bağımlılık dürtüleriyle aynı imajinasyon halinde beden bulduğunu söyleyebiliriz. Ve bütün bu dışa ya da içe vurduğumuz duygu halleri, adından da anlaşıldığı üzere kaybetmek ve kazanmak üzerine reaksiyon gösteren kayıp-kazanç sistemimizin devreye girmesinden kaynaklanıyor.

Sevdiğimiz adama ya da kadına olağan bir ilişkinin içinde bir yere gitmeyi teklif edip de reddedildiğimizde, bu reddedilme bizde normal şartlarda kayıp dürtüsü vermiyor ve olumsuz etki yaratmıyor. Aslında bir duygunuz olmayan biriyle flörtleşmişsinizdir belki. Bu flörtleşme esnasında bir teklifiniz reddedildiğinde de bunu kafanıza takmamışsınızdır. Daha önceki yazdığımız beynin Limbik sistem ve Amigdala kaçağı içeriklerinde de anlattığımız üzere, beynin olumsuz kaçakları, duyguların revaçta olduğu anlarda gerçekleşiyor. İşte bu yüzden, sıradan bir ret cevabında olmayan ağır dürtüler, aşka dair beklentilerimize gelen ret cevabında karşımıza çıkıyor. Üstelik dozajı da karşılaştığımız duruma göre artıyor. Yani, aşık olduğumuz kişiden duygusal karşılık bulamamış ya da terkedilmiş isek, işte o kayıp-kazanç sisteminin gönlümüze saldığı acı, ölüm acısı gibi evrelere bile çıkabiliyor. İşte bu devreye girişte, uyuşturucu bağımlısı gibi bir yoksunluk krizine giriyor, bu aşk için ise neredeyse ölmeyi yeğliyoruz.

Şiirler ve şarkılar bile, aşk için ruhumuzu harcamak üzere tınlatılmışsa, unutulmaz eserler olarak dilimizden düşmüyor.

Sıralama şöyle gidiyor aslında: Beynin Limbik sisteminde, bilinçli ya da farkında olmadan kodladığımız aşka dair “o”, mükafat sisteminde beklediğimiz ödül halini alıyor. Bu sistem üzerine, otopilot olarak hayatımızı sürdürürken, karşımıza çıkan “o” ya da “o sandığımız” kişiyle beynimizdeki kod uyumlandığında, o, bu hayattaki aşka dair ödülümüz oluyor, dopamin seviyemiz yükseliyor ve onu istiyoruz. Onu istediğimiz için, ödüle kavuşmak kazanç, kaybetmek ise kayıp dürtüsüyle “yoksunluk” sonucunu veriyor. Sevdiğimiz bir insanın ölümüne dair ağır duygu ne kadar ise o seviyede bile kayıp acısı yaşayabiliyoruz.

Çünkü, o, beynimizde yaratıp çağırdığımız adam ya da kadındı. Bulduk onu ve fakat sevmedi bizi. Herkesi ve her şeyi ikna etseniz de beyni “onun da sevmek zorunda olmadığı” gerçeğine ikna edemezsiniz. Beyin artık kayıp acısı salgılamaya başlamışken, bu acıyı hissetmeden öyle elinizi kolunuzu sallaya sallaya çıkamazsınız bu hikayeden.

Elbetteki beynimizin sistemi bunları yaratıyor da biz de öyle uslu uslu yaşamıyoruz. Bizim de elimiz armut toplamadığından, ateşi harlamaktan da hiç sakınmıyoruz. Biz de beynin bu akışına teslim olmuş isek, birlikte bu acıyı daha ne kadar fazla ve ne kadar süre sürdürürüz diye yola çıkıyoruz. Sözlerimiz ondan başkasını ele almıyor, beynimiz neredeyse uykudayken bile onu düşünüyor. Evimizde öyle otururken, başımızın üstünde baloncuk içinde, onunla olası yüzleşmeler, hesap sormalar ya da kavuşmalardan demetler sunuyor ve sahneleri izleyip duruyoruz. O gelsin diye bekliyor, o gelene kadar ya da bu acı geçene kadar tam bir araf halinde yaşıyoruz.

Peki beynimizin bu devrelerinden ve devrelerinin yanmasından bahsettiğimize göre, yanan yüreğimize nasıl bir su serpebileceğimize bakalım.

Öncelikle ben her zaman beynin bu çalışma sistemini kullanmayı tercih ederim. Bilinçli farkındalık elimizde hazır ise, buna tutunup, bu bilgiyi kendime hatırlatmayı tercih ederim. Beynimizde bir kaçak var ise ve bu kaçağın oluşumunu biliyor isek, istediğimizde ona bütünüyle teslim olabilir, istiyorsak da beynimizdeki bu kaçağa teslim olmayıp, dizginleri elimizde tutabilir ve sakin sakin beynimizi huzura doğru yönlendirebiliriz.

Tabi ki hiçbir bilgi, kalbe saplanmış bir aşkın acısını anında yok edemez. İyi bilirim, aşkın acısı da aşka dairdir ve yaşanmadan çıkılırsa aşka ihanet olur. O yüzden, siz yine de biraz “aşk acısı” çekin derim, insanı benliğine doğru yolculuğa çıkarır ve olgunlaştırır. Belki bunu da bilmek, bilinçli bir acı evresini yürütmeye de faydalı olabilecektir. Tamamen yok edemeyeceğimiz aşk acısını, sadece nasıl harlayabiliyorsak, altını kısabildiğimizden bahsediyorum aslında.

