SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

ÖLÜM RİSKİNİZİ 4 KAT AZALTMAK İSTER MİSİNİZ?

ÖLÜM RİSKİNİZİ 4 KAT AZALTMAK İSTER MİSİNİZ?

Kolesterol Nedir?

Kolesterol hücre zarının yapısında bulunan ayrıca D vitamini, bazı hormonlar ve safra asitleri yapımı için öncül bir madde olan , büyüme- gelişme için gerekli temel bir bileşendir.

Dışarıdan besinlerle her gün 0,3-0,9 gr kolesterol alınır. Günlük 1,5-2 gr kolesterol ise vücutta karaciğer ve barsaklarda yapılır. Kolesterol insan vücudu için faydalıdır, ancak belli düzeyde tutulmalıdır. Sağlıklı bir kişinin kanında 8 saat açlıktan sonra ölçülen lipid düzeyi %400-700 mg kadardır. Bunun %140-200 mg’ı kolesteroldür. Kandaki kolesterol düzeyi yaşla beraber artar ve erkeklerde kadınlardan daha yüksektir.

Başlıca iki ana kolesterol tipi bulunur. Bunlar: Kötü kolesterol olarak bilinen LDL kolesterol( düşük yoğunluklu kolestero) ve İyi kolesterol olarak bilinen HDL-kolesterol (yüksek yoğunluklu kolesterol) . LDL kanda kolesterolü taşıyan başlıca lipiddir. Ve artışı doğrudan kalp krizi riskini arttırır. HDL ise damar duvarındaki kolesterolü damar dışına taşır dolayısıyla kalp krizinden koruyucudur. Türk toplumunda koruyucu olan HDL düzeyi diğer toplumlara göre daha düşüktür. Egzersiz, yeşil yapraklı sebzeler, bazı ilaçlar ile HDL düzeyini arttırılabilir.

Kolesterol Yüksekliği:

Kandaki kolesterol düzeyinin yüksekliği ile kalp damar hastalığı arasındaki ilişki için çeşitli ve çelişkili açıklamalar vardır. Gerçek şudur ki kolesterolden zengin besinler kan kolesterolünü yükseltir. Hele bu beslenme tarzı uzun süre devam ederse artan LDL kolesterol damar duvarında birikir ve ateroskleroza neden olur. Damarların etrafında biriken lipid ve ateroskleroz yıllar içinde artarak damarlarda daralmaya ve çeşitli organlara olan kan akışının azalmasına neden olur. Ateroskleroz kalbi besleyen damarları tıkarsa kalp krizine, beyni besleyen damarları tıkarsa inmeye (felçlere) neden olur.

Kolesterol Düzeyinin Ölçümü ve Normal Değerleri

20 yaşın üzerinde kan kolesterol düzeyi mutlaka ölçülmeli, normal düzeyde bulunursa ölçüm her 5 yılda bir tekrarlanmalıdır. Ailesel yatkınlığı ve şeker hastalığı olanlarda ise ateroskleroz daha çok görüldüğü için kolesterol ölçümü daha sık aralıklarla yapılmalıdır.

İdeal kolesterol düzeyi 140-190 mg/dl’dir. Total kolesterol düzeyi 300 mg üzerinde olduğunda kalp krizi geçirme riski 2-3 kat artar.

Yine LDL kolesterol düzeyi 115 mg/dl altında, HDL kolesterol düzeyi 40 mg/dl üzerinde tutulursa kalp damar hastalığı riski büyük ölçüde azaltılmış olur.

Kalp Krizi:

Türkiye’de en sık ölüm nedeni kalp -damar hastalıklarıdır . Dünyada da her 3 ani ölümden birinin nedeni kalp krizidir. Kolesterol yüksekliğine eklenen aile öyküsü, sigara, diyabet , hipertansiyon, sedanter yaşam gibi durumlar kalp krizi riskini arttırır.

Kalp krizinde ölüm çoğu zaman hasta doktara ulaştırılamadan önce evde veya yolda gerçekleşmektedir. Ölümün olmadığı durumlarda ise kalıcı hasar olasılığı çok yüksektir. Bu nedenle asıl mesele yıllar içinde sinsi bir şekilde ilerleyen ve aniden krize neden olan olayların ve mevcut risk faktörlerinin önceden tespit edilmesi ve buna yönelik önlemlerin alınmasıdır. Bu önlemlerden temel olanları beslenme ve yaşam tarzı değişikliklerinin sağlanması , kolesterol düşürücü ve dengeleyici ilaçların kullanılmasıdır.

Yaşam tarzı değişikliğinde diyet, egzersiz, kontrollü kilo verme, sigara ve alkolün bırakılması önceliklidir. Sadece sigaranın bırakıldığı durumlarda bile kalp krizi riski bir yılda yüzde 50 azalır.

Beslenme tarzı değişikliğinde ise kişinin özellikle meyve,sebze, tahıl ve lifli gıdalar, balık, beyaz et, az yağlı süt gibi gıdalar ile beslenmesi önerilmektedir..

Beslenme ve yaşam tarzı değişikliği ile kolesterol yüksekliği önlenemezse ilgili hekim tarafından başlanacak koruyucu ve tedavi edici ilaçlar kullanılmalıdır. İlaca başlama sınırı, süresi kişinin kan kolesterol düzeyine ve risk faktörlerine göre yine hekim tarafından belirlenir.

Tüm bu önlemler alındığında bu hastalıklardan ölüm 4 kattan fazla azaltılmış olur.

