SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Korku Dimağı

Korku, bir tür çatlaktır. Zamansızca ruhu kemiren, kemirdiği ruha çaresizliğe aşılayan, hafızaları bulanıklaştıran, yalanlar yaratan, değişim ihtiyacına saldıran, sözü anlamsızlaştıran, kişiyi bambaşka bir hale getiren ve daha da acısı kişiyi olduğu kişiden farklılaştırandır. Egemen akılların toplum nezdinde önemli bir kesime etki ettiğini de düşündüğümüzde, bireysel ya kitlesel halde gerçekleştirilen eylemlerin nötrleşmesini sağladığı apaçık. İçinde bulunduğumuz çağ için korku çağı diyenler de oldu. Bu tanımlamaların tümünde, korkunun nesnesi egemen akıllardı. Kadınlar, işsizler, muhalifler veya hak talep eden herkesi içine çekerek genişledi. Bugün ise herkes bu çemberin dışında kalmak için var gücüyle elinden geleni yapıyor. Hem de korkuyla, çaresizlikle, yalanlarla, farklılaşmalarla...

‘Korkular Bulaşıcıdır’

Bireysel korkuların bulaşıcılığı en nihayetinde kitleleri de derinden sarsar. Benlik denilen olgu, akılların baskısından kurtulmaya çalıştığında ise olan olur. Farkındaysanız, bu sayede otoriter birtakım unsurların devreye girdiğini düşünenler sayıca hiç de az değildir. Nihayetinde manipülasyon malzemeleri üretmek kadar kolay bir şey yok. Bundan doğacak hareketle; kitleleri manipüle edenler olmasaydı eğer, manipüle edilmiş kitleler de var olmayacaktı. Ve bu kitleler manipüle edildiği için kaosun yaratılması ve yönetilmesi kolaylaştı. Yaratım sürecinde başvurulan ilk etkenin korku olduğunu da kabul edersek eğer, manipülatör kimselerin bu bireysel ya da kitlesel eylemleri yönetmesi kadar normal bir şey olamayacağına hemfikir olabiliriz. Çünkü her korkunun bir satıcısı, her manipülasyonun da bir alıcısı var.

Optimist olmayı her zaman savunurum ama bu dileğim, neyi talep ettiğini bilen kişiler tarafından kulak asılmalıdır. Çünkü eğer iyimser olmak kişiye zarar veriyor ve bir eylem olarak ortaya çıkmıyorsa bu dileğinden çok da haberdar sayılmaz. Yaşamın içindeki o gizi bulmaya ve o giz sayesinde var olmaya çalışmaya gayret etmek kadar ne istediğini bilen bir umut beslemeliyiz. Aksi halde aptal bir karamsar olmaktan farklı sayılmayız.Korkularımızla yüzleşmediğimiz, cesur davranmaktan geri adım attığımız ve her şekilde bir nedenselliğe bağladığımız düşüncelerimiz bizi biz yapmaktan alıkoyabilir. Belki de bu yüzdendir ki; kötülüğün sıradanlaştırılması sonrası korkularımızdan arınmamız en geçerli yol olabilir.

‘Korkular Çeşitlidir’

Bir yaşam belirtisi olduğunu da savunanlar var. Buna yok diyemeyiz; pek de ala olabilir ama insani duygular içinde varlığını sürdürmekte ve gizlenmekte onun gibisi yoktur. Korkular da çeşitlidir; hem de çokça! Kendi düşüncelerinden ve arzularından korkanlardan tutun da neyin üstüne gitmeye çalıştığını bile bilmeyen, korkularının küçüldüğünde ortaya çıkan hissin ne olduğunu bilmeyen kişilerin varlığı da bir gerçek ama korkulara direnç gösterilmezse, dünya da kişi de ağırlaşır. Ve taban tabama zır isteklerle boğuşup kalır.

Geçmişinizdeki insanların, yaşananların ve mevcut durumların bilinçaltınıza atmış olduğu bir düğüm olduğunu düşünebilirsiniz. İnsanlar korkularını yendiği taktirde hayatın tümden anlamsızlaşacağını düşünür. Oysa yaşamın kendisi kendini sonsuza dek türetmekte usta bir canlı. Bu gerçeklere rağmen korku dağı yaratmak da bir seçim elbette. Fakat bu çatlağı beslemek de önüne bir şeyler tıkamak da bizlerin elinde değilse kimin elinde?

Yazının devamı...

Makyavelizme Bakış

Siyasette bir amaca varmak için bütün araçların kullanılmasını meşru sayan görüşe Makyavelizm denildiğini biliriz. Bu teori o kadar geniş bir yelpazede kendine yer buluyor ki; dünya üzerinde bu kavramın birçok insan için farklı tezahürlerinin olduğunu da görürüz. Hatta ideolojik görüş olarak benimseyen kimselerin de var olduğunu da söylemeden geçemeyiz. Günümüzde dahi bu teori birçoğumuz için birçok farklı varyasyonlarıyla var olabilir.

Evrensel bir görüş olarak vücut bulması Ünlü İtalyan siyaset adamı, yazar ve tarihçi Niccolo Machiavelli'nin geliştirdiği teori olarak tarihteki yerini almıştır. Bu teori, siyaseti ahlaktan ayıran ve her türlü ahlak kuralını hiçe saymaya dayalıydı. Bu sebeptendir ki; dürüstlük ve ahlaktan yoksun siyasete Makyavelizm denmesi kabul edilebilir bir durum olamaz. Dönemin parçalanmış İtalyası’nı kurtarabilmek adına hükümdarlara yol göstermek için kaleme alınan ‘Hükümdar’ adlı kitabında siyaset felsefesini derinlemesine ele alırken, insanlığın özüne dair önemli bilgiler vererek yönetim ile halk arasındaki ilişkiyi çarpıcı bir şekilde gözler önüne seren birçok nüans da bulunur.

