SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Kendine Yabancı

Geride kalan yirmi sekiz yıllık yaşantımın bana öğrettiği pek çok şey oldu. Başarı veya başarısızlıklar, korkular ya da cesur hamleler, normal ve anormal durumlar, hepsi birer kılavuz halini aldı. Fakat insan gerçekten korkularıyla yüzleşmeden üstesinden gelemez mi? Bu yıllardır deneyimlerime dayanarak içinden çıkamadığım belki de en zor şey.
 
Travmalar çoğu zaman yıkıcıdır. Hassas kalpler için ise durum çok daha acı. Travmaya bağlı yaşanan o psikolojik şiddetin boyutu fark etmeksizin, çoğu zaman bunlar anormal durumlar olurlar. Fakat kimileri için bu reaksiyonlar normaldir. Yaşamlarımızın kontrolünün sanki bizlerin elinde değilmiş gibi hissettiren olaylarla karşılaştığımızda hem akla beis gelen hem de kişiyi yeis durumlara iten birçok sorun olduğunu görürüz.
 
Kusur arandığında bulunan en kolay şeydir ve bu kusurlarımızın bizi biz yapan detaylar olduğunu anlamak zaman alır. Kusurlar kusursuzdur denebilse de onlarla yüzleşme süremiz uzar. Uzadıkça da karmaşıklaşır. Bu bir süre sonra belki de kişi için acı dolu bir zaman döngüsüne dönüşür ama zamanın yenileyici gücünün olup olmadığı nasıl belirlenebilir?
 
Unutmak... Bence bu eylem sıklıkla yaptığımız bir kaçış yolu ya da bizler bunu en kolay ve erişilebilir bir şey olarak görüyoruz. Nitekim psikolojik travmayla yaşamak bir bakıma kişinin unutabilme becerisinden geliyor. Yaşadığımız onlarca, belki de yüzlerce kötü olayın bize kodladığı şeyleri bir çırpıda unutmadık. Zaman ve acı ekseninde törpülenen zihnimiz en doğal şekliyle insanın kendi doğasından yaralanabildi. Ardından da nihai bir son olan kötülük kapasitesine ulaştı. Bu da bizi biz yapan detayları unutacak bir evreye kadar sürükledi.
 
Kim bilir, belki de kendimize yabancılaşırken bir başkasına benzemenin ağırlığını omuzlarımıza yüklüyor ve o yükün altında ezilirken, travmalarımızı unutabilme eşiğine gelebilecek kadar kanıksıyoruzdur. Bunlar hep varsayım. Bence diye başlayan cümlelerin yarattığı o yıkım, bu kanıksamayla içimize yerleşti.
 
Empatik davranmak kolaydır ama tam aksi davranmak ona nazaran daha zor. Fakat zorluğun neticesinde olaylar ya da durumların kişiler nezdinde yarattığı o içsel çatışmanın insan yapısına uygun olduğunu düşünmüyorum. Bunun başka bir boyutu, bir eşiği var. Nasıl ki; “bardağı taşıran son nokta şuydu” diye söylenir dururuz, bence benliğimiz için de böyle bir nokta var. Kendimiz ile yaptığımız bu çatışmada tarafsız kalmak ahlaken mümkün değil gibi dursa da taraf tutmak da zorlaşır.
 
Tepkiler var bir de. Öyle ki; onlar birçok faktöre bağlı olarak değişkenlik gösterirler. Potansiyel olarak travmalar tür bağlamında şekil değiştirir. Eğer geçmişin yakasında bir el varsa, o el sizi mutlaka tetikleyici bir rol oynamaya sürükler. Ne olur derseniz, pek de bir şey olmaz. Yakar, yıkar, geçer ama yıkıp, yakmak en basit eylemdir fakat kesinlikle bu o tarafın daha güçlü çıkmasını sağlar.
 
Yine de şu da var: herkes ara sıra endişelenir. Birçok kimseyi kendine tehdit olarak görür. Duvarlar örer ve o duvarların ardındakileri görmezden gelir. Huzursuz edici ve normal olmayan bir reaksiyon değil mi? Belki de öyle ama kime göre?
 
Zaman, travma ve kişinin üstüne çöreklenen o tarifsiz sorunlar... Onlardan kaçıp gitmek için yüzleşmek kimi zaman tek çözüm olsa da bazen en iyi reaksiyon olacakları izlemektir. Sessizce ve usulca. Ta ki o zaman psikolojik anlamda gerçek fail ve kurbanın kim olduğunu anlamayı sağlayacak zamana dek.

Yazının devamı...

Bir Giz: Mutluluk

Yaşamın bir armağan olduğu gerçeğini kabullenmemiz zaman alabilir. Uzun zaman olmuş yazmayalı. Bu süreçte birçok yeni deneyim elde etmenin de getirdiği o hafiflik hissiyle buluştuğunu anladım. Ne de olsa her birimizin güvenli alanları, alışkanlıkları var. Şüphesiz de alınan bu ani değişim kararları ve bu kararlar sonrasındaki gerçekleşen tepkimeler bizleri farklı bir diğer muhtemel sonuca götürüyor. Bunlar bize bir yol haritası oluştururken, mutluluğu ıskaladığımızı fark etmemiz de mümkün. Oysa mutlu olmak çok mu zor?

