SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Farklılaşma

Sosyal uyum neticesinde, çevremizdekilere entegre olmak ve/veya onlar gibi hareket etmek, birtakım davranışların ortak hale gelmesine neden olabilir. Bu da normal karşılanan bir durum. Fakat tüm bu süreçler, bir başka açıdan etrafı bireyin dünyayı algılama biçimini uyum sağlamak amacıyla şekillendirebildiğini gösterir. Kalıcı olmadığı gibi, kısa süreli bir heves olarak algılanabilmekte ve çoğu zaman da öyle olduğu gözlenebilir derecededir.

“Tipolojik Benzerlikler”

Tektipleşmenin ikircikliğiyle homojenize olan davranış arayışları içerisinde olmak, ideal bir davranış modelini meşrulaştırabilir. Tüm bu kabul görme esasları gerek psikolojik gerekse genetik faktörlerle birleşir ve çevresel koşullarla değişirse de bireyler ‘farklı’ olarak algılanabilir. Fakat nedir bu farklılık? Farklılıklar gerçekten bireyi etkiliyor mu? Yoksa ‘farklı olmak’ etiketi yerine ‘farklı olduğunu sanmak’ daha yerinde bir tanım mı?

İşte buradaki en gerçekçi davranış, gerçek anlamda biçimcilikten geçip geçmediğini bilmekte yatıyor. Çünkü neden farklı olduğumuzu ya da neden farklı olarak görüldüğümüzü anlamamıza yeterli olacak belki de tek argüman bu. Tuhaf ya da anormal bir hisse kapılmaktan çok, davranışlarımızın koşullara göre şekil aldığını kabul etmeliyiz.

Bireyler, özünde aynı görünse de birbirinden farklı olan ayrı ayrı birer kişilikken, farklı bakış açıları bu durumu değişken kılmaya yarıyor. İşte farklılık kavramı da tam olarak burada devreye girer. Bazen bu bakış açısı dezenformasyona da uğrar ama bazen tamamen zıt tutum ve davranış modelleriyle de alakalı olmadığı da görülebilir.

“Öznel Farklılıklar”

Farklılıklarımız çeşitliliğine sürekli değinip, dururum. Çünkü gerçek anlamda birbirimizden farklıyız. Bundan dolayı kimilerince yanlış anlaşılıyor ya da yorumlanıyor olsa da kimse birbirinden farklı değil. Belki farklı olanların ya da öyle olduğunu düşünenler, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde farklılaşanlardandır. Ya da farklı olanı dışladığını sananlar, baştan bu yana dışlananlar da olabilir. Buradaki o ince ayrım tamamen öznel.

Benim düşüncemde, bireyler arasındaki farklılık tamamen öznelliğe dayalı. Farklı olmak ise dile pelesenk olmuş bir kelimeden başka bir şey değil. Ama bu, şu da demek olmuyor tabii ki; farklı olmak, farklı hissetmek değil, farklı olduğuna inanmanın ötesinde farklılıklarıyla ön plana çıkandır. Nitekim, modern insan tipolojisine ait olduğu kabul edilen her bulgu, farklılaşmak isteyen veya farklı olduğunu savunanlar ile farklı olmadığını inananlardan arasındaki bir fikir ayrılığından öteye gidebilir durumda değil. Bu durumda, belki de kimse farklı değildir ama herkes de aynı sayılmaz. Çünkü farklı olanların farklılıklarına takılı kalanlar, farklı olmanın farkına varamıyor da olabilir. Standartın normal kabul edildiği bu durumda, aksinin olması düşünülemez de denebilir.

“Taklit Edilemeyecek Olan Farklılıktır”

Unutulmamalıdır ki, her insan zaten birbirinden farklıdır. Yalnızca bazı insanlar bunu fark eder ve farklarını yaratacak şekiller ararlar. Birey dediğimiz şeyin sudan farkı yoktur. Aktığı kabın şeklini alırken, var olduğu ruhu tanımayabilir. Bu bağlamda, belki de farklılıklarımız bizi birbirimizden farklı kılmaz; farklı olanların diğerlerinin farkına varmasıyla birlikte farklı olduğuna inanır.

Tabii bu da farklılaşmaların aslında pek farklı olmadığını anlamaya davetiye çıkarabilir. Farklılaşma çabası içerisinde olanlar ile farklı olanlar diye de iki ayrı grup var. Biri, diğerinden daha farklı olduğunu savunurken, farklı olduğunu açığa vurma hissiyle davranışlar sergileyenler de bir hayli fazla. Öte yandan, insanı bir diğer insandan farklı kılan şey düşünceleridir. Buradaki farklılık kıstası, düşüncenin, bakış açısının ve fikirlerle olan uyumluluğudur. Aksi halde, diğer pek çok şey gibi olmaksızın, taklit edilemeyecek olan şeyler asıl farklılıklardır.

