SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Hastalıkta ve Sağlıkta Probiyotikler

Beslenme ve sağlık arasındaki ilişki binlerce yıldır bilinmektedir. Aynı şekilde bağırsak florasının sağlık üzerindeki etkileri modern tıbbın ilk zamanlarından beri bilinip , araştırılmakta ve hakkında çok şey söylenmektedir. Ben bu yazımda; bağırsak florasının doğal üyesi olan probiyotik bakteriler ve onların destekçileri prebiyotik gıdaların diyetimizde bolca bulunması gerektiğini tekrar vurgulamayı , aşağıdaki bilgiler ile biraz olsun kafa karışıklığınızı gidermeyi amaçladım…

Probiyotik Nedir?

Ağız yolu ile vücuda girerek kalın bağırsağa ulaşan ve orada çoğalarak insan vücudu için faydalı etkiler oluşturan mikroorganizmalara verilen isimdir. Probiyotik bakteriler sindirim enzimlerimden etkilenmeden bağırsağa kadar ulaşırlar ve burada bağırsak duvarına tutunarak mikrofloranın bir parçası haline gelirler. Probiyotiklerin en önemli görevleri hastalık yapıcı (patojen) mikroorganizmaların çoğalmasını engellemek ve bağışıklık sistemini düzenlemektir.

Probiyotik Bakteriler Nelerdir?

Bifidobakteriler, laktobasiller , enterokoklar, streptococcus termophilus ve saccharomyces boulardii etkileri en iyi bilinen probiyotik mikroorganizmalardır.

Probiyotik İçeren Gıdalar:

Probiyotik gıdalar fonksiyonel gıda kategorisindedir. Bir gıdanın probiyotik olabilmesi için 1 gramında 1 milyardan fazla probiyotik bakteri içermesi gereklidir. Bilinen en iyi probiyotik kaynakları ; anne sütü, kefir, yoğurt, peynir (özellikle chedar peyniri, eski kaşar), turşu, lahana turşusu, boza, bira, kırmızı şarap gibi fermente gıda ürünlerdir.

Ayrıca probiyotik etki oluşturmak ve güçlendirmek için çeşitli gıdalara probiyotik bakteriler eklenebilir. Piyasada tedavi ya da gıda takviyesi olarak kullanılan kapsül ya da tablet formunda probiyotikler de bulunmaktadır.

İnsanlarda kullanılacak probiyotik bakterilerin insan kökenli olması zorunludur.

Probiyotik için önerilen günlük doz 1 milyar ile 20 milyar “colony forming unit” (cfu) dur.

Probiyotiklerin Faydaları:

Zararlı bakterilerin çoğalmasını ve barsağa yerleşmesini engeller. Ayrıca bu bakterilerden oluşan toksinleri bağlayarak mekanik bir bariyer oluştururlar ve bu maddelerin bağırsaktan kana geçmelerine engel olurlar.

Hastalıklara karşı bağışıklık sistemini güçlendiriler. Bağırsaktaki probiyotik bakterilerin sayısı arttıkça immünoglobulinlerinde (antikorlarların) miktarının arttığı gösterilmiştir.

Anti-kanserojen etkileri vardır. Probiyotiklerin tümör oluşumunu ve büyümesini engellediğini gösteren çalışmalar vardır . Probiyotikler başta kolon kanseri olmak üzere meme ve mesane kanseri için koruyucudur.

İdrar yolu enfeksiyonları, vaginal enfeksiyonlar için koruyucu ve tedavi edicidir.

Antibiyotiğe ve kemoterapiye bağlı ishalleri ve viral gastroenteritleri önler, tedavisinde kullanılır.

H.pilori bakterisine bağlı gastritlerin tedavisinde kullanılır.

Laktoz intoleransının ve diğer gıda intoleranslarını önlerler.

İltihabi barsak hastalıklarının oluşumunu önler, atakların sayısını ve şiddetini azaltır.

Allerjik deri lezyonları için koruyucu ve tedavi edicidir.

Kan kolesterol düzeyini düşürürler.

Probiyotikler salgıladıkları nörokimyasallar ile nöro-psikiyatrik hastalıkları önlerler ve bu özellikleri nedeniyle başta depresyon ve anksiyete olmak üzere birçok psikiyatrik hastalık tedavisinde takviye olarak kullanılırlar.

Prebiyotik Nedir?

Ağız yolu ile alınıp sindirilmeden kalın bağırsağa kadar gelen ve burada fermente olarak bağırsak mikroflorasını düzenleyen gıda maddelerine prebiyotik denir. Prebiyotiklerin asıl etkisi probiyotik bakterilerin sayısını arttırmaktır. Ortamda prebiyotiklerin bulunmasının probiyotiklerin sayısını yüzde 50’den fazla arttırırdığı gösterilmiştir.

Prebiyotik Maddeler:

İnülin, oligosakkarit, laktosukroz, laktulozdur.

Prebiyotik Kaynakları

Prebiyotik içeren gıdalar da fonksiyonel gıda kategorisinde kabul edilir. En fazla prebiyotik madde içeren gıdalar ; soğan, sarımsak, yer elması, hindiba, enginar, buğday, arpa, çavdar, mercimek, soğan, sarımsak, muz, kuşkonmaz, pırasadır.

İnülin en temel prebiyotiklerden biri olup asıl kaynağı hindiba bu bitkisinin kökleridir. Bu madde besin endüstrisinde prebiyotik amaçlı kullanılır. İnülin ve oligosakkaritler tatllandırıcı ve yağ benzeri etkileri nedeniyle de çeşitli besin maddelerinin içeriğine eklenmektedir.

Anne sütü ve kolostrum (ilk gelen anne sütü) çok yüksek oranda prebiyotik (oligofruktoz) içerir. Anne sütü alamayan bebekler için geliştirilen formül mamalara da prebiyotik etkisi için oligofrüktoz eklenmektedir.

Günlük alınması gereken prebiyotik miktarı 2- 20 gr kadardır. İleri yaşlarda ve hastalık dönemlerinde diyetteki prebiyotik gıdaların miktarı arttırılmalıdır.

Prebiyotiklerin Faydaları:

Mikroflorada yer alan yararlı baktarilerin (probiyotik) miktarını ve aktivitesini arttırır, zararlı bakterilerin çoğalmasını engellerler.