Kolesterol düşürücü ilaçların yan etkileri ve etkinliği yapılacak kan tahlilleri ve tıbbi kontroller ile izlenebilmektedir. Bu ilaçların kullanımına tıptaki her durum için geçerli olan kar –zarar dengesine dikkat edilerek karar verilmelidir.

Yazının devamı...

KADIN OLMAK

KADIN OLMAK

Kadınları anlayamamaktan yakınan erkekler ve anlaşılmama etiketinden yarı memnun yarı rahatsız olan kadınlar öncelikle kadının normal yapısını anlamaya ne dersiniz?

Buyrun bakalım..

Menarş:

İlk adet kanaması demektir. Genellikle 9-14 yaşları arasında görülür. İlk iki yıl kanama aralıkları düzensiz olup çoğu zaman yumurtlama gerçekleşmez . Menarşın beklenen sürelerden geç ve erken olması durumunda doktora başvurmak gerekir .

Ovulasyon (Yumurtlama) :

Düzenli bir adet döngüsünün yaklaşık 14. gününde gerçekleşir. Yumurtalıklarda her ay hormonların etkisi ile 2 cm büyüklüğünde folikül adı verilen bir kist oluşur. Bu folikül menstruel döngünün ortasına yakın bir zamanda yine hormonların direktifi ile çatlayarak içindeki yumurtayı tüplere bırakır. Yumurtalar bu kanalda 2 gün yaşar. Bu süre içerisinde sperm ile karşılaşır ise döllenme olur. Döllennmiş yumurta uterus içine doğru ilerler ve buraya yerleşir. Döllenmenin olmadığı her siklusun menstruasyon kanaması ile sonuçlanması beklenir.

Menstruasyon Döngüsü Ve Olması Bir Dert Olmaması Bir Dert Olan Adet Kanaması!!

Ergenlik ile başlayıp menopoz ile sona eren kadınlarda üreme ile ilgili menstruasyon döngüsü sonrasında menstruasyon kanaması oluşur . Her ay östrojen ve progesteron hormonunun etkisi ile oluşabilecek bir gebeliğe hazırlık için rahim iç zarını kaplayan tabaka kalınlaşır. Eğer gebelik oluşmaz ise oluşan bu tabaka kan ve mukozal doku ile beraber vajina aracılığı ile dışarıya atılır. İşte buna menstruasyon kanaması denilir. Kanamanın ilk günü yeni döngünün de ilk günüdür. Yani yeni dönem kanama ile başlar . Gebelik oluşuncaya dek ya da menopoza dek bu olay her ay tekrarlanır. Menstruasyon kanaması 25- 30 günde bir gerçekleşir. 2-6 gün sürer. Kanama miktarı 30-80 ml ‘dir. Her kadının kendine has bir menstruasyon düzeni vardır ve bu düzene uymayan her durum o kadın için anormal kabul edilir. Diyet, egzersiz, duygudurum değişikliklerinde , doğum ve düşük sonrası dönemlerde menstruel döngü süresi ve kanama miktarlarında normal sayılabilecek değişiklikler olabilir.

Premenstruel Sendrom: (Adet Öncesi Gerginlik Sendromu):

Menstruel döngünün ikinci yarısında kanamadan 7-14 gün önce ortaya çıkan ve mens kanaması başladıktan sonra kaybolan , kadından kadına değişebilen belirtiler bütünüdür. Bu belirtiler progesteron hormonuna bağlı olup en sık görülenleri : göğüslerde şişlik, karında şişkinlik, ödem, iştah artışı, ruhsal değişiklik ve gerginliktir. Bu dönemde kadınların suç işleme ve şiddet uygulama eğilimlerinin arttığı görülmüştür. Tedavisi şikayetlere yönelik olup en sık antidepresanlar, bazı hormon ilaçları, B6 vitamini kullanılır. Ayrıca dönemde su ve tuz kısıtlaması, egzersiz önerilir.

Gebelik:

Döllenmiş yumurtanın uterusa yerleşmesi ile başlayan doğuma kadar devam eden dönemdir. Son adetin ilk günü gebeliğin ilk günü olarak kabul edilir ve 284 gün (40 hafta) sürer. Yaklaşık 13 haftadan oluşan , trimester adı verilen 3 dönemden oluşur. Bu dönemlerde anneden, bebekten, plesantadan kaynaklanan çeşitli problemler görülebilir. Dış gebelik, düşük tehdidi, mide bulantısı-kusma, mide-barsak problemleri bunlardan bazılarıdır.

Lohusalık :

Doğumun tamamlanmasından hemen sonra başlayıp 6 haftaya kadar devam eden gebeliğe bağlı tüm değişikliklerin sıra ile geri döndüğü bir süreçtir. Bu süreçte kadının rahminde, kanında ve vücudunda meydana gelen tüm değişiklikler sırası ile eski haline döner. Bu dönem kadında fizyolojik ve psikolojik değişikliklerin olduğu zorlu bir dönemdir. . Bu dönemde fazla miktarda olan kanamalarda, bayılma ve ateş gibi durumlarda doktora başvurmak gerekir. Anne ölümlerinin yüzde 60’ı bu dönemde gerçekleşir.

Laktasyon (Emzirme) Dönemi:

Emzirebilenlerin ve emziremeyip vicdan azabı ile çırpınanların zorlu sınavı…

Prolaktin ve oksitosin hormonunun etkisi le gerçekleşen fizyolojik bir süreçtir. Bebeğin emmesi ile prolaktin ve oksitosin salınımı artar . Bu hormonlarun arması ile de süt oluşumu ve salgılanması artar. Bu dönemde mastit, ateş gibi durumlarda doktora başvurmak gerekir.