Kendi deyimiyle ‘Hükümdar hem sevilen hem de korkulan olmalıdır. Korkulan biri olmanın, sevilen biri olmaktan daha güvenli olacağı söylenebilir çünkü insanoğlunun nankör, vefasız, kaypak, yüreksiz veya açgözlü olduğu ileri sürülür. Güçlüysen yandaşın çok olur; sana kanlarını, mallarını, canlarını, çocuklarını sunarlar ancak gün gelir de birine muhtaç olursan hiç düşünmeden sana sırtlarını çevirirler’ der. Bu manifesto günümüzdeki siyaset anlayışının kurulmasına ve bu teorinin benimsenmesine ön ayaktır.

Machiavelli’ye göre temel siyaset teorisinin özü, siyasetin ahlaktan bağımsız bir alan olması oluşturuyor. Siyasetin ahlâktan bağımsız olması da normsuz ve kanunsuz bir siyaset anlamına geliyor diyemeyiz. Fakat siyasetin ahlaktan ayrı, kendisine özgü, farklı ve özerk bir alana sahip olması anlamına geliyor diyebiliriz. İktidar ile erdemi birbirinden ayrıştıran Machiavelli, prensin iktidarı kullanmada gösterdiği kurnazlık sayesinde toplumu yönettiğini söylemiş; düşüncelerini gözlemlere dayandırmıştır. Hatta siyasetin devlet çıkarlarının belirleyici olması gerektiğini savunarak, her türlü ahlak kurallarından bağımsız olarak sert siyasal yasaları kabul etmesini gerekli görmüştür.

Bu teori en başından itibaren çeşitli toplumsal normların reddi neticesinde herhangi bir toplum yapısında ortaya çıkan siyasetin o toplumun ahlak, değer ve varlık dünyasına yabancı olamayacağını savundu. Entegre olan ya da empoze edilen kesimlerin ise bundan nasıl etkilendiği konusuna gelirsek de etik kurallarının hiçe sayılması sebebiyle Makyavelizm’e olumsuz bakılmaktadır. Çünkü hedefe varmak için hiçbir kural tanımayan, her türlü yolu uygun gören politikalar için de Makyavelizm tabiri kullanılsa da artık günümüzde dahi bunun entegre edildiğini görebiliriz. Pragmatist ve emperyalist politikaların Makyavelizm düşüncesiyle dünyaya yayılmasında önemli bir yer tuttuğunu kimse inkâr edemez.

Günümüzde hedefe varmak için hiçbir kural tanımayan, her türlü yolu mubah gören politikalar için Makyavelizm tabiri kullanılmaktadır. Bu teori öylesine derindir ki; farkında dahi olmadan Makyavelist olabileceğinizin farkına varabilirsiniz. Öyle ki; zor bir hedefi olan bireyler bu kavramı amaçları doğrultusunda meşru kılar. Bu durum ilkel bir dürtü de olabilir, şiddetli bir arzu da. Çünkü kitleleri etkilemek için bu gibi davranışlar tarih boyunca sergilenir.

Çevremizde şahit olduğumuz ve belki de yok saydığımız davranışların sebebi bu kavrama dayalıdır. Hatta konuyla ilgili olarak bir örnek de verecek olursak; Napolyon’un bir devlet şurasında yaptığı konuşmada ‘Vende Savaşı'nı kendimi Katolik göstererek kazandım, daha sonra kendimi Müslüman göstererek Mısır'a yerleştim. Kendimi Papa'nın nüfuzunu yaymaya taraftar biri göstererek de İtalya'da papazları elde ettim. Eğer Yahudi bir kavme hükmetseydim Süleyman'ın mabedini yeniden inşa ederdim.’ demiş olduğunu da unutmamalıyız.

Geçen yüzyıllar, değişen çağ ve dünya düzeninde bazı olguların halen aynı ilkelliğiyle sürüyor. Bu konuda psikolojik araştırmaların halen devam ediyor olması da ayrıca çarpıcı. Modern dünyada hem ekonomi hem sosyal anlamda insan davranışını anlamada kilit bir nokta olarak görülüyor olduğunu kabul etmeliyiz; her birimizin birçok açıdan Makyavelist olduğunu da. Hatta ben ya da belki sizler de öylesinizdir.

 

 

Yazının devamı...

Yalın Hayat Düşüncesi

Yalın hayat düşüncesini hayatıma entegre etmeye çalıştığım ilk zamanlar oldukça karmaşık bir sistem içerisinde yaşadığımı fark etmiştim. Bu farkındalığımın sebebi düzen kurma ve düzenimi korumaya yönelik yaptığım rutin davranışlarımdı. Zamanla bu karmaşanın içerisinde düzen kurmakta zorlanmış; kurduğum düzenin egale edecek her şeyden kaçındığım bir döneme girdiğimi anlamıştım. Halen de çıkabildiğimi söyleyeceğimi ifade etmeliyim.

Bu düzensiz yaşam akışı içerisinde düzenli bir yaşam kurma düşüncesinin bir düş olduğunu bilmek belki de ilk handikapımdı. Nitekim yalın yaşam ve yalın düşünme kavramıyla ilk tanışıklığım bir akademide aldığım ''Yalın Yönetim ve Verimlilik'' adlı ders sayesinde olmuştu. Akademide, Leonardo Da Vinci’nin çok ünlü sözü bir kitapçığın içerisinde şöyle yazıyordu; “Basitlik, karmaşıklığın son noktasıdır.'' O gün benim için hayatımın dönüm noktasıydı. İlk metamorfoz anım da buydu diyebilirim.