Bu bilgi ve kabul edişlerden başka ne yapabiliriz:

Bir kere doğru bildiğimiz yanlışlardan en büyüğünün aslında bir kılavuz olduğunu söylemek isterim: “kendimizle konuşmak”! Aşk acısı, almış başını ve tüm bedene yayılmışsa ve artık beynin kayıp-kazanç sistemi devreye girmiş ve bağımlılığın “yoksunluk” sonucunu yaşadığımızın farkındalığına erişmişsek, acımız sardığında, ağırlaştığında, atak gösterdiğinde biraz kendimizle konuşabiliriz. Dostlarımızın acılarına nasıl da dönüp dönüp konuşuyor ve rahatlatmaya çalışıyorsak, beynimize daha doğrusu kendimize de bunu yapmalıyız. Bu yüzden kendinizle konuşun, bu acının sizin tarafınızdan yaratılmış kodlardan sebep kayıp yoksunluğu olduğunu, bunun geçeceğini, gerçek bir kayıp olmadığını, her hikayenin bir sebebi olduğunu, bağımlı olmadığınızı, yoksunluk krizlerine girmek istemediğinizi söyleyin kendinize.

Ve devam edin, bir kayıpsa ve bunun acısıyla boğuşuyorsanız, kaybınız size ne veriyor. Çünkü, her duygu reaksiyonuna sebep olan hikayelerin, aslında iki sonucu vardır: kayıp ve kazanç. Ama acıyı çekerken sadece kayıp halini devrede tuttuğumuzdan dolayı hikayedeki “kazancı” göremeyiz. Peki bu hikayeden sonra o beyninizde yarattığınız kodlarda hata yok mu? Hangi kodları değiştirmeniz gerekiyor? Acı çektiğinize göre hatalı bir beklenti içinde değil misiniz? Hangi beklentileri yıkmak gerekiyor? O sizi üzdüğüne göre sizi hak etmemiş olabilir mi? O da illaki size karşılık verip sevmek zorunda mı? Kadere inanır mısın? Evren, seni daha iyi bir aşka hazırlıyorsa eğer, bu kişi bu yolculuğunda sadece bir ulak olmuş olabilir mi? Ona teşekkür edip kendi hikayene devam etme kararı verebilir misin?

Ayrı bir not olarak da sürekli onu ve anıları alanınızda tutmanızın ve sürekli ondan bahsetmenizin şifaya engel olduğunu da belirtmek isterim. Dostlarımda ve danışanlarımda sıklıkla tespit ettiğim üzere, örneğin dostlarımızla oturduğumuzda sürekli ondan bahsedersek, adını ve enerjisini dilimizden evrenin boşluğuna yaymaya devam edersek, bu acıdan uzunca bir süre çıkamayız. Çok zorda kalmadıkça, konuşarak rahatlamamız gereken haller dışında, sürekli ondan bahsetmeyi ve birilerine onu anlatmayı bırakmalısınız. Bahsettiğim gibi konuşmanız gereken ilk kişi siz, bizzat kendinizsiniz!

Beyninizin kaçağına köle olup; evreni seyre çağırmayı bırakıp, en kıymetli gönlünüz ve zamanınız için kendinize dönmenizi, dizginleri ele almanızı tavsiye ediyorum. Beyniniz aşka dair bir kaçak yakaladığında ipleri sizden alıyor, en sevdiği şey bu. Ona fırsat vermeyin!

Aşkın her güzel halinden biri olan aşk acısını çekin, en şahanesini hissedin ama siz isteyin, seçin, başlatın, yönetin ve bitirin. Aşkın da acının da iplerini, hatta en önce kendinizi, ellerinizden bırakmayın.

Aşkla kalın. Sevgilerimle.

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail:

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Neden Hep Terapi Alıyor Ama Düzelemiyoruz?

Teknoloji ve dejenerasyon hızlanınca hastalık yayıldı, 7’den 70’e hastalığı herkes kaptı. Kimse kimseye tahammül edemez ve kimse sorununu kendi başına çözemez oldu. En önemlisi günümüzde her şey ezbere yaşanmaya başlandı.

Geçenlerde bir danışanım “dedi. Düşünün ki ben odaklanma yapıp bebeği görüp ağladım. Hayal kurmayı ve istemeyi bile unuttuğumuzdan, hayalin duygu selini bile başkalarına yaşatmak uğruna hizmet ister olduk. İnsanlar danışmanlara gidiyor, spritüel konularda kitaplar, yayınlar, terapistler, dolanıp duruyor.

Bu kötü bir şey değil. Destek almak muhteşem bir fayda, o ayrı. Ben ezberlenmiş bozulmalardan bahsediyorum. Bir insanımız danışmana gidiyor ve “” diyip yatıyor boylu boyunca. İşte “deniliyor. İnsanımız evine gidiyor ve birinin onun zihninde yaptıklarından rahatladığını düşünüp 21 gün kendisine verilmiş cümleleri söylüyor. 22. Gün “oh geçti” diyor, takriben 30. günde ise diline dökmediği bir içsel patlayış ve melankoli yaşıyor.

Kusura bakmayın burada terapistlerin hiç suçu yok. Ezbere yaşamaya bu kadar asılmanızdan bu olanlar. Oysaki “danışmak” ve “terapi” ne demektir? Danışmak, birinden fikir almak ve aldığın fikir ve desteği kendi benliğinde özümsemek, harmanlamak, kendine özgü hale getirmek ve hayatına katmaktır. Terapi ise iyileşmeye gidilen bir tedavi yöntemidir. Ne olmasını bekliyorsunuz, başınıza bir el sürülecek ve her şey geçecek mi?

Her şeyi birilerinin yapması gerekmiyor. Sorunlarınızı çözmek için yardım almanız, çok erdemli bir davranış ama sorunu komple birinin sizin adınıza çözmesini beklemek biraz akıl dışı, kabul ediniz.

Birinden hoşlanıyorsunuz, sevmesi gereken, sevgiyi vermesi ve adeta savaşı kazanması gereken karşı taraf oluyor. Siz istiyorsunuz ki “aşkı hazırlasın, beni çağırsın”. Patronlarınız her ay zam yapsın, her gün de gelip önünüzde yarım eğilerek “şükranlarını” sunsun. Karşılıksız bir fedakarlık görmek neredeyse imkansız olmaya yüz tuttu. Düz kontak yokuş aşağı gidiyoruz.