Menopoz:

İlerleyen yaşla beraber ovum aktivitesi , foliküllerin sayısı ve östrojen düzeyi azalır. Ve yumurtalıklar artık yumurta üretemez ve menstruasyon kanaması kalıcı olarak son bulur. Ortalama menopoz yaşı 51 olup 45-55 yaşları arasıda başlayabilir. Bu dönemde ateş basması, terleme, uykusuzluk, duygudurum bozuklukları gibi belirtiler görülür. Şikayetlerin azalması için doktor kontrolü ve önerisi ile hormon tedavileri uygulanabilir. Yine meme muayenesi ve taraması yapıldıktan sonra bitkisel östrojen içeren besinler kullanılabilir.

Normal yaşam seyirleri bile böylesine meşekatli, karmaşık, verimli olan kadınlara hakettikleri değerin verilmesi , psikolojik ve fiziksel şiddetin olmadığı ,sevildiği, etiketlenmediği bir dünyada yaşatılması dileğiyle ….

Yazının devamı...

Alkol Bağımlılığı Bir Hastalıktır!

Alkol Bağımlılığı Bir Hastalıktır.

Alkol bağımlılığı psikolojik,biyokimyasal ve genetik temelleri olan bir hastalıktır. Bağımlı olan kişiler kullandığı maddenin sağlık yönünden ve toplumsal açıdan zararlarını bilmelerine , yaşamalarına rağmen kullanımını kontrol altına alamazlar. Bağımlı olduklarını kabul etmez, alkol kullanımına ara verseler bile tekrar ve tekrar başlarlar. Tüm dünyada sigara bağımlılığından sonra en sık görülen bağımlılık alkol bağımlılığıdır. Alkol bağımlılığı erkeklerde kadınlara göre 5-6 kat daha fazla görülür.

Alkol Bağımlılığına Yol Açabilen Çevresel Ve Sosyal Nedenler :

Sorunlu, tutarsız, disiplinsiz aile ortamı

Bağımlı biri ile aynı ortamda yaşamak

Arkadaş çevresi

Alkole kolay ulaşabilir olmak

Eğitim ve bilgilendirme eksikliği

Kişilik yapısı, yetersizlik hissi

Alkol Bağımlılığına Yol Açan Ve Kolaylaştıran Genetik Ve Biyolojik Faktörler:

Alkol bağımlılığı için en büyük risk faktörü aile bireylerinden birinde alkol bağımlılığının olmasıdır ki bu riski 3-4 kat arttırır. Alkolün vücutta etki göstermesini sağlayan enzimlerde ve bunları kodlayan genlerde meydana gelen değişiklik ler alkol bağımlılığını kolaylaştırır ve bağımlılığın derecesini belirler.

Bağımlılık yapıcı diğer maddeler gibi alkolde verdikleri haz ile beyindeki ödül merkezini uyarır. Alkol ile oluşan keyif duygusu bu maddeye karşı tekrar tekrar şiddetli bir istek ve ihtiyaç duyulmasına yol açar. (alkole aşerme) Ve böylece vücuda dur komutu değil alkole devam komutu gider.

Bu Belirtilerden 3 Tanesi Size Uyuyor İse Alkol Bağımlısısınız..

Amerikan Psikiyatri Derneği’nin yayınladığı ‘ bağımlılık tanı kriterleri ‘nde yer alan 7 maddeden 3 tanesi var ise kişiye alkol bağımlısı tanısı konulur. Bunlar:

1. Niyetlendiğinden daha fazla miktar ve süre kullanmak

2. Sürekli bırakma isteği ya da başarısız bırakma girişimleri

3. Temin etmek, kullanmak ve etkilerinden kurtulmak için fazla vakit harcamak

4. Sosyal faaliyetleri, hobileri, başka zevk verici aktiviteleri azaltmak ya da terk etmek

5. Maddeye bağlı ya da madde kullanımıyla artan fiziksel (örneğin alkolle ilişkili karaciğer hastalığı, yüksek tansiyon, gastrit vb), ya da psikolojik (depresyon, anksiyete, uyku bozukluğu vb) problemler yaşamasına rağmen kullanmaya devam etmek.

6.Alkole karşı toleras ın artması ise yani giderek daha fazla alkol ile sarhoş olabilme hali

7. Yoksunluk belirtileri varsa yani alkol almadığınızda ellerde titreme, çarpıntı gibi şikayetler oluyorsa

Alkolün Vücuttaki Dağılımı:

Alkol alındıktan sonra yüze 10’u mideden, yüzde 90’ı ince barsaktan kana karışır. Ve vücutta su bulunan her yere dağılır. Karaciğerde alkol dehidrogenaz enzimi ile metabolize olur. İdrar,ter ve nefes ile atılır. Nefesteki alkol düzeyi ile kandaki alkol düzeyi orantılıdır.

Alkolün Etkileri Nelerdir?

Alınan- miktar az ise hafif bir sakinlik ve keyif hali santraoluşur. Akol miktarı arttıkça l sinir sistemini baskılanır, beynin çalışmasını yavaşlar ve kişinin kendini kontrol etme yeteneğini azalır.. Konuşma bozulur, kaslar arasındaki koordinasyon azalır.