''Kargaşada Düzen''

Çevremizdeki her şey oldukça karmaşıktı. İç içe giren hayatlarımız aynı noktada farklılıklarını yitirerek birleşiyordu. Karmaşanın içerisinde yalın, sade, hafif ve dingin yaşamak için çok alan yoktu. Fakat bu kesişimimiz bizi daha berrak, ferah ve derin bir yaşam yaşamaya itiyordu. İyi de ediyordu. Yavaş, küçük ve az detayın hapsedildiği bir hayat biçiminde sessiz, minimalist mütevazı bir hayat yaşamak gerçekten güçtü.

İnsanlar genelde popüler şeylere ilgi duyarlar. Bu onların popülist olduğunu anlamamıza sebep olmaz. Tam aksine, popüler olanın cazip göründüğü için bu illüzyona kapılırlar. Bu yanılsama gösterişe olan ilgimizle alakalı bir durumdur. Ve bu herkes tarafından bilinir. Tüketim çılgınlığının hayatımızın her alanına entegre edilmesi için çırpınan kitleler tarafından pohpohlanır. Bu da bizlerin içten gelen güçlü istekleri karşısında boyun eğmemizi sağlayan zayıflığın ta kendisidir.

Tüketmenin anlamsızlığından sıyrılmak epey zor. Bu duygunun yalınlığını benimsemek ise bizi sonuca götürebilir. İhtiyaçlarımızın farkına varmak ve kendimiz için kendimize dürüst olmak yalınlaşmanın ilk adımı olabilir. Bu benim kişisel yaşantımda deneyimlemeye çalıştığım radikal kararlardan biriydi. Gerek günlük yaşantım gerek ise gerçekleştirdiğim işlerin tümünde minimal bir form yakalamam çok uzun sürmüş olsa da bugün geriye dönüp baktığımda yalın, sade, minimalize edilmiş bir yaşantının bana çok getirisinin olduğunu söylemek mutluluk verici.

Örneklendirmelerim genel olarak benimle alakalı, çünkü herhangi bir konu özelinde bir şeyi dikta etmekten oldukça kendimi alıkoymaya çalışıyorum. İnsanlara herhangi bir konuda herhangi bir şeyi empoze etmekten çekiniyorum. Bu nedenle deneyimlediğim bazı durumlar benim için yalnızca bir izdüşüm niteliği taşımıyor. Nedeni ise henüz başlangıçtayken adım adım ilerleyebilmenin gerekliliğini bilmekten geçtiğini inanıyorum. Zira her şey birer bağımlılıktır; karmaşa, kargaşa, düzen yoksunluğu ya dağınıklık da buna örnektir.

''Bağımlılıklarımız''

Ne tür bir bağımlılıklarım var diye düşündüğümde birçok şeyin beni gerçek bir ben yaptığını gördüm. Bu bizlerin yaşantısındaki ''aslında olmasa da olur,'' diyebileceğimiz fazlalıklardan kurtulmaya itti. İlk olarak çevremi yalınlaştırdım. Birkaç yıl önce eşyalarımı ve hatta kıyafet düzenime geldi. Tek tip giyinmeye başladım. Yıllar sonra da ne giyebileceğimi kestirebiliyor olmamın sebebi bu. Zamanın akışına karşın kendi zamanımı yönetmeyi öğrendiğimde, bir bakıma zamanın duraklatamayacağımı kabullenmek de kilometre taşlarımdan biri oldu. Zamanla yaşlandığımı hissettiğim de oldu, saçlarımın tel tel beyazladığını da. Tüm bunların kapsadığı şey şuydu; dinginlik, yalınlık ve sessizlikle var olabiliyordu. An an yaşanan kararsızlıklar ve geri dönüşler olsa da bağımlılığın doğası gereği bu geri dönüşler normal olduğunu bilmek bir bakıma içimi ferahlattı.

Açıkça belirtmek gerekir ki; ihtiyaç duymadığımız nesnelere sahip olmak ya da çevremizde donattığımız insan kalabalıkları bizi biz yapan her şeyden alıkoyabiliyor. Yalın düşüncenin hayatıma etki ettiği ilk an bu nesneleri ya da kişileri hayatıma almayı istemek de bir bağımlılıktı. Bu süreç biraz sancılıydı, kabul etmem gerekir. Giderek takıntılı bir insana dönüştüğüm zamanlar da oldu. Örneklemelerime devam edecek olursam eğer, mutfak tezgâhı üstünde/içinde duran kirli bir bardak, çatal ya da tabak beni içten içe rahatsız edebilir. Çünkü onun yeri orası değildir. Bir an önce ya bulaşık makinesine tıkılmalıdır ya da yıkanıp kurumaya bırakılmalıdır. Bunun sebebi yazının başında da bahsettiğim o akademideki ders sebebiyle olmadı tabii. Fakat tetiklediği şey şuydu; gerçek ihtiyaçlarının farkına varmak, nesneler ile zehirli etkiler yaratabilir. Bu iş yaşantımdan tutun da günlük yaşam rutinlerine dek etki edebilir.

Dağınık bir ev de bu anlamda benim için dağınık bir zihne benziyordu. Alan daraldığında benim de daralmam bundan dolayıydı. Hareket alanım azalırken kendime yer açmak için yalınlaşmak gerekliydi. Nasıl ki kalabalık bir metropolde yaşayan tüm insanlar kalabalıktan yakınır ve mecburiyeti yok ise sokağa dahi adım atmak istemez. İşte bu da böyle bir durumdu. Standart bir kentli yaşamı sürerken birden yükselen azaltma dürtüsüyle henüz karşılaşmadıysanız eğer, bu düşünceyle başa çıkmanın önce yerleşik bir alışkanlığa vardığını bilmeniz gerekir. Zaten sonrasındaki süreçte çeşitli fazlalıkların azalmasıyla minimal bir yaşam formu yakalayabilmek gibi bir seçenek doğmuş oluyor. Bu yalınlaşma beraberinde bir yeni yaşam ritüeli katıyor. Çünkü her birimiz için yaşama oldukça değer biçiliyor. Fakat bu etkileri görebilmek için değişimlerin ihtiyaca yönelik olduğunu bilmek zaman alabilir. Faydasız rutinler yalınlaşmanın belki de ilk adımıdır.

