SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Dolunayın gümüş gözyaşları

Güneş Helios ile Şafak Theia’nın kardeşi Ay, nam-ı diğer Selene, her zaman ki gibi, iki atla kuşanmış ışıl ışıl parlayan gümüş tekerlekli arabasıyla turlarken gökyüzünü, aşağılardan gelen bir kaval sesi duyar. Dağ başında; tek başına, ordan oraya zıplayan kara keçilerini otlatan çoook yakışıklı bir çoban görür. Gün boyu dağların tepelerinde mis gibi çayırlarda otlattığı sürüyü, gece kaval senfonisiyle dinlenmeye alan bu çoban, kendini de salar o mis gibi çayıra sere serpe. Selene için bu görüş her gece, her gece tekrarlanınca, aşık olur gözlerini kamaştıran çoban Endymiona’a. Gece olunca da uzanır üzerine gümüş ışığıyla, sarmalar sevdiceğini. Ne zaman doğarsa doğsun, ilk sevdiğine gider koşa koşa ona ışıltılarıyla sarılmak için. Fakat hava şartları malum, bazı geceler zifir olunca hasretlenir yürekler. Aşk bu tabi, sayılırken dakikalar, gün olunca geçen süre huzursuzluk başlar. Fakat bu korkulu bekleyiş geçiverir, ay görünür görünmez gökyüzünde. Hal böyle olunca her kavuşma bir öncekinden daha çok parlar, ışıl ışıl eder dağ tepelerini. Her ikisi için de sevgi, bu ışığın gücünde, ışıltısındadır. Elbette bu aşk kıskanılır ve sıradan bir insanın bu kadar güçlü bir varlıkla olan böylesi güzel sevgi bağı hazmedilemez. Ancak Jüpiter yani Zeus bu durumu uzaktan hoşnutlukla izler. Bu yüzden de çoban Endymion’a “dile benden ne dilersen” deyiverir, aşık çoban da “bu muhteşem gecelerin ölümsüz bir uykuyla devamını dilerim” diye söyler dileğini. İşte o yüzden Selene, fırsatını bulduğu anda, o gümüş ışığıyla, yeryüzüne serilir, sevdiğine kavuşmak için.

Bu tutulma, Yunan ve Roma mitolojisindeki Selene ve Luna için bir aşk hikayesi olsa da, bugün ay yüzeyindeki bir kraterin sahibi olan, insan sağlığı için yeminler etmiş Hipokrat “gece boyunca terör, korku ve delilikle ele geçirilen kişi, Ay Tanrıçası tarafından ziyaret ediliyor” gibi kasvetli bir teşhisi koyabilmişti, ayda arsası yokken.

Yine de aşk dünyanın her yerinde olunca, İnka mitolojisinde Güneş İnti ile evli olan Ay Mama Quilla’ya bir tilkinin aşık olup yanına gittiğini söylerler mitolojilerinde. Elbette bu aşk da iz bırakır. Ancak bu kez ayın yüzeyindedir bu iz. Çünkü; sevdiceğiyle arasındaki mesafaye dayanamayan bu sevdalı tilki, aya gidince. Buna çok sevinen Ay Mama Quilla, sarılırken biraz fazlaca sıktığı tilkinin üzerine yapışan izini taşımak zorunda kalır. Ve gece karanlığındaki ışıl ışıl aydınlığın kaynağı, buna kahrolan Mama Quilla’nın gümüş gözyaşlarıdır. Belki bütün bu olanlara kızgınlıklarından, belki tilkiye olan özlemlerinden; her dolunayda uluyan ve bağıran hayvanları susturmak ve uzaklaştırmak için gürültü yapan inka halkının asıl korkusu, bu kızgın hayvanlardan biri ayı yutarsa o ışıl ışıl aydınlığın yok olup karanlıkta kalacak olmalarıdır, tıpkı zaman zaman bir hayvanı saldırına uğradığında karanlığa mahkum oldukları tutulmalarda olduğu gibi. Zaten karısının ışığını kıskanan Güneş Inti’nin onun üzerine bir avuç kül atmasına üzgün olan Inka halkı için ay; özellikle kadınların evliliklerini ve doğurganlıklarını koruyan şefkatli bir annedir.

Inka mitolojisinde içinde kıskançlık barındıran bu evlilikte, güneşin teri altının, bir avuç külle, ayı gümüş gözyaşlarına boğmasıyla, gökyüzündeki erkek egemenliği ışıklar arasında göz kırpsa da, biz hiçbir huzursuzluklarına tanık olmadık dercesine Afrika’nın batısında bambaşka bir hikaye anlatılıyor Güneş ile Ay’ın evlilikleri ile ilgili. En azından evliliklerinin ilk yıllarında yeryüzünde kurdukları çok güzel bir yuvaları olduğuyla başlayan bir hikaye. Bu yuva kurma süresince çok meşgul ve yoğun oldukları için görüşemedikleri en iyi arkadaşları Su ile tekrar bir araya gelmek için haber verirler; “bize gel hem yuvamızı gör hem de hasret giderelim, çok özledik seni” diyerek. Bunu seve seve kabul eden Su, arkadaşlarını da getirip getiremeyeceğini ve sayıca fazla oldukları için yeterli yerleri olup olmadığını da sorar. Bunu hiç dert etmemesini, gerekirse arkadaşları için yeni köyler bile kurabilecek durumda oldukları söyler, Güneş. Gelmesi konusunda ısrarını özlemle dile getirerek.

Ve Su yola çıkar tüm arkadaşlarıyla. En küçük istiridyeden en büyük balinaya, en minik balıktan en büyük ahtapota kadar ne kadar arkadaşı varsa hepsi birlikte Güneş ile Ay’ın evine gürül gürül varırlar. Su, inşa ettikleri bu güzel köyün ne kadar etkileyici ve güzel olduğunu söylerken güneşe, köyün tamamı ve içindeki her şey yüzmeye başlar. Etrafa saçılan tüm deniz mahsullerinin işgali yetmezmiş gibi bir de su aygırının ezdiklerine artık tahammül edemeyen Ay çığlık atarak göğe doğru sıçrar. Etraftaki bu çılgın kargaşanın gürül gürül gürültüsünden Güneş, sesini bile duyuramadığı Su’yu olduğu gibi burada bırakarak karısın arkasından gökyüzüne çıkar. Bu olanlardan sonra artık sadece yukardan bakarlar, aşağıdaki her yeri göle, nehire ve denize çeviren Su’ya. Her şeye rağmen yine de Nazikçe bakan Ay’ın aksine, kızgın bir Güneş olarak.