Hayır, sadece kimilerimiz için mutluluk basit bir formdayken, kimilerimiz için tam aksi söz konusu. Amerikalı psikolog Ed Diener, “Bireylerin ve toplumların yaşam kalitesini gösteren bir değer olarak öznel iyi olma, iyi yaşam ve iyi toplumun varlığı için üzerinde durulması gereken bir kavramdır” der. Söyleminde haklıdır, çünkü mutluluğun öznel açıdan iyi olmaya atfedilen önem sebebiyle gerek kişi için gerekse toplumsal açıdan çeşitli boyutları bulunur. Hatta öznel iyi oluşun psikolojik ele alınışını bir kenara koyarsak, öznel iyi olmaya mutluluk diyebiliriz.

Mutluluk genetik faktörler, yaşam kalitesi ve sosyo-demografik faktörlerle bir bakıma örtüşür. Basit bir örnekle, kendim için söyleyecek olursam hep bir şeyleri düşünen ve bunları kendine dert edinmeyi başaran bir insanım. Bu durum durup düşündüğümüzde aslında sorunlarımızın yaşamın içerisinde gizli olduğunu hatırlatıyor. Fakat ne zaman ki yüzeye çıkmaya başladı, işte o zaman o sorunları fark etmeye başlıyoruz. İyi de etmiyoruz.

"Giz"

Bu giz, dingin bir yaşam arzulayanları şüphesiz olmazsa olmazı ama dingin bir yaşamı arayanlar yalnızca kesişler olmasa gerek. Bazılarımız yaşamaktan vazgeçerken, bazılarımız yaşama kelebek mentalitesiyle bakıyor. Son dönemde hayatı ıskaladığım yerlerden yakalamak zorunda olduğum gerçeğiyle yüzleştim. Mutluluk basit bir şey ve öyle büyütülecek gibi bir durum da değil. Bu durum kişiseldir, çünkü beni mutlu eden şey bir başkasını mutsuz edebilir.

Tüm şehir uyurken yağmuru pencereden kucaklamak gibisi var mı? Veya bir sokak kedisinin kendini sevdirmesi benim için mutluluk verici bir detay. Ya da o sabahların birinde koparmış olduğum simit. Bazen içtiğim su, bazen de aldığımız hava. Güzel bakmadıkça güzel olamayan her ne varsa mutluluğun oraya güzel bakmakla alakalı olduğunu anlamak yetiyor bir bakıma. Kısacası; mutluluk aslında bedava...

Unutmamak da gerekir ki; yaşadıklarımıza yönelik olumlu algımızdan bize türlü oyunlar oynayabilir. Kimi toplumlarda yaşanılan anın kendisine odaklanılır. Bu yaşayan belleğe örnektir. Kimisi ise yaşanılanın bıraktığı en güçlü izi hatırlar. Bu ise hatırlayan benliktir. İki duygunun oluşmasında ise yaşanan en son duygunun etkisi çok büyük. Sonların gerçekten de bir son olduğu gerçeğini bir kenara koyup, bizler için mutluluğun ne olduğuna dair kafa yormalıyız.

Ayrıca eklemek de gerekir, yaşanılan toplumun ekonomik özgürlükleri elbette kişiyi etkileyebilir. Çünkü kime sorarsanız sorun, yaşam kalitelerini neyin yükselteceği sorulduğunda, alınan cevapların neredeyse tamamında “daha çok para” dense de asıl önemli olan noktanın huzur olduğunun anlatılması gerekiyor. Belki de anlatılmadığı için bu kadar mutsuz ve huzursuzuz.

Yazının devamı...

Zaman Kıstası

İnsanların tümü zaman algısının işleyişinden dolayı çeşitli şekilde memnuniyetsizliklerini dile getirirler. Biliriz ki zaman, akışkandır. Fakat bu akış neredeyse kimseyi memnun etmez. Hep ama hep zamanın tersi yönüne kürek çekmek isteriz. Çünkü geçen zamanın bir kayıp olduğu gerçeğiyle yüzleşmekten korkarız. Bu yazının başında söylemek isterim ki; bu yazı kesinlikle bir kişisel gelişim türünde kaleme alınmış bir notlar bütünü değil. Bir serzeniş de değil. Belki bir yanılsamadır. Belki de bir iç döküştür. Fakat hayata sırtımızı yaslarken, yere kapaklanmalarımızın belirli bir nedeni olmadığını biliriz ve suçu zamana atmaktan başka bir yol bulamayız. Bu yazı zamanla derdi olanların bir serzenişi...

Zaman, kimi zamanlarda durağanlaşmış gibi gelir kimi zaman ise sanki hiç geçmez. Veya tam tersi de olur dönem dönem. Tam da şimdilerde bu dönemlerin içerisinde, sudan çıkmış balığa döndüğümüz günlerdeyiz. Neredeyse kayıp bir yılın ardından hayatlarımız farklı şekilde şekilleniyor. Bu olgu, her gün yeni bir forma bürünüyor ve bizler de şaşkınlıkla bu değişime şahitlik ediyoruz.

Einstein’ın da dediği gibi, gerçeklik ona baktığınız açıya göre değişebilen bir şeydir. Gelecek aşılması gereken koca bir engel gibi karşımızdadır ve bu karşılaşmanın çetin geçeceği doğrudur. Güvencesiz geleceklerimizin yirmili yaşlarımızda bizlerin yakasına yapışması hepimizi silkeleyen bir gerçektir ve bu açıdan bakıldığında gerçekler, bakış açısına göre değişkenlik gösterir. Peki, gelecekten umutlu olmak için ne yapmalıyız?