Örneğin insan varlığı bir aşkın içinde iradesini yitirip kendini kaptırdığı, doğru ve yanlışı ayırt edemediği ya da ettiği halde duygusundan vazgeçemediği durum ve yaşanmışlıklar yüzünden aşka kendini kapatmaktadır. Peki aşk bütünüyle kendimizi kapatabileceğimiz kadar lanet bir şey midir?

Günümüzde kişisel gelişim konularında insanlar bir “oldu bitti” ısrarındadır. Sanılmaktadır ki insan gözünü kapatacak açacak ve cesur yürek olacak ya da bir cümle kurunca olmayan bir inanç ve özgüven “hoop” diye yüreğinde dolup taşacak.

Sözel çabalar, yüzeysel ve geçicilikten başka bir şey vermemektedir. Öze işlenmesi ve oldurulması gerekmektedir.

Nasıl olmak istiyorsun? Nasıl olmak istemiyorsun? Bunları ayrı ayrı listele. Bu listeyi yaptıktan sonra olmak istemediğin şeyler olmasın diye alan ve durumları terk etmek ve kendini olası güzelliklerden mahrum etmek yerine her gün düşün, benliğinde neler kalsın ve neler atılsın? Bunu başaramaz mısın? Sen, evde dolmuş çöpü ya da boşalmış parfüm şişesini eline alıp atamayacak kadar güçsüz müsün? Ne olmak ve ne olmamak istediğine dair kararları inanca dönüştür. Kendine inan ve gayen “olmak” olsun.

Bırakın kalıpları, ezberleri, mecburiyetleri ve sonradan öğrendiklerinizi!

Yeniyi yaşayın ama eski kültürel zihniyetleri hatırlayın.

Sevmenin eskiden nasıl olduğunu,

İnsanların birbirine nasıl baktığını, nasıl değer verdiğini, değeri nerden anladığımızı, insanların iletişiminin eskiden nasıl olduğunu,

Eski yaşam şekillerindeki sağlıklı oluşun kaynağının ne olduğunu ve nasıl mümkün olduğunu,

Düşünün, sorun ve hatırlayın.

Bugünü yaşayın, yeni halinizle yaşayın ama eski kültürel inanışlarımıza dönün. Kendinize dönün.

Sevmekten kaçmayın, düşünmekten kaçmayın!

Birilerine bırakmak istediğiniz her şeyi kendiniz sırtlandığınızda bilinçsizce değil farkındalıkla yaşayacaksınız.

Kendi ruhunuzdan kaçmayın. Aynaya bakın, siz kimsiniz?

Betül Yergök /Mentalizasyon

http://mentalizasyon.com/

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Kaçan Kovalanır mı Yoksa Çok Kaçan mı Kovalıyor?

Herhangi bir bireyle yapılan iletişimde beklentilerimiz aslında bizim iletişim biçimimizi gösterir. Bütünündeki ana parçalar ise bir tavır oluşturur. İş hayatında sizli bizli iletişim kurulmasını severiz örneğin. Genel kalıplarımız bir yana en yakın çemberimiz için sınırlarımıza bakmak gerekirse örneğin dostlarımızla, yakın aile fertlerimiz yahut ebeveynlerimizle karşılıklı yoğun ya da ortalama bir ilişki ve iletişim içindeyizdir. Buna gönül bağı kurduğumuz kişileri de yakınlık olarak ekleyeceğim ama iletişimsel olarak ayrı kılacağım. Çünkü işte tam bu noktada zaten yaşam döngümüzde bunu ayrıştırarak yaşıyoruz. Peki ayrıştırırken neleri atlıyoruz?

Flört evresinde hep karşı taraf adımlı beklentiler duyuyoruz. O bizi arasın, önce o mesaj atsın ya da önce o davet etsin. Ağır olmak güzeldir evet ama taş olmak ağır olmanın kastettiği gerçeklik hali değildir. Ağır olayım derken çoğunuzun taş olduğunu biliyorum. Ve bilin ki böyle durumlarda da karşınızdaki kişi için şu söz geliyor dilime: "Taş olsa çatlar!".

Arkadaşlarımızı ya da ailemizi hep bizim aradığımız bir ay hayal edin, bu ayın sonunda ne derdiniz? “Sinir olur, ben de aramazdım” dediğinizi duyar gibiyim!

O halde neden flört ettiğiniz insanın size sinir olmasına ve uzaklaşmasına sebep oluyorsunuz? “Kaçan kovalanır” kuralında kaçan olduğunuz ilk anlardan sonra kendinizi kovalayan olarak bulduğunuzda, bu çarkın nasıl aleyhinize döndüğünü bir soluklanıp anlamaya çalıştınız mı?

“Kaçan kovalanır” tabiri ağırlığın taş olarak algılanması gibi bozuk bir algıyla beyinlerde sıçrıyor. Kaçmak eylemi fiziksel olarak koşmak, uzak durmak, hareketsiz kalmak, buz kalıbına dönüşmek değildir.

Bir flört aşamasında iletişim karşılıklı olmak zorundadır. O yüzden kurallarımız şudur: iyi bir iletişim aurası yakalamak için karşılıklı iletişim kuruyor, sıcak oluyor ve fakat ağır olacaksak samimi sözlerimiz ve sohbetimizi karşı tarafın daha fazlasını isteyeceği seviyede tutuyoruz.

Bakın burada çok önemli bir söz söyledim. Siz kaçarken onun sizi kovalaması için sebebi olmalı. Bu eğer fiziksel görünüşünüz ise bir ilişkinin nasıl yürüyeceği ve güzelleşme derecesi şansa kalmakla birlikte, ona daha değerli sebepler vermeyi yeğlerim ve tavsiye ederim. Onun, sizde, sizden aldığından daha fazlası olduğunu hissetmesi gerekiyor. Örneğin hoş bir sohbet ettiğiniz ve birkaç espri yaptığınızda sizinle eğlenmeye ya da bir tatile gitmeye dair hayalleri olacaktır. Onun zihnine size dair istek ve hayaller ekmeden nereye kaçıyorsunuz? Onun istediği iki bedenin buluşması ise zaten sizi çok da kovalamayacaktır biliyorsunuz. Ona sizinle olabilecek hayattan bir damla vermeden serap görmesini beklemek akla uymuyor olsa gerek.