Alkolizm akut olarak sebep olduğu tıbbi sorunlara ilaveten uzun dönemde karaciğer hastalıkları, kalp büyümesi, kalp-damar hastalıkları, kansızlık, kanser, pankreatit, pnömoni, bunama, beyin atrofisi (beynin küçülmesi ), depresyon , erkeklerde testostern düzeyinin azalmasına bağlı iktidarsızlık gibi bozukluklara neden olur.

Ayrıca alkole ulaşamama durumunda görülen yoksunluk belirtileri vardır.

Alkole Ulaşamama Durumunda Görülen Yoksunluk Belirtileri :

Terleme

Titreme

Mide bulantısı ve kusma

Hallüsinasyonlar

Anksiyete

Ajitasyon

Alkol Bağımlılığının Tedavisi:

Tedavi için kişinin kararlı ve istekli olması önemlidir. Ancak ailevi ve hukuki zorunluluk nedeniyle de tedaviye başlanabilir.

Tedavide öncelikle vücudu alkolden temizlemek için detoks işlemi yapılır. . Detoksifikasyon için kişiye bol sıvı verilmeli, beslenmesi desteklenmelidir. Özellikle B rrubu vitaminler, folik asit ve diğer multivitamin kompleksleri kullanılır. Hastayı sakinleştirmek için sakinleştirci bazı ilaçlar verilir.

Asıl tedavi ise detoks işleminden sonra başlar. Yoksunluk semptomlarını gidermek ve bağımlılğı ortadan kaldırmak için psikoterapi, eğitim ve danışmanlık, aile ve grup terapileri , ilaç tedavisi gereklidir. Sonrasında ise yeniden başlamanın önlenmesine yönelik ilaç tedavileri ve terapiler yapılır. Bağımlılık tedavisinin zor ve uzun bir süreç olduğu unutulmamalıdır.

Yazının devamı...

BİRİ AŞK MI DEDİ ??

BİRİ AŞK MI DEDİ???

Aşk Nedir:

Aşkın binlerce yıldır yapılan edebi ve sanatsal çok çeşitli soyut tanımlarının ötesinde son elli yıldır artan bilimsel çalışmalar ile şekillendirilmiş somut bir tanımı vardır: Aşk beynimizin kontrolünde salgılanan çeşitli kimyasal maddeler ile ortaya çıkan ve genlerimizin dizilimi ile değişkenlik gösteren biyokimyasal olaylar zinciridir. Yani kalp-aşk yakıştırmasının aksine aşk beyinde başlar, beyinde gelişir ve beyinde biter.

Evrimsel bakış açısı ise aşkı insanların başarılı üremelerini sağlayan bir uyum mekanizması olarak tanımlamıştır.

Psikoloji biliminden bir bakış açısı istersek Amerikalı psikolog Doroty Tennov ‘a ait olan :’’normal insanlarda bilişsel etkinliği devre dışı bırakan , sevilen kişiye yönelik bedenin verdiği duyarlı tepki olarak tanımı verebilirim ki bana göre beynin vücuda bir oyunu olan aşkın en güzel tanımı budur.

Aşkın başlangıcında ve devamında beyinde değişik bölgelerde uyarılar oluşur ve çeşitli kimyasal maddeler/hormonlar salınır.

Hormon Nedir?

Hormonlar vücudumuzda haberleşmeyi düzenleyen kimyasal maddelerdir. Bu maddelerin salınımı beyinde bulunan hipotalamus hipofiz sistemi tarafından kontrol edilir. Hormonlar vücudun iç dengesini, büyüyüp gelişmesini, üreme ile ilgili olayları, ruhsal durumumuzu düzenler.

Aşık olmamıza ve aşkın sürdürülmesine ve belki sonrasında yerini sevgi ve bağlılığa bırakmasına yol açan bu hormonlar/kimyasal maddeler şunlardır:

Dopamin:

Dopamin kendimizi iyi hissetmemizi sağlayan coşku ve keyif veren kimyasal bir maddedir. Dopamin ne kadar çok artarsa kişi o kadar ağır aşk belirtileri gösterir. Dopamin nedeniyle aşık olunan kişi akıldan çıkarılamaz, tutku ve bağlılık oluşur. Fazla salınan dopamin ile kişi daha hareketli, daha dağınık olur, konsantrasyonu bozulur. Aşktan uzaklaşıp dopamin miktarı azalınca uyuşturucu madde yoksunluğuna bağlı belirtiler ve depresyon oluşur. Ve aşık kişi bu güzel duyguları tekrar yaşamak, kaybettiği aşkı yeniden elde etmek için çabalar.

Serotonin: Mutluluk Hormonu

Mutluluk hormonu olarak bilinen serotonin yükseldiğinde kişinin ruhsal durumu düzelir, enerjisi artar, keyifli olur. Bu etkilerinden ötürü depresyon ve başka diğer psikolojik hastalıkların tedvisinde kullanılan ilaçlar serotonin düzeyini yükselterek etki gösterirler. Yani aşık olmak bizi depresyondan korur!! Ancakkk serotoninin aşırı artışı takıntılı aşık hallerine bürünmemize neden olur. Yani

sevgiliye yapılan cep telefonu tacizlerinin suçlusu aşırı serotonindir !!!

Adrenalin ve noradrenalin :

Aşkın en yoğun en hararetli olduğu dönemde fazla salınır. Ayakların yerden kesilmesi duygusunu yaşatan bu hormonlardır. Aşık olan kişide kalbin hızlı çarpmasına, ellerin terlemesine, kan basıncının yükselmesine, heyecanlı ruh haline sebep olur..