Bağışıklık sistemini güçlendirirler. Özellikle inülin bir probiyotik olan bifidobakterilerin sayısını arttırarak immünoglobülinlerin sayısını arttırır.

Mide ve bağırsak hareketlerini düzenlerler.

Kalsiyum ve magnezyumun emilimini ve biyoyararlanımını arttırır, kemik erimesinden korurlar.

Allerjik durumları, gıda intoleransını azaltıcı etkileri vardır.

Kan kolesterol ve trigliserit düzeyini düşürürler.

Kolon kanseri gelişim riskini azaltırlar.

Obeziteyi engeller. En önemli prebiyotik olan inülin iştahı azaltır ve tokluk hissi verir. İnülin en fazla hindiba ve yer elmasında bulunur.

Sinbiyotik Etki :

Prebiyotiklerin ve probiyotiklerin beraber kullanılması ile elde edilen yararlı etkiye sinbiyotik etki denilir. Sinbiyotik etki için genellikle probiyotik olarak laktobasiller ve bifidobakteriler, prebiyotik olarak inülin ve oligofrüktoz birleştirilir.

İyi bir sinbiyotik kombinasyonun olumlu etkilerinin 1 gün – 1 hafta arasında başlaması gerekir. Yine en iyi sinbiyotik etki için;

Kişinin sağlık durumuna, bulunduğu popülasyona göre probiyotik bakteri seçimi yapılmalıdır.

Son kullanma tarihine kadar probiyotik bakterilerin canlı kalacağı koşullar açıkça belirtilmelidir ve sağlanmalıdır.

Hazırlanan preparatların doğru zamanda , doğru miktarda ve en az 4-8 hafta düzenli kullanılması gereklidir.

En iyi sinbiyotik etki için en doğru yol bir uzman yardımı ile size en uygun probiyotik ve prebiyotikleri belirleyerek kendi mayalarınızı oluşturmanızdır.

Sağlıkla kalın..

Yazının devamı...

Ksenobiyotikler Her Yerde!

Ksenobiyotik Nedir?
Latince xeno (=yabancı, acayip) kelimesinden türemiş olup dilimize organizmaya yabancı misafir olarak çevrilebilir. Besin maddeleri dışında vücuda alınan olan tüm kimyasal maddelere ksenobiyotik denir. Bu kimyasal maddeler herhangi bir oganizmada üretilmemiştir.

Vücudumuza ağız, deri, solunum başta olmak üzere çok çeşitli yollarla girer ve ve dağılarak istenilen ya da istenmeyen etkilerini oluştururlar.

Hangi Maddeler Ksenobiyotiktir?
-İlaçlar, antibiyotikler, kemoterapotikler
-Kozmetikler
-Gıda katkı maddeleri, tatlandırıcılar
-Böcek ve mantar ilaçları
-Su ve gıdalara bulaşan tarım ilaçları
-Endüstriyel maddeler
-Egzoz ve diğer petrol ürünleri
-Çevresel kirleticiler
-Sigara dumanı
-Küfler
-Gıdalar hazırlanırken oluşan kimyasal ara ürünler
-Metaller (Kadmiyum, Nikel, Kurşun, Krom, Civa, Bakır, Gümüş)
-Atık sulardaki ilaç ve kimyasal madde kalıntıları vd.

Ksenobiyotiklerin Metabolizması:
Çeşitli yollarla vücuda giren ksenobiyotiklerin büyük bölümü emildikten sonra karaciğere gelir . Karaciğerde çeşitli enzimler ile ile biyotransformasyon ve zehirsizleştirilme reaksiyonlarından geçer. Her şey yolunda gitse bile bu enzimatik reaksiyonlar sonucunda her zaman tümüyle toksik olmayan ürünler oluşmayabilir. Daha az toksik, daha fazla toksik veya tümüyle etkisiz son ürünler oluşur ve bunlar eninde sonunda hedef organlarda zararlı etkilerini oluştururlar.

Bu maddelerin çoğu sadece yağda çözünebilir nitelikte olduğu için yine karaciğerde suda çözünebilir hale dönüştürülür ve böylece vücuttan atılımı kolaylaştırılır.

Ksenobiyotiklerin Biyolojik Etkileri:
Kar-zarar dengesi gözetilerek , yararlı etkiler elde etmek amacıyla kullanılan farmakolojik ksenobiyotiklerin (ilaç vd.) yanı sıra ksenobiyotiklerin çoğunluğuna denetimimiz ve isteğimiz dışında maruz kaldığımız söylenebilir. Yararı için kullanılanlar dahil tüm ksenobiyotiklerin her zaman toksik etki oluşturma potansiyelleri vardır. Oluşabilecek toksik etkinin derecesi alınan miktara (doz), vücuda giriş yoluna, temas ve vücutta kalış süresine, vücudun biyokimyasal ve genetik özelliklerine göre değişiklik gösterir. Bu maddeler başta karaciğer , yağ dokusu , kemikler ve beyin omurilik sıvısında birikir buralarda oksidatif stresi arttırırlar.

Farmakolojik ksenobiyotiklerin (ilaçlar) tedavi edici ve olası yan etkilerine ilaveten diğer ksenobiyotiklerin bazı zararlı etkileri şöyle sıralanabilir.

-DNA hasarı, mutasyon
-Uygunsuz bağışıklık yanıtı
-Aşırı duyarlılık reaksiyonlar(allerji)
-Kanserojen etki
-Hormonal bozukluklar
-Düşükler, ölü doğumlar, doğumsal anomaliler
-Nörolojik bozukluklar
-Enfeksiyonlar
-İnfertilite (kısırlık)

Ksenobiyotiklerden Korunmak İçin Ne Yapmalıyız?
-Ksenobiyotiklerin en büyük bölümünü çevresel kirleticiler oluşturur. Bunun için öncelikle çevre kirleticilerin oluşumunu önlemeli ve maruziyetten kaçınmalıyız.
- Gereksiz ilaç kullanımından kaçınmalıyız.
-Ksenobiyotikler ile kontamine olmuş su ve gıdaların bunlardan arındırılması. Sebze ve meyveleri çok iyi yıkayarak tüketilmesi, su kaynaklarının bilinçli seçilmesi
-İşlenmiş hazır gıdalardan uzak durulması
-Zararlı oldukları kanıtlanmış kimyasal maddelerin kullanımının yasaklanması,
-Atık sulardaki kimyasal kalıntıların ve ilaç metabolitlerinin uzaklaştırılması, böylelilkle kullanılabilir su kaynaklarına aktarılmasının önlenmesi

Detoksifikasyon:
Alınacak koruyucu önlemlerin dışında ;
-Vücudumuza bulaşan toksinlerin uzaklaştırılması için barsak temizliği
-Başta metaller olmak üzere çeşitli kimyasalları bağlayan şelatör maddelerin kullanımı
-Detox diyetler
-Su ve su bazlı içeceklerin bolca tüketilmesi,
-Antioksidan sebze ve meyve tüketiminin arttırılması önerilebilir .