İlişkilerimizde ya da ilişki öncesi iletişimlerimizde hep karşımızdaki kişiyi tartıya koyarız. Ne demek istedi? Acaba hoşlanıyor mu? Beni beğendi mi? Mesaj atacak mı? Bakalım o arayacak mı? Beni özledi mi? ...

Peki bir ilişkide onun bizi sevmesi, beğenmesi ve bize yüksek montanda ve hatta tek taraflı ilgi göstermesi mi önemlidir?

Hayır!

Çoğu zaman ilişkinin ön evrelerinde karşımızdakini tartmaya çalışırken kendimize bakmayı unutuyoruz. Ve bu uğraşın neticesi başarılı olduğunda yani o bizi beğendiğinde, ilgilendiğinde ise daha sonra kimi zaman o ilişki içinde kendimizi bulamadığımızı fark ediyor ya da türlü memnuniyetsizliklerimizle her iki tarafın da zamanını tüketip ayrılıyoruz.

Bunu neden yapıyoruz?

Çünkü bir diyalog içinde önce kendimize bakmayı ve kendimizi bulmayı unutuyoruz.

Bir ilişkinin ön evresinde diyalog içinde ne kadar kendimiz olduğumuz ne kadar keyif aldığımız, ne umduğumuz ve ne bulduğumuzdur bakmamız gerekir. Bunları maalesef karşımızdakini tartıp tartıp bir evreye geldikten sonra önümüze koyuyor ve geç hesaba katıyoruz.

O zaman önce kendimize bunu yapmaktan vazgeçecek sihirli dokunuşları yapalım. Kendimize bir kahve yapalım, bir müzik açalım ve sakince kendi ruhumuzu dinginleştirelim. Siz dünyadaki en değerli varlıksınız. Kendiniz için en büyük zenginlik de en büyük değer de en büyük aşkta sizsiniz. Kendinizi sevin ve kendinize saygı duyun. Her zaman önce kendi benliğinizin duygu, düşünce ve arzularına bakmaya, aldığınız cevaplarla hareket etmeye, sevince doğru dengede iletişimde olmaya niyetlenin. Ve son olarak da ilişkilerin flört aşamalarında kaçarken taş olmayı değil yakında durup “yakut” olmayı seçin derim.

Betül Yergök / Mentalizasyon

mail:

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Ani Duygusal Atakların Sebebi Amigdala Kaçağını Nasıl Yönetiriz?

Yazımızda beynimizin Amigdala noktasının şahaneliğinin yanında yarattığı kaoslardan ve bununla nasıl baş edebileceğimize dair tüyolardan bahsedeceğimi söylemek isterim.

Günlük rutin hayatınızda yaşadığını tüm olay, duygu ve düşünceleri yaratan bir saliselik etkiler (koku dışında) beynin Talamus noktası denilen kapısından içeri giriş yapmaktadır. Bu etkiler bir insanın bir söz söylemesi, üzmesi, kayıplar, sevinçler, iş hayatı gibi tüm olay ve alanlar olduğu gibi otobüsü kaçırmak, bir yere yetişememek gibi anlık durumlar da olabilir.

İşte tüm bu etkiler Talamus noktasından beynin algısına doğru giriş yapar. Normal seyrinde Talamus’tan giren olay ya da bilgi Kortekse yani düşünen beynimize gider ve orada sentez ve analizi yaptıktan sonra nasıl bir reaksiyon göstereceğimize karar veririz.

Normal seyrinde Korteks, analiz edip nasıl hissedilmesi ve düşünülmesi gerektiğine dair somut bir sonuç verince, beynin diğer işlevsel bölümlerine gönderimi yapar. Örneğin görsel bilgiyi işlemek üzere bilgi arka boş loba gider, konuşmak ya da müzik farkındalığı için Şakak Lob devreye girer vs. Ama en önemlisi tepki duygusal ise gittiği yer Amigdala’dır.

Amigdala bizim duygusal davranışlarımızın aktive edildiği duygusal zekamızdır. Amigdala’nın olmadığı bir beynin nasıl olacağını bir düşünün. Amigdalası alınmak zorunda kalan genç bir insanın yaşamı keskin bir değişime girmiş, olayların duygusal yetersizlik ve duygusal körlük oluşmuştur. İnsanlarla iç içe yaşamayı seven, çok iyi konuşabilen bir yapıya sahip iken, yakın arkadaşlarına karşı kayıtsız hatta anne ve babasını tanıyamaz bir halde, herkesten uzak yapayalnız yaşamayı tercih etmiştir. Bu kayıtsızlığına karşı yakınlarının çektiği acılara bile duyarsız kalmıştır. Ağlamayı bile unutmuştur.

Buraya kadar kısaca beynin şahane akışından bahsettim. Peki bilimsel bir tez ortaya koymadığım bu yazıda Amigdala neden öne çıkıyor? Ben Amigdala’nın şahane varlığının yanında normal olmayan ani duygusal tepkimelerini anlatmak istiyorum.

Dikkatsiz, Fevri Bir Korsandır Amigdala!

Başta bir an olarak tanımlayabileceğimiz olaylar ve etkilerin beynimize giriş yerinin Talamus olduğunu söylemiştim. İşte beynin bu kapısından giren her türlü olay ve bilgi doğrudan Kortekse yani düşünen beynimize gitmesi gerekirken bir elektrik kontağı gibi bir kaçak oluşmakta ve Talamus’un hemen altındaki Amigdala’ya dolaysız olarak düşmektedir. Normal seyrinde dediğimiz gibi Korteks tarafından sentezlenip sağlıklı düşünen beyin işlevi olması gerekirken, taze taze, üzerine hiç düşünülmemiş olan bazı olaylara dair tepkilere gebe Amigdala kaçağı oluşmaktadır.