Aslında buna bir cevap bulamadığımı hissediyor ve küçük başarımların, ardından oluşan kilometre taşlarının, sıcak bir his ile “aslında oldu” deyişlerimiz bizleri tatminkar kılmaktan öteye geçmediğini anlıyor gibi oluyorum. En beklenmedik anlarda doğan kısacık bir anların ve birden ortaya çıkan tasasız güzel tınıların hayatın karşısında bizleri ancak küçük bir zaman diliminde her şeyi unutturabildiğini sanıyorum. Ya da tam aksine, uzun uğraşlar ya da bu uğraşlar sonucunda hayatın ortaya koyduğu bilançolar, bilançolardan kurulu bir düzende yaratılan gerçeklik algısı ve buna paralel olarak kurulan gelecek planları hayatımızı kontrol mekanizmasını egale ediyordur. Bu noktada verecek bir cevabım yokmuş gibi hissediyorum. Açıkcası bu durum benim için pek de tanıdık gelmiyor.

"Zamanın Ruhu"

Zaman, birçok kişinin perspektifinden bakıldığında dün, bugün ve yarın biçimindedir. Böyle de akıp gitmektedir. Şimdiki zamandan bahsetmek imkansız olsa da “geçmiş ve gelecek görecelidir” diyebiliriz. Bu da zamanın akışı olmadığını bize gösterir. Fakat eğer öyleyse, bu yalnızca bizim zihnimizdeki bir yansıma mı? Bunu kim bilebilir? Bu noktada fizikçi Julian Barbour, zaman kavramı için “Sürekli birbirine değişen ardışık görüntüler, ardışık fotoğraflardır. Ben size bakıyorum, siz kafanızı sallıyorsunuz. Bu değişim olmadan herhangi bir zaman kavramımız olmazdı” der. Bu tanım zamanın değişim ve yansıması olarak algılanır. Peki, öyle mi?

Bence değil. Çünkü zamanın akışı, o anın kalitesi ve kişinin ruh halinden öte bir anlam taşır. Eğer birey, o an zamanın akışına, ritmine, tınısına, kısacası; zamanın ta kendisine ait ise akışkanlığının farkına varır. Aksi halde zamanın içerisinde sıkışıp kalan bir perspektiften bakmak beyhude bir çabadır. Zamanın ruhu varsa, belki de birilerimiz için bu ruh çoktan ölmüştür. Delhizleri, boşlukları, yerinin doldurulması güç olanı ve umut kaynağı olsa da zaman, zamanla yerini pişmanlık ve özleme bırakır. Belki de bu durumun bilimsel bir gerçekten öte, kişisel bir hal almıştır.

Tek yönlü bir boyut, sonsuz bir açmaz. Bazen geçip gitmediği olduğu gibi, bazen ise hiç yaşanmamış kadar kısa. Fransızlar zamanla ilgili olarak “korkanlar için uzun, mutsuzlar için yavaş, mutlular için çabuk, sevenler için sonsuz” olduğunu savunur. Öyleyse eğer, acaba biz zamanın neresindeyiz?

Yazının devamı...

Akademik Enflasyon

Enflasyon yalnızca ülke ekonomilerinde olmuyor. Çünkü akademik enflasyon denilen bir olgu var. Sektörden sektöre farklılık gösterse de mezun bireyler kendilerine uygun bir pozisyon için iş aramaya koyulduklarında karşılaştıkları birçok sorun var. O sorunun kaynağı ise aslında akademinin enflasyon değeridir. Geride kalan sürecin bize gösterdiklerine bakıldığında ise sorunun ne olduğu apaçık belirginlik gösterir.

“Alaylılık”

Günümüzde birçok kişi için diploma artık bir kâğıt parçasından öte bir şey olarak sayılmıyor. Yaklaşık on beş yıldır alaylı kesimin birçok sektörde var olması sonrası sorunsal olarak karşımıza çıkıyor. Böyle bir durumda yetkinlik öne çıkan ilk faktör oluyor ve birçok sektörde artık alaylı ile mektepli ayrımı var. Ki alaylılık bu bağlamda, iş hayatında bazı sektörlere bağlı olarak, belirli bir süre geçirdikten sonra iyi bir konuma eren biri için bulunmaz bir nimet. Fakat bu durum her iki taraf için taraftarlık içeriyor olsa da iki uç birbiriyle yarışıyor mu?

Her gün yenisi açılan üniversiteler, her yıl yüzbinlerce öğrenciye kucak açar. Diplomaların sayısı yükselse de bu süreç sonucunda, mezun olan bireylerin sayısı da elbette artar. Bu artış, sektöre yeni giren bireyler için, aynı ücret ve yetkinlik gereken işlere talebin yükselmesine neden olur. Talebin artması da başvuru koşullarını yani istenen nitelikleri yükseltir. Bir bakarsınız üç kişinin yapacağı işi bir kişi yapar olmuş. Bu durum süregelen bir şekilde devam eder. Artan diploma sayısı da akademinin enflasyon değerini artıran unsur olur.