Su ile gelenler arasında olması muhtemel bir Su samurunun arkadaşları ile yaşadıkları ise bambaşka bir Ay anlatıyor Hint mitolojisinde. Bu Su Samuru arkadaşları Maymun, Çakal ve Tavşan ile her gece, gün boyu yaşadıklarını birbirlerine aktarıp üzerinde tartışırlarken, insanların ne kadar duyarlı olduklarından bahsederler. Tavşan “biz de böyle olmalıyız” der ve aya bakarak “ayın tam da ortasındayız, o yüzden yarın insanlara yemek vermeliyiz” diye ekler. Sabah Su samuru nehirden yakaladığı balığı söz verdiği için yemez, güneş batana kadar beklemek için eve götürür ve uykuya dalar. Çakal bulduğu bütün et parçalarını tıpkı Su Samuru gibi eve götürüp uykuya dalar. Maymun da devasa bir mango demetiyle diğerlerinin yaptığını yapıp, huzurlu hayallere dalar, yaptıklarının çok güzel olduğunu düşünüp. Hem zaten bu güzel düşüncelerle açlığa daha da kolay dayanılıyor diyerek.

Fakat Tavşan onlar kadar kolay bulamayınca ikram edecek yiyecek ya da verecek para. Kara kara düşünmeye başlar. Ve “insanlara benim yediğim gibi ot vermek yerine en iyisi kendimi yemek olarak vereyim” kararına varır. Bir bulut arkasına saklanarak tavşanı yakından takip eden göklerin Tanrısı Sakka (Indra), yaşlı adam kılığına girerek test etmek için Tavşanın karşısına çıkar. Bana yiyecek bir şey verir misin?” diye sorarak. Tavşanın “sadece kendim varım, benden bir yemek yapabilirsin” cevabı karşısında “böyle kutsal bir günde hayvan öldüremem der” yaşlı adam. “siz ateş yakın ben atlarım içine” diyen tavşanın bu cesaretini sınamak için teste devam eden yaşlı adam, bir takım sözler fısıldayarak bir ateş yakar. Ateş yanar yanmaz içine atlayan tavşan yanmadığını görünce şaşkınlıkla bakar yaşlı adama. Ve gerçek kılığına dönen Sakka, ateşi söndürür, bir dağın kovuğundan bulamaç yapıp ayın yüzeyine bir tavşan çizer. “Böylesi bir cesaret ve aşk tanrıların daha önce gördüğünün ötesindedir. Bu senin ödülün. Sonsuza kadar ayın yüzeyinde yaşayacaksın ve insanlar senin sayende “Başkalarına ver ki Tanrılar da sana versinler” diye hep hatırlayacak.

Her ne kadar Hint Mitolojisinde anlatılsa da, Ay yüzeyindeki tavşan, Amerika kıtasının ortasında Aztekler de, zamanla sayısı azalan Güneşlerden biri, kızdırınca tanrıları, suratına, terlik yerine tavşan fırlatılır. Bu yüzden gökte kalan iki güneşten birinin ışığı az ve yüzünde tavşan lekesi vardır.

Ancak buna rağmen 1969 da aya doğru yola çıkan Apollo 13 mürettebatına, meşhur Houston, ‘aya vardıklarında, 4bin yıldır çinli bir kız ile birlikte ayda yaşayan büyük bir tavşanı da aramalarını’ söyler. Kendi kıtalarındaki hikayeler yerine çin mitolojisindeki Chang’e hikayesini seçmiş olmaları belki yine bir aşk hikayesi yüzündendirbelki de kendileri aya giderden, çinin aya sadece tavşan göndermiş olmasıyla eğlendiklerindendir.

Kendisiyle dalga geçmek yerine bir söz hakkı tanınsa o tavşana belki de “gittim elbet ama sor bi niye gittim” diye anlatmaya başlar: Henüz dünyanın genç olduğu yıllarda gökyüzünde tam on güneş olduğunu ve bunun yeryüzündeki hayatı ne kadar kavurduğunu ve aşırı sıcaklıktan tüm canlıların nasıl zorlandığını. İşte tam o sıralar Hou Yi adlı yetenekli bir okçu çıkar ortaya ve yayını güneşlere doğru çevirip dokuz güneşi tam isabetle vurup uzaklaştırır göklerden. Artık kalan tek güneş ile rahatlar dünya. Elbette bunun da bir ödülü olur. Ve bu ödülü bahçesinde yetiştirdiği şeftalilerden ölümsüzlük iksiri yapan kraliçe anne Xiwangmu verir. İksiri alan Hou Yi, sevgili eşinden ayrı kalmasına sebep olacak bu tek başına ölümsüzlüğü kabullenemez ve iksiri yatağının altına saklar. Fakat karısı Chang’e durumun farkında ve bir plan hazırlamaktadır. Bir gece sessizce iksiri alır son damlasına kadar afiyetle içerek ölümsüzlüğe doğru gökyüzüne uçar, arkasından koşan beyaz tavşanıyla birlikte. Karısının yatakta olmadığını fark eden Hou Yi; gökyüzüne doğru uzaklaştığını görünce iksiri içtiğini anlar ve öfkeyle okunu fırlatır. Fakat öfke dengesini bozar ve hiçbir ok vuramaz Chang’e yi. Zamanla öfkesi hasrete yenik düşen Hou Yi, ölene kadar her gece gökyüzünde görünen karısı Chang’e olan sevgisini göstermek için en sevdiği yiyecekleri çıkartır ışığının altına.

Çin mitolojisinde de olduğu gibi büyük bir çoğunluk için Ay hep kadın, Sümerlerde erkek olan Nanna haricinde. Duyguları, kadınlığı, doğurganlığı temsil ettiğini ve su burcu olan Yengeç’in de yöneticisi olduğunu boşuna söylemiyor Astroloji.

Her ne kadar Güneş ile Ay arasına girip, bir şekilde sevenleri birbirinden ayırsak da, kısacık süren bu ayrılık sonrasında kavuşmanın getireceği ışıltılardan da nasılsa yine biz sebepleniriz. Güzel olmasını dileyerek, tüm bu sebeplerin.

Birol Boyacıoğlu

Alfa-Bionerji Terapisti

brlbo.com

Yazının devamı...

Sevgimize virüs bulaşmaz (mı?)

Yok artık, daha neler!..

O kadar da değildir di mi? Elimizde bizi biz yapan en değerli kaynağımıza da virüs bulaşmaz di mi?

'Sevgimizi de kaybetme ihtimalimiz var mıdır?', diye düşünmemiz gerekir mi?

Endişelenmeli miyiz?

Bu kadar büyük bir nüfusu barındıran dünyada, sevgisiz kalabilir miyiz?