Yazının devamı...

Hiyerarşik Toplum Düzeni

Hiyerarşi sistemi, organizasyon yapısında yer alan kişilerin alt-üst ilişkilerini, görev ve yetkilerine göre sınıflandıran bir sistemdir. Kısaca sistemin özünde; yapılan işin bir üst görevdeki kişi tarafından denetlenmesi, kontrolü ve onaylanması bulunuyor. Tabii durum bu kadar kolay ifade edilemeyecek kadar derin; derin olduğu kadar da sığ. Hatta o kadar gariptir ki; eski ordu mensupları emeklilik dönemlerinde bile eski askerlik hiyerarşisini sürdürmeye gayret ederler. Yani zamanla yok olması muhtemel görünmeyen, bazı kişilerde hastalık boyutuna eren bir evre de denilebilir.

Eski ordu mensubu birey yalnızca bir örnekti. Bu fikirden meydana gelen hareketleri adlandırmak zor olsa da toplumsal hiyerarşiyi belirsiz bir düzen işleyişiyle bir arada tutan ya da tutmaya çalışan, egemen kesimin gölgesinde yaşamaya mahkum eden ya da etmeye çalışan bir güruh tarafından dayatıldığını söylemek gerekli. Toplumu yönetenler, politikacılar veya yüksek memurlar, bugün vatandaşlara göre daha güçlü kabul ediliyor. Bu düzenin varlığı kabul edilmese de yokluğunun da sınıfsal sorunlar doğuracağına inanılıyor. Bugünün modern toplumlarınının dahi yakasına yapışan bu olguyla ilgili olarak geçmişten bugüne ne değişti diye sormak sanırım ki her birimizin hakkı.

George Orwell'a göre ''Savaş, kazanmak amacıyla yapılmaz, aksine savaşın sürekli olması istenir. Toplumdaki hiyerarşinin sürmesi ancak yoksulluk ve cehalet temeli üzerinde sağlanabilir. Savaş başlatma çabası her zaman için, asıl olarak, toplumu açlığın eşiğinde tutmak için planlanır. Savaş, egemen grup tarafından kendi vatandaşlarına karşı yürütülür ve bu savaşın amacı zafer kazanmak değildir. Aksine toplumun mevcut yapısını sağlam tutmaktır.'' Bu örnekten yola çıkarak aslında birçok buğulu sorunun ne olduğuna dair fikir sahibi olabiliriz.

''Hiyerarşiyi Ne Besler?''

Geçmişten bugüne değin yaşanan bu tezat durum, tezahürlerine bakıldığında da farklılık içermediği görülüyor. İnsanlara eğer iyi yazamaz ise iyi düşünemez. Düşünemez ise onun yerine başkaları düşünür, düşünür ise başkaları onun yerine yapmak istediklerini yapar. Eğer yapar ise de sizin yaşamak istediğiniz şeyi yaşar. Bu düzenin kısa bir öngörüsüydü. Peki ya durumu ne besler hale getiriyor?

Başarı, bilgi, eğitim, kültür, poliitka ya da yasalar mı? Ananevi durumlar, terbiye, nezaket ya da benzeri durumlar mı? Para, vicdan ya da tarih bilinci mi? Yoksa tümünün oluşturduğu ve birbiri içerisinde ayrışıyor olması mı? Belki de hepsi, belki de hiçbiri ama birçoğumuzun aklına gelen şey şu oluyor: yaş, para, makam ya da görevler toplumdan ayrışan bireyleri yani egemen sınıfları doğuruyor. Eğer doğru olan bu ise hiyeraşiyi de anlamlandırmak zor oluyor.

Bende vicdani kıstasların da yükü daha ağır basıyor. Yani daha açık bir ifadeyle anlatmak gerekir ise başka insanların hayatları ve özgürlükleri hakkında karar verme gücünü kendilerinde bulanlar kadar hem suçlusu hem de güçlüsü yok. Nitekim geçmişteki siyasi davalar ya da suçsuz yere hapishanelerde yatanlar da güçlüydü. Fakat güç kavramının kontrolsüzlüğüne dair bir parantez açmak gerekir. Çünkü güçlü olmak birçok durumda her zaman haklı olmak değildir. Yalnızca belirsiz bir güruh tarafından oluşturulan egemen bir yapı, insanları hiyerarşi çatısı altında katlı sisteme tabi tutma gereği duymuştur.

Yazının devamı...

Ruhsal Çatışma

Günlük yaşantımızdaki kent problemleri, ekonomik buhranlar, asayiş ve nice birçok problemden ötürü çözümlenmemiş ruhsal çatışmaları yaratıyor. Şüphesizdir ki; tüm bu sorunlar hayatta kalma güdüsüyle birleştiğinde ise bireyler için büyük bir sıkıntı kaynağı gibi görünür. Genelde bu kişiler çoğu kez birbiriyle bağdaşmayan iki ya da daha çok amacın peşinde koşar ve amaçlarında hayal kırıklığına uğrar. İdeal imgelerin peşinde koşarken basit hedefleri de kaçırabilir. Ya da hayallerinden vazgeçerek gerçekliğin içine dalar ama çıkamaz.

Bu paradokslar hedef yoksunluğunun veya uygunsuz hedeflemelerin sonucunda belirir. Bazı kişiler amaçları doğrultusunda aşırı kararlılık gösterse de candan ve mutlu oldukları izlenimi vermek zorunda da kalabilir. Çeşitli rollere bürünmeleri ruhsal bir bütünlüğün eseri olmaz ve tüm bunlar kendi içerisinde umutsuzluk, özsaygı eksikliği ve/veya özgüven eksikliği gibi birçok içsel çatışmayı doğurur. Fakat kişi, bu gerçeklik algısından ruhsal olarak kendini en az zararla korumaya çalışmasına rağmen başaramıyorsa bu kendisinin sorunu mudur?