Birçok sektörde olduğu gibi, medya sektöründe de çeşitli şekilde işe yerleşmeler var. Beş yıl ya da daha fazla zaman sonra yapılan projeler, görev alınan şirketler, elde edinilmiş başarımlar bireyin kendi sektöründe öne çıkmasını sağlıyor. Bu açıdan bakıldığında farklı bir arz talep dengesi oluşur. Mekteplilik değil, alaylılık daha önem arz ediyor gibi duruyor. Sebepleri arasında gösterilecekler arasında ise gerçekleştirilen projeler, yapılan çalışmalar, elde edinilmiş kazanımlar oluyor.

“Kompleksler”

Sektörü elinde bulunduranlar ise çeşitli komplekslere sahip. Alay ve mektep arasındaki bu çekişmenin sonucunda ise her ikisi de kendilerine bir taraf seçmek durumunda kalırken, işverenler de bu durumda üçüncü bir taraf olmamak için özveri gösteriyor gibi durmuyor. Yakın bir gelecekte, diplomanın öneminin kalmayacağı bir dünya inşa edilmiş olacağı konuşuluyor. Haksız da değiller. Çünkü okullarda verilen eğitimle sektörde kazanılan deneyim birbiri arasında çok fark içeriyor.

Aradaki bu uçurum derinleştikçe, diplomanın yerini yetkinlik alacak gibi duruyor ama diploma odaklı bir eğitim anlayışının iflasına çoktandır şahit oluyoruz. Öyleyse birçok üniversite mezununun işsizlik sıralamasının tepesinde bayrak sallamasının nasıl bir açıklaması olabilir? İşverenlerin tutumları mı, mekteplilerin zaman kaybı mı, yoksa mesleki kazanımlar açısından eğitim anlayışının kusurlu olması mı? Nitekim burada bir durmak, soluklanmak ve düşünmek gerekiyor.

Açık ara okullarda mesleki kazanımlar yetersiz. Bu da işverenlerin seçimlerinde belirleyici bir rol oynuyor. Öte yandan yabancı dil eğitimlerinin de istisnalar haricinde bir kazanım sağladığı görülmüyor. Bir dil okulunun, 2018 yılında dünya genelinde seksen sekiz ülke arasında yaptığı İngilizce Yeterlilik Göstergesi listesini yayımladığı araştırmada, Türkiye kendisine seksen sekiz ülke arasında yetmiş üçüncü sırada yer bulabilmişti. Dolasıyla bu durum aslında temel problemlerimizden birini de ön plana çıkarıyor. Türkiye’de üniversitelerde yabancı dil eğitimi formaliteden veriliyor gibi duruyor.

Maddi veya manevi yönden bireyleri tatmin eden bir anlayış olmadan memnuniyetin sağlanması mümkün değil. Çünkü gelecekte daha çok şahit olacağız ama şu an bile bireyin hangi üniversiteden mezun olduğundan çok ne gibi yetkinliklere sahip olduğu soruluyor. Bu da yeni mezunların bireysel kazanımlarını artırılmadığında amaçsız kalıyor. Her ilde üniversitenin olması bir lüks gibi görünse de dünyadaki rakipleriyle veya kendi geçmişleriyle kıyaslamak belki de en zararlı şeydir. Çünkü yetkinlik çağın gereksinimleri arasında yer bulmaya başlamışken, diplomanın kara düzeni yıktığı bir toplumun yaratılması çok uzak bir gelecekte değildir.

Yazının devamı...

Mizantropi Nesnesi: İnsan

Şiddetin kökenine indiğinizde, insanlığın yaşamında çağlar boyunca yer edindiğine rastlarız. Önceleri bu his, hayatta kalmaya, avlanmaya ve korunmaya yarıyor olsa da bugün çok farklı şekilleriyle hayatımızın içerisindeki yerini koruyor. Şiddetin geçerliliği ancak nefsi müdafaa gibi durumlarda olması gerekirken, gündelik yaşamımızda nerede konumlanıyor?

İlkel bir güdüyle ortaya çıksa da şiddet, insanın kendisini ve varoluşunu garanti etmeye yarar. Tabii, bu durum çok ama çok geçmiş zaman içerisinde geçerliydi. İnsan ve çağ modernleşse de fikirler ilkel. Yaşama tutunmak için geçmişteki bu ilkel kodlamalar sayesinde bugünün insanı yaşamını devam ettirebilmesinde çok önemli bir güç olarak algılamaya devam ediyor.

Bugün sarhoş edici olan bu güç, yarın ya da yakın bir gelecekte çok farklı bir boyutta kendini var ettiğini gösterecek şekilde ortaya çıkacak ama insan, insan olarak kalabiliyor olacak mı? İşte bu noktada benim düşüncemce; birçok kişi, mizantropinin kişinin kendisinden nefret etmekle ilgili olduğunu düşünmemesinden kaynaklanıyor. Çünkü mizantropların düşündüğü gibi dünyanın berbat bir yer olduğuyla alakası yok.

“İnsanları Degrade Etmek”

Günümüzde insanlar zihinlerini, insan hayatına yönelik saygısız, umursamaz ve nefret dolu ithamlarla donatır. Kurulan bu tahakküm, diğer insanları degrade ederek, hor görerek katlanır. İleri boyutunda ise insan gerçek bir nefret nesnesine döner. Bu durum ise kaçınılmaz bir son hazırlar: mizantropi!