Yazının devamı...

Kanserde Erken Tanı ve Tarama Testlerinin Önemi

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre dünyada her yıl 14 milyondan fazla insana kanser tanısı konuluyor ve bu sayının 2030 yılına kadar 21 milyona çıkabileceği öngörülüyor. Yani bir gün bizim ya da bir yakınımızın kanser ile temas edeceği kaçınılmaz bir gerçek. Bu nedenle kanseri tanıyıp önlemek, erken tanı - tedavi şansını kaybetmemek için duyarlı ve bilinçli olmalı, gerekli tarama testlerini yaptırmalıyız.

Kanser Nedir?

Kanser latince ‘yengeç’ sözcüğünden gelmektedir. Bu kanserli hücrelerin vücuda tutunmadaki başarısını ve inadını tam olarak açıklayıcı bir sözcük olmasına rağmen kanseri tam olarak tanımlamak istersek “ kanser kontrolsüz hücre bölünmesidir” diyebiliriz.

Kontrolsüz Hücre Bölünmesi Nedir?

Vücudumuzun canlılık özelliği taşıyan en küçük parçası hücredir. Bir hücrenin canlılık göstergesi ise çeşitli mekanizmalar ile bölünerek birbirinin tıpa tıp aynı iki hücreye dönüşmesidir. Büyüme, gelişme, yaralanan dokuların onarımı gibi tüm yaşamsal olaylar için hücrelerin bölünerek çoğalması gerekir. Vücudumuzdaki sağlıklı hücreler ne kadar , ne zamana dek bölüneceğini, ne zaman duracağını bilir ve zamanı gelince önceden programlandığı şekilde ölür. Yani vücudumuzda hücre bölünmesi ve hücre ölümü bir denge halindedir ve çok kusursuz bir şekilde kontrol altında tutulmaktadır. Hücre bölünmesini yavaşlatan veya durduran kontrol mekanizmaları herhangi bir şekilde zarar görürse (DNA hasarı) hücreler bölünmeyi unutur, çoğalıp bir araya gelerek tümör oluşturur ve böylece kanser başlamış olur.

Klinik olarak tespit edilebilen en küçük tümör boyutu 1 santimetreküp civarındadır ve bu boyuta DNA’sı hasarlı ilk hücrenin 30-35 kez bölünmesi ile ulaşılmıştır. Bu boyuttaki bir tümör içindeki tüm hücreler 10-15 kez daha hep beraber bölünürse tümör boyutu iyileşmenin çok zorlaşacağı bir boyuta ulaşmış olur. Bu nedenle erken tanı yani bu hızlı ve kontrolsüz sürecin bir an önce tespit edilmesi çok çok önemlidir.

Kanser Tarama Testleri

Kanser tarama programları biyokimyasal, genetik, patolojik ve radyolojik çok sayıda testi içermektedir. Radyoloji ile varsa tümörün kendisi ve yayılımı gösterilebilir. Biyokimyasal ve patolojik testler ile tümörün varlığına, boyutuna , niteliğine ilişkin önemli bulgular elde edilebilir. Genetik testler ile ailesel yatkınlığımız olan bir kanser türü olup olmadığı tespit edilebilir.

Tarama testlerinin temel mantığı kanser vücutta henüz hiçbir belirti ve bulgu oluşturmamışken, kişi tümüyle sağlıklı iken kanserin tespit edilmesidir. Tarama testlerinin en yararlı olduğu kanser türleri ise; meme kanseri, rahim ağzı kanseri, prostat kanseri ve kalın barsak kanseridir .

Meme Kanseri İçin Yapılacak Tarama Testleri:

- 20 yaşından sonra adet sonrasında kendi kendine yapılacak meme muayenesi

- 20-40 yaşları arasında iki yılda bir, 40 yaşından sonra ise yılda bir kez doktorun yapacağı klinik meme muayenesi

- 40 yaş üzerinde yılda 1 kez mamografi çekilmesi ( Mamografiye doktorun önerisi ile meme ultrasonografisi eklenebilir.)

- Ailesinde meme kanseri öyküsü olan yüksek riskli bireylerde doktorun belirleyeceği sıklıkta MR incelemesi

- Aile öyküsü olanlarda BRCA-1 ve BRCA-2 adı verilen genlerin araştırılması

Rahim Ağzı Kanseri İçin Yapılacak Tarama Testleri:

- 20 yaşından sonra her yıl kadın-doğum doktoru tarafından yapılacak ayrıntılı jinekolojik muayene

- Yine 20 yaşından sonra üç yılda bir kez (tercihen yılda bir kez) pap- smear ya da sıvı bazlı smear testi

- Beş yılda bir HPV (insan papilloma virüsü) testi ( HPV’nin kansere sebep olan tipleri pozitif bulunursa kolposkopi yapılır.)