Sevgisini kaybetmiş bir kalabalığın içinde var olunabilir mi?

Tüm bunlara, 'Sanmam!..' diyesi geliyor ilk anda insanın ama şu son zamanlarda hiç sanılmayanlara şahit olununca da, olur mu acaba diye bir tereddüt sarıveriyor aklını, sanmam diyenin.

Bu kadar endişeli ve korunaklıyken, aralarımıza konulan mesafenin, göz göre göre bizi daha da huzursuz ettiğini söylemek için "konunun uzmanı" olmaya gerek yok. Hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağı söylenen, yeni bir dünya düzeni için hangi arada hazırlanmamız gerekiyordu da biz kaçırmış olabiliriz ki? Biz dünyanın daha güzel olması için çabalarken, daha da huzurlu bir yuva olması için hayaller kurup, nesiller yetiştirmeye çalışırken, bu gelen değişim haberleri, bizi bizden bile uzaklaştıracak kadar güçlü bir korku salmaya başladı bile. Her geçen gün, yavaş yavaş "tatil" modundan çıkıp, endişe moduna geçmeye başladık, dünya nüfusundaki azalış rakamlarının istatistik tablolarındaki artış eğilimlerine bakarken.

'Yeni bir dünya düzeni doğuyor' diyorlar, bizim duymamızı sağlayacak kadar yüksek bir sesle.

Duymayanımız kalmamıştır. Hangi duyduğuna inanması gerektiğini tartışan akılların, yorgun hücreleri, karar vermekte zorlanır durumdayken, duymasının bir anlamı olmasa gerek. Çünkü, neye hazırlandığımızı bilmeden, nasıl hazırlanalım.

Koca gezegen endişeli ve korku solurken, tedirgin ciğerlerine, aklımıza söz geçirmek hiç de kolay değil.

Hatta gittikçe daha da zorlaşacak gibi görünüyor.

Yüreğini yüreğimde barındırdığıma dokunamıyor ve kokusunu ciğerime çektiğime sarılamıyorsam endişesizce ya bu tünelin karanlığında ışığı bekleyeceğiz ya da farkına varacağımız en değerli gücümüzü hatırlayacağız.

Hatırlama olasılığımız yoktur elbette ama kimse itiraz etmez sanırım bu hatırlatmaya: Hani doğduğumuzda, bilinmez hayatımızın ilk nefesini ciğerimize çektiğimizde, can havliyle ağladığımız o andan itibaren; bizi bu bilinmez hayata bağlayan tek bir güç hissetmiştik. O güç, sizce de Sevgi değil miydi?

İşte tam da o andan itibaren, bizi bağrına basanların sevgisini hissederek güvenmedik mi, hayat yolculuğunun öyle bilinmediği gibi, pek de zor geçmeyeceğine. Hatırlasanıza, en zorlu engelleri geride bıraktığımız zamanlar, sevgisinden güç aldıklarımızın izleriyle dolu değil midir?. Bizi en ince köprülerden geçiren, en derin kuyulardan çıkaran hep bu güçlü sevginin varlığı değil miydi?

İnkar etmek haksızlık olur. O sevgiyi hissederek bugün yetişkin olan herkes, şimdi dünyaya getirdikleri kendi canparçaları için güçlensinler diye aynı sevgiyi, kamyonlarla dökmüyorlar mı önlerine?

O zaman neyin korkusu bu üzerimize sinen, sindirilen!.. Bizim sahip olduğumuz tek güç yüreğimizdeki sevgi, ciğerimizi de korur, ciğerimizde kokuları olanları da. Bu dünya düzeni değişse de, değişmeyecek tek şey sevgi. Sevgiyi göstermenin şekli yöntemi değişebilir ama hissettirdiği güç hep aynı kalacaktır. Tıpkı, yakınımızda olmayan ama varlığını hissettiğimizde, sevgiyle sımsıcak olan yüreğimiz, ışıldayan gözlerimiz, sevinçle çarpan kalbimiz gibi.

Sevgi mesafe tanımaz, engel bilmez, süresiz ve sınırsız erişime sahip en büyük şifa kaynağıdır. Tek yapılması gereken ise çok basit: sadece sevmektir. Kalp olarak bilinir kaynağı ama aslında varlığımızın özünden gelir. O yüzden sevmek için herhangi bir organa ihtiyaç yoktur.

Düşünün!..

Çok sevdiğinizi, yanında olmayan, uzağınızda olanı. Hemen yan odada, hatta koltukta yamacınızda olanı düşünün, sevdiğinizi düşünün. Sevginizi hissedin. Güzelliğini fark edin. Öyle güzeldir ki, önce sizi güzelleştirir, güçlendirir, sonra yerinde duramaz taşınıverir sevdiğinize, hem de o an. Onun da bedenine güç verir, varlığına huzur.

İnanmıyorsanız, sizi koşulsuz seven birini hatırlayın. Sevgisini hissettiğinizde nasıl güçlendiğinizi. Nasıl her engeli aşabilecek kadar güçlü hissettiğinizi hatırlayın.

İşte bu sevgiye hiç bir virüs bulaşamaz. Nasıl bir düzen kurulacaksa kurulsun, içinde biz, bizde bu sevgi oldukça, dünyanın sevgisiz kalması mümkün değil. Bizi bu virüsten koruyacak olan gücümüzün de kaynağı bu sevgi olacak; bu canımızı yakan, huzurumuzu kaçıran günlerin üstesinden gelmemizi sağlayacak gücü bulacağımızda kaynak da bu sevgi olacak.

Unutmayın yüreğinizdeki sevgiye virüs bulaşamaz ve siz bu sevginizi, tüm sevdiklerinize hiç temas etmeden de ulaştırabilirsiniz!..

Birol Boyacıoğlu

Alfa-Bionerji Terapisti

brlbo.com

instagram

Yazının devamı...

Hormonsuz Aşk(mı) Olurmuş?

- Ona bu soruyu sorsak; muhtemelen dansı kesip cevap vereceğini beklemek çok anlamlı olmaz. Çünkü aşk hali; hormonlu olup olmadığıyla ilgilenmeyi gerektirmez. İlgi alanının tamamı, aşk denizinde kulaç atmaktır. Peki; dans edeni, biraz yaklaşıp incelesek, anlayabilir miyiz hormonlu mu yoksa hormonsuz mu içinde bulunan aşk?

- Mutluluk; bu dans ritmine eşlik eden, çoşku dolu duyguların bedeni ele geçirip, tepeden tırnağa hissedildiği bir sonuçtur dersek. Bu sonuca bakarak duygu yoğunluğu dolu bir sürecin, mutluluk var etmesiyle karşılaştığımızı görebiliriz.