Peki böyle olunca ne oluyor? Sağlıklı beyin çalışmadan Amigdala’ya giden duygusal durum ve olaylar üzerine çoğunlukla yanlış ve aşırı tepkiler gösteriyoruz. Örneğin çocuğumuz okuldan geliyor ve okulda komşumuzun çocuğu ile kavga ettiğini öğreniyor, kaşının kanadığını görüyoruz. İşte böyle bir durumda Amigdala normal değil de korsan haliyle devreye girdiğinde hızlıca gidip komşumuzun kapısını çalıp kavgaya tutuşuyor ve olağanın dışında hakaret ve reaksiyonlar gösteriyoruz.

Amigdala kaçağı ne zaman ve hangi durumlarda olur? Amigdala kaçağı genelde aşırı duygusal, aşırı korku ve öfkeye dayalı karşılaşmalar sonucu olmaktadır. Ani üzüntüler, ani korkular, zaten var olan korkuya dayalı bir olayın gerçekleşmesi, agrasyon yaratacak bir olayın vuku bulması gibi durumlarda, bazen o bilgi Talamus kapısından girer girmez sağlıklı beyin yerine kaçak sonucu Amigdala’ya gidiyor.

Amigdala kaçağını şimdilerde belki de en çok trafikte, aşk dünyasında, ebeveynlikte görmekteyiz. İşte bu yüzden aşırı hassasiyetlerimizde beynin sağlıklı kısmı değil duygusal kısmı Amigdala bir kontakla ani devreye giriyor.

Bunu bilimsel açıklamak istemesem de düzenekten bahsetmem gerekti. Fakat bu Amigdala kaçağını trafoya kaçan kedi gibi görmeyiniz. Hayatımızı zehir eden ani davranışlar, geri dönülmez hatalar ve pahalıya mal olan tepkiler işte tam bu sağlıksız durumun sonucu olarak karşımızda durmaktadır. Cinnet sonucu cinayetler, parasızlığın yarattığı korkuya dayalı hırsızlıklar, üzüntü ve öfkelerle baş edemeyip her fırsatta alkol ya da uyuşturucuya sığınmalar, sigara, uykusuzluk… ne ararsanız bu noktanın kaçağından olmuş olabilir.

Biraz daha genişletelim. Eşlerden birinin aldatılma korkusu vardır ve eşine ulaşamamış ya da bir kısım arkadaşlarıyla bir yerlerde oturduğu bilgisi gelmiştir. Eş çılgınlar gibi bir öfkeyle aldatıldığını düşünmeye başlamakta ve gidip baskın bile düzenleyebilmektedir. Günümüzde ilişkiden korkan bireyler ve danışanlarla sıklıkla karşılaşmaktayım. İşte tam bu kategoride genelde aşka benzer ani kalp ritimlerinde ani kaçışlar ve yok sayışlar gözlemlemekteyim. Bu da ilişki korkusu üzerine aşk titreşimleri olduğunda Amigdala kaçağı sonucu anlamsız reaksiyonlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Karı-Koca arasında ve çocuk-ebeveyn arasında da sıklıkla rastlıyoruz. Çocuk ve ergen yaş bireylerin özgürlüklerine müdahale edildiğini düşünmesi ya da istediğinin alınmaması durumundaki ani reaksiyonları işte tam bu yüzden. Burada bir parantez açarak bu yaş gruplarında beynin diğer duygu bölümlerinde yaratılmış kayıtlar da etkendir. Yani örneğin ergen yaş birey zaten hep özgürlüğünün kısıtlandığını düşünüyordur. Bu tür vakalarda bütünsel bakmak doğrudur. Şu an sadece ani aşırı reaksiyon kaynağı ve düşünce dışı kaçaktan bahsediyorum.

Geç gelen kocamıza kızmamız, alışveriş listesinde tam da canımız kek istiyorken vanilyayı unutan oğlumuza bağırmamız, vazomuz kırıldığında bir de üzerine kalp kırmamız, terk edildiğimizde ani depresyona girişlerimiz, bizi eleştiren birini ondan daha fazla yermemiz ve öfkelenmemiz, elektrikler kesildiğinde tam o an fazla huzursuzlaşmamız bu yüzden.

“Hadi onlar da olsun o kadar” diyeceğimiz kısımları es geçelim. Biz onarılmaz kısımları önemsiyor olalım.

Peki nasıl baş edeceğiz? Neyseki Prefrontal beyin tampon görevi yapmaktadır. Bu beyin Amigdala ve Limbik bölgedeki ilkel dürtüleri yumuşatarak daha makul seviyelere dönüşmesine imkan sağlar. Ama Prefrontal beynin tampon görevi yapmasından hemen önce tepkiyi çoktan dışa vurmuş olabiliriz.

Bu yüzden ani duygu güdülerimizde 1-2 dakika oturmak, durmak ve sessiz kalmak gerekmektedir. Bu bekleyişin önemi büyüktür. Çünkü Talamustan giren ve normal seyrinde gitmeyip Amigdala’ya kaçan durumlarda bu 1-2 dakikalık bekleme o bilgiyi sağlıklı beyne göndermektedir. Sağlıklı beyin devreye girdiğinde sonuç sağlıklı olacaktır. Belki yine duygusal bir reaksiyon için Amigdala’ya gelecektir ama sağlıklı bir geliş söz konusu olacaktır.

Böylece eşlerimizi, çocuklarımızı, ebeveynlerimizi ve tüm sevdiklerimizi kırmadan önce beynimizi sağlıklı işletmiş olacağız. Amigdala kaçağında köprüden önce son çıkışta soluklanırsanız her zaman doğru yolu bulmuş olacağınızdan emin olmalısınız. İki kez düşün sonra yap deyimi vardır ya bu tam Amigdala kaçağı için olsa gerek. Bir de eskiler “üzerine yat” derlerdi. Bir olay veya durum karşısında bu gece üstüne yatıp yarın bir kez daha düşünmeyi doğru sayarlardı ki bu da gerçekten çok doğrudur. İşte bu nasihatler hep Amigdala kaçağı olaylar sonucunda üretilmiş olsa gerek.