Kolon Kanseri İçin Yapılacak Tarama Testleri :

- 50 yaşından sonra yılda bir kez gaitada gizli kan testi

- 50 yaşından sonra beş yılda bir kez sigmoidoskopi. polip vs var ise biyopsi yapılması

- 50 yaşından sonra on yılda bir rektal muayene, kolonoskopi ve /veya kolon grafisi. (Polip, lezyon vs var ise biyopsi yapılması)

- Kanda karsinoembriyojenik antijen (CEA) düzeyinin ölçülmesi

- 3 yılda bir kez dışkıdan DNA analizi

- Sanal kolonoskopi (Kalın barsaklar hava ile doldurularak bilgisayarlı tomografi çekilir ve kolon içinde üç boyutlu görüntüler elde edilir. Bu görüntülerde bir şey tespit edilir ise kolonoskopi yapılır. )

Prostat Kanseri İçin Yapılacak Tarama Testleri :

- 50 yaşından sonra her yıl rektal muayene yaptırılması

- Yılda bir kez kanda prostat spesifik antijen (PSA) miktarının ölçülmesi

- Ailesinde prostat kanseri olanlarda tarama testlerine 40 yaşında başlanır.

Vücudunuzun biyoritmini en iyi siz bilirsiniz. Biyoritminizde iki haftayı aşan herhangi bir değişiklik olduğunda, anormal kanamalar, istemsiz zayıflalamalar, iyileşmeyen yaralar, herhangi bir bölgedeki normalden farklı bir şişlik, renk değişikliği vb. durumlarda mutkala doktorunuza başvurunuz. Ailede kanser hastasının varlığıda sizin için uyarıcı olmalıdır.

Her şey yolunda gibi görünse bile yılda en az bir kez doktor muayenesinden geçmeli , yaşımıza , cinsiyetimize, aile hikayemize, genetik yatkınlığımıza göre belirlenecek kanser tarama testlerini mutlaka yaptırmalıyız.

Yazının devamı...

Sık Hastalanan Çocuklarda Bağışıklık Sisteminin Değerlendirilmesi

Bağışıklık Sistemi Nedir?

Bağışıklık sistemi vücudun kendinden olmayanı tanıyıp uzaklaştırmak için farklılaşmış, çok çeşitli elemanlardan oluşan bir sistemdir.

Vücudun kendinden olmayan bu yabancı madde bazen virüs veya bakteri, bazen allerjenler, bazen de nakledilen kan veya organ olabilir. Vücudumuz bu maddelere karşı önce cilt, mukoza ve salgılar ile mekanik olarak, doğal bağışıklık hücreleri aracılığıyla biyokimyasal olarak engel olmaya çalışır. Sonrasında ise her yabancı ajana özgül olarak gelişen kazanılmış bağışıklık devreye girer.

Kazanılmış bağışıklığın temel elemanları beyaz kan hücreleri ve bunların ürünleri olan antikorlar yani immunoglobülinlerdir. İmmünoglobülinler yapısal , fonksiyonel özelliklerine göre 5 temel sınıfa ayrılır ve Ig olarak kısaltılır ve yanına temsil ettiği grubun kodlayıcısı gelir. Bunlar: IgG, IgA, IgM, IgD, IgE ‘dir.

Tüm immünoglobilinlerin yüzde 80’i IgG’dir. En büyük görevi vücuda giren bakteri, virüs ve toksinlerin etkisizleştirilmesidir. Ve IgG’ nin 4 alt tipi vardır.

IgM tüm ümmünoglobülinlerin yüzde 5-10’unu oluşturur ve çok güçlü antibakteriyeldir.

IgA göz yaşı, ter, anne sütü, tükrük ve tüm diğer vücut salgılarında bulunur ve mikroorganizmaların mukozalara tutunmasına engel olur.

IgE ise vücutta çok az bulunur, alerjik reaksiyonlarda rol oynar. Vücuda giren alerjen maddelere karşı oluşan IgE, histamin aracılı bir dizi reaksiyon oluşturur. Saman nezlesi, astım, alerjik rinit gibi hastalıklarda yangı ve akıntıya neden olur.

Bu antikorların fazla üretilmesi ya da eksik üretilmesi çeşitli hastalıklara neden olur.

Sık Hastalanan Çocuklarda Bağışıklık Sistemini Değerlendirmek İçin İlk Aşamada Yapılacak Tetkikler:

Her anne çocuğunun sık sık hastalandığını düşünme eğilimindedir. Ancak en basit hali ile ; yılda 8-10 kez enfeksiyon geçiren, enfeksiyondan sonra komplikasyonlar geliştiren ve hemen her seferinde antibiyotik kullanmak zorunda kalınan çocuklar için sık hastalanan çocuk diyebiliriz. Bu çocuklarda mutlaka doğuştan ya da sonradan gelişen bir bağışıklık yetmezliği olasılığı düşünülmelidir. Ayrıntılı öykü alımı ve fizik muayene sonrasında yapılabilecek laboratuvar testleri ile çocukta immün yetmezlik tablosu olup olmadığı büyük ölçüde anlaşılabilir.

Bu çocuklarda bağışıklık sisteminin durumunu değerlendirmek, doğuştan ve/veya edinlimiş yetmezliği araştırmak için yapılacak ilk tektikler sırasıyla aşağıdaki gibidir:

- Tam Kan Sayımı (hemogram): Bu tetkik ile kandaki hücrelerin sayısı ve dağılımı ölçülür. Kan hücrelerinin ( lökosit, nötrofil, eozonofil, lenfosit, trombosit ) sayılarının azalmış veya artmış olması ; enfeksiyon sebepleri, gidişatı, alerjik hadiseler ve olası immün yetmezlikler konusunda bize çok değerli bilgiler verir.

- Eritrosit Sedimentasyon Hızı (ESR): Özellikle seri ölçümleri bağışıklık yanıtının değerlendirilmesinde önemli veri sağlar.

- Periferik Yayma : Parmaktan alınan bir damla kan cam üzerine yayılır ve boyanarak incelenir. Hücrelerin sayısına, şekline , dağılımına bakarak enfeksiyon ve diğer kan hastalıkları hakkında bilgi edinilmeye çalışılır.

- C-reaktif protein (CRP): Vücudun enfeksiyona verdiği yanıtı ölçmek için kullanılır.

- Enfeksiyon odağını belirleyebilmek için ise ;

Tam idrar tetkiki

İdrar kültürü

Boğaz kültürü

Akciğer Grafisi gibi ayırıcı tetkikler yapılır.

- Ig A, IgG, IgM, IgE düzey ölçümleri : Bu immünoglobülinlerin düzeyi yaşa göre belirlenmiş normal sınırlar içinde değerlendirilir. Artması veya azalması enfeksiyonun tanısı , gidişatı, bağışıklık sistemi problemleri hakkında bilgi verir. Bu maddelerin eksiklikleri tek veya kombine olabilir.