- Bu yaşlar mutluluğun içinde hüzün olduğunu da mı gösterir acaba bize? Bedenin; mutluluğunu hissederken, sebebinden önce, duyulardaki coşkunluğun etkisi ağır basacağına göre, neden gözyaşını hüzün ile birleştirelim ki?

- Sadece sevgi olabilir mi bu coşkulu mutluluğun sebebi. Aşk için hormon şart mıdır? Sevginin çokluğu ve yoğunluğu ise Aşk, ne diye üreme güdüsünü Aşk ile bir araya getiriyoruz ki? Üremek için birbirine kendini beğendirmeye çalışan diğer canlı türlerde de bu güdü varken, onlardan ne gibi bir farkımız olabilir?

- Sevgi; süreklilik içerdiğinden, tamamlanmayı beklemediği için, uygun koşullarda, tazeliğini ömür boyu muhafaza edebilecek yoğunlukta bulunmaktadır, her bedende. Bu yoğunluğu bir konsantre içecek gibi sulandırıp tüketenlerde; stoklar azalmıyor yanılgısı yerine ne yazık ki; su katılmayla özünü kaybetmesine sebep olabilir.

- Mutluluk dansı bedendeki sevgiyi besledikçe, sadece sevmenin özü damıtılmaya başlamış ve bedenden taşarak bu sevgi ile sevilen tüm varlıklara koşulsuz ve kotasızca ulaşmıştır.

- Böylece bu kadar yakından baktığımızda; Aşk coşkusuyla dans edene, mutluluk için gereken tek hammaddenin, sadece Sevgi olduğunu ve bu sevginin bir sınırla ilişkilendirilmesinin, limitle sınırlandırılmasının tamamen doğayı şekilendirmeye çalışmak ile benzerlikler içerdiği görebiliriz. Öyleyse; severek herhangi bir konuyu tamamlamayı değil, sadece severek tamamlanmayı hissedebilmeliyiz.

Birol Boyacıoğlu

Alfa-Bioenerji Terapisti

brlbo.com

Yazının devamı...

Dağları Deldiren Hormon mudur?

Sanırsın ki; dağları delen Ferhat nihayet aşkına kavuşmuş. Değme keyfine. Hatta mümkünse hiç dokunma bile.

Kendini ödül olarak armağan ettiği sevdiğinin, böyle değerli bir ödül için, ne yaparsa yapsın karşılığını ödeyemezcesine hizmet aşkıyla paralanışına hiç aldırmadan, uzatmış ayaklarını sehpaya.

Anlatıyor, her bir dağın nasıl büyük zorluklarla delindiğini, araya giren kayaların nasıl bir aşka kavuşma uğruna ufalandığını, itinayla ve hiç bir detayını atlamadan, anlatıyor da anlatıyor.

Öyle büyük büyük kuruyor ki cümlelerini, her bir kelime, odanın duvarlarında "" diye diye yankılanıyor. Dört duvara da şiddetle çarpan bu mesajlar, uğruna eziyetler çekildiği, Şirin olduğu tahmin edilen kişi tarafından tek tek toplanıyor.

Fakat uğruna dağ delinen tarafından toplanan bu sözcükler, anlamları yüzünden iç dünyada kendilerine uygun bir yer bulamıyorlar. Hiç bir bölüm bu toplanan sözcükleri kabul etmiyor. Çünkü; '' sözlerindeki 'minnet' içeriğini kabullenecek bir tek hücre bulunamıyor. Anlamsızca, Şirin kostümündekinin içinde dolanmaya başlıyorlar.

Gel zaman, git zaman o kadar çoğalıyor ki; içindeki 'kendini sevene, bu sevgi için borçlu olma' tutanakları, her hücresine dokunacak kadar etrafa saçılıyorlar. Artık sevgili Romeosuna bakarken, ayakları sehpaya uzanmış başka birini görmeye başlıyor.

"" diye birlikte yazdıkları senaryoya tekrar tekrar göz atıyor. Fakat, bu sevginin hiç bir zamanında yaşanan bu sahneye ait bölümü bulamıyor. Hatırladığı tek şey bu sevgiyi sahnelerken Sevgi başrolde olacaktı, kimse rol çalmayacak, senaryoya müdahele etmeyecek şekilde, sadece sevecekti, peki, bu neydi o zaman?

Aklına gelen "" sözlerini sevdiği birine söylemenin, sevgisiyle uyum sağlamadığını hissedince de, bunu benzer sözleri söyleyen ağızdan çıkanları duyan kulakların sadece kendisi olmadığını fark edip susmayı tercih ediyor.

Sevgi; doğası gereği karşılık beklemezken, sevenin sevilene cari açması nasıl mümkün olabilir ki?

Böylesi bir sevgi için minnet duymak, sevilen için nasıl mümkün olabilir ki? Hepsi bir yana ""

Ve düşünceleri duygularıyla tartışmaya başlar:

- 'Biz sadece severiz!' der duygular,

- 'Bizim uygun gördüklerimizdir, sizin sevdikleriniz' diye tepki verir düşünceler.

- 'Ne yani, siz düşünmeden biz devreye giremez miyiz? Görüyoruz işte düşündüğünüz zaman neler olduğunu. Özellikle bizim sağladığımız huzuru, savaş ganimeti sanıp, ödülü kendisi sanan -düşünceli- aşıkları'

- 'O düşünceli aşıklar sayesinde hayat devam ediyor, farkındaysanız sevgili duygular'

- 'Anlaşılan bizim varlığımızı bir amaca hizmet için kullandığınızı düşünmekten çekinmiyorsunuz'

- 'Sevmek bir eylem ise, sonucu da olmalı' dediğinde ise düşünceler,

- 'Sevgi bir duygu ise, sonu olmamalı' diyerek karşılık verir duygular.

"" diye söylenirken Şirin karakteri, bu kez hormonlar cevaplar:

- 'Biz!.. Şöyle ki; duygular sinyal gönderdiğinde tüm ekipler düşüncelere saldırıyoruz, aslında nazikçe müdahale ediyoruz demek daha doğru. İşte -hayat- bundan sonra başlıyor! Daha sonra bizim düşüncelerle olan görevimiz tamamlandığında ise bütün ekipler merkeze geri dönüyor ve doğal olarak biz de; senin Ferhat karakterindeki aşka hormon oluyoruz...'

Birol Boyacıoğlu

Alfa-Bioenerji Terapisti

brlbo.com

Yazının devamı...

Pembe Panjurlu Evin, Yeşil Gözlü Canavarı (mısın?)