Şefkat Hormonu: Oksitosin

Oksitosin kadın olmanın , anne olmanın temel maddesi gibidir. Kadının cinsellik sırasına zevk almasını, doğumun başlamasını, emzirme sırasında göğüslerden süt gelmesini bu hormon sağlar. Çocuk annesinin memesini emdikçe bu hormon artar ve anne ile bebeğin birbirine bağlanmasını sağlar, sevgiyi arttırır. Aşık sırasındada oksitosin salınımı artar ve benzer etki ile aşık olunan kişiye karşı şefkatli olunmasını sağlar. Cinsel ilişki sırasında , orgazm sırasında salgılanması artan bu hormon çiftlerin birbirine bağlılığını arttırır. Aşkın en parlak döneminde salınımı çok olan adrenalin ve dopamin zaman içerisinde azalır , normal düzeye iner ve yerini oksitosine yani sevgi ve şefkat duygusu oluşturucusuna bırakır. Aşkın ömrü ile ilgili varsayımlara bir açıklamada bu oksitosin olabilir.

Seks Hormonları:

Testosteron ve östrojen ise seks hormonlarıdır. Bu hormonlar ilk aşık olma anında ve şehvet oluşmasında etkilidir. Testosteron kadınlarda az erkeklerde ise çok miktarda bulunur. Her iki cinstede testosteron düzeyinin artması kişilerin karşıt cinse yönelmelerine neden olur. Testosteron hormonunun yüksek olması erkek cinsi davranış modeline ve çok eşliliğe sebep olur.

Melatonin :

Aşık insanların kanında artmış olduğu gösterilen başka bir maddedir.. Bu madde karanlık odada uyurken salınımı artan bir hormondur ve kişinin bağışıklık sistemini güçlendirerek kişiyi hastalıklara karşı korur. Zaten bu özelliği nedeniyle kanser, stres, uykusuzluk gibi hastalıkların tedavisi için kullanılmaktadır. Aşıkken de bu madde artar ve daha az hastalanmamıza neden olur. Yine aşk bittiğinde acı çekerken devamlı hasta olmamızın sebebi de bu olsa gerek ..

Feniletilamin: Aşk Molekülü

Çikolatada da bulunan bu kimyasal maddede kişinin kendisini iyi hissetmesini sağlar. Karşıt cins ile en ufak bir karşılaşmada bile salınımı artabilir. Bu madde adrenalin, noradrenalin ve dopamin gibi maddelerin salınımını arttırarak etki gösterir. Kalp atışlarında ve kan basıncında artma, ellerde titremeye neden olur. Aşırı üretiminde ise iştahsızlık ve uykusuzluğa neden olur.

Feromonlar:

Hayvan ve insanların ter, idrar gibi sıvılarında bulunan; karşıt cinslerin birbirine çekici gelmelerine ve ona yönelmelerine yol açan kimyasal maddelerdir. Feromonlar koku molekülleri gibi havada ilerler ve insanların burunlarına yerleşerek beynimize uyarılar gönderirler.

Kortizol:

Aşk zaman zaman stres yaratan bir olay da oluverir. Bu anlarda salgılanan kortizol ise mantıklı kararlar alınmasına engel olur. İşte aşkın gözünü kör eden suçlu olarak bunu seçebiliriz…

Aşk İlacı Var mı?

Aşık olmamıza ve bunun devamına yol açan bu maddeler ve yolaklar ile ilgili çalışmalar arttıkça dışarıdan bu maddeleri vererek kişinin aşık olmasını sağlayabilir miyiz ya da aşk acısı bu hormonların düzeyini azaltan ilaçlar ile önlenebilir mi soruları kafaları kurcalar olmuş ve yeni çalışmalara yön vermiştir. Özellikle psikiyatristler tarafından aşık olma hali kimi hastalıklara benzetilmiş ve tedavi edilip edilmeyeceği araştırılır olmuştur.

Belki dopamin düzeyini arttırarak aşkın ömrünü uzatabilir ya da oksitosin vererek kişinin bağlılığını arttırabiliriz. Kontrolü ele geçirmek hiçte fena olmazdı değil mi?

Doğru insanı bulup ömür boyu aşk ve sevgi ile kalmanız dileğiyle….

http://servet.ates@hotmail.com

Yazının devamı...

Kralların Hastalığı :Gut

KRALLARIN HASTALIĞI: GUT

Gut genetik ve/veya çevresel çeşitli faktörler nedeniyle vücutta ürik asit oluşumunun artması ve böbreklerden yeterince atılamaması sonucunda oluşan bir hastalıktır.

Zengin hastalığı olarak bilinen gut genetik yatkınlığı olan ve varlıklı oldukları için proteinden zengin beslenen kişilerde görülmektedir.

Hipokrat bu hastalığı ‘kralların hastalığı’ ve ‘hastalıkların kralı’ olarak tanımlamıştır. Gut beslenme şekilleri ile alakalı olarak zengin ve yetenekli kişilerde görülmektedir. Örneğin Floransa’da yaşamış, bu bölgeyi sanatsal açıdan zirveye taşımış ve yüzyıllarca burada hüküm sürmüş Medici ailesi fertlerinin çoğunda bu hastalık görülmüştür. Hatta bu aileye mensup Pierro de Medici’nin gut yüzünden öldüğü ve lakabının ‘Gut Pierro’ olduğu anlatılmaktadır. Bunun dışında Newton, Darwin , Benjamin Franklin ve çok sayıda Osmanlı padişahının gut hastalığından muzdarip olduğu bilinmektedir.