Mizantrop, insanın yaratılıştan kötü olduğuna inanıyor olsa da Hrant Dink’in eşi sevgili Rakel Dink’in bir sözü kulağımda çınlıyor. Rakel Hanımın da dediği gibi, “bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim!”

Şiddet bu açıdan bakıldığında, özellikle modern toplumlarda, günümüz yaşantısında insanların birbirlerine olan tahammülsüzlüğünü gözden kaçırmak mümkün mü? Hiç şüphesiz değil, çünkü şiddet bugün tüm çıplaklığıyla gözlerimizin önünde. Öyleyse, birbirlerine sevgi besleyen veya hiçbir nötr hisler hisseden bireyler, bir diğerine neden zarar vermek ister?

Bireyleri birbirinden uzaklaştıran birçok etken var. Fakat fikir ayrılıklarından doğan ve mizantropi ile beslenen kitleler için derin araştırmalar gerektirse de bu olayların temelinde nefret söylemi yatıyor. Birinden nefret etmek için çok da sebep gerekmiyor. Çünkü çoğu zaman nefretin sebepsizce nedenleri olur; olmuştur.

“Nefret Eylemi”

Sosyal olmayan bireyin, bir seviye ilerisinde mizantrop ya da başka bir deyişle mizantropistler bulunur. Bu kavram insanın, başka insanlardan nefret etmesi olarak algılanabilse de mizantropistler genel olarak insanın kötü olarak yaratıldığı düşüncesini savunur. Fakat Rakel Hanımın örneğinden de yola çıkacak olursak, “mizantropi aslında günümüz insanları için bireylerin içlerine yerleşen bir hastalıktır” diyebilir miyiz?

Nefret, ancak bir bireyin içerisinden atılırsa, mutluluğa kavuşur. Fakat tam aksi bu nefret eylemi sürdürürse, işte o zaman insanları genellemekten öteye geçemeyen duygularının esiri olur. Son yıllarda Türkiye’de bireylerin birbirlerine olan her boyutta davranışlara incelendiğinde güvensizlik, tahammülsüzlük ve nefret etme gibi olgular karşımıza çıktığı görüldü. Bunun sebebi birçok açıdan değişkenlik gösterse de eğer birey, karşısındaki insanın da başka bir insan için değerli olduğunu düşünmekten geçer.

Edinilen kötü deneyimler, sevgi yerine nefreti körükleyebilir. Bu da insanın genlerine kodlanan sevgi ve hoşgörünün yitimine ve nefretin körüklenmesini sağlar. Bu anlamda eğitimin her şeyin ilacı olduğunu savunmaktan kendini alıkoyamıyor ve mizantropinin içerisinde barındırdığı felsefenin bireye olumsuz yönde etkilediğini düşünüyorum. Eğer birey ahlak ve etik değerleri hatırlarsa, sahip olduğu nefretin de çözümünü kavuşturacağına, aksi halde ise kendi içlerindeki karanlık ve sığ sularda boğulacağına inanıyorum.

Yazının devamı...

Mitoman ve Yarım Saat

Dün, günün yorgunluğunu atmak için bir çay, kahve içmek için soluklandığımız bir kafede, bu yazının ana karakteri olan kadının oturduğu masanın sol çaprazında çayımı yudumluyordum. O ise, oturduğu masanın tam karşısında bulunan iki kadına hararetli bir biçimde bir şeyler anlatıyor, nasıl oluyor ise konu bir anda ne kadar mal varlığı olduğuna, ne kadar vergi verdiğine ve neredeyse otuz yıllık hayatına sığdırdığı başarılı kariyerine geliyordu. Tabii hepsi bir safsata. Yalanlarının ise sadece o farkında değildi. Kulaklarım hiç olmadığı kadar yalan ve izansız söz işitti ki; bu yazıyı yazma gereksinimi duymuş olmalıyım.

Mitomani, yalan söyleme hastalığı olarak bilinir. Bilinir bilinmesine de bu hastalığa yakalanmak kadar neyin yol açtığını da bilmek gerekiyor. Mitomanlar, yalan söyleme hastalığına kapılarak, karşısındaki insanın dikkatini çekmek ve bir topluluk içerisinde odak noktasına gelmek için çeşitli bir dizi yola başvururlar. Öyle ki; birçok konuda, hatta bir uçtan diğer uca farklı olsa da bir şekilde ortak nokta yaratmaya çalışır, kendini karşısındaki insanı aldatmak için kıyasıya kontrolü ele alır. Belki de sadece aldığını sanar. Bunu yapmak için küçük yalanlarla başlar ama bir noktadan sonra iplerin kontrolünü öyle kaybeder ki, günlük yaşamındaki gerçek dışı fikirlerle insanları yönlendirmeye ve amaçsız bir biçimde anlık da olsa önemli hisseder. Bu, bir mitoman için fazlasıyla yeterlidir.