- Bu ne, yeni bir hayal kahramanı mı, "her eve lazım" cinsinden?
- Hayır, eski bir hayat kahramanı olur kendisi ve her evde belli bir dozda da bulunur zaten.

- Sanki Aşk olarak seni değil, temizlik departmanını ilgilendiriyor bu kahramanın varlığı. Onlar da çıkıp 'yeşil gözlü canavarı yok etmek için arap sabunu yeterlidir' mi diyecekler?
- Birincisi; ne yazık ki doğrudan beni ilgilendiriyor yani Aşk ile ilgili ve ikincisi; kendisi sevgi ile beslenen bir tür parazit olur.

- Seven bir bünyede bulunduğunu söylediğine göre, kendisi ile tanışmış olmam gerekiyor. Niye hatırlamıyorum? Kolay unutulur bir tipi olmadığına göre mutlaka hatırlamam gerekir.
- Her seven mutlaka karşılaşır diye bir kural yok. Bu severken ne kadar dengeli olduğunla doğrudan ilgili. Tıpkı hayatta kalmak için gereken dengeyi nasıl sağlıyorsan, bedenin için, içindeki sevgiyi de dengeli beslemelisin ki; Aşk huzuruyla ışıldasın da etrafında bu tür canavarlar dolanamasın.

- Peki, bu kahraman için eskidir dedin. Ne kadar eski? Benden de eskiyse sen nerden biliyosun?
- Aşk olduğumu unuttun galiba, senden önce de ben vardım, hem de oldukça önce. Bunu da 450 yıl önce Shakespeare söylemişti 'Kıskançlık; yediği avıyla eğlenen, yeşil gözlü bir canavardır!' diye. Ordan kalmış aklımda. Aramızda olan bir sır değildi, sonuçta 450 yıldır dilden dile aktarılan bir söz. Okusaydın sen de bilirdin, kitabının adı; Othello. Kıskançlığın; seven bir insanı nasıl kandırıp, hayatını yok ettirdiğini anlatır.

- İyi de bunu bilmek için okumaya gerek yok, kıskanmak yeterli!
- Kıskanmadan önce kıskanmanın nasıl bir canavar olduğunu bilirsen daha kolay baş edebilirsin.

- Baş edilebilir mi?
- Kötülük yapmadan durabiliyor musun?
- Elbette.
- Ama aslında içinde kötülük de var, hani tüm insanlığın doğasında olan. Sadece dengeli olduğunda, onun iyiliği yok etmesini engellemiş oluyorsun. Tıpkı aslında metabolizmanda canlı canlı; 'bağışıklık sisteminde bi arıza olsun da devreye girip hasta edelim şunu' diyen organizmaların da olduğu gibi. Onları yok etmek için çabalamıyorsun sadece sağlığını koruyorsun ve onlar ortaya çıkamıyorlar.

- Kıskanmamak için neyi güçlendirmemi önerirsiniz, sayın çok yaşlı bilmiş.
- Sevgiyi elbette.
- O zaman bu canavar, sevgi ile besleniyorsa onu da güçlendirmiş olmayacak mıyım?
- Bedenin; gücü sağlıklı olduğunda elde ediyorsa, Sevgi de sağlıklı olduğunda güçlü olacaktır.

- Bunu yapmak kolaymış gibi anlatıyorsun.
- İçinde olan bir canavarın sana söylediklerini anlayacak kadar sağlıklı olmaktan bahsediyorum. Nasıl sen, benimle konuşuyorsun. Dinliyor ve tartışıyorsun; ukalalık yaparak da olsa! Ben de sana, o canavar; kıskanman için gerekenleri söylediğinde de anlayacak kadar sağlıklı olmandan bahsediyorum.

- Bunu söylemesi kolay. Senin dediklerini dinler gibi dinlediğimi düşünsene. İnandırıcılığından nasıl etkilenmemeyi başarıcam.
- Hissederek!
- Sağol, çok yardımcı oldun. Şimdi senin dediklerine nasıl inanıyorsam onun dediklerine nasıl inanmamayı başarıcam? Ya, sen de mavi gözlü bir canavarsan, vay halime!
- Bakma öyle göz renklerimiz aynı! Söylemek istediğim; hissetmen gerekenin sadece huzur olduğudur. Eğer sevgiden bahsediyorsak, aynı anda huzur da konumuzun içindedir. Eğer bir huzursuzluk var ise sevgi beslenemiyor ve güçsüzleşiyor demektir. Bu durumda öncelikle içerdeki sevgi kaynağına bakacaksın, dışardaki huzursuzluk sebebine değil. Bu yüzden hassaslık gerektirir Sevgi. Severken; sevgini kamyona yükleyip sevdiğinin üzerine dökmezsin, damperi açıp.

- Dünyalar kadar sevmek sakata geldi şu an!
- Yok o değil, Sevgi güneş olduğunda, dünya yanında pek bir küçük kalıyor; yüz kat daha küçük olarak. Yani "dünyalar kadar seviyorum" dendiğinde; 100 Dünya bir araya gelse anca 1 Güneş ettiğine göre, denilebilir.

- Pes, o kadar mı küçükmüş koca dünya dediğimiz!.. Neyse, dediğin gibi olsun. Sevgimi nasıl kontrol edicem, oldu ya döndüm baktım içeriye!
- Önce hatırla!.. Senin varlığın tarafından üretiliyor bu Sevgi. Doğal olarak bu değerli madeni etkileyen tüm koşulları bir kuyumcu ustalığıyla, yine sen bulabilirsin. Havası mı yetersiz; nefesini açacaksın, ateşi mi azalmış; sevinçle çoşacaksın, fazla mı hareketli; yere basıp ayağını topraklanacaksın, yoksa su mudur ihtiyacı; akıp gideceksin dalga dalga. İçindeki tüm dengeleri sağlamak senin varlığına olan sorumluluğun. İşte o zaman ne yeşil gözlü canavar ne de içindeki diğer hiç bir karanlığın ağırlığı senin dengeni bozamaz.

- Sormaya korkar oldum ama neden bu canavarın gözü yeşil de sen de gittin onu pempe panjurlu bir eve koydun.
- Sevgi ile beslendiği için rengi yeşil; çünkü sevginin rengi yeşil. Yeşil renginin enerjisi de kalp çakrası ile bağlı. Kendini ve başkasını sevmeyi yöneten çakra olur; Kalp çakrası. Sevgiyi koşulsuz almayı ve vermeyi buradaki denge sağlar. Dengeli olduğunda; hem kendini "olduğu gibi" sever hem de bir başkasına sevgiyi "olduğu gibi" vermeyi sağlar insan. Pembe de kalp çakrasının bir diğer rengi olduğundan; iki renk bir arada tam bir huzur sağlayıcı etkiye sahip.