Yazının devamı...

Değer Biçimi

Etiğin temelinde değer sorunu yer alıyor. Çünkü etik dışı bir değer sorunlu olarak kabul ediliyor. Bir birey, her eylemde karşısındakilerin değerini koruyacak biçimde eylemde bulunabileceği gibi, insan olarak değerine zarar verecek biçimde de eylemde bulunabilir. Bunun için her eylem biçilen değerle ve değer biçilen şey ile ilgilidir. O halde değer nedir veya daha da kapsamlı bakmak gerekir ise, bir şeyi değerli kılan ne olabilir?

"Değer Biçimi"

Bu durumda benim aklıma ilk gelen şey müzayedelerdir. Açık arttırmayla satılmakta olan bir şeyin değerini belirleyen etken, en yüksek değeri veren kişiye bağlı olarak işler. Çünkü müzayedenin de her şey gibi kendi usulleri vardır. Biri o şeye beş lira verebilir. Bir diğeri ise o rakamı beş yüz lira vereceğini tebliğ ederek, o şeyin değerini kendince biçebilir. O an bir başkası için sıradan görülen şey birden değerli olabilir. Bu durumda da görüldüğü gibi, bir şeyin değeri, yine o şeye biçilen değer ile ölçülebilir.

Dolayısıyla, bir şeyin değeri ona yüklenen anlamdan kaynaklanıyor. Değerler onlara anlam yüklendiği, anlamlı görüldüğü için değer kazanır. Bu, insan için de böyledir. Fakat bu anlayışta iki olgu çok önemlidir. Nitekim, hiçbir şey birisi ona anlam yüklemedikçe değerli olmaz. Öte yandan, atfedilen değer ancak birinin ona değer biçmesiyle olur. Değerlerden söz etmek için, anlam yükleyerek veya da yüklemeyerek değerli olup olmamayı tayin eden birinin varlığıyla ancak mümkün olacağını bilmek yerinde bir davranış. Bunu belirleyen şey, tamamen değer biçmek ile alakalı. Yani hayali de olsa gerçekten de bir değer endeksi var. Ve daha zor olanı, tartının başında yine siz varsınız.

Bazı zamanlar, bazı kişiler, bazı şeyler ya da bazı kişilerin değerini abartarak yanılsamaya da düşer. Hatta belki de tam tersini de yapabilir. Yani abartmak ya da küçültmek tam olarak bir değer biçmek veya değersiz görmek ile alakalı. Soru ve sorunlar da tam olarak burada başlıyor gibi duruyor. Yaşamımızda tarafsız kalmanın ve bireyleri bir birey olduğu için kabullendiğimizde, kimseye biçtiğimiz değerden rahatsızlık duyacağımızı düşünmüyorum. Ne az ne de fazla. Burada asıl önemli olan şey biçilen değerin taraflı, yani kusur içeriyor olması ya da olmaması ile alakalı.

"Değer Özneldir"

Özneldir ama İoanna Kuçuradi’nin de dediği gibi, “insan olabilmenin koşullarının, bunları bilen insanın kendisine ifade ettikleri şeylerdir, anlamlar. İnsan onuru denen şeyin içeriğinin oluşturucuları da işte bu anlamlardır.” Yani, bir şeye ya da bir bireye değer biçerken, bazı kıstasların varlığının yıkıcı olabileceğini, tarafsız kalmanın ise objektif bir bakış açısı kazandırdığını söylemek istiyorum. Dış görünüm, ekonomik güç, statüko ya da benzeri bir durum değer biçmek için kullanılmaması gereken bir argümandır. Fakat bu doğrultuda değer biçmenin yaygın olduğu kanısındayım.

Bu durum özünde bireylerin yarattığı “değer” kavramının çürük bir inşası gibiyken, benzer davranışlar sergileyen insanların karakterlerinde de ne yazık ki henüz kabullenilmemiş bir art niyet gizlidir. Çünkü bilindiği gibi, bir insana değer vermek, özenli olmak, onu herkes kadar değerli görebilmek bireye özgü bir kültürdür. Bunun ise bir eğitim ya da benzeri bir şey ile oluşmaz. Bunların tümünü düşünerek, bir şeyi ya da bir bireyi değersiz bulmanın hiçbir geçerli hükmü yokken, değersiz bulduğunuz için bu hüküm de geçersiz hale gelir. Değer yargılama hakkınızı bir başkasına devredersiniz, çünkü ona sizden daha fazla değer verecek bir başkası olabilir. Bu da belki de değerler inşasının bireysel olarak ilk adımıdır. Bence düşünmeye ve o adımı atmaya değer.

Yazının devamı...

Bencillik ve İllüzyon

Çevremize kayıtsız kalmak, toplumu aşağılamak, durmaksızın bir şeyleri eleştirmek ve hayat boyu süren yıkıcı bir düstur edinmek bugünlerde popüler