- Ig G alt tip ölçümleri : Tekrarlayan otit, sinüzit gibi enfeksiyonlarda özellikle IgG2 subtipi düşük bulunur.

- Allerji Testleri

- Kompleman ölçümleri (CH50)

Sık hastalanan; ishal, deri lezyonları, ağız yaraları, büyüme-gelişme geriliği , akraba evliliği - kardeş ölümü hikayesi bulunan çocuklarda bu testler immün yetmezlik varlığını araştırmak için çok değerli ve yönlendiricidir. Tüm bu testler sonucunda hastaların yarısına yakını normal bulunur. %30 ‘unda allerjik yapıda olduğu için sık hastalandığı sonucuna ulaşılır , buna göre takip ve tedavi için yönlendirilir. % 10’unda doğuştan ya da sonradan gelişen bir immün yetmezlik tablosu tespit edilir , tedavi ve takip altına alınır.

Daha ileri tanı ve tedaviler için ise allerji-immünoloji uzmanı ve genetik uzmanının olduğu merkezler tercih edilmeli ve kalıcı hasarların oluşması önlenmelidir.

Yazının devamı...

Yaş Alırken Vücudunuza Destek Olun!

Kollajen vücuttaki çeşitli dokulara dayanıklılık, sertlik ve şekil veren erimez liflerden oluşmuş yapısal bir proteindir. Vücut destek dokusunun temel bileşenidir.

İnsan vücudunda bulunan proteininin yüzde 30’unu kollajen oluşturur.

Total vücut kitlesinin ise iste üçte birini oluşturan kollajen en çok kemik, deri, kıkırdak, diş ve korneada bulunur.

Korneadaki kollajen lifleri saydam olup korneaya saydamlık verir.

Tendonllardaki kollajen lifleri gerilmeye dirençlidir.

Diş ve kemiktekileri kollajen lifleri kalsiyum ile sertleşmiş halde bulunur.

Derideki kollajen ise fonksiyonları gereği her yöne genişleyebilen gevşek liflerden oluşmuştur. Derinin yüze 80’ini oluşturan kollajen esnek olmayıp yine bir protein olan elastin lifleri ile bir araya gelerek deriye esneklik ve dayanıklılık kazandırır.

Kollajenin yapısında glisin, prolin, hidroksiprolin adı verilen aminoasitler bulunur. Kollajenin bu aminoasitlerden sentezi ve aradaki çapraz bağların oluşumu için C vitamini(askorbik asit) gereklidir. C vitamini eksikliğinde kollajen sentezi ve fonksiyonu bozulur, yara iyileşmesi gecikir.

Yaşlanma İle Beraber Kollajen Sentezi Azalır!

Yaş ile beraber derideki kollajen ve elastin sentezi , bunların içindeki çapraz bağların sayısı azalır, kollajenin yapısı bozulur. Bunların neticesinde cilt elastikiyetini kaybeder , deride gevşeme ve kırışıklıklar oluşur. Yine bu sebeplerle eklem hareketliliği bozulur, tendon ların yırtılması ve kemiklerin kırılması kolaylaşır.

Başta UV ışınları ile oluşan foto yaşlanmaya ilaveten , hormonal dengesizlikler , stres, sigara, alkol, yetersiz beslenme kollajen sentezini azaltarak yaşlanmayı hızlandırmaktadır.

Yaşlanmayı yavaşlatmak için güneşten korunmanın yanısıra kollajen ve elastin sentezini arttıracak, antioksidan etki gösterecek gıda ve maddelerden faydalanılabilir. Bu besin maddeleri doğrudan ve dolaylı olarak deri, kemik ve kıkırdak gibi destek dokuların yaşlanma sürecindeki gücünü arttırır.

Kollajenin Yapı ve Fonksiyonunu Arttırmak için:

C vitamininden zengin gıdalar diyette mutlaka bulunmalıdır. C vitamini kollajen desteğinin devamı, serbest radikallerin uzaklaştırılması vb birçok faydası nedeniyle vücut için elzemdir. C vitamininin vücutta depolanmadığı her gün yeniden alınması gerektiği unutulmamalıdır. C vitamini en çok turunçgiller, domates, yeşil biber ve kabuklu patateste bulunur.

Yine cilt yaşlanmasını geciktirmek, yara iyileşmesini hızlandırmak için bir glukoz polimeri olan beta glukan içeren yiyecekler diyete eklenmelidir. Beta glukan en çok tam tahıllar, yulaf, arpa ve ekmek mayasında bulunur. Beta glukanın kollajen miktarını arttırdığı çalışmalarla gösterilmiştir.

Kollajenin temel bileşeni glisin ve prolinden zengin yumurta beyazı, süt ürünleri, tavuk derisi, jelatin, mantar gibi gıdaların tüketimi arttırılmalıdır. Kırmızı et, tavuk, balık glisin ve prolinden zengin diğer gıdalardır.

Yazının devamı...

Stresin Biricik Vücudumuza Yaptıkları:

Stresin Biricik Vücudumuza Yaptıkları:

Stres ile cebelleştiğim , savunma mekanizmalarım yetersiz kaldığı için olsa gerek sağlığımın alt üst ettiği bu günlerde hem kendim için hem de sizlerle paylaşmak için bu konu ile ilgili yazmak istedim. Hepimize iyi gelmesi dileğiyle…

Stres, tehdit oluşturan bir değişim karşısında insanın bedensel ve ruhsal olarak zorlanması ve bu durumlarda oluşan gerginlik hali olarak tanımlanabilir.

Stres yaratan faktörlere stressör denilir. Stressörün şekline göre stres fiziksel stres , emosyonel (duygusal) stres olarak iki grupta incelenebilir.

Ağır egzersiz, aşırı sıcaklık, aşırı soğuk, nem, açlık, kazalar, ameliyatlar fiziksel stressörlere örnek olarak verilebilir.

Sosyal ortamdan kaynaklanan hayal kırıklığı, yalnızlık, kayıplar, yok sayılma, işsizlik gibi faktörler ise emosyonel strese neden olur.