Gut hastalığı genellikle 30-45 yaş arası erkeklerde görülür. Kadınlarda çok çok nadir olup menapozdan sonra ortaya çıkar.

Gut geceleri uykudan uyandıracak kadar şiddetli bir ağrıya neden olur.

Bu hastalıkta kanda miktarı artan ürik asit sodyum ile birleşerek ürat kristallerini oluşturur. Ürat kristalleri eklemlerde ve böbrekte birikerek hastalık belirtilerini oluşturur. Hastalık ataklar şeklinde seyreder. Eklemlerde biriken ürat kristalleri eklemlerde ağrı, şişlik , sızı ve yangıya neden olur. Bu şişliklere ‘tofus’ adı verilir. En çok ayak başparmağı eklemi tutulur. Eklemlerdeki ağrı gece uykudan uyandıracak kadar şiddetli olabilir. Ayrıca oluşan ürat kristalleri böbrekte de birikerek böbrek taşlarına ve böbrek hasarına neden olur.

Gut tanısı nasıl konulur.

Hastalığın tanısı klinik bulgular ve laboratuvar testleri ile konulur. Normalde ürik asit düzeyi erkekte 3.5-7.2 mg/dl, kadınlarda ise 2.6-6 mg/dl’dir. Gut hastalarında bu düzey 7’ nin çok üzerindedir. Aynı zamanda bu hastalarda idrar ile atılan ürik asit miktarıda yüksek bulunur. Bunun dışındaözellikle atak döneminde olmak üzere sedimentasyon dediğimiz kırmızı hücre çökme hızı ve enfeksiyon belirteçleri artmış bulunur. Eklemden alınan sıvının mikroskop altında incelenmesi ve ürik asit kristallerinin görülmesi ile kesin tanı konulmuş olur. Radyolojik olarak çekilen grafilerde eklemlede ve kemiklerde guta bağlı aşınmalar görülebilir

Gut tanısı konulan hastalarda öncelikle hayat tarzı değişikliği yapılmalıdır.

Tedavide :

Eklemlerde biriken ürik aside bağlı ağrı ve yangıyı gidermek için antienflamatuar ilaçlar kullanılır.

Vücutta biyokimyasal olarak ürat oluşumunu azaltan ve idrardan ürat atılımını arttıran ilaçlar kullanılır. .

Bu hastalara yeterli miktarda (100-150 gr) protein içeren ama proteinden zengin olmayan bir beslenme şekli önerilir.

Sakatat, kırmızı et, deniz ürünleri kaçınılması gereken gıdalardır.

Hasta şişman ise zayıflamalı ve kilo alması önlenmelidir.

Sıvı alımını günlük maksimum 2-4 lt olacak şekilde arttırmalıdır. .

Alkol, aspirin, ürk asit düzeyini arttırabilecek ilaçlardan , früktoz ile tatlandırılmış meyve sularından uzak durulmalıdır.

Ağır olmayan yürüyüş şekline egzersizler yapılabilir.

Kahve tüketiminin, kirazın, gıda takviyesi olarak alınan C vitamininin ürik asit düzeyini düşürerek tedaviye yardımcı olduğu gösterilmiştir.

Gut ile beraber diyabet, kolesterol yüksekliği, ateroskleroz gibi diğer metabolik hastalıklar dagörülebilir. Dolayısı ile bu hastalarda kan şeker düzeyi ve lipid düzeyleri de ölçülmelidir.

Yazının devamı...