- Bu senenin moda renkleri ne acaba?
- [...]

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

Aşk Sevene (mi) Güzel!

- İçinde var olan Aşk olarak yanıt veriyorum: Ben güzelim!
- Tarafsız olmayı deneseydin bari.
- Niye? Öyle güzelim ki; hissedildiğim an, güzelleşmeye başlıyor zaman. Mutevazı olsam bu değişecek mi sanki?
- O halde, seni ilk hisseden için güzelsin diyebiliriz.
- Sıralamanın ne önemi var ki, sonuçta güzel olan benim.
- Sevgi için haksızlık etmiyor musun? Ne de olsa senin enerjin de ondan geliyor.
- İyi de güneşten kopmuş bir alev dalgası gibi şımara şımara dans etmek varken, güneşin enerjisinden besleniyorum diye ağır başlı mı davranmam gerekiyor?
- Neyse ki; farkındasın!
- Aşk; benim değil, senin gözünü kör edip aklını başından alır. Elbette farkındayım. Sevginin olağanüstü güçlü enerji kaynağı olduğunu söylemek için illa Aşk olmak gerekmiyor, sadece gerçekten içten sevmek, bunu fark etmek için oldukça yeterli. Ancak doğal olarak siz insanlar benimle tanışınca, bütün gücün Aşk içinde olduğuna inanıyorsunuz. Sanki sevgisiz aşk olurmuş gibi ama açıkcası işime de gelmiyor değil, çünkü o zaman çok daha kolay sarhoş edebiliyorum sizi. Eh, eğlendiriciliğiniz de olmasa çok çekilmezsiniz.
- Peki, bu dediğine göre bizim bu sevginin güzelliğiyle daha da güzelleşmemiz gerekmiyor mu?
- Kainatın her zerresinde güzellik var. Sence siz bu güzelliklerle güzelleşmeyi mi tercih ediyorsunuz yoksa bu güzellikleri tüketiyor musunuz? Tıpkı, güzel bir çiçeğin muhteşemliğine bakarak güzelliğini hissetmek yerine o güzellik bünyenize güzellik katsın diye yemeyi tercih etmeniz gibi.
- Abartıyorsun gibi sanki, aç mı kalalım?
- Kabak çiçeği dolmasından bahsetmiyorum. Hissetmeyi unutmaya başladığınızı söylüyorum, dokunmaya alışmaktan. Sevginin gücünü hissetmeden Aşık olunmaz. Zaten, Aşk; güneşteki alevin parlama halidir. Size göre sanki o da çakmak alevi.
- Sanki aşkın da çakması varmış gibi konuşuyorsun.
- Tam olarak öyle demek istemem, haksızlık olmasın. Fakat sevginin gücünden beslenmeyen aşk türedi diyebilirim. Kendi başına hareket edip, bir süreliğine yanan çakmak alevi gibi, süreklilik sağlayamadan tükenip tüketen bir taklit duygu hali. Hem güneş olup hem de kendi alevinin farkında olmadan, ateş arar gibisiniz. Üstelik bulduğunuz ateşin parıltısına kapılıp bir ilişki başlatıyorsunuz ve kendi ürettiği enerjinin etkisi geçene kadar da mutlu mesut yaşıyorsunuz.
- Ee, ne var bunda?
- İçinizde kainatın en güçlü enerjisi var: Sevgi!.. Neden onunla beslenmek yerine abur cuburla ruhunuzu solduruyorsunuz?
- Abur cubur derken?
- Sevmek evde yemek yapmaya benzer. İçinizde sevdiğinize sunmak için sürekli güzellik üretebildiğiniz bir fabrikanız var. Sırf bunun mutluluğuyla yirmidört saat vardiyalı çalışır bütün hücreleriniz. Çünkü; önceliğiniz sevdiğinizdir. Sevginizin enerjisinden aldığınız güçle yorulmadan, sevdiğinizin mutlu olmasını sağlamaya çalışırsınız. Üstelik bunu bedelsiz yaparsınız. Yani faturasız, vergisiz, hesapsız, kotasız ve limitsiz. İşte abur cubur; bunun zahmetini çekmek yerine gidip dışardan beslemektir sevdiğinizi. İçinizdeki sevgi ile üretmediğiniz abur cuburlarla.
- Sevilen fark edemez mi?
- Hani dedin ya, az önce, "Abartıyorsun gibi sanki, aç mı kalalım?" işte sorunun cevabı burda. Açlıktan fark edemez. Çünkü, önce kendi sevgisinin farkında olması gerekir. Nasıl kendisini sevmeyen kimsenin başkasına sevgisini veremeyeceği gibi, kendisini sevmeyen bir kimsenin de verilen sevgiyi analiz etmesi kolay değildir. Bu yüzden fark etmesi, ancak, kendisiyle olan sevgi bağı ile doğrudan ilgilidir.
- Bu durumda "Aşk gerçekten, sevene güzel!"
- Hayır, "Aşk gerçekten sevene, güzel!"
- Merak etme bu gerçek vurgusu gözümden kaçmadı. Bizim gerçekten sevdiğimize pek inanmıyor gibisin.
- Benim sözüme takılacağına bir etrafına bak. Hiç bir kimse göremezsin sevgi ile ilgili olmayan. Mutlaka bilir sevgiyi. Daha doğar doğmaz bir şekilde tanışmış ve muhtemelen de beslenmiştir. Şanslıysa; bir ninni armonisinin titreşiminde uyumuş, değilse de, eninde sonunda bir "seni seviyorum" sözündeki titreşimle tanışmıştır ya da tanışmayı beklemiştir.
- Bunca söz sanki güzel bitmeyecek gibi görünüyor.
- Mümkün mü güzel bitmesi. Herkes birbirini bu kadar çok seviyorsa, neden mutsuzluk; dekorasyon trendi gibi her hanenin bir köşesini süsler oldu. Sevgi kadar güçlü bir enerjinin, kullanılmaması için çaba harcanıyor gibi. Çünkü gerçek olan yani içinizdeki gücün kaynağı olan sevgi ile sevdiğinizde, neyi ya da kimi severseniz sevin etkisini hisseder ve hissettirirsiniz. Düşünmüyorsunuz bile güneş olduğunuzu, yetmiyor ateş arıyorsunuz. İçinizdeki enerjinin farkında olsanız; gerçekten severken tanışacağınız Aşk olduğunu anlarsınız, aradığınızın. Tek sorun, zoru sevmiyor olmanız. Karşılıksız sevmeye hastalık, beklentisiz sevmeye salaklık, koşulsuz sevmeye aptallık deyip sehpaya uzanan ayaklarınıza kadar servis yapıldığında mutlu oluyorsunuz. Sonra da aile içinde olması gereken aşk yerine şiddet konu oluyor haberlerde. Seven üzmez!.. Seven incitmez bile!.. Seven korur!.. Seven kalkan olur!.. Seven özenir!.. Seven mutlu olur!.. denildiğinde de hiç itiraz etmezsiniz, "tıpkı ben!" diyerek.
- Pek bi dertliymişsin sende.
- Niye benim derdim olsun, asıl sizin dertlerinizin dermanı Sevgi ama farkında değilsiniz. En güçlü iletişim ağına sahipsiniz, wifi şifresi arıyorsunuz. En güçlü şifa enerjisi içinizde, reçete ve tarif peşindesiniz. Sırf bu sevgi içinizde olduğu için bile, sizi en çok kendiniz sevmelisiniz ama hala sizi sizden çok seven olsun istersiniz.
- Şöyle bi sahile mi insek?
- Çok mu yüklendim?
- Hayır, ondan değil martılar simit bekler diye dedim. Yoksa ben hala aynı fikirdeyim; tamam Aşk sevene güzel ama asıl 'kendini sevmeyi bilene Aşk daha bir başka güzel!..'