Stres yaratan etki ne olursa stres ile karşılaşan canlı bir dizi biyokimyasal yanıt oluşturarak stresin zararlı etkilerinden kendini korunmaya çalışır ve bir tepki oluşturur. Strese maruz kalan canlılar sırasıyla şu dönemlerden geçer:

- Alarme olma dönemi: Stresle karşı karşıya gelindiğinde kişinin içgüdüsel olarak şok olduğu, şaşırdığı alarme olduğu dönemidir.

- Uyum dönemi: Vücudun tüm mekanizmalarını kullanarak bu duruma uyum sağladığı dönemdir. . Güçlü kişilikler ve doğru strateji belirleyenler bu dönemde daha başarılı olurlar.

-Direnme dönemi: Kişi stres koşullarına uyum sağlayamazsa stres oluşturan faktöre karşı bir süre daha direnir, başarılı olamazsa tükenme dönemine geçer.

-Tükenme dönemi:Bu dönemde strese karşı yenik düşülmüş, vücuttaki zararlı belirtiler yerleşik hale gelmiştir.

Stresten Etkilenen Hormonlar:

Stres kortizol, adrenalin , prolaktin ve büyüme hormonunun artmasına, testosteron hormonunun azalmasına neden olur. Bu hormonal değişiklikler sistemik etkiler oluşturur. Stresten öncelikle hormonal sistem, bağışıklık sistemi ve sinir sistemi ekilenir .

Kortizol Artışı:

Stres anında böbreküstü bezinden bol miktarda kortizol salgılanır. Yüksek kortizol düzeyi biyokimyasal birçok istenmeyen yanıta neden olarak öğrenmeyi ve algılamayı engeller. Uzun süren stres durumlarında çok artan kortizol beyin hücrelerinin ölmesine ve beynin küçülmesine neden olur. Stresten en çok etkilenen beyin bölgesi hipokampus bölgesidir. Kronik streste hipokampusun küçülmesi ile unutkanlık, yön bulma yetisinde ve öğrenme kapasitesinde azalma görülür. Bu etkiler geri dönüşlü olup stres faktörleri ortadan kalkınca gerileyebilir.

Adrenalin Artışı:

Yine stres anında böbreküstü bezinden noradrenalin adı verilen hormon salgılanır. Noradrenalin adrenaline dönüşür. Adrenalin kalp kasılmasını ve kalp atım sayısını , solunum hızını , beden ısısını, görme keskinliğini arttırır. Stresin erken dönemlerinde bu etkiler uyum için gereklidir, ancak uzun sürmesi durumunda rahatsızlık oluşturur.

Prolaktin Artışı :

Stres ile artan prolaktin hormonu adet düzensizliğine, adet kanamasının miktarında azalmaya, göğüsten süt gelmesine ve kısırlığa neden olur.

Stresin Diğer Vücut Sistemleri Üzerindeki Etkileri:

Bağışıklık Sistemi Üzerine Etkileri:

Stres bağışıklık sistemini baskılar. Bağışıklıkta temel rolü olan T hücrelerinin işlevlerinde ve sayısında azalma görülür. Yine stres ile beraber bağışıklık sisteminde çok önemli bir madde olan sitokinlerin miktarı azalır. Azalan T hücreleri ve sitokinler çeşitli hastalıkların ortaya çıkmasına sebep olur, yara iyileşmesi gecikir. Bakteriyel ve viral enfeksiyonlara eğilim artar.

Sindirim Sistemi Üzerine Etkileri: Stres mide asidini arttırarak mide mukazasının aşınmasına neden olur ve stres ülserleri ortaya çıkar. Kolit, barsak alışkanlıklarında değişiklikler görülür.

Kalp-Damar Sistemi Üzerindeki Etkileri :

Strese bağlı kaygılı ve sıkıntılı süreç doğrudan veya dolaylı yollarla kalp ve damar yapısını bozarak ateroskleroz, hipertansiyon, kalp ritim bozukluğu, kalp krizi, kalp yetmezliği ve hatta ani ölüme sebep olur. Yine artan kortizol hormonunun etkisi ile kan şekeri yükselir ve bu da damar yapısında bozulmalara neden olur.

Deri Üzerindeki Etkileri:

Deri hastalıklarının çok büyük bir bölümünün ortaya çıkışı ve/veya ilerlemesi emosyonel strese bağlıdır. Akne, sedef hastalığı, ürtiker, egzema,l iken strese bağlı başlıca deri hastalıklardır.

Stresin Sebep Olabileceği Diğer Hastalıklar:

Depresyon, anksiyete, sigara bağımlılığı, alkol bağımlılığı, madde bağımlılığı, baş ağrısı, erken yaşlanma, aşırı kilo alma ya da zayıflama, uykusuzluk stresin sebep olabileceği diğer hastalıklardır.

Stresten Korunmanın Yolları

Aslında bir miktar stres motivasyon ve kişisel gelişim için gereklidir. Önemli olan stresli durumlar karşısında etkin bir mücadele sergilemektir. Her insanın stres ile başetme yeteneği genetik ve sosyal yapısına bağlı olarak farklılık gösterir. Ancak ortak olan stres anında hızlıca sorunu tanımlayarak uyum sürecine geçme gerekliliğidir.

Bu süreçte vücudumuzda bulunan sonsuz psikolojik ve fiziksel savunma mekanizmalarından deneme-yanılma yolu ile faydalanmalıyız. Etkili oluyor ise devam etmeli, etkisiz ise yeni yollar geliştirmeliyiz.

Dengeli beslenme, spor yapma , bol su içme bizi stres karşısında dayanıklı kılacaktır. C vitamini, B1, B6, B12 vitaminleri, magnezyum, tirozin içeren besinler strese karşı uyum sürecimizde destekleyici olacak ve stresin organlarımız üzerindeki olumsuz etkilerini azaltacaktır.

Eğlenceli ortamlarda bulunma, yeni hobiler geliştirme uyum sürecimizi kolaylaştırıp, tükenmemizi engelleyecektir.

Yazının devamı...

Yaşlanmayı Geciktirmek Ve Güzel Yaşlanmak Mümkün!

Yaşlanmayı Geciktirmek Ve Güzel Yaşlanmak Mümkün!

Yaşlanma doğumla başlayan, ilerleyici ve fizyolojik bir süreçtir.