Ben genelde önceden hazırlanmış malzemelerden kaynaklandığını tespit ediyor ve savunuyorum. Kendimizde yarattığımız korkular, kayıtlar, önyargılar, dışa karşı bir X-Ray görevi yapmaktadır. Bu X-Ray’den geçen durum tam bu yarattıklarımızla ilgili ise çoğunlukla Talamustan Amigdala’ya kaçış da kaçınılmaz olmaktadır.

Bu yüzden en doğrusu elbetteki korkulardan, kayıtlardan ve önyargılardan kurtulmaktır. Ama siz ne olur ne olmaz içinizde “ani” olarak tanımlayabileceğiniz bir duygusal dürtü varlığı halinde başınızı 1-2 dakika bir tarafa çevirin, elinizi yüzünüzü yıkayın, camı açın ya da sadece sessizce oturup beynin sağlıklı halinin işlemesine müsaade edin ve bunu özellikle çocuk ve ergin çocuklarınıza da öğretin derim.

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail:

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Oltaları Hazırlayın Denizden Para Çekmeye Gidiyoruz

Her zaman söylerim, yeryüzünün en olumsuz ve fakir zihne sahip insanıydım. Hatta kim bilir belki de kendimi bu dünyaya zor yaşasın diye öyle fırlatılmış gibi hissediyordum kendimi. Yok yok, gerçekten para gelse hemen gidiyor, gelsin dediğim gelmiyordu. Paranın benim için hem kıymeti çoktu hem yoktu. Kıymet vermiyordum evet ama o olmayınca da lanetlenmiş gibi hissediyordum. E gelince de öyle bir hızda gidiyordu ki gidişi de kıymetsiz!

Tamam geçmişim çok olumsuz içinizi karartmayalım, daha güzel geleceklere ışık tutmak için halimizi dökelim dedik. Henüz bu yazıyı Boğaz’a nazır yalımda kahvemi içerken yazmıyor olsam da lanetimden kurtulduğumu kesinkes söyleyebilirim??

Geçmiş ve mevcut iki ayrı para algılı kafayı yaşamış biri olarak iki ayrı kafa yapısını size karşılaştırabileceğim.

Eskiden para gelmesi en büyük olasılık ile yüzde doksan beş seviyede olasılığa sahip olmalıydı dilimin ucuna getirebilmek için. Bu algı değişince bir çalışma sorusu hazırladım ve etrafımdakilere sordum. Siz de kendiniz okurken cevaplayın bakalım. Sorumuzu revize ederek şöyle söyleyelim “2018 sonuna kadar Boğaz’a nazır bir yalı sahibi olabilir misin?” Şimdi bu soruya çevremdeki olumsuzdan olumluya cevapları sayıp kendimi de ifşa edeyim:

En kötü ölürüm oraya gömülürüm falan, aksi halde namümkün! (Tabi ki ben)
Çok para kazanırsam anca
Ben istemem yalı, öyle lüks peşinde değilim.
Evlenirsem, kocam zengin olursa, neden olmasın!
Neden 2018 sonu olsun ki yarın da olabilir.

Bu sonuncuyu gerçekten söyleyen oldu. Birbirinden farklı bu cevaplar, cevapları veren kişilerin gerçek hayatı aynen yansıtıyordu aslında.

Yani para konusunda ne düşünüyorsak oyuz. Bolluk ve bereket ile ilgili aklımız, gönlümüz ya da dilimiz en baskın hangi gerçeği söylüyorsa hayatımız da öyle devam ediyor ve şekil alıyor.

Tabi burada Çekim Yasasından bahsediyoruz. Neyi çekiyorsak ona çekiliyor ve onu yaşıyoruz.

Bunu tespit etmek ayrı da tam olarak insan doğasının kendine bunu neden yaptığını bilimsel olarak daha daha araştırmak lazımdır diye düşünüyorum. Kendimi geçmişime dair bu konuda affetmeyen biri olarak bu halimize oldukça şaşkınım.

Bolluk-Bereket için olumlamalar, söylemler ezberliyoruz. Bunları geçin! Gerçekten paraya ilişkin zihninizin kalıbını bulun ve onu değiştirin derim. Aksi halde diliniz ne derse desin baskın inanıştır Çekim Yasasında işleyen. Bunu ilk yazımızda beynimizin Limbik sistem çalışma biçiminde anlatmıştık. O yüzden beynimizdeki paraya ilişkin motifi ve yaratımı bulmamız ve değiştirmemiz gerekiyor.

Çekim Yasası ile ilgili ilk belgeseli izlediğimde Bilim insanı, bu değişim için 8 hafta gibi bir süreden bahsetmişti. Bu korkunç bir zaman!

Ardından oturdum ve 8 hafta olumlama yapmak yerine daha önce “Haydi Biraz da Kendine 5 Dakika Misafir Ol!” yazımızda anlattığım oturmaları yapıp para algımı bulmayı ve bunu kendime neden yaptığımı sürekli sormayı hedeflemiştim.

Sadece defalarca sordum ve kendime şaşkınlığımı sürdürdüm. Ne kadar sürdü bilmesem de bir gün Boğaz’a bakan evlere bakarken yakaladım kendimi.

Yani neticede çokça olumlama sözleriyle değişimler yaratmak yerine özünüzdeki anlayışı bulmanız ve değiştirmeniz gerekiyor.

Para size niye gelmesin? Bir kere yeryüzünde bu kadar para dolaşıyorken size neden gelmesin? Bu çok gerçekçi bir soru bana göre. Cevabı yok bunun artık. Nasıl bir neden yaratabilirsin gerçekten gelmemesine? Hayatta hiçbir şey için “olmaz olmaz” dememeyi öğrenmek lazım belki en önce.