Hastalık derecesine varsa da alışkanlık haline vardığını anlamaz. Bir noktadan sonra da kendi söylediği yalanlara inanmaya başlar. Hakkındaki birçok şey hakkında yalan söyleyen bu kişiler, çoğunlukla bu yaptıklarının hastalık derecesinde olduğunu düşünmezler. Hatta akıllarından bile geçmez. Bu nedenledir ki; tedavi dahi ihtiyaç duymazlar. Fakat arka planında birçok sorun vardır. Birçok araştırma bu hastalığa yol açan sorunları incelemiş ve başta çocukluk yıllarında istismara uğrama, kişilik bozuklukları, narsistik, histerik ve asosyal kişilik gibi etkenlerin önemli bir rolü olabileceğini yaptığı araştırmalarla açıklamıştı. Peki, modern çağın hastalıkları arasında sayılan mitomani nasıl değerlendirilmeli?

“Sosyopsikolojik İşlevler”

İnsanın beden ve zihni deneylerle gözlemlenebildiğini söyleyebiliriz. Fakat ruh ve kalp, gözlemler ve deneylerle anlaşılmakta güçlük çeker. Bu anlaşılamaz oluş da “kibir” tabiriyle örtüşür. Bir noktadan sonra bu narsizm olarak karşımıza çıkar. Kibir kavramını sosyopsikolojik işlevleriyle gerçekleşen olumsuz bir karakter özelliği olarak lanse edebilsek de kendini beğenme, bireyin kendisinde başlayan ama kibri besleyen ve destekleyen hastalıklı bir karakter özelliktir diyebilmeliyiz. Tüm bu durumların sonunda cereyan eden tipoloji size de tanıdık gelmiş olmalı. Modern insanın hayatta belli bir sosyal çevreye ait olma isteği vardır. Bu yer edinme çabası beraberinde birçok olumsuz davranış sergilemesini, bunun için yalan söyleme hastalığına kapılmasını, sosyal çevreyle uyumsuzluğu neticesinde kibir vücut bulur.

Hubris sendromu ya da bir diğer adıyla kibir sendromu da bu konuyla yakından ilişkili. Genelde siyasetçilerde görülen bu hastalık “tanrısal ego” olarak da biliniyor olsa da ilk kez, psikiyatrist David Owen ve Jonathan Davidson tarafından dile getirilen bu sendrom, 2010 yılında Brain adlı dergide yayınlanmıştı. Owen ve Davidson’a göre sendrom bir “güç zehirlenmesi” ve diktatörler Hubris sendromuna özel bir eğilim taşıyor. Fakat siyasetin tüm dünyadaki yansıması artık pek çok kez şekil değiştirmiş ve toplumları dizayn ediyor olmuştur.

Bazı insanlar, özellikle de mitomaniye ve narsizme kapılanlar, dünyayı, güç kullanımı yoluyla kendini yücelteceği bir yer olarak görür. Sırf belki de bu yüzden hiç tanımadığı birine dahi kişisel imajını geliştirmek amaçlı hareket etme eğilimlerde bulunur. Görüntüsü ve ifadeleri ile orantısız bir endişe içinde bir şeyler anlatır. Aşırı özgüven gösterse de kendisi için öteki olan grubu açıkça hor görmeye bayılır. Kendi gerçekliğine o kadar yabancılaşmıştır ki; gerçeklikle arasındaki bağ kopmuştur. Pervasız, tezcanlı, vesveseli, huzursuzdur, dürtüsel eylemler sergiler. Kim bilir, belki de bu sebeple dün oturduğum bir kafede bana bu yazıyı yazdıracak kadar rahatsız edici olabilir.

Oysa, kibir tek bir kişiye yönelik bir davranış biçim olarak ifade edilemez. İnsanın içinde yaşayan, kişinin derinliklerine yerleşen, habis ruhlu bir hastalık değil de nedir? O nedenle, eğer biri kendi imajını geliştirme peşinde ve kendinden olmayanı ötekileştirme eğilimindeyse veya gerçeklikle bağı kopuk ve aşırı bir özgüven içindeyse, hemen oradan uzaklaşılmalı. Ya da o kişiyi sessizce dinleyip, sonrasında bir yazı da yazabilirsiniz. Bu kişiye bağlı. Fakat itiraf etmeliyim ki; kibir çevresel etkenlerle güçlenirken, dinamikler değiştiğinde o kibirli insandan eser kalmayabiliyor. İoanna Kuçuradi’nin de dediği gibi, “Yaşamanın temel koşulu, insanın daha doğrusu kişinin ana değer, kayıtsız şartsız ana değer olduğunu kavrayabilmek ve bunu gözden kaçırmadan davranmak, Don Kişotça da olsa bir şey yapmaktır.” Belki de o kadın kendince Don Kişotça bir şey yaptı. Belki de milyonlarca Don Kişot'umuz vardır da haberdar değilizdir. Ne dersiniz?

Yazının devamı...

Nefretin Rasyonalizasyonu

Günümüzde birçok insan değerli olduğunu düşünmez ve kendilerini içten içe dışlamaya boyun eğer. Bu durum kendilerini aşağılamaya layık olarak görmesi ya da kendilerini utanç kaynağı olarak bulmakla sonuçlanır. Buna maruz kalan bireyler de kimi topluluklarda kendini rahat ifade etse ve benimsendiğini hissetse de bazı topluluklar arasında silik bir görünüme kavuşabilirler. Bu aşılması gerekilen bir kişilik eşiğidir ve eğer birey, bu durumu aşamaz ise kendini bazen zaman zaman, bazen de yaşamının büyük bir kısmında değersiz görme eğilimiyle baş başa kalır. Fakat bu periyodik ve olağan gibi görünen durum, bir bakıma hayatının birçok alanında bireye eşlik eder.