Kısmen öyle denebilir ama çatışan ihtiyaçlar ve dürtüler, kişiliğin bazı kısımlarının baskılanıp, gölge altında kalması da kişinin ruhsal bir bunalıma iter. Deneyimlerimden yola çıkarak söylemem gerekir ki; benliğine yabancılaşma bireyin kendini ifade edebilmesini, tüm potansiyelini gösterebilmesini, başkaları ile olumlu ilişkiler kurup birlikte çalışabilmesini, insani ilişkiler kurmasını dahi bozabilir. Yine de bu kişiler hala iyi bir insan, iyi bir çalışan ve yaratıcı olabilen bireyler olmayı başarabilir. Bu denge kesin surette bıçak sırtındadır. Çünkü ruhsal ya da fiziksel bir travma aslında tüm dengeyi bozmaya yetecektir.

Bu çatışmaların biri de genel bir kararsızlık hali de olabilir. Birey, ne yiyeceği veya ne giyeceği gibi basit kararlardan tutun da meslek seçimi ve pek dahası zorlu seçimlerde zorlanabilir. Yüklenmek istediği misyon, edinmek zorunda kaldığı misyonlarla çatışır. Çünkü aidiyet hissetmediği anlarda başvurduğu şey yine hayatta kalma güdüleri sebebiyle uyguladığı kararlardır. Neticede aldığı bu kararlardan memnun olmamak ile birlikte pişmanlıklar da duyar. Başlarda duymasa bile gelecek süreçte bu his yakasına yapışır. Karar alımlarında tüm enerjisini tüketir. Hatta ve hatta panikler. Bu kişiler kararsızlıklarının farkında değildir ve bilinç dışı bir biçimde karar vermekten kaçmayı çare bulurlar. Karar vermek için düşünecek zamanı olmamış olabilir; karar için henüz vakit kendince erken olsa da doğmatik güdülerle hareket ederek, kendini belki de bu kararını şansa bırakmış olabilir. Burada net olmayan nokta da budur.

Birey yapabilecek gücü, bilgisi ve yeteneği olmasına rağmen işinin gereğini yapmayabilir, ayrıntılara takılma ve kusursuzluk için uğraşma gibi eğilimler de gösterebilir. Bu bilinçdışında kendisine zorlama gibi geldiğinden bir engelleme gibi bir dışavurum da söz konusudur. Hatta bu olay insan ilişkilerine de yansır. Cana yakın olmak istese de dalkavuk pozisyonuna düşmekten çekindiğinden daha farklı reaksiyon gösterebilir. Bu da reddedilmekten korkan biri olarak sosyal ilişkilerde çekingen davranmaya davetiyedir. Peki, bu birey için aslında ne gibi getiri sağlayabilir?

Çaba ve uğraş gerektiren şeylere isteksizlik göstererek, bu duruma gayet rasyonel yaklaşmak da buna bir örnek. Kişisel gelişim olarak algılanmasını hiç istemem ve asla kabul edemem ama buradaki asıl amaç, doğrultu ve motivasyon eksikliği sonucunda eylemlerinde zoraki ve tatmin etmeyen bir çaba hissettiğinde bıkkınlık göstermektir. Ve sıradanlığın sınırlarında olan durumlarda kişi pek tabi bayağılaşır. Bu kişinin zihninde muhteşem işler yapma varsa da kesinlikle sıradanlık başkalarının işidir. Fakat kişinin kendi içinde dahi kendisiyle çelişen değerlerini gizleme çabası var yatar. Bunu da kimsenin inkar edemeyeceğini düşünüyorum.

Ahlaki bütünlük bozulduğunda ortaya çıkan şey samimiyetin azalmasıdır. Buna orantılı olacak bir biçimde bencilliğin arttığı da görülür. Kendi içinde bütünlüğü sağlayamayan birinin gerçekten samimi olması zaten mümkün değilken, bencilliğin ahlaki sorun haline geldiğinde ise kişi, diğerlerini amacı doğrultusunda kullanmak ister. Ve çoğu zaman da kullanır. Kibir, kıskançlık duygusu ya da siz ne derseniz deyin, o duygu oluşumu kesinlikle sahip olunan karakterle ilgili ortaya çıkan ruhsal çatışmadan kaynaklıdır. İçinde bütünlüğünü yitirmiş kişiler, acı ile sıkıntılarının kendi içsel sorunlarından kaynaklandığını göremediği gibi görse de bunu kabul edemez hale gelir. Bu amaçla dışsallaştırmayı tercih eder ve tüm sorunların sebebini kendinden kaynaklanmadığını düşünür. Bundan doğan hareketle de kişinin kendi içerisinde kurduğu muhasebe apayrı bir boyuta evrilir.

Yazının devamı...

Türkiye Entelijansiyası

Türkiye entelijansiyasını bilgiyi yaygınlaştırmak ve toplumların değerlerini ifade etmek olarak tanımlayabiliyor olsak da bu izahın oluşmasında yeterince bulguya sahip olmadığımızı itiraf etmemiz gerekir. Fakat bunu tam anlamıyla anlıyor olabilmek için günümüz entelektüellerini bir süzgeçten geçirmek gerekiyor. Halen anlayamıyor olmamızın sebeplerinden biri de belki böyle bir aydınlar topluluğunun artık fiilen var olmamasından kaynaklı olmasıdır. Nihayetinde tekelleşmenin her bir yana yerleştiğini görüyor olduğumuz günümüzde, aydın bir kimliğe sahip olmanın ilk şartında muhalif olmak ya da muhalif gibi görünüyor olmak yatıyor. Bu durum hatırı sayılır bir güruh tarafından kabul görüyor.