Alerji ve Alerji Testleri

ALERJİ VE ALERJİ TESTLERİ

Bağışıklık sistemimizin görevi vücudumuzu hastalık yapabilecek dış etkenlerden korumaktır. Ancak vücudumuzun her sistemi gibi bağışıklık sistemininde çalışma düzeni ve dengesi bozulursa çeşitli hastalıklar ortaya çıkar. Bu hastalıklardan biri bugün ki yazımızın konusu olan allerjik hastalıklardır.
Allerji, alerjen, atopik bünye sözcükleri günlük hayatımızda sıkça duyulan sözcükler olmaya başlamış, çoğu kişi ya da doktor mevcut şikayetleri alerjik olaylara bağlar olmuştur. Peki nedir aleji,alerjen, atopi..
Alerji nedir?
Alerji kelimesi Yunanca kökenli bir sözcük olup ‘farklı, tuhaf tepki’ anlamına gelmektedir. Çevremizde her daim bulunabilecek maddelere karşı bağışıklık sisteminin aşırı, abartılı tepki göstermesidir.. Alerji gelişmesi için vücudun o maddeye karşı duyarlı hale gelmesi gerekir. Bu o madde ile ilk karşılaşmada olabileceği gibi yıllarca tepkisiz kaldıktan sonra da ortaya çıkabilir. Ama duyarlılık geliştikten sonra kişi o madde ile her karşılaştığında alerjik reaksiyon gösterir.
Günümüzde her beş kişiden birinde alerji görülmektedir..
Kişinin kalıtımsal (irsi) olarak alerjiye meyilli olmasına atopi (atopik yapı) diyoruz. Anne veya babasında alerjik hastalık olan bir çocuğun herhangi bir şeye karşı alerjik olma riski %35-50’dir. Hem annesi hem babası alerjik ise çocukta alerji görülme riski % 65-70’e kadar yükselmektedir. Örneğin saman nezlesi en sık görülen genetik hastalıklardan biridir.
Alerjen Nedir?
Alerjen ise normalde çevremizde bulunan, zararlı olmayan ancak duyarlı kişilerde aşırı ve anormal tepki oluşturan maddelere denir. Başlıca alerjenler şunlardır: Ev tozu akarları, evcil hayvan epitelleri, hamamböceği, polenler, besinler ,ilaçlar, mesleki alerjenler vs.
Alerjenler duyarlı kişilerde hafif burun akıntısından alerjinin en ağır ve ölümcül şekli olan anaflaksiye kadar çeşitli tablolara neden olabilirler. En sık görülen alerjik durumlar saman nezlesi, göz nezlesi, alerjik rinit, alerjik astım, egzema, kurdeşen (ürtiker), besin alerjisi gibi durumlardır. Bu ve benzeri durumlar söz konusu olduğunda alerjik hastalıklardan şüphelenilmeli ve alerji ve/veya alerjenlerin tespit edilmesi için doktorunuz tarafından alerji testleri istenmelidir.
Alerjiyi ve alerjen nasıl tanınır? Alerji testleri nelerdir?
Alerji tanısında en önemli kriter kişinin kendisinden veya ailesinden alınan ayrıntılı bilgidir. Hangi maddeye ne ölçüde tepki verdiği bilgisi, hangi testlerin yapılacağı konusunda yönlendirici olacaktır.
Alerjenin tespiti için iki tür test yapılmaktadır. Birincisi deri testi, diğeri ise kanda yapılan alerji testidir.
Deri testi duyarlı ve ucuz bir testtir. Ancak özellikle çocuklarda kaygı ve korkuya neden olmaktadır. Test yapılırken genellikle kolun iç yüzü iğne ucu ile ufak bir şekilde delinir ve bu deliklere alerjen içeren ekstreler damlatılır. 15-20 dakika sonra oluşan kızarıklık ve şişlik değerlendirilerek kişinin hangi maddeye ne kadar alerjisi olduğu tespit edilir. Bu test solunumsal alerjenlerin tespitinde başarılıdır ama gıda alerjisinin tespitinde hassasiyeti düşüktür. Testten 3-10 gün önceside kullanılan alerji ilaçları ve depresyon ilaçları kesilmelidir. İlaçlar kesilemiyorsa, hamilelik varsa ,anaflaksi riski varsa, cilt lezyonları varsa deri testleri yapılmamalıdır.
Kan testleri ise kanda alerjenlere karşı olumuş özel antikorların (spesifik IgE) ölçümü ile yapılır. Bu test için damardan alınan az miktarda kan kullanılır. Bu testin özgüllüğü çok yüksektir. Çok sayıda alerjeni hastadan alınan bir tüp kan ile taramak mümkündür. Bu test öncesinde kullanılan ilaçların kesilmesine gerek yoktur ve bu testin yan etkisi bulunmamaktadır. Alınan kanda hangi alerjene ait spesifik IgE (özgül IgE) ölçüleceğine karar verilirken hastanın öyküsüne ve klinik bulgularına bakılır. Ya olabilecek alerjenlerden paneller oluşturulur (solunum paneli, gıda paneli gibi) ya da tek tek alerjenlere bakılır.
Örneğin çocukluk çağı besin alerjilerinin %90’ı 5 ana besin maddesine (süt, yumurta, fıstık, çikolata, buğday) bağlıdır. Çocuklarda doğrudan bunlara bakılabillir. Solunum alerjileri ise en çok ev tozu, polen, kedi-köpek epiteli, hamam böceğine bağlıdır. Hikaye bu yönde ise sadece bu alerjenlere bakmak yeterli olabilir. Çıkan sonuçlara göre tarama genişletilir ve tüm bunlar için alınan aynı kan örneği kullanılır. Test sonucu negatif, pozitif, kuvvetli pozitif alerjik olarak verilir.
Alerji Tedavisi
Alerji tedavisinde ilk adım tespit edilen alerjik maddeden mümkün olduğunca uzak durulmasıdır. Ayrıca doktorunuzun başlayacağı antialerjik ilaçlar, enflamasyonu azaltan ilaçlar, kortizon içeren ilaçlar kullanılabilir. Alerji aşıları ve duyarsızlaştırma tedavileri mutlaka alerji uzmanı bir doktor tarafından uygulanmalıdır.
Ayrıca atopiye ve alerjik belirtilere yol açan önlenemez genetik faktörlerin yanı sıra gebelikte ve bebeklik döneminde sigara dumanına maruz kalan çocuklarda, evcil hayvan besleyen kişilerde, çocukluk çağında sık viral enfeksiyon geçirenlerde alerjik yatkınlığın arttığını bilmeliyiz ve buna göre önlemler almalıyız.

Yazının devamı...

Bilinmeyen Yönleri ile D Vitamini

Bilinmeyen Yönleri İle D vitamini

Hem vitamin hem hormon özelliği gösteren D vitamininin bitkisel kaynaklı ergokalsiferol (D2 vitamini) ve hayvansal kaynaklı kolekalsiferol (D3 vitamini) olmak üzere iki formu vardır. D vitamini dışarıdan besinler ile alınabildiği gibi diğer vitaminlerden farklı olarak vücut tarafından da üretilebilir. Vücudumuzda bulunan D vitamininin yüzde 90’ı güneş ışınlarının etkisiyle deride oluşur. D vitamininin başlıca fonksiyonu vücudumuzun kalsiyum ve fosfor dengesini sağlamasıdır.