“Aşağılık Görmek Kendini Aşağılamaktır”

Kendini diğerlerinden aşağılık görmenin ya da birini aşağılamanın birçok sebebinin olduğunu söylemek mümkün. Günümüzde birey, ister büyükşehir, isterse de bir sahil kasabasında yaşamını sürdürürse sürdürsün, yine de bu duygudan çıkamıyor olabilir. Eylemlerini sorgulamak ve bu sebeple diğer bireyler tarafından yargılanacağını düşünmek onun kendiliğini kaybetmesine dek varabilir. Nihayetinde ise değersiz hissetmesinin en somut örneği de bu anlamda yine kendisiyle yaptığı çelişkilerdir. Fakat psikolojide her şeyin çocukluk dönemindeki süreçlere dayandığını yinelemek gerekir.

Freud’a göre çocukluk dönemi, bireylerin hayatı boyunca kalıcı izler taşıdığını açıklar niteliktedir. Bireyin, çocukluk döneminde annesiyle kurulan enerji bağının sağlıklı olmaması duygusal hezeyanlara sürükleyebilir ve birey, bu dönemdeki izleri hayatı boyunca taşır. Tabii ki bu, bireyin düşünceleriyle gelişigüzel bir biçimde meydana gelmez. Bir başka bireyi aşağılamaktan zevk duyan ve bu duruma gayet hazır insanların da var olduğunu da düşündüğümüzde, bir başka bireyi aşağılayarak alt edeceğini düşünenlerin de etki payı büyüktür. Fakat birini aşağılık görmek, bir bakıma kendini aşağılamaktır.

Spinoza bu konuyla ilgili bir notunu da aktarmak gerekirse, “Kendini hep küçük gören, kibirli olmaya en yakın insandır,” diye uyarır. Çünkü kibrin de farklı boyutları bulunur. Kendine güveni olmayan bireyler, endişe ve korkularını saklamak için çeşitli yollar denemeye bayılır. Bu da kendilerini başkalarından kendini üstün görme eğilimi içerisinde olduğunu gösterir. Kendine güveni olmayan bir birey, aşağılık kompleksi ardına saklanır fakat Adler’e göre ise, kendilerini, diğerlerine göre aşağı bir konumda gören insanlar, fırsat buldukları bir anda üstünlük mücadelesi ile bu açığı kapatma eğilimi gösterirler.

“Nefret Hissi”

Yapıcı çözümler üretmek yerine, bir başka bireyi aşağılamak insanın kendisinden de nefret etmeyi sağlamaz mı? Bana göre, bu durum kibri perçinler ve bu nefret hissini rasyonalize etmekten başka bir şeye yaramaz. Kendisinden nefret eden bireyler, belki de bu yüzden bir başka bireye nefret duygusu besler. Fromm’un “Bencillik ve Kendini Sevme” adlı kitabında bencilliğin ve kendini çok beğenme gibi duyguların altında hep kendini küçük görmek gibi duyguların yattığını belirtmiştir. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında, kibir de tıpkı kendini aşağılık görmekle aynı safta.

Tüm bu sözlere ek olarak, aşağılık duygusunun altında özgüven eksikliği yattığını, bireylerin kendini daha iyi ve başarılı hissetmeleri için eline geçtiği ilk anda karşısındaki insanı aşağılama isteğinin doğduğunu ve her iki açıdan da bakıldığında iki fikrin de birey için zehirli olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü birey, istediklerini elde edebilmek için özgüvene sahip olmalıdır. Eğer birey, çocukluk yıllarında ebeveynlerinin yargılayıcı, suçlayıcı söylemleriyle karşılaşıyorsa, gelecekte ya kendini aşağılık olarak görecek ya da tam aksine kendisi dışındaki birçok bireyi aşağılayarak kendini tatmin edecek yollar seçecektir. Bu bağlamda, değersizlik hissi yaratan hatalı davranışların sonucunda, benliğinde yetersizlik, eksiklik ve değersizlik hissetmesi kaçınılmazdır. Hiçbir bireyi bu duruma sokmamak için yapılacak şey ise, çocukluk döneminden itibaren duygusal alışverişin yeterince sağlıklı kurulması ve geleceğe dair negatif kalıcı izler bırakmama gayretidir. Bu sayede, eylemlerin yalnızca karşıdaki bireyi değil, eylemi gerçekleştiren bireyin bizzat kendisini de ilgilendirdiğini bilmekten geçiyor.

Yazının devamı...

Engellenmişlik ve Tükenmişlik

Günümüz yaşam koşullarında birçok kimse çok fazla işi bir arada yapmak zorunda kalıyor. Büyükşehirlerin büyük stresi kadar, küçük şehirlerin ise kendince bireye yüklediği sorumluluklar var. İş, okul, ev ve özel hayatın bireye yüklediği stresler de yaşamın her alanında kendini fark ettirecek cinste. Peki, şehirler de bireyler kadar depresyonda olabilir mi?