Tanzimat sonrasında da Cumhuriyet dönemine bakıldığında da bugünkü Türkiye entelijansiyasının o dönemki yansımalarına erişebiliriz. O dönemde eğitimden ekonomiye, sanatın tüm dallarından tutun da siyasete varana dek birçok alanda güç sahibi olan bir yapıydı. Fakat günümüzde edinilen, kabul gören ve çizilmiş sınırlar dışına çıkan entelektüellerin ise işinin zor olduğu bir gerçek. Bu sınırları domine eden ve aksi yönde gerçekleştirilen sanatsal veya yazınsal çalışmalar sonucunda meydana gelen otonom çalışmalar kabul görecek gibi durmuyor.

Gelenekselliğin dışında modern bir yapı haline evrilmesiyle birlikte şakşakçı dalkavukların birbirinin sırtını sıvazladığı sanat tekelleşmesi sayesinde lobiciliğin nirvanalarına ulaşılıyor. Sanatsal üretim için gerekli olan özgürlük, nitelik ve nicelik ilkeleri göz ardı ediliyor. Popülist düşünceler ve meta görevi gören kültür öğeleri sebebiyle bugün ortaya çıkan bu tabloda kısmı de olsa gerçekleştirilen her türlü çalışmanın yapay bir orgazm halinin tetiklenmesinden doğuyor. Kültür tekelleşmesiyle de bu durum içerisinden çıkılamayacak bir hal alıyor.

‘Kültür Lobileri ve Entelektüel Sermaye’

Lobiciliğin oluşmasındaki ilk temel sebeplerin başında bu güruhların belirgin bir söz sahibi olma ya da olabilmek istiyor olmasından meydana geliyor. Bugün nitelikli ya da yetkin entelektüellerin, aydınlar topluluğu olarak adlandırılan kesimce dışlanıyor olmasının temel sebebi, sektörü domine etmek ve lokal bir güç oluşturarak bu çemberin dışında kalmasını istediği kişilerin tekelinde olduğunu hatırlatmaktan geçiyor.

Bir güruhun belirli bir ideolojiyi tekelleştirdiğini anlamak için o toplumun aydın profilinin ne olduğuna ve nasıl göründüğüne bakmak yeterli. Nitekim bu açıdan bakıldığında bu tanımlamaları ya da irrite edici çeşitli kimliklerin yaftalanmasıyla oluştuğunu görmek zor değil. Çünkü tekelleşmenin yalnızca bu ve bu gibi sebeplerden doğan domine etme isteğinden kaynaklanıyor. Haliyle de pastadan büyük payı alma isteğiyle doğru orantılı olması, bugün kültür tekelleşmesinin ön ayaklarından birini oluşturuyor da diyebilmeliyiz.

Kutuplaşmanın yalnızca siyasi ya da ideolojik olarak ayırım yaratmak için kullanıldığı gibi bir algı oluşmasın. Değişen şartlar toplulukların yeni kalıplara sokulmasını sağladı. Örneğin; muhalif kesimlerin kendi içerisinde ayrıldığı, kutuplara bölünüp daha içine kapanık bir hal aldığı gerçeği de bir topluluk esasınca kabul gören bir meta kavramını doğurdu. Bu da sonuca direkt yönde tesir eden başka bir ayrıntıdır.

‘Topluma Tesir Edilemiyor’

Aydın toplulukları üst perde diye tabir edilen olguya epey itibar ediyor. Toplumu yeterince anlamayan ve anlamadığı için de yorumlayamayan bu grupların toplumsal sorunlara yaklaşımı ise yüzeysel ve çiğ oluyor. Problemlere üst perdeden yorumlamaları ise sorunun ana odağından uzaklaşıp, yapıcı çözüm önerileri sunamadığı halde çözüme kavuşturduğunu iddia eden bir sav yaratırken, toplum nezdinde bir karşılık bulamaması tepki topluyor. Yani sorunun odağında yanlış yaklaşımdan ötürü doğan bir yeni bir sorun var.

İlki, yanlış yorumlamalar neticesinde tesir alanının değişime uğramasıdır. Ki bu, konumuzun mottolarından biri. Entelijansiyalist bakış açısı bu üst perde teorisini sonsuza dek var kılıyor. Yeterince şeffaf olmayan çözüm önerileri sorun üstüne sorun yaratıyor. Haliyle bu pragmatist yaklaşımı empati yoksunu bir hale dönüştürüyor. Bir ikincisi ise pragmatist yaklaşımların alt metninde aşağılayıcı bir üslubun bulunmasıdır. Fark edilmesi imkânsız değildir ama dile getirildiği ya da kabul edildiği görülmemiştir.

Toparlayacak olursak, Türkiye entelijansiyası diye bir şey vardır, doğrudur ama kabul edilebilirliği tartışılır, tartışılmalıdır. Geçmiş süreçte yansımaları vardı, bu da doğrudur ama yine de başarısız iki girişim olsa da olumlu bir ivme kazandırmıştır, kabuldür. Günümüze gelecek olursak da bazı gerçeklikleri atlamamalı ve görmezden gelmemeliyiz. Günümüzde düşünsel, yazınsal ve sanatsal tüm gruplar belli bir otorite tarafından yönetilmeyi uygun görür, çizilen sınırları aşmaz ve lobicilik kavramı sebebiyle mesleki yaşantılarında iyi bir konuma gelebilir. Fakat bilinmelidir ki; bu tür statükolar geçici olup, varlığını sonsuza dek sürdüremez.

Yazının devamı...

Kent Belleği

Bugün binlerce gazete, yüzlerce televizyon kanalı, onlarca dergi Türkiye'de kentler ile ilgili hepimizin bildiği sorunları merceğine aldı. Şehirleşmenin büyük sorunlarla karşı karşıya olduğunu ya da kentlerin karşılaştığı en büyük sorun göç sorunu olduğu söylendi. Kalıp sözler ya da bilindik çözüm önerileriyle bu konuya yaklaşım sağlandı. Bu çevrece kasaba ve köylerden kentlere olan göç hızla devam etmesi en temel sorunumuzmuş gibi gösterildi ama kentlerin belleğini yitirmesinin sebebine dair yaklaşımlar bence çok da yeterli değildi.