Dünya Sağlık Örgütü 65 yaş ve üzerindeki bireyleri yaşlı olarak tanımlamıştır. Ancak kronolojik yaşlanma ile fizyolojik ve biyokimyasal yaşlanma birbirinden farklı olaylardır. Her insan farklı yaşam süresine ve sürecine sahiptir . Bu farklılıklar genetik, sosyoekonomik, çevresel çok sayıda faktöre bağlıdır.

Yaşlanma İle Vücutta Meydana Gelen Değişiklikler:

Yaşlanma ile beraber vücutta fizyolojik, biyokimyasal ve anatomik değişiklikler meydana gelir , vücudun iç dengesi bozulur. 50 yaşından sonra dokuların kendini yenileme yetenekleri de azaldığı için tüm bu değişiklikler geri dönüşümsüz bir hale gelir. Yaş aldıkça yaş ile orantılı olarak;

- Kalp kası kalınlaşır,

- Damarlar sertleşir

- Akciğerlerin kapasitesi düşer

- Böbrek fonksiyonları ve mesane kapasitesi azalır.

- Vücutta kas dokusu azalarak, yağ dokusu artar.

- Kemik dokusunda kayıplar ve kemik erimesi olur.

- Görme ve işitmede azalma görülür.

- Beyin-sinir hücreleri ve fonksiyonları azalır.

- Lipofuksin adı verilen yaşlanma pigmenti artar ve yaşlılık lekeleri oluşur.

- Yaşlılarda demir eksikliği, vitamin B12 eksikliği, total protein düşüklüğü görülür. Yaşlıların % 2-5’inde hipotiroidi vardır.

- Yaşlılık ile beraber kalp-damar hastalıkları, kalp krizi, inme, hipertansiyon, diyabet, kanser gibi hastalıklarda artış görülür.

Yaşam Süresini Uzatmanın ve Sağlıklı Yaşlanmanın Yolları:

Dünya genelinde yaşam süresi 20 yıl kadar uzamıştır. Önümüzdeki 50 yıl içinde ortalama yaşam süresinde 10 yıl daha uzama olabileceği düşünülmektedir. Türkiye’de ise ortalama yaşam süresi 75 yıldır.

Yaşlanmanın geciktirilmesi ve sağlıklı yaşlanma için bilim dünyası harıl harıl çalışmaktadır. Ama bu sürecin tümüyle önlenmesi mümkün olmadığına göre bireysel olarak yaşam tarzı değişiklikleri ve yaşla oluşan hastalıklardan korunmak için yapacağımız kontroller ile bu sürecin sağlıklı yaşanmasını sağlamak mümkündür.

Yaşam süresini uzatmak ve sağlıklı yaşlanmak için bize düşen basit ama kritik eylemler şunlardır:

- Kalori azaltılması: Kalori kısıtlamasının vücudun yaşlanmasını geciktirdiği anatomik ve biyokimyasal bozulmasını önlediği çok sayıda çalışma ile gösterilmiştir. Günlük alınan kalori miktarının en fazla kg başına 30 kalori olacak şekilde ayarlanması bu sürecin geciktirilmesi ve sağlıklı yaşanması atılacak en somut adımdır.

- Egzersiz: Egzersiz ile kas kayıpları, kemik yıkımı, kalp-damar hastalıkları engellenebilir. Egzersiz yaşam süresini uzattığı gibi yaşam kalitesini de arttırır.

- Doğal antioksidan olan taze sebze ve meyve tüketiminin arttırılması

- Vitamin , demir, mineral takviyeleri

- Alkol tüketiminin azaltılması

- Sigaranın bırakılması

Yaşlı Bireylerde Yapılması Gereken Tarama Testleri:

Kanda rutin glukoz, lipid, kolesterol,albümin ölçümleri yapılmalıdır.

Kadınlarda rahim kanseri için pap-smear testi, meme kanseri için yılda bir kez meme muayenesi ve mamografi yapılmalıdır.

Erkeklerde prostat hastalıkları için yılda bir kez prostat muayenesi yapılmalı ve kanda PSA bakılmalıdır.

50 yaşından sonra yılda bir kez gaitada gizli kan, rektal muayene ve kolonoskopi yapılmalıdır.

Kemik erimesi tespit ve takibi için kemik yoğunluk ölçümleri , radyolojik incelemeler yapılmalıdır.

Yazının devamı...

Bir Kadının Yaşam Döngüsü Ve Kadın Sağlığı

Bir Kadının Yaşam Döngüsü Ve Kadın Sağlığı

Kadınları anlayamamaktan yakınan erkekler ve anlaşılmama etiketinden yarı memnun yarı rahatsız olan kadınlar öncelikle bir kadının değişken ve üretken yaşam döngüsüne bir göz atmaya ne dersiniz?

Puberte ve Menarş:

Kızlarda puberte dönemi yani ergenlik ortalama 9-10 yaşında göğüs dokusunda büyüme ile başlar. Sonrasında koltuk altı ve genital bölgede kıllanma ve menarş görülür. Menarş ilk adet kanaması demektir. Menarş genellikle 9-14 yaşları arasında başlamış olmalıdır. İlk iki yıl kanama aralıkları düzensiz olup çoğu zaman yumurtlama gerçekleşmez . Menarş ile beraber kadın vücudu her ay gebelik olacakmış gibi hazırlık yapar. Menarşın beklenen sürelerden geç ve erken olması durumunda doktora başvurmak gerekir .

Ovulasyon (Yumurtlama) :

Düzenli bir adet döngüsünün yaklaşık 14. gününde gerçekleşir. Yumurtalıklarda her ay hormonların etkisi ile 2 cm büyüklüğünde folikül adı verilen bir kist oluşur. Bu folikül menstruel döngünün ortasına yakın bir zamanda yine hormonların direktifi ile çatlayarak içindeki yumurtayı tüplere bırakır. Yumurtalar bu kanalda 2 gün yaşar. Bu süre içerisinde sperm ile karşılaşır ise döllenme olur. Döllennmiş yumurta uterus içine doğru ilerler ve buraya yerleşir. Döllenmenin olmadığı her siklusun menstruasyon kanaması ile sonuçlanması beklenir.