Bir nevi evet. Birey, doğası ve yaşam şartları gereğiyle her yerde olmak, her şeyi üstlenmek ve durmaksızın çalışmak zorunda. Ya da başka bir ifadeyle "dayatılanı yapmak" da diyebiliriz bunun adına. Bitmek, tükenmek bilmeyen bu sorunlar sebebiyle bireyin şehirdeki varlığı da kendi yoruyor olabilir. Şehirler de insanlar gibidir ve bir kimliğe sahiptir. Bu kimlik, kimi zaman kendini stres bazlı olarak bireyin üzerine bırakabilir. Fakat bireyin duygusal hezeyanlarının kaynağında psikolojik sebeplerden çok, kendi benliğinin dayattıkları yatıyor. Başka bir açıdan da şehirler de sırtlarında milyonlarca insanı taşımaya devam ediyor.

Şehrin gürültüsü, yaşam gailesi, bireysel problemler eşliğinde iş, ev, okul üçgeninde ruhlar tükeniyor. Hepsi bir araya gelerek bireyin yaşamını yozlaştırsa da bu sürecin tezahürleri neticesinde, bireyin kendini yapmaktan alıkoyduğu noktalara yoğunlaşmasını imkansızlaştırabilir. Ki birçok kimse hayattan ne istediğini bilmeyerek veya dayatılanı yaşayarak bu durumu bizzat ön ayak oluyor.

Kurulu bir düzende birçok kimse birçok şeyin önemini yitirdiğini fark etmiyor. Kararlarını etkileyen kararsız tutumlar neticesinde de kendisi için önemli olan birçok şeyi de unutur hale geliyor. Oysa, yaşamda birey için önem arz eden bu dengeler yine bireyin üzerine yeterince düşünmemesiyle birlikte sarsılır. Kayıpların farkında varmak için yarınlar ise hiç de iyi bir fikir değil. Çünkü bir şeyleri ertelemek ya da hiçbir şey yapmamanın tanımı tükenmişlik sendromu olarak tanımlanmaktadır.

“Tatminsizlikler”

Stres, düş kırıklığı ve engellenmişlik hissiyle ayyuka çıkması da bundan kaynaklı. Nihayetinde bir bireyin tükenmişlik sendromuna tutulmasının sebebi çevresel faktörlerden da ayrı olarak bireylerin fiziksel ve duygusal anlamda yeteneklerine karşı ilgileri gün geçtikçe azalmasıyla da öne çıkabilir. Fakat çoğu zaman umursamaz davranışlar sergilemek yerine, kimi zaman eleştirel bir yaklaşım geliştirmekle de olacağını düşünmüyorum. Çünkü önceliklerinden farklı olarak, istemediği şeyi yapan bireyler, birçok faktörler bir araya gelince ne kadar çalışsalar da ne kadar çok şey başarsalar da tatminsizlik duyuyorlar. Hatta bu duygu durumu bazılarında hiçbir işe yaramadıkları hissine kadar sürüp gidebiliyor. Bu durumda bireyin kararlarıyla paralel bazı yanlış noktaların olduğu şüphesizdir.

Huzursuzluk, sakinleşememe süreçlerinin eşlik ettiği süreçlerde birey, kendini tam anlamıyla kısır bir döngünün içinde buluyor. Hatta "Psychology Today" adlı dergide de bu sendroma dair birçok testin yapıldığını ve bahsi geçen bu test sayesinde, sağlık için küçük molalar vermek, stresten uzak yaşamak ve ilgi alanlarına yönelmek gerektiği açıkca ifade ediliyordu. Çünkü birey, eğer kişisel tabuları, geçmiş travmaları ya da şehrin bireylere yüklediği kimlik altında ezilir ise tükenmişlik sendromuna yakalanmaması için hiçbir sebep bulunmaz.

PsikeArt'ın yedinci sayısında da bu konudan bahsedildiğini hatırlatarak, ayrıca bu konuda bir diğer etkili makalelenin de Independent gazetesinde yayınlandığı belirteyim. Bahsi geçen bu makalede İngiltere'de çalışanların üçte birinin depresyon ve tükenmişlik sendromundan yakındığı belirtilmiş; bireylerin kararsızlık, unutkanlık ve konsantrasyon bozukluğu gibi semptomlar görülmesinin sebebi olarak da tükenmişlik olduğu gösterilmişti. Çünkü bu durum, bireysel açıdan kıvılcım halinde görünebilir fakat büyük resme bakıldığında çok daha geniş çapta bir kitleyi etkileyebilir.

Tükenmişlik hissi ya da bir başka deyişle tükenmişlik sendromu fark edilmeyen bir olgu. Buna bence bireyler ad koymalıdır çünkü çözümü kadar farkında olmak da bir adımdır. Bu bağlamda, bireylerin zihnini, duygu ve düşüncelerini öldürdüğü, yaşamda da birçok noktada geri planda kalmayı sağladığı kabul edilmesi gerekilen bir gerçektir. Zihinsel sağlık ve bireyin kendini iyi hissetmesini sağlayacak adımlar bireysel açıdan geliştirilmediği için toplum da bu anlamda ciddi kırılımları yaşıyor. Farkında oluyor ya da olmuyor ama bu durum toplumun ikircikli bir hayatın zorluğunu yaşayan her birey için adeta bir sınav. Üstelik hayat boyunca sürüyor. Bireyin başa çıkmak zorunda olduğu birçok sorun varken, kendini bu anlamda tekrar eden ve yaşamı zorlaştıran seçimlerle hayatı daha da zorlaştırmanın ne gereği var?

 

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.