Hatırlatmak gerekir ki; kentler de insanlar gibidir. Gelişimini kök saldığı toprakların ruhundan alır. İnkar ya da gözardı edilebilir fakat coğrafyanın kader olduğu gerçeği kesinlikle bir şehir efsanesi veya bir safsata değildir. Çünkü bırakın bireyi, kentlerin de kaderlerine mahkum bırakıldığını söyleyebilecek kadar çok argümanımız var. Beşeri veya fiziki faktörler ya da gelişen fonksiyonel özellikler neticesinde kent içerisinde yaşayanlar kadar, kentler de fiziki niteliklerine göre şekillenmeye başladı. Evet, zaman değişir, değiştirir, kılıktan kılığa girer ama ''kentin insana anlattığı birçok şey bulunabilir'' diyebilmek için bazı sosyolojik, psikolojik ve demografik bulgulara ihtiyacımız var. Bu anlatılar aslında zamanla farklı bir hal alsa da yanlış veya doğruluğunun bulunduğunu söylemek yine de yanıltıcı olabilir. Kasıtlı ya da kulaktan dolma sayılabilecek şekilde yayılmakta olan bir bilgi de yıkıcı, yanıltıcı ve gerçek olana doğrudan uzaklaştırıcı bir etki edebilir. Bu durumda, kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişen tüm bu genellemeler bir kenti insana anlatmaya pek ala yeterlidir.

''Yansıma ve Kimlik'

Kentlerin yalnızca cadde, mahalle ve sokaklardan oluşmadığını kabul etmeli, içerisinde barındıklarıyla birlikte toplum yaşantısında apayrı bir soluk sağladığının farkında olmalıyız. Nitekim, kent kimliğini oluşturmanın temel dayanağı demografik açıdan farklı birçok insanın birlikte yaşamasıyla renkli bir hal alır. Ananevi değerlerin bu çevrelere dahili de ilk olarak bu zamanda görülebilir. Kent kimliği her kente dair farklılıklar göstermesinin sebebi birincil olarak bundan kaynaklıdır. Ve bugün bakıldığında Ankara, İzmir veya İstanbul'un pahalı, Ağrı, Ardahan, Iğdır veya Kars'ın ucuz olmasının sebepleri herkes tarafından bilinir. Ekonomik, demografik, sosyolojik ve psikolojik farklılıklardan doğan bi doğan kozmopolit yapıya toplum, bu popülasyonun şekillendirdiği yapı da kent kimliğidir. Fakat gerek bu çeşitlilik gerek ise mevcut şartlar sebebiyle bu iki olgu da dezenformasyona uğramış, kent belleği ve toplum ilişkisi kırılma noktasına gelmiştir.

Bireyler, toplumda yer aldığı süre boyunca değer endeksine katmış olduğu ananevi değer, bilgi ve yetenekler başta olmak üzere birçok özellikleri edinir. Bu edinimleri kapsayan bütünler ise bir bakıma çevresi ile ilişkilenmesiyle ilgili bir durumdur. Yer aldığımız çevre, bizi biz yapan birçok değerler bütününü oluşturur ve bu durumu organize eden şey coğrafyanın ta kendisiyken, birey merkezli kent kimliklerinin geliştirilmesinde toplumların değişim süreçlerinin bir ayna görevi üstlenmesini sağlar. Kırıldığında ise bir kentin belleği yok olması kaçınılmaz sondur.

''Kent Kıstası'

Kendimden örneklerle gayet açık bir şekilde açıklayıp, bitireceğim bir noktaya geldik: kent kıstası. Öyle ki; benim için de bazı şehirlerin anlamı var. Ankara son derece gridir. Çünkü olabildiğince puslu ya da sislidir. Öte yandan Brighton da Ankara'ya birçok açıdan benzer bir yerdir diyebiliriz. İki farklı ülke, iki farklı kent dahi olsa Brighton ve Ankara ortak noktalar taşır. Benim nezdimde kesinlikle Ankara'da yaşayamam çünkü kasveti beni benden alır ama Brighton'da ömrümün sonuna dek kalabilirim. Nedeni ise bu benim kente yüklediğim anlamla alakalıdır.

Kent kıstası da işte burada kurulur. Birey, kendiyle özdeşleştirdiği yapılara hep bir anlam yükler. Yüklediği bu anlamlar neticesinde de etkilenir ve bir bütünlük kurup, düşünsel bazı bulgular sebebiyle aidiyet hisseder. Ve bazı şehirler de adeta buna göre tasarlanmış ya da zamanla değişime uğrayarak farklı kimliklere sahip olmuştur. Eğer bir kent, bütünlük içerisinde ise kent ve birey etkileşime dahil edebilebilir ama bu kavramın dikkate alınmaması durumunda kurulacak bu ilişki tek yönlü ya da aynı karakterde olmayabilir. Bu düşünsel kıstaslarımız için daha nice parametreler de ekleyebilir, bireyin kent ile arasındaki diyalog da derinleştirebilir. Fakat şu var ki; bir kent eğer içerisine dahil edilen tüm olgularla yüzleşmek zamanımızı alabilir. Burada kıstasımız, kent ve birey arasındaki kurulan psikolojik ilişkilerin tezahüründen bir başkası değildir.

Yazının devamı...

Toplumsal Statü

Geçmişe bakıldığında toplum, içerisinde statünün doğuştan getirdiği özelliklere bağlıydı. Hint kozmolojisinde insan piramidinin en üstünde yer alan brahman veya köle sınıfından gelmek sosyal statüyü belirleyen ana etkenlerdi. Çağ değişti, günümüz dünyasında bazı şeyler ise revize edilmeden güncelliğini korudu. Terimler ve bireylerin tüm hayatını şekillendirmeye yarayan tüm sıfatlar değişti ama bu tür metaforlar nedense hiç eskitilemedi. Hatta gün geçtikçe kendini daha bir yeniledi. Rol karmaşası denilen bir olgu sebebi ile de şu an dahi bireyin toplum içerisindeki yeri o kişinin statüsünden besleniyor. Bu açıdan bakıldığında statü, bir kişinin toplum içerisindeki konumunu ve kim olduğunu gerçekten de belirtir mi?

Toplum içerisindeki tabakalaşma süreci, en temelde insanoğlunun bir arada beraber yaşama güdüsüyle ortaya çıkan bir kavram olarak öne çıkıyor. Toplumların temelinde yer alan katmanlaşma ise farklı şekiller ve farklı normlarda gözle görülür bir hale evriliyor. Buna göre tabakalaşma, toplumun sosyal yapısından bağımsız değil. Göreceli bir kavramdan da söz etmediğimizi hatırlatırsak, sosyal tabakalaşmada hiçbir tabaka diğerinden kesin çizgilerle ayrışması da söz konusu olamıyor. Tabii ki zaman ile toplumdan topluma değişebilir. En nihayetinde sosyal statü, bireye birtakım sorumlulukları da beraberinde getiriyor.

'Statü Kıstasları'

İster demokratik ister totaliter toplumlarda soy bağı bireyin toplum içerisindekl statüsünü belirlemede ana unsurların başını çeker. Sahip olunan servet ya da işlevsel yararları da bu ölçütün belirlenmesinde iyi bir araç olur diyebiliriz. Eğitim düzeyi, din veya biyolojik özellikler de toplumsal statüyü ksımen belirlerken, aile bireylerinin ve bir kuşak öncesinin eğitimleri ve iş durumlarına göre belirlendiğini de unutmamak gerekli. Bir başka deyişle sosyal statü, doğrudan gelir gruplarını yansıtmaz. Ancak, sosyal statü tanımıyla gelir grubu tanımını aynıymış gibi düşünmek de bir yanlışı doğurur. Statü bize, başkaları ile karşılaştırıldığında, bireyin sosyal yerinin neresi olduğunu anlatmış oluyor. Oysa sosyal rol bize kişinin ne yaptığını anlatmaya yarar. Ne de olsa sosyal rol geçici değildir. Çünkü yüksek gelir grubunu hedeflemek tamamen sosyal statüye dayandıklarında kitle tanımında bir yanlışlık söz konusu oluyor. Buna göre de, "eğitim seviyesi yüksek ise gelir seviyesi de yüksektir" ya da "geliri düşük ise eğitim seviyesi de düşüktür" gibi genellemeler ile oldukça sık yapılan hatalar bütünüdür. Günümüz bu tür kıstaslara tam anlamıyla cevap vermiyor. Bunun sebebi değişen ekonomik dengelerle birlikte ayrışan tipolojik farklılıklardır.

Çevremizde, iş ve arkadaş ilişkilerinde dahi bu görülebilen bazı odak noktalar vardır. Buna en belirgin örnek olarak konuşmalardaki değişiklikler gösterilebilir. Bilinçli veya bilinçsiz olabilir, ancak ses karakterleri, sosyal statüyü iletmek için en önemli bir yol olduğu herkes tarafından biliniyor. Hem kadınların hem de erkeklerin, baskın ve prestijli olduğunu düşündükleri kişilere cevaben farklı eğilimler gösterdiği de geçmiş yıllarda yapılan araştırmalarca ortaya konulmuştu. Konuşma esnasında manipülasyon ve/veya yıldırma gibi yöntemlere başvuran kişilere karşılık olarak birçok zihinde dominant karakter olduklarını düşünmek ve bu statüdeki biri ile sohbet ederken dahi daha düşük bir ses tonu ile konuşmak zorunda hissedilmesine sebebiyet veriyor. Derinlerine inildiğinde ise kökeni olarak da bunun ile son derece özdeşleşiyor.

Tabii statüler de kendi içerisinde ayrılıyor. Temel olarak edinilmiş statü, kazanılmış statü, sosyal itibar ve elbette anahtar statü kavramından bahsetmemiz de gerekiyor. Edinilmiş statü bireyin yetenek ve beceri düzeylerine bakmaksızın, ekstra bir çaba sarf etmeden edindiği faktörler sebebiyle sağlanıyor. Buna yaşlı, genç, kadın, erkek veya doğum ya da yaş örnek gösterilebilir. Bunlar edinilmiş statülerdir. Kazanılmış statü ise bireyin çabaları sayesinde elde ettiği bir olgudur. Bu tanımlama için anne, baba ya diğer ebeveynlerin rolü yadsınamaz. Çünkü kazanılmış statü değişebilir; değiştirilebilir. Sosyal itibar ise bir bireye insani ya da mesleki ilişkilerinde üstünlük sağlayan duruma denmektedir. Anahtar statü ise toplum nezdinde en etkin role atfedilen bir olgudur. Buna öğretmen, imam, general ve benzeri statü yakıştırmaları yapılabilir. Saygı gören, güvenilir, kabul görmüş meslek grupları ya ünvanlar bu gruba dahildir. Bu sebepten ötürü de her toplumsal statü bir bakıma kendi içerisinde bulunan kalıplar tarafından bir rol model görevi görür. Böylece toplum, kendilerinden ayrışan statüleri benimser. Statükolar arasında durduğu konum vasıtasıyla hayranlık ya da tam aksi hislerle hareket ederek toplumsal statünün dengesini kurar veya kurmaya çalışır. Belki de Türkiye'de mütevazı insanların sevilmemesinin sebebi de budur.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.