Peki paranın gelebileceğine ikna olduk, oturup bekleyelim mi? Hayır tabi ki! Çekim Yasası gereği sizin de ona doğru istekli yola çıkmanız da gerekiyor. Aslında bu bir çaba olmak zorunda değil. Sanırım ben Çekim Yasasında da kanun boşluğu bulmuşçasına bir kısa yol keşfetmiş bulunmaktayım. “Başlamak bitirmenin yarısı” gibi paraya dair beyinde yarattığın motifi bulup yerine “parayı sevmek ve sahip olma” inancını koymakla çözülüyor aslında.

Buna ilginç bir örnek vermek istiyorum:
Benzer çalışmalarımdan birinde hayvanları sevmekle birlikte korkumun önüne geçemiyordum. Arı yaklaşsa nefesim kesiliyor, köpeklerden kaçıyordum. Bu çalışmayı bu konuda yaptım. Bir gün bir iri yarı köpeğin karşısında korkum aktive olunca kendime sordum “Neden korkuyorum?” Bu gerçek bir soru! Buna gerçekten bir cevap olmalı: “Beni yer yutar, parçalar…” Bu cevapların hiçbiri olmuyordu. Yemezdi, parçalamazdı. Soruyu sorup bunları düşününce sadece zihnimde bir korku yarattığımı anladım. O halde her türlü olumsuzluğa gerçek bir neden aramak ve gerçek ama gerçek, ikna edici bir neden bulamıyorsak bu nedensiz kodlamadan başka bir şey olmuyordu.

O halde köpek beni yemez, para bana küsmez, aşk beni öldürmez, sevdiklerim illa beni terk etmezdi.

Para için de ne yapıyoruz o halde:
1- Paraya ilişkin gerçekten inanışımız, düşüncemiz nedir? Sorun. (Para kıymetli mi, olmalı mı, ne hayal ediyorsun, hayallerin için nasıl bir para akışı lazım, imkansız mı, olası mı…?
2- Para için neden sınırlar çiziyorsun, bir limit koyuyorsun, hayallerini küçültüyorsun, aza kanaat hayallerle orantılı aza kanaat hayatlar yaratıyorsun? Gerçekten bu inançlarına karşılık gerçek bir neden verebilir misin kendine? (Örneğin kaderinin böyle olduğuna dair bir evrak var mı elinde?)
3- Sınırsızca bolluk ve bereket içinde olabilmeyi hayal edip aynı zamanda onu hiç uzak görmeden “hayatta her şey mümkün” ve “neden olmasın” diyerek inanç yerleştirmeyi başarabilirsin ve bunu denemelisin. Düşünki Evren çantalarla dolaşıyor ve isteyene istediği kadar veriyor. Sen “bana şu kadar yeter” mi diyeceksin, ya da “bana uğramaz” diyerek kulaklığını takarak zili duymadan uyuyacak mısın? Hadi, neden olmasın sabaha belki milyoner bile kalkabiliriz, korkma en azından inanmak parayla değil??

Betül Yergök /Mentalizasyon


mail:
İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Haydi Biraz da Kendine 5 Dakika Misafir Ol!

Çokça kişiyi analiz edince istatiksel korkunç tablo fazla tereddüt etmeden masaya koyulabiliyor. Gelişen dünya, sanal tutsaklığımız, küresel yalnızlık korkusu ve birçok altta yatan sebep üzerine toplumumuzun neredeyse yüzde yetmişi kendine gerçek anlamda zaman ayırmıyor.

Şimdi dediğinizi duyar gibiyim. Peki ya en son gerçekten Hakikaten “

Üzgünüm! Aksi cevaplarınızı çürütmek üzeredir bu yazım. O kendimize zaman ayırdığımızı sandığımız anlarda bile aslında aklımızda hayatın herhangi bir noktasına dair düşüncelerle boğuşuyoruz. Çoğunlukla ise bir an için bireysel yalnızlıktan sıkılıyor veya sıkıldığımızı dahi hissetmiyor ama her iki durumun neticesinde de ya sosyal medyada sörf peşinde koşuyoruz, dizi izliyor, bir arkadaşımızı arıyoruz… Bu süreç yanımızda birileri olsun ya da olmasın uyku anına kadar zamanı adeta son zerresine kadar doldurmaya çalışmakla geçiyor.

Sanki bize boş bir an geçirirsek ceza keseceklermişçesine asılıyoruz zamanın yakasına.

Yalnızlıklarımız ise çoğunlukla beynimizin bir soruna odaklanmasından sebep oluyor. Ya aşık olduğumuz ya da terkedildiğimiz ilişkilerimizi düşünüyor, sosyal medyada onun peşine düşüyor, en olmadı onunla olmaya dair gelecekler düşlüyor ve perdeye onun tarafındaki olasılıkları koyup çıkarımlar yapmaya çalışıyoruz. Bu anların içinde ise sadece bu kadarını yapmamızdan sebep onu istediğimizi düşünüyoruz. Bu söylemdeki aşkı çıkarıp yerine iş, kariyer, para vs. her neyi koyarsanız tablo değişmiyor.

Kişinin özüne korkunç bir ihanetidir bu!