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

Sadece Uçabilen İnsan mı Sevdiğini Üzer?

Sevgi insanın en değerli gıdası iken, hakkında söylenecek bütün sözler de doğal olarak güzel olur. Hiç mümkün olabilir mi varlığımızın en temel duygusunun bize sağladığı sevme mutluluğunu yok saymak?

Peki, sevmek ile üzmek arasında nasıl bir bağ olabilir?

Aslında olamaz ve hatta olmaz. Çünkü; "Seven üzmez!". Aksi doğaya aykırıdır ve tıpkı insan bedeni uçar demek gibidir.

Çok iddali görünen bir söz olabilir ama bir kez de olsa, şöyle detaylıca düşünelim: Çok sevdiğiniz birisini niye üzersiniz ya da niye üzmek isteyesiniz ki; çok sevdiğiniz birisini? Bunların cevabı da sevgi ile düşünen bünyelerden çıkmaz. Belki sevgiyi araç olarak kullanan bir bünyeden çıkabilir bir cevap ama kimse de kendini bu konuma yerleştirmek istemez elbette.

diyen olur belki diye biraz daha detaya inelim. Hepimizin varlığında sevmek olduğu kadar sevmemek de olduğuna göre, denge gereği ne kadar iyi insan isek o kadar da kötü insanız aynı zamanda. Sadece bu dengeyi yönetmek konusunda ne kadar başarılı olduğumuz bizi özel kılar. Bu yüzden SEVMEK bizim için İYİ olan olduğuna göre bunu dengemizin aydınlık tarafımıza yerleştiririz. Bu basit mantık ile devam edersek; ÜZMEK de yapısı gereği KÖTÜ olan grup içinde ve karanlık tarafımızda bulunur. Şimdi seven bir insan neden kötü taraftan bir parçayı alıp iyi olan tarafa yüklesin ki? Önem verdiği, özen gösterdiği, değerini bildiği tüm güzelliklere ters değil midir bu davranış?

" diyen de olur ihtimalini göz ardı etmeyip bu düşünceler ile haksızlık yapmamaya özen göstermek gerek. Burda dikkat çekmek istenen netlik; insan nasıl taş yemez, kuş gibi kanatlanıp uçmaz, nefes almadan yaşayamaz sözlerindeki tartışılmaz gerçekliğin kendisidir. Sevmek de tartışmasızca üzmemeyi getirir, doğasıyla. Hiç bir gerekçe aksini savunmak için kullanılamaz. Bu biraz "yemesem de taşı alır ağzımda evirir çevirim, belli bir yüksekten atladığımda ya da zıpladığımda ayaklarım yerden kesildiği için uçuyor da sayılabilirim ve hatta bak nefesimi de tutabiliyorum" savunmalarındaki çaresizlik gibidir.

Olan ile olması gereken arasındaki durumdur aslında buradaki konu. Bu yüzden de olanlar gerçeğinde, olması gerekenler, hayale dönüştürülmeye çalışılıyor. Çünkü, nerdeyse her yerde ve her ilişkide seven de üzen olabiliyor. Sonra biri çıkıp 'seven üzmez' derse saçma gelebiliyor. Oysa olması gereken çok nettir: Seven üzmez!..

sonucu için yine -bir diğer tarafınıza bakın bakalım her iki tarafınız da dengeli mi?- diye bir başka soru çıkıyor ortaya. İlişkilerde taraflardan biri Seven diğeri de Sevilen ve biliyoruz ki her biri aynı zamanda, aynı bedende de yer alıyor. İşte önemli olan da bunların dengesinin ne kadar hassas olduğunu fark edebilmek. Çünkü, Seven aktifliğini, Sevilen pasifliğiyle dengeli bir şekilde karmayı başaramayan bir bünyede enerji verimliği de düşecek ve pasifliğin konforundan, sevmenin enerjik iletimine tembellik bulaşacaktır.

Denge sağlanamaz ise sevilmenin baş döndürücü sarhoşluğundan dolayı, sevmek bir arabanın kontak anahtarı gibi görülmeye başlanabilir. Aracı çalıştırdıktan sonra da; 'nasılsa gidiyor bu ilişki, bende biraz sevilmenin keyfini süreyim' diye yapılan direksiyon değişikliği bir süre sonra bir kazaya sebep olabilir.

O yüzden sevilene armağan edilen sevginin değerinin, sevmek için üretilen sevgiye katıldığını hatırlamak bu dengeyi göz önünde tutacaktır. Böylece sevilmenin tembelliğine değil sevincine kapılan bünye, sevmeye üzmeden devam edebilecektir. Asıl mutluluktan havalara uçurması gerekenin sevdiği olduğunu unutmadan!

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

'Mutlu Son' İçin Nasıl Başlamalı?