D vitamini en çok somon , tuna ,sardalya balığında, balık yağında, karaciğer, yumurta sarısı ve bilinenin aksine daha az miktarda sütte bulunur. Hatta uzun ömürlü sütlere uygulanan pastörizasyon işlemi mevcut D vitamininin etkisinin daha da azalmasına neden olur. D vitamininin yağda eriyen bir vitamin olduğu için gıdalar ile alındığında emilmesi için diyette bir miktar yağ bulunması gerekir.

D vitamini eksikliği kimlerde görülür?

-Deniz seviyesinden yüksek yerlerde yaşayanlarda

-Kış mevsiminin uzun sürdüğü memleketlerde

-Obezlerde

-Karaciğer yetmezliği olanlarda

-Böbrek yetmezliği olanlarda

-Emilim bozukluğu olanlarda

-Kronik alkolizmde görülür.

Vücudumuzdaki D vitamini düzeyi ölçülebilir.

D vitamini düzeyinin ölçümü özellikle kemik hastalığı olan kişilerde ,vitamini eksikliği düşündüren kas ve iskelet sistemi hastalıklarında , D vitamini yetersizliği için risk faktörü olan durumlarda yapılmalıdır.

İstenilen, normal D vitamini düzeyi 40-100 ng/ml’dir. D vitamini 30 ng/ml’nin altında olduğunda yetersizlikten, 10 ng/ml’nin altında ise eksiklikten bahsedilir. D vitamini düzeyi 150 ng/ml’nin üzerinde ise buna D vitamini intoksikasyonu denir. Bu durum gereksiz yüksek dozlarda D vitamininin kullanıldığı durumlarda görülür.

D vitamini yetersizliğininde neler görülür?

D vitamini yetersizliğinde halsizlik, yorgunluk, kasılmalar, depresif ruh hali gibi belirtiler görülür.

D vitamini eksikliğinde ise en çok kemik dokusu etkilenir ve çocuklarda raşitizm, yetişkinlerde osteomalazi (kemik yumuşaması) oluşur. Bu hastalıkların ikisinde de kemiklerde mineralizasyon tam olmaz ve kırıklara eğilim artar.

Kemikle ilgili hastalıklar D vitamini eksikliğinin görünen, gürültülü kısmıdır.

Yapılan çok sayıda çalışma ile gösterilmiştir ki D vitamini eksikliği kemik hastalıkları dışında tüberküloz, şizofreni, depresyon, otizm, çeşitli enfeksiyonlar, astım, bağışıklık sistemi hastalıkları, diyabet, obesite , kalp damar hastalıkları, kanser (özellikle meme,kolon,prostat, pankreas kanseri) gibi başka birçok hastalığa neden olur.

Alımın yetersiz olduğu durumlarda D vitamini eksikliğini önlemek dışarıdan D vitamini alınmalıdır.

Günlük aldığımız besinlerin hiçbiri günlük D vitamini ihtiyacımızı karşılayamazlar. Bu nedenle birçok ülkede D vitamini eksikliğini önlemek için ‘D vitamininden zenginleştirilmiş gıda tüketim programı ‘ uygulanmaktadır. Bu programda gıdalar özelliklede süt ve süt ürünleri D vitamininden zenginleştirilmiştir.

Dışarıdan alınan D vitaminine ek olarak haftada en az 2 defa güneş koruyucu kullanmaksızın 20-30 dk direkt güneş ışığı almak gerekir. Direkt güneş ışığının alınmadığı durumlarda D vitamini üreten güneş lambaları kullanılabilir.

Gıdalarla alımın yetersiz olduğu, yeterli güneş ışını maruziyetinin olmadığı durumarda eksiklik ve yetersizliği önlemek için dışarıdan damla, ampul ve ya kapsül şeklinde olan D vitamini preparatları alınabilir.

Günlük alınması gereken D vitamini miktarları

1 yaş altında günde 400 İÜ,

1-70 yaş arasında günde 600 İÜ,

70 yaş üstünde günde 800 İÜ,

Gebelerde ve emziren annelerde günde 1500 İÜ ‘dir.

Obezlerde ihtiyaç 2-3 kat artar.

Çok sayıda çalışma ile 40 ng/ml üzerinde tutulan D vitamini düzeyi ile kanser, bağışıklık sistemi hastalıkları, diyabet, kalp-damar hastalıkları ve enfeksiyon hastalıkları risklerinin azaltıldığı gösterilmiştir. D vitamini bağışıklık sistemini güçlendirir ve mikropları öldürücü peptidlerin salgılanmasına neden olur. Kapalı yerlerde çalışan kişilerde D vitamin düzeyleri düşük olduğu için çok sık enfeksiyon geliştiği gösterilmiştir. Ve yine enfeksiyon sırasında D vitamini verilmesi çabuk iyileşmeyi sağlamaktadır.

Sonuç olarak D vitamini eksikliği ve yetersizliği küresel bir salgın kabul edilmektedir. Tüm dünyada 1 milyardan fazla kişide D vitamini eksikliği bulunmaktadır. Ülkemizde ise çeşitli bölgelerde yapılan çalışmalarda her üç kişiden ikisinde D vitamini eksikliği görülmüştür. Ülkemizde çeşitli sebepler ile güneş ışınından yeterinde faydalanılmadığı için D vitaminden zenginleştirilmiş gıdalar ve takviye D vitamini alınması teşvik edilmelidir. Yine de D vitamini takviyesinin direkt güneş ışını ile desteklenmesi gerektiği unutulmamalıdır.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.