Çoğu danışan ve dostumda örneğin “karşı cins için gerçek duygusunu bilemiyor olma” durumunu görüyorum. Çok ilginç gelen bu durumda önce kişinin kendi özündeki istek ve duyguya ulaşmaya çalışıyoruz. Kişi o kadar çok içini duymak yerine karşı cinsin olasılıklarını duyma peşindeki gerçekten onu isteyip istemediğini, belki çok kızdığını, kim bilir bu hatayı aslında affetmediğini duyamıyor. Böyle olunca ise “seviyorsan git konuş” “sevmiyorsan unut” gibi ihtimaller olmuyor ve kişi askıda kalıyor. Kalbinde bir aşk okumadığından aşkının peşinden gitmek gibi bir eylemsel dürtü gelmiyor. Ya da haksızlık ve isteksizlik gibi duyguları okumadığı içinde soğumuyor. Muhtemelen işin bir noktasına takıldığından, o kancada öyle bir süre asılı kalıyor. Geçen zaman mı? Belki de hayatta ne kadar önemli olan aylar, aylar…

Aşk bir yana hayatın kendisi de öyle suya atılmış ekmek parçası gibi nereye gittiği belli değilken eriyerek suyun yüzeyinde dağılıyor. Hayattaki amaçlar, istekler, hayaller bir duyulmaz halde derinlerde kalıyor. İşte tam bu yüzdendir ki 50-60 yaşında Ege’ye yerleşenleri, bir anda şirketini kapatıp balıkçı olanları, dünyayı dolaşanları duyuyoruz. Peki böyle yıllarca kaybolup hayat enerjinizin azaldığı yaşlılığınızda mı kendinizi duymaya başlayacaksınız? Koca bir “hayır” diyorsanız yaklaşın, tavsiyelerim olacak.

İlk öğreneceğimiz bilgi şu olsun: Hayat sorulardan ve sorulara hayatın vereceği cevaplardan ibarettir. Sorular bizim için hayatın mihenk taşıdır. Mesela partnerimiz “benimle evlenir misin?” diye sormalıdır ki “evet” diye çığlık atalım.

Bu çalışmanın detayındaki sorular ise ikiye ayrılır: 1- Kendine sorular 2-Evrene sorular

Kendine sorularda kendi içindeki cevabı dinlersin. Evrene sorulacak sorularda ise sadece sorar ve ne bir cevap ararsın ne de soruya dair ihtimallere dalarsın. Bu her iki soru yöntemini uygulamak ise adeta ustalık gerektirir.

Peki kendimize nasıl misafir olacak ve nasıl gerçek özümüzü bileceğiz?

Hayatın akışında o diş fırçaladığınız zaman kadar bile zaman ayırmadığınız kötülüğü çöpe atacaksınız. Dilerseniz bir 5 çayı yapacak dilerseniz uyumadan önce, her ne zaman uygunsa 5 dakika kendinize dair oturacaksınız.

En azından bir 5 dakika ayırdığınız bu zaman diliminde dümdüz bir koltukta oturabilir, bağdaş kurabilir ya da uzanabilirsiniz. Önemli olan kendinizle kalabileceğiniz ve rahat olabileceğiniz bir zaman yaratmaktır. Ben müzik tavsiye ederim. Müziği genelde insanlar tercih etmez. İlginç bir nedeni var onu da söyleyeyim. Müzik insanın zihnini kontrolde tutamadığı ses frekansları yaratır. Kontrol güdülü yapımız gereği müzikle kontrol kabiliyetini kimse yitirmek istemediğinden bunu tercih etmiyor. Ben mümkünse sözlerini anlamadığınız ya da sözü olmayan bir müziği tercih etmenizi hatta mümkünse yüksek ses olacak şekilde açmanızı tavsiye ederim. Bu müziğin de iyi gelen müzik oluncaya kadar deneme yapılması ve doğru enerji yakalanan müziğin olması taraftarıyım.

Müziği seçtik, konumlandık yerimize. Haydi başlayalım. Burnunuzdan nefes alıp ağızdan vererek, karnınıza gidecek şekilde diyaframdan derin derin 3-4 nefes aldıktan sonra önce bir süre kalalım. Ses frekansları ya da sessizliğin frekanslarıyla derin nefes alışımız dans etsin ve kalp ritmimizi aksine yavaşlatsın, öz dengemiz de bedenimize bir yere otursun isteriz. Biraz durduktan sonra tercihiniz hangi durum ise;

Kendinizde bulmak istediğiniz soruları sorun. Buna bir örnek: “Ahmet’i gerçekten seviyor ve hayatımda istiyor muyum?” Bu soruyu sorduğunuzda, yaşananları gözünüzün önünden geçirmeyeceksiniz. Soruyu soracak ve bırakacak ama ruhunuzda olan biteni dinlemeye başlayacaksınız. Kalbinizde özlem oluştu mu, sesini özlediniz mi, içinizde ciddi bir güvensizlik ya da kırgınlık mı oldu? Bu soruya bedenin ve ruhun ne cevap verdi, onu dinleyeceksin. Örneğin aşırı kırgınlık hissi varsa “Kırgınlığımı geçirebilecek kadar seviyor muyum, affedebilir miyim?” diye sorular zinciriyle başından sonuna özünüzdeki cevapları alın derim. Bunu yapmadığınızda mesela güvenmediğiniz halde her iki tarafa da zulüm olan ilişki ve iletişimler yaratıyorsunuz ve acınacak bir geçmiş zaman sahibi oluyorsunuz.

Evrene sorular ise kendinizde bulamayacağınız dışa yönelik sorulardan oluşur. Örneğin “O bana dönecek mi?” “Ödeme gelecek mi?” “Bu ay üst yönetime geçmek için nasıl bir yol izlemeliyim.” “Onunla ilgili neyi bilmeliyim” gibi gibi. Soruyu sorup hiçbir cevap almadan ve aramadan kalkıyorsunuz.

Benim tavsiyem önce kendinize soruları sormak, ardından kalkmadan birkaç evrene soru sorup bırakıp hemen kalkmak ve evrene sorulan sorulara odaklanmamak ve bulandırmamak için başka bir şey ile meşgul olmak şeklindedir.

Evrene soruları sormayı belki daha detaylı anlatırız ama yazımızın özünden sapıp yine evrene sorular kısmına taktığınızı hissediyorum. Unutmayın asıl önemli olan bu hayatta: “Sen kimsin?” “Özün gerçekten ne diyor? Yani kendine gerçekten zaman ayırman, özüne bir 5 dakika da olsa dönmen ve onu dinlemen.

Kendini duymayan dünyayı duyamaz!

Sevgilerimizle…

Betül Yergök /Mentalizasyon

http://mentalizasyon.com/

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.