Menstruasyon Döngüsü ve Adet Kanaması:

Ergenlik ile başlayıp menopoz ile sona eren bu üretken dönemde her ay östrojen ve progesteron hormonunun etkisi ile gebelik oluşacakmış gibi rahim iç zarını kaplayan tabaka kalınlaşır. Eğer gebelik oluşmaz ise oluşan bu tabaka kan ve mukozal doku ile beraber vajina aracılığı ile dışarıya atılır. İşte buna menstruasyon kanaması denilir. Kanamanın ilk günü yeni döngünün de ilk günüdür. Gebelik oluşuncaya dek ya da menopoza dek bu olay her ay tekrarlanır. Menstruasyon kanaması 25- 30 günde bir gerçekleşir. Yaklaşık 5 gün sürer. Kanama miktarı 30-80 ml ‘dir. Her kadının kendine has bir menstruasyon düzeni vardır , bu düzene uymayan her durum o kadın için anormal kabul edilir ve kadın için ekstra stres yaratır. Diyet, egzersiz, duygudurum değişiklikleri döngünün süresi ve kanama miktarlarında normal sayılabilecek küçük değişikliklere neden olabilir. Döngünün rutinde beklenen süreden çok daha uzun ya da kısa sürmesi, kanama miktarının az ya da çok olması, kanamalı gün sayısının fazla olması bir sorun göstergesidir.

Adet Öncesi Gerginlik Sendromu (Premenstrüel Sendrom) :

Menstruel döngünün ikinci yarısında özellikle kanamadan 3-4 gün önce başlayan , mens kanaması ile son bulan hormonal ve psikolojik bir rahatsızlıktır. Bu dönemdeki belirtiler özellikle progesteron hormonuna bağlı olup kadından kadına değişiklik gösterir. En sık görülenleri : göğüslerde gerginlik, karında şişlik, ödem, iştah artışı, uyuşukluk, ruhsal gerilimdir. Bu dönemde kadınların ağlama, kavga, suç işleme ve şiddet uygulama eğilimlerinin arttığı görülmüştür. Tedavisi şikayetlere yönelik olup antidepresanlar, bazı hormonlar, B6 vitamini gibi ilaçlar doktor önerisi ile kullanılabilir. Ayrıca dönemde su ve tuz kısıtlaması, egzersiz önerilir.

Dismenore:

Ağrılı adet kanaması demektir. Adet gören kadınların yüzde 50’sinde ortaya çıkar. Karın ağrısı kramp şeklinde olup beraberinde bel ağrısı, baş ağrısı, bulantı, ishal gibi belirtiler de görülebilir. Sebebi artmış prostogalandin sentezidir. Tedavisinde doğum kontrol hapları, ağrı kesici antienflamatuar ilaçlar kullanılır.

Gebelik:

Döllenmiş yumurtanın uterusa yerleşmesi ile başlayıp doğuma kadar devam eden dönemdir. Son adetin ilk günü gebeliğin ilk günü olarak kabul edilir ve 284 gün (40 hafta) sürer. Yaklaşık 13’er haftadan oluşan ve trimester adı verilen 3 dönemden oluşur. Bu dönemlerde anneden, bebekten, plesantadan kaynaklanan çeşitli problemler görülebilir. Gebeliğin 1. üç aylık döneminde, bulantı-kusma, halsizlik, yorgunluk , çok uyuma gibi belirtilere ilaveten dış gebelik, düşük tehdidi gibi sorunlar vardır. 2. üç ay nispeten rahat olup gebeliğin en güzel dönemidir. Son üç ayda ise bebeğin artan hacmi ve artan gebelik hormonların da etkisiyle fiziksel , ruhsal rahatsızlıklar epeyce artmıştır.

Lohusalık :

Doğumun tamamlanmasından hemen sonra başlayıp 6 haftaya kadar devam eden döneme verilen isimdir. Bu süreçte gebelikte kadının rahminde ve vücudunda meydana gelen tüm değişiklikler sırası ile eski haline döner. Bu dönemde kimi hormonlarda artış, kiminde ise azalma görülür. Bu hormonal ve bedensel değişiklikler kadının psikolojik ve sosyal açıdan zorlu bir dönem geçirmesine neden olur. Bu dönemde fazla miktarda olan kanamalarda, bayılma ve ateş gibi durumlarda, ruhsal durumda görülen abartılı değişikliklerde hızlıca doktora başvurmak gerekir. Anne ölümlerinin yüzde 60’ı bu dönemde gerçekleşir. Aynı zamanda doğun yapan kadınların yüze 15-30’unda lohusalık döneminde depresyon görülür.

Laktasyon (Emzirme) Dönemi:

Emzirebilenlerin ve emziremeyip vicdan azabı ile çırpınanların zorlu sınavı…

Prolaktin ve oksitosin hormonunun etkisi ile gerçekleşen fizyolojik bir süreçtir. Bebeğin emmesi ile prolaktin ve oksitosin salınımı, bu hormonların artması ile de süt oluşumu ve salgılanması artar. Bu dönemde mastit, ateş gibi durumlarda doktora başvurmak gerekir.

Menopoz:

İlerleyen yaşla beraber yumurtalıkların aktivitesi , foliküllerin sayısı ve östrojen düzeyi azalır, yumurtalıklar artık yumurta üretemez hale gelir ve menstruasyon kanaması kalıcı olarak son bulur. Ortalama menopoz yaşı 51 olup 45-55 yaşları arasında başlayabilir. Bu dönemde ateş basması, terleme, uykusuzluk, duygudurum bozuklukları gibi belirtiler görülür. Bedensel , hormonal, ruhsal olarak bu dönemin kolaylaştırılması ve oluşabilecek şikayetlerin azaltılması için doktor kontrolü ve önerisi ile hormon ve/veya ilaç tedavileri uygulanabilir. Yine bu dönemde meme muayenesi , pa-smear testi gibi kanser taramaları aksatılmadan yapılmalıdır.

Böylesine meşekatli, karmaşık bir yaşam döngüsü olan kadınlara hakettikleri değerin verildiği , psikolojik ve fiziksel şiddetin olmadığı ,sevildiği, etiketlenmediği bir dünya dileğiyle..

Sağlıkla kalın!

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.