- Tüm yolculuklarımıza çıkmadan önce, diş fırçamıza varana kadar detaylı listeler yapıyoruz. Ne lazımsa ve hatta ya lazım olursa diye tüm ıvır zıvırları çantalarımıza tıkıştırıyoruz, varacağımız yere kadar taşıma zahmetini görmezden gelerek. Bir çoğumuz da; o lazım olursa diye taşığı yükleri hiç kullanmadan geri getiriyor, eğer gidiş dönüşlü bir yolculuk ise çıkılan. Peki, başladığımız her yolculuk için mutlu bir son beklentisiyle bu hazırlıkları yaparken; kesin sonuç mutluluk oluyor mu? Genel istatistikleri bilmeden tahmini olarak "muhtemelen hayır" diye ses geliyor içimden.
- Aklın sesidir o.
- Aşk duruken nasıl oldu da Akıl konuya girdi.
- Aklını kullandığın içindir.
- Peki, Sevgili Akıl bu hazırlıkları yaparken nerde?
- Tüm olasılıkları düşünüp yanına 'yük olsa da' alman gerekenleri sana yazdırmakla meşgul.
- Peki sevgili Aşk, sen nerde devreye giriyorsun?
- Tüm olasılıkların mutluluğa dönüşeceğini hissettirmekle meşgulum sana.
- Akıl daha adil o zaman, en azından kandırmıyor beni, yükü baştan tutuşturarak elime; 'kullansan da kullanmasan da al' diye.
- Benim sayemde de o yükü taşıma gücü ediniyorsun, farkındaysan. Eğer ben seni gaza getirmesem sen sevmediğin bir işi yapmamak eğilimde olacağın için değil o yükü, tek bir diş fırçasını bile taşımazsın.
- Sevgi pompalayıp Akıl ile karar vermemi engelleyip, Mutlu Son olacak diye gaza getiriyorsun. Bi de bunu açıkca söylüyorsun.
- Ne bekliyorsun. Tüm yolculuklarının eziyete dönüşmesini mi? Yeni başladığın tüm yolculuklarda ilerleyebilmen için ne gerekiyor? Elbette; Güç! Nerden sağlayacaksın bunu? Hadi araba olsan benzinciden yakıtını al, uğurlar olsun diye çıkalım yolculuğa. Bu haldeyken tek bir adım atabilmen için sana gereken gücün; içinde bir şekilde Aşk olmalı. Hayata karşı, işine karşı, sevdiğine karşı hiç bir şeyin yoksa kendine karşı ki; tüm bunlar yoksa bile her neyse aklındaki ona karşı. Sonuçta o adımı atmak için bir ortalama 70 santimlik bir yolu ilermen gerekecek. Nerden gelecek bu adımı atacak güç? İçindeki sevgiden elbette. Güzel olacağını hissetmeni sağlayan o içindeki sevginin gücünden. Yepyeni bir işe girsen de, hayalini kurduğun bir ilişki kursan da, istemeye istemeye bir karar versen de sonunda güzel olana doğru yola çıktığını hissettiren o sevginin varlığından.
- Nasıl başlamak gerekir peki?
- Büyükleriniz genelde sağ ayakla başlamanız gerektiğini söyler.
- Sorum bu değil, Mutlu Son için nasıl başlamaktan bahsediyorum.
- Ne için Mutlu Son beklediğine bağlı.
- Hayat için başka ilişki için, iş için başka mı cevapların?
- Genelde başka değil ama süreleri açısından muhabbetimiz uzamasın diye öyle söyledim.
- Sanırım hayat uzun ilişki kısa olarak söyledin.
- Kişiye göre değişir. Kısalık dediğin de yaşanan bir zaman. Neye göre değerlendiyorsun süreyi. İlişkiden uzun bir yaşamın olduğunda mı kısa sayılıyor. Yoksa yaşam süresi ilişkiden kısa olduğunda mı uzun sayılıyor?
- Tamam, süreyi geçtim. Sen bana sürenin sonundaki Mutluluktan bahset.
- İlk şart görmeyi sağlamalısın. Neyi görmeyi? diye sormadan cevaplıyım: Şimdiyi görmeyi sağlamalısın. İçinde bulunduğun an, yaşadığın, nefes aldığın, hayatta olduğun, koşturduğun, çok mutlu olduğun, sevdiğin ya da hiç sevilmediğin, herşeyin allak bullak olduğu, karamsarlıklarda aydınlatıcı bir ışık bile bulamadığını düşündüğün şu anı görmeyi sağlamalısın. O zaman şimdiden gelecek Mutlu Son yolculuğuna ilk 70 santimlik adımla başlamış olursun.
- Umut için gaz veriyorsun gibi geldi bana.
- Gaz verildiğini düşünmeden o adımı atmak için sade olarak düşün ve bir bak Şimdi olan zamana. Yola çıktın, seni Mutlu Son durağına götürecek diye bir araca da bindin. Belli bir süredir de bu araçtasın. Yol uzun ve zaman zaman arızalar, uzun molalar, zorlu ve konforsuzluğa dönüşen koşullar nedeniyle yanlış tarafa gittiğini sanmaya başladın. Peki iyice baktın mı, geçmiş olmadan önce şimdiye. Zorunlu mola verilen yerde geçirdiğin Şimdi için br fikrin var mı? yoksa tüm düşüncelerini, aklını fikrini, varacağın Mutlu Son için mi kilitledin? Şimdide olmayacağını düşündüğün için göremediğin; Mutlu An yerine, gözünü gelecekteki Mutlu Son'a mı diktin?
- Güzel bir geleceği düşünmenin neresi kötü?
- Hiç bir yanı kötü değil; eğer şimdiyi düşünmeyi ihmal edecek kadar geleceğe odaklanmadıysan. Çünkü gözünü şimdi yaşadığın Mutlu An üzerinden çekersen, yaşamadığın ve sadece yaşayacağını varsaydığın Mutlu Son üzerine çevirirsin. Oysa görebildiysen Şimdi yaşadığın Mutlu An güzelliğini, bir 'An' daha yaklaştın demektir Mutlu Son'a doğru.
- Sanki 'Gitme o sana gelir' der gibisin.
- Sadece varmak için uğraştığın, ulaşmaya çalıştığın; bir yer değil, ziyaret edip, ellerinle dokunup 'ne kadar güzel yapmışlar, taşları hala sapasağlam duruyor, ne iyi ettim de onca yola katlanıp, geldim gördüm' diyebileceğin. Sadece hissettiğin bir Mutluluk duygusu. Düşüncelerinle bile elindekini bir saniyede tersine çevirip etkileyebildiğin bir duygu. Bu duyguya doğru koşa koşa gittiğinde onun sabit bir kütle gibi seni bekleyeceğini nasıl düşünebilirsin. Her hareketinle o duygunun da yerini değiştirdiğini düşünsene. Camın pervazında gezinen bir serçeyi, yakalayacağından çok emin bir kedinin, arslanlar gibi yaptığı bir hamlenin ardından, en iyi ihtimalle yandaki pencerinin pervazına konması gibi; Mutlu Son'u yakalamak için koşarken, Mutlu An'ları kaçırmak da var.
- [...]


Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.