SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Bireyselcilik ve Grup Zekası

Grup zekası veya kolektif zeka gibi kavramlara artık günlük yaşantımızda dahi rastlamak olasıdır. Bu kavramlar bazı zamanlarda örgütsel zeka yerine de kullanılıyor. Fakat grup zekasına yüklenen anlamların örgütsel zekayı kapsamadığı, kolektif zekaya yüklenen anlamların ise örgütsel zekadan ise kapsayıcı olduğu gerçeği konuya farklı bir bakış açıları getiriyor. Bu durumda toplum bilimine paralel olan kolektif hareketlerin grup zekasıyla bir ilgili olduğu bir olasılık dahilindedir diyebilir miyiz?

Anlam karmaşasına yönelik tüm sorular hakkında kesin bir yargıya varmak ise ayrı bir sorunsal. Grup dinamiğini çepeçevre saran çeşitli sorunlar, grup üyelerinin birbirleriyle olan ilişkilerini irdelese de bu sorunların kaynağına inmek zor bir eylemdir. Bu konuya dair Stanford Üniversitesi’nde yapılan tüm deneylerde, kitle ne kadar büyükse ve her ne kadar da iyi bir netice alınmış olunsa da öncü deneylerin pek çoğundaki gruplar akademik dünya dışındakilerin bilmediği birtakım nedenlerden dolayı göreceli olarak farklılık gösterdiği görülmüştü. Fakat yine de iyi bir performans göstermiş olmaları, grup dinamiğinin göreceli kavramsal boyutların pek ötesinde olduğunu da bize söylemeyebilir.

“Bireyselcilik Yeni Sorun Doğurur”

Çatışma içerisindeki gruplar, az veya çok bilinçli bir şekilde, ne olmuş olduğu, halen ne olduğu ve elbette ne olacağı konusunda hakim olanın kendi yorumları olmasını ister. Başarısızlık, bireysellik kavramıyla bir kıvılcım halindeymiş gibi görünse de grup üyeleri birbirleriyle sorunlara dair görüşlerini bildirmiyorlarsa eğer, bireyselcilik ortaya çıkar ve yeni sorunlar doğurur. Bu da grup kestirimi bakımından bize farklı olgular özelinde bazı gerçekleri göz önüne serebileceğindendir. Öyle ki; gruptaki herkesten elbette daha iyi olmayacağı, çünkü grup içerisinde mutlaka gruptan daha iyi performans gösteren birkaç kişi kendini sivrilteceği ve kendini ön plana çıkaracağı ihtimalinin bulunması sebebiyledir. Bu bir bakıma iyi bir gelişme sayılabilir.

Nedenine gelecek olursak da yüksek performans göstermenin elbette bir ödülü var. Bunu borsa gibi düşünebiliriz. Nasıl ki borsada her yapılan atak, insanların katılımlarını sürdürmesi için pek geçerli bir neden sunar. Bunun sebebi yaptığı ataklar ve yukarı doğru yapılan çıkışlardır. Tüm bu öne çıkışlar, bunu tetiklemekte ve pastasında paydaş aramaya ve elindeki bölmeye yarar. Bu noktada da fikir çeşitliliğin beraberinde getirdiği birçok şeyin var olduğunu söylemek gerekir. Dilime pelesenk olan ve birçok yazımda da geçtiği üzere formasyon konusuna değinmeden edemem. Çünkü her insan çeşitli formasyonlara sahip olmalıdır. Böylece, bağımsızlık insanların etraflarındaki kişilerin fikirleri ile belirlenmediğini görmemize yeterli olacaktır. Belirli bir merkeziyetle birlikte insanlar yerel bilgiler üzerinde uzmanlaşabilir. Ki bu muhtemel bir seçenektir. Bireysel tüm yargıları ortak kurallara dönüştürmek için bazı mekanizmalar vardır. Ve bu çark, farklı ve bağımsız insanlardan oluşan büyük bir gruba bir olasılık hakkında tahmin ya da kestirimlerin bulunmaları ile döner.

“Enformasyon Eşittir Eksi Hata”

Yıllardır bize dayatıldığı ve bittabi öğretildiği üzere hatalar birbirini götürür. Kolektif bir çalışma için, “enformasyon eşittir eksi hata” denklemi kurulduğu vakit, en azından bir miktarda olsa enformasyon bulunmalı ve tüm olguların hatalar ve de kararlar ile alınıp, yine bu kararlarla son bulduğunu unutulmamalıdır. Kısmen bireysel yargıların yeterince isabetli olmamasından dolayı, bilişsel çeşitlilik sağlıklı bir karar almak için en önemli şart gibi görünüyor. Grup düşüncesi esasınca en önemli yanı, aykırı görüşleri sansürlemekten ziyade, diğer fikirleri bir şekilde imkansızmış gibi göstererek işlemesidir. Alışılmış bilgeliğe meydan okuyan enformasyon ya dışlandığı için ya da mutlaka yanlış diye düşünülüp, akıl yürütüldüğünden farklı reaksiyonlar gösterir. Bireyler bu sayede tartışmalardan kanıları güçlenmiş olurlar; haklı olduklarına hep olduğundan daha çok inanmaya alışkındırlar.

İlişkiler arası şeffaflığın açık bir bedeli de budur. Ve bu, içerisinde ayrıca bir tezat taşır. Manipülatif davranış ve provakatif bir zihnin bir ürünüdür de diyebiliriz kısaca. Bunlar bireylerin bireysel ya ikili diyaloglar arasında yaşadığı fikir sürtüşmesi gibi görünüyor başta. Fakat gruplar arasında da sıklıkla yapılan birçok yanlış var. Ve bu yanlış, grup üyelerinin birbirlerine karşı uyguladığı uyum baskısının sonucunda ortaya çıkıyor. Uyum baskısı ön plana çıktığında, birey farklı bir şeyi inandığından ötürü değil, grup karşı çıkmaktansa fikrini değiştirmenin daha kolay olduğuna inandığı için fikrini değiştirebilir. Eğer yetileriniz açık ise farklı bir tablo görürsünüz. Çünkü biri, bir diğerini bastırır; manipüle eder. Bu durum ise size tahteravalliilerinin yalnızca oyun bahçeleri ve parklarda değil, insanların biribiriyle kurduğu ilişkilerde de olduğunu görebilirsiniz.

Bireysel uyum esaslarınca bireyin kendi içsel düzeneklerimiz içerisinde kimbilir ne denli farklı dizayn edilmiştir. Hayatımınızın temel dinamiklerinden birinin de bu olduğu düşünülmekten başka bir çaremiz yokmuş gibi düşünememize de gerek yok. Ki görülen o ki; bu olgu derhal bir öz eleştiri doğuruyor. Çünkü insan zihni uyum tanımını yaparken, kendisini bir paradoksun içinde buluyor. “Tüm bu armonik tekrarların işaret ettiği yanılsamalardan öğrendiğin nedir?” diye sorarsanız eğer, evrensel dinamiklerin kısır birer döngüden ibaret olduğu iddiasının kesin ve keskin kanıtlarından birisinin uyum esaslarının farklı şekilde bizi biz yaptığını ve çeşitliliğimizin bundan kaynaklandığını söyleyebilirim. Ve elbette eklemek isterim ki; denge, şüphesiz buradaki kilit rolünde bulunuyor. Tüm sistemler, tüm bireysel çeşitlilik kanunları eninde ya da sonunda kurulan bir denge sonrası bir ivme yakalar. Sonsuza dek sürdürüldüğü de görülmez ama istikrar da burada önem kazanır. Nihayetinde de sürdürebilirliği sağlandığı sürece güzeldir.

Yazının devamı...

Mükemmeliyetçilik

Mükemmeliyetçilik, kendi içerisinde belirli bir düzeni barındırıyor. Bu düzen bir süre sonra külfet haline evriliyor. Bir bakıma, başta sorun dahi edilmeyen küçük şeylerin gelecek süreçte farklı şekilde öne çıkmasına ön ayak olup, büyük bir mutsuzluğa davetiye çıkarıyor olsa da uzunca bir süre sıradan görünümden asla fire vermiyor. Kalabalıkların ve bu kalabalıkları yaratanların gizlendiği kocaman bir yalnızlık bulutu olduğunun farkında olmak, bireyi buna iten sebepleri doğuruyor. Tam olarak sebebinin bilinmediği ve asıl sebeplerinden de bahsetmenin kimsenin işine gelmediği bir durum olan mükemmeliyetçilik, kusursuz bir doğruluk olarak kabul görüyor ama evrende varlıkları güzel kılan şeylerden birisi de hiç şüphesiz ki kusurdur.

"Kusur Kavramı"
Öyle ki; mükemmelin tek olmasına rağmen, “kusur” diye tabir edilen olguyu sonsuzluk diye atfedebiliyorken, çekici ve özgünlüğü yanında getirip, getirmediği şüpheli bir tutum olarak algılanıyor. Günümüz bilinciyle asla sonucuna ulaşamayacak saplantılardan olan mükemmeliyetçilik, gerçek anlamda bir sorunsal olarak nitelendiriliyor. Mükemmeliyetçi bireyler, hayatlarının her alanına entegre ettiği ya da etmeye çalıştığı sınırlar neticesinde birçok olgudan ve birçok andan mahrum kalıyor. Fakat düşüncelerine veya fikirlerine uygun yüksek standartlar dolayısıyla yaşadıkları evreni kendilerine dar eden bir eylemin içerisinde olduğunun farkındalığına varamıyorlar. En basit örneğiyle ben de bu durumla baş etmeye çalışanlardan biriyim. Ki terzinin kendi söküğünü dikememesi deyimi de bu durumda çokça haklı bir serzeniş. Çünkü gerek benim gerek ise benim gibi düşünen bireyler adına tüm bunları yazmaktan çok, fazlasıyla yaşıyorum.

Bireyin yapacağı en küçük iş dahi böylece büyür. Başladığı işin hacmi de buna paralel bir değişime uğrar. Elli yönü ile olayı düşünerek, en kötü senaryolar dahi hazırlanır ama en kötüsü varyasyonu hiç düşünülmemiştir. Planlar, katmanlı bir hal alırken, başlandığında bitmez, bittiği vakitte de harcanan efora değer olduğu tartışılabilir bir olgu haline evrilir. Sonuçlarından ilki melankoli, devam eden süreçlerde ise anksiyete, sonraki süreçlerde ise obsesif kompulsif bozukluğun bir farklı versiyonu olduğunu dahi savunabiliriz. Halbuki mükemmel diye bir şey yok. Daha çok toplumsal tatmin var. Bu kavram sebebiyle ölçümlenen değerlerin inşası da bu ölçütte yapılıyor. Eğer birey, üretiminin veya düşüncelerinin tamamlanmasını ham buluyorsa ve yine birilerinin onayına sunmamış ya da birileri bir onay vermemişse yaptığı şeyin mükemmel olup, olmadığını sorgulama arayışın giriyor. Bu sorgulama evresi sonrasında ise gerekli olduğunu düşündüğü şeyler için ancak birtakım onaylar sonrasında tatmin olur. Bu da mükemmeliyetçinin olmazsa olmazlarından biri.

"Kanı Koymak Zor"
Tüm bunların bir de kişilikler ile alakası da var tabii ki. Örneğin; narsist bir kişiliğe sahip olan bireyler, tüm eksikliklerine rağmen kendini mükemmel olarak görürler. Olası bir şekilde de bu görüşlerinden dolayı, iddia ettikleri her şeyin kusursuz olmasına dair uğraşları yoktur. Mükemmel diye atfedilecek tüm bu kriterler, onların standartlarını asla karşılamaz. Eğer bir bünyede hem narsistlik hem de mükemmeliyetçilik var ise işte o zaman işler daha da karışık bir evreye varabilir. Nitekim bir şey her ne kadar mükemmel olsa da beklentilerini karşılayamaz. Bu da başarısızlık olarak vuku bulur. Eğer bu birey herhangi bir şey üretiyor ya da üretimin olduğu yerde bulunuyorsa yapılacak tüm üretimler daha sancılı bir gelişim sürecinden geçer. Üretimin zayıflamasına ve kimi zamanlarda ise tamamen durmasına sebep olabilir.

Mükemmeliyetçiliğe objektif bir tanı koyabilmek de epey zor. Düşünsenize, bu duruma ne iyi ne de kötü diyebilirsiniz. Öte yandan ne doğru ne de yanlış demek ne tam anlamıyla doğru ne de tam anlamıyla yanlış. Tembelliğin bir bahanesi ya da nedeni olarak da meydana çıkabilir mi? Bu ucu açık bir soru ve işte burada örnekler imdadımıza koşuyor. Ya çok çalışılacak ve en iyisi yapılacak ya da tam aksine hiçbir şey yapılmayacaktır. Böylesi durumlarda üzücü olan nokta şu ki; birey, sorumluluklarını tam anlamı ile yerine getirmek isterken, hakeza bir şekilde tamamlayamıyor da olabiliyor. Bu riskin var olduğu da düşünüldüğünde adeta bir sarmal meydana geliyor. Karışıklığın düzen ile en yakın ilişkisinin bu ve bunun gibi olduğu durumlarda, en iyi tepkime de tepkisizlik gibi gelebilir. Bu anlık duygu durumu bozukluğu dışına geçemez ve bu da o anlık bir tembellik hissi yaratabilir. Bir varsayım olsa da pek buna rastlandığı görülmemiştir.

Toplumsal açıdan da baktığınızda bu tanımın simetri hastalığına benzetenlerin de bir hayli fazla olduğunu söylemeliyiz. Söz gelimi de olsa bu tür varsayımlar birçok insanın yanlış anladığı bir kavram olduğunu bize gösteriyor. İyi bir özellik olmadığı yönünde pek fazla bulgu yok. Artık normal karşılanıyor olduğunu da söyleyebiliriz ama her yaptığı işe titizlikle yaklaşan ve özen gösteren insan da kendisini mükemmeliyetçi olarak zannediyor olabilir. İşin özü birey eğer mükemmeliyetçi olduğunu düşünüyorsa eğer, bu kavramı tam anlamıyla ya “hepçi” ya da “hiççi” olmaktan geçtiğini bilinmesi gerekiyor. Aksi halde bu konu birçok kişi için daha uzun yıllar boyunca ucu açık bir kavram karmaşası olarak kalacaktır.

Yazının devamı...

Ambalaj Tüketimi

Geçtiğimiz günlerde mutfakta bulunan çöp kovasını dışarı çıkardım. Ve birkaç gün sonra o çöp kovasının yeniden dışarı çıkarmam gerektiğine şahit oldum. İçimden epey söylendim. Çünkü haddinden fazla çöp üretiyor olmamızın sebebi ben ya da bizler değil, bilakis üreticilerin ta kendisiydi. Nitekim "olmasa da olur," diyebileceğimiz birçok ambalajı çöp kutularımıza tıkıyoruz. Fakat evsel atıkları çıktığımızda geriye kalan tüm çöpün ambalajlardan oluştuğunu görmüyoruz.

Araştırdığımda ise ortaya çıkan tablo korkutucuydu. Türkiye’de günlük 87 bin ton, yıllık 32 milyon ton atık üretildiği kaynaklarıyla birlikte belirtiliyor. Hatta tablo öyle ilginçleşiyor ki; kişi başına 1.17 kilogramlık bir atık oluştuğunu istatiktik verileri ile açıklanıyor. Elbette atıkların bir kısmı geri kazanım tesislerine iletiliyor. Fakat yüzde 9.8’i geri kazanım tesislerinde işlem görebiliyor. Yüzde 0.2’lik bir kısmı ise yakılarak ya da başka yöntemlerle bertaraf ediliyor. Ayrıca atık yakma tesisinin yapımı için daha önceleri bir proje yapıldığını biliyorum. Fakat sürecin tamamlanmadığını da söylemeliyiz. Bu durumda alternatif bir şeylerin gerçekleştirilmesi gerekiyor. Çünkü bu tablo gerçekten üzücü.

"Geri Kazanım Ne İşe Yarar"
Doğal kaynaklarımız, dünya nüfusunun artması ve tüketim alışkanlıklarının değişmesi nedeni ile her geçen gün azalıyor. Ve biz insanlar bu gerçeği unutarak bu durumu yadsınıyoruz. Bu nedenle malzeme tüketimini azaltmak, değerlendirilebilir nitelikli atıkları geri dönüştürmek sureti ile doğal kaynakların verimli olarak kullanılması gerekiyor. Üreticiler ambalaj üretimini azaltmadığı sürece, tüketiciler de ambalaj üretimini üretmekte kararlı gibi görünüyor. Bundan dolayı piyasaya sürülen ambalajların atık haline geldikten sonra, türlerine göre ayrılıp geri dönüşüm sanayine sevk edilmesi sonucu, geri dönüştürülmüş malzemeler çeşitli ürünlerin üretim aşamasında ikincil hammadde olarak kullanılmaktadır. Böylece doğal kaynaklar daha az kullanılarak, doğaya katkı sağlanmış olur. Daha iyisinin olacağı o güne dek bu bir çözüm. "Ya sonra," derseniz eğer, bugünden başlayın.

"Atık Üreticisiyiz"
Hepimiz atık üreticisiyiz ve bu sebeptendir ki; üzerimize düşen görevler var. Bunlardan birisi de ambalaj atıklarını ayrı olarak biriktirmek... Zor gibi gürünüyor olabilir. Fakat atıklar birbirine karıştığı zaman onları ayırmak daha zor bir süreci doğuruyor. Kâğıt ıslandığında veya çöpe karıştığında geri dönüşümü mümkün olmuyor. Bu nedenle bunların ayrı toplanmasının önemi büyük. Tüketici olarak bizler tüm bunlara dikkat ediyor olsak da yeterli olmayacağını biliyoruz. Çünkü üretici firmaların da bu yönde çalışmalar yapması gerekiyor. Türkiye’de ambalaj pazarının ihtiyacını yüzde 13’ünü bir oran ile Petkim karşılıyor. Bu oranın dışında kalan ise ihraç ediliyor. Daha makul bir öneri sunmak gerekir ise, ambalajlı ürün üretiminin azaltılması yerinde bir adım olabilir. Öte yandan mecburi olmayan ambalajların hayatımızdan çıkarılması gerekiyor. Örneğin; diş macunu...

"Ambalaj Modern Yaşamın En Önemli Unsuru Değildir"
Avrupa'da bazı ülkelerde diş macunları ambalajsız olarak satışa sunuluyor. Türkiye'de de böylesi iyileştirilmeler yapması hoş bir yenilik olabilirdi. Ambalajlı ürünlerin daha sağlıklı olduğu öne sürülebilir. Aksi yönde bir beyanda bulunabileceğimi de sanmıyorum. Şüphesiz ambalajlar ürünün koruyucusudur; birçok fiziksel etkilerden korur ama ambalaj ürünün tüketiciye en ekonomik yolla ulaşmasını sağlıyor olsa da modern yaşamın en önemli unsurlarından biri değildir. O nedenle ambalajlarda yeni çağa ayak uydurmak üzere sürekli geliştirilmeli ve ilgili regülasyonları dikkate alarak daha az malzeme kullanarak, fonksiyonel ambalajlar ortaya çıkarılmalıdır.

Öte yandan Türkiye metal hurdacılığında birinci sırada yer alıyor. Plastik, cam, alüminyum ve çelik sektöründe yalnızca geçtiğimiz yıl depolama alanlarına gömülen geri kazanılabilir atıkların toplam değeri yaklaşık 6.5 milyar lirayı buldu. Bu kadar büyük bir parayı her yıl çöpe gönderiyoruz. Üstelik bir de bunların taşıma, depolama için de para harcıyoruz. Bunları da hesaba kattığımızda hiç gerekli olmayan büyük bir kayıp oluşuyor. Buna gerek var mı?

Yazının devamı...

Jenerasyon Çatışması

Kuşak çatışması Sümer tabletlerinde de örneğine rastlanabilecek kadar geniş bir zaman dilimini kapsayan ve halen günümüzde dahi çözümlenmesi güç bir evreye yayılan bir süreci kapsıyor. Yazılı tarih bu dünya üzerinde belki de muhteşem olgu! Ve tarih bize gösteriyor ki; binlerce yıl önce dahi on yedi kil tablet parçasından oluşan bir yazıda baba, oğluna okula gitmesi, gayretle çalışması ve sokaklarda gezmemesi için tavsiyelerde bulunmakta ve oğlunun iyice dinlediğinden emin olmak için de söylediği sözcükleri tekrarlatmaktaydı. O günden bugüne değin değişen pek çok şey oldu. Fakat süregelen bu zaman zarfında muhtemelen daha yüzlerce yıl daha sürecek bu kuşak çatışmalarının yansımalarını araştırmak daha çok vakit alacak.

Sıklıkla duyduğumuz, tanık olduğumuz ya da birebir örneğini yaşadığımız bir kavram olan kuşak çatışmasının sebeplerine dair uzun süredir gözlemler yapılıyor. Bu gözlemler başta yaş farkına paralel olarak gelişen veya oluşan şeyler olarak adlandırılsa da kuşak çatışması aslına bakılırsa pek de böyle değil. Genel olarak çocuklar ve ebeveynler arasında yaşanacağı sanılan durum iki yaşıt yetişkin arasında pek yaş farkı bulunmamasına rağmen de görülüyor. Bunu değişen çevre ve yeni şartlar karşısında alınan reaksiyonlar olarak adlandırabiliriz. Fakat yetişkin bireyler bilişsel olarak yeni davranışlar geliştiriyor olsa da çoğu farklılıklar bireylerin çevreye uyumsuzluktan kaynaklanıyor.

"Farklı Yaşam Normları Çatışır"
Genç bireyler, çevreye uyum konusunda kendilerinden bir önceki kuşağa nazaran çok daha aktif ve esnek bir yapıdalar. Gerek ideolojik gerek ise psikolojik olarak bu tüm bulgularda görülüyor. Bu sayede karşılıklı olarak birbirlerinin davranışlarını anlayamamaya kadar giden ve hatta eleştiriyi dahi kaldıramayacak kadar kırılgan ya da saldırgan tavırlar da sergileyenler de çıkabiliyor. Bu farklı yaşam normlarının çatışmasına bağlı olarak çeşitli paradokslar yaşamasına sebep olabilir. Geniş açıdan düşündüğümüzde toplum da bu tür kırılgan yapılara ve duygu durumlarına sahip olabilir. Nitekim çağdaş toplumlarda genç bireylerden birçok şey bekleniyor. Fakat bu beklentiler öncesinde bunları karşılayacak kurallar açıkça belirtilmediği için bu belirsizlik içerisinde yetişkinlerle fikir çatışmalarına düşebiliyor. Bu belirsizliğin meydana getirdiği sonuçlardan biri ve bence en önemli olanı da toplum içerisinde sürekli olarak değişmekte olan değer değişimi örnek gösterilebilir. Belirgin ve keskin hatlarda çizilmemiş değer değişim süreçleri neticesinde ortaya birçok çelişki çıkar. Tahmin edersiniz ki, bu da genç bireydeki kaygı ve benzeri durumları meydana getirir. Fakat bilinmelidir ki; kuralların kişiye koruyucu bir etkisi vardır. Bu durumda kuralların etkisini ve gelecekteki rolünü bilmekte fayda var. Tabii bir de çatışmaların genel sosyo-kültürel nedenleri de...

"Kuşak Çatışmasının Sebepleri"
Literatüre göz atacak olursak eğer, iki başlık öne çıkar: bireysel ve sosyal... Eğer genç bireyin kimliğini kanıtlama ihtiyacı var ise bu bireysel, sosyo-kültürel değişmeler sebebiyle çatışma oluyor ise bu da sosyal nedendir. Tabii bunlar ile de sınırlı kalmaz. Kutuplaşmış bir demografik yapı da çatışma sebepleri arasında sayılmalıdır. Bir yanda nüfus oranı giderek artan genç birey nüfusu varken, diğer yanda da ekonomik, toplumsal ve siyasal gücü elinde bulunduran geniş bir yaşlılar grubu görülmektedir. Ki burada da kuşaklar arası çatışma çıkması muhtemeldir. Sebeplerinden biri de genç bireylerin, üniversite ve yüksekokullara gidişi ve ebeveynlerinden daha yüksek kademelere çıkmaları olabilir. Yaygınlaşan eğitim, kitle iletişim araçları bu bilinçlenmede aktif bir rol ve geniş bir etki alanı yaratmaya olanak sağlamıştır. Bu nedenle bu bilinçlenme, onların yetişkinlerle çatışmalarını arttırmaktadır.

Sosyolog Joseph H. Fichter, bu tür sorunların meydana gelişini iki durumda ortaya çıktığını belirtir. Bunlardan ilki, kültürün kabul ettiği değerleriyle insanların gerçek davranışı arasında bir boşluk ya da çatışma olduğu zaman, ikincisi ise elbette toplumda çeşitli alt grupların, alt kültürlerin farklı, birbiriyle çelişen değerleri olduğu an.

"Düşünce Çoğuldur"
Toplumsal sosyolojiyi irdelediğinizde düşünsel çatışmanın hayatın her alanında var olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Ki bu, düşüncenin çoğul olduğunun da bir belirtisidir. Düşünsel farklılık ve çatışma ortamının yaratılması için farklı jenerasyonlara gerek olmayacağını söylemeli ve aynı jenerasyon içinde de benzeri fikir ve ideoloji farklılığı sebebiyle kuşak çatışmalarının yaşandığının farkına varmalıyız. Asıl sorunun jenerasyon farklılığından doğan çatışma değil, sorunlara yaklaşım ve düşüncelerin doğruluğunun stabilizasyonunun sağlanması da diyebiliriz. Kuşak çatışması söylemi neredeyse tüm toplumlarda dillere pelesenk olmuş bir bahane olmasının yanı sıra, bilinç dünyamızın genişlemesiyle ortadan kalkacak bir sorunsaldır.

Yazının devamı...

Merkezileşmek

Türkiye ilk alışveriş merkezi ile 1988 yılında tanışmıştı. O dönemlerde görkemli denebilecek bir şekilde açılışı yapılan Galleria, kısa sürede yalnızca o bölgenin değil tüm İstanbul’un çekim merkezi haline geldiğini söylemek mümkün.

Galleria’dan sonra ise Türkiye’de AVM yatırımlarının sayısı hızla arttı ve halen de inşaat halinde olanları görmek mümkün. AVM yatırımlarında artan ivme perakende sektörünü de büyüterek, farklı AVM’lerin de çeşitlenmesine yol açtı. Bundan daha birkaç yıl öncesine kadar AVM deyince kapalı bir alan içinde sıralanmış mağazalar, yeme içme alanları ve sinema bölümü aklımıza gelirdi, ama bugün bakıldığında AVM’ler birer yaşam merkezi haline gelmiş durumda. Kimisi yaptıkları yatırımlar ile metro ve diğer toplu taşıma araç güzergahlarının proje dahilinde AVM bağlantısı kurarak bunu başarıyor, kimisi de cadde alışverişini ön plana çıkarmak için açık alan ve cadde konseptini belirliyor. Temel amacın AVM kültürünü farklı inovatif edisyonlar ile tüketiciye sunmak olurken, ön plana çıkacak yenilikler yaparak bunu yapacağını düşünen yerli ve yabancı birçok yatırımcı var. Peki, toplum zaman algısının yitirilmesine sebep olan bu yerlerde yeterince mutlu mu?


"Alışveriş Merkezlerine Alıştık mı?"

Aslında değiller. Fakat YA-SED verilerine göre, Türkiye’ye son dönemde giren 150 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırımın 14 milyar dolan AVM yatırımcılar oldukça mutlu görünüyor.

Bu çeşitlilik yeni projelerle de artmaya devam ediyor. Bugünkü tabloda ise Türkiye'de toplamda 426 AVM bulunuyor. Nitekim Türkiye'de alışveriş merkezi kültürü, yaşam biçimimizi, alışkanlıklarımızı, şehir dokumuzu bir hayli değiştiren, alışkanlıklarımızı dönüştüren dikkat çekici bir fenomen haline gelerek; hızlı şehirleşmenin ve tüketim ekonomisinin kurulduğu dengeler dolayısıyla hayatımıza girdi. Bu bağlamda alışveriş merkezleri, insanların birçok şeyi aynı anda bulması ve bu kurgunun hayatımıza entegre edilmesiyle bugün olmazsa olmazları arasında bulunuyor, ama biz onlara ne kadar alıştık?

Artık şehirlerin yeni cazibe merkezleri olarak onlar anılması için temel gereksinimlerden birinin alışveriş merkezi olduğu gerçeğiyle başbaşayız. Hatta bu konuda gerçekleştirilen rakamsal verilere bakılırsa da sektör ciddi bir büyüme potansiyeli taşımakta. Haliyle yabancı yatırımcının ülkeye giriş kapılarından biri olarak algılanması da gerekiyor. Bu sayede yabancı markaların batılı ülkelerle eş zamanlı olarak Türkiyeli tüketiciye sunulabilmesi, alışveriş merkezlerinin bu hızla açılmasının sebeplerinden biri olarak gözümüze çarpıyor. Ayrıca son on bazı kontrol edildiğinde ise Türkiye'de alışveriş merkezlerine yapılan yatırımın kırk milyar dolara ulaşmış olduğunu da görüyoruz.

Tüm bunlara rağmen ANKA Teknoloji Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Cemil Ertem, "Türkiye'deki manzaranın sağlıklı olmadığını" düşünüyor. Çünkü "gelişmiş metropollerde, çalışan insanların hayatını kolaylaştıran bu merkezlerin bulunması gerektiğini" söyleyen Ertem, "bir planlama çerçevesinde, ulaşımı kolay, toplu taşıma araçlarının o yapıların içine kadar ulaşabildiği, az ve kaliteli yapılar olması gerekliliğini" vurguluyor. Bugün Türkiye'de ise bu durum biraz farklı seyrediyor.

"Kiralanabilir Alanlar Artıyor"
Alışveriş Merkezleri Yatırımcıları Derneği’nin 2013 yılında yayınladığı değerlendirme raporundan da bahsetmek istiyorum. Bu rapora göre, Türkiye’de kişi başına düşen kiralanabilir alışveriş merkezi alanı açısından en yoğun şehir Ankara. 1.000 kişi başına 246 metrekare kullanılabilir AVM alanı olan Ankara’yı sırasıyla İstanbul, Karabük ve Bolu takip ediyor.

Avrupa'da ise Cushman&Wakefield’ın perakende sektörü ile ilgili Mayıs 2018’de yayınladığı raporda ise 1.000 kişiye düşen kiralanabilir AVM alanı açısından zirvede Norveç bulunmakta. 1.000 kişiye 857 metrekarelik kiralanabilir AVM alanı düşen Norveç’i sırasıyla Estonya, Lüksemburg, Finlandiya ve İsveç takip ediyor.

Rapordaki araştırmaya konu olan 33 ülke içinde Türkiye 147 metrekare ile 25. sırada yer alıyor. Amerika Birleşik Devletleri ve Avustralya’yı da inceleyecek olursak eğer, Amerika Birleşik Devletleri'nde 1 kişi başına 2,19 metrekare alan düşerken, Avustralya’da bu miktar 1,03 metrekare.

"Merkezileşme Sebebiyle Revaç Var"
Merkezileşmiş olmaları sebebiyle rağbet görüyor olduğuna hemfikir sayılabiliriz. Çünkü ortalama bir haftasonu tatilinde hepi topu kırk sekiz saatiniz var. Doğal olarak trafik ve popülasyondan kaynaklı olarak bir yerden bir diğerine geçmenin uzun ve yorucu olacağı gerçeğini kabullenmelisiniz. Dolayısıyla zaman kaybetmemek ve bir bakıma da her şeyi bulabilmek üzere AVM yollarını arşınlamak daha cazip geliyor. Öyle ki; tüketim ürünlerinde artık merkezileşme kabul gören bir gerçek. Artık birçok insan için para ve zaman kavramları daha değerli. Ayrıca sosyo ekonomik durumları birbirine benzer insanların dünyanın dört bir yanında aynı davranışları sergilediğini bilmenizde fayda var.

Merkezileşmek kimi zaman korkutucu olabilir. Ve korku etkeni her zaman gizemli ve de caziptir. Kimi kimselere göre de alışveriş merkezleri, zaman ve amaç algısını yitirmek amacıyla tasarlanmış devasa yapılar olarak görülüyor.

Bir açıdan da şu gerçekle de yüzleşmek zorundayız. Orta ve yüksek öğretim sonrasındaki sürecin devamında istediğini bulamayan genç nüfusun büyük çoğunluğunu AVM'de istihdam ediyor. Şık ve çoğu zaman zahmetsiz olan bu iş kolu, aynı zamanda sosyal haklardan uzak ve ucuz iş gücünü temsil edecek nesiller yaratıyor.

Elbette AVM'ler birçok ülke gibi Türkiye'de de yaşam tarzı anlamında büyük bir yol katedilmesini sağlasa da tüketim odaklı bir tüketici modeli benimsendi. Eleştirmek ya da eleştirileri pozitif anlamda anlamlandırmak da bizlerin elinde. Avusturyalı filozof ve toplum eleştirmeni Ivan Illich'in bir sosyolojik tespitiyle bitirmek istiyorum. Illich, "Çok daha fazla sayıda bebeğin inek sütüne ulaştığı doğrudur. Fakat zengin olsun, fakir olsun, tüm annelerin sütü de kuruyup gitmektedir. Bebek, biberon ihtiyacıyla ağlamaya başladığında, yani, organizma bakkaldan gelen süte kavuşmaya ve böylece de görevini ifa edemez hale gelen memeden yüz çevirmeye alıştırıldığında, tiryaki tüketici doğmuş olur." Bugünkü tablo bana bunu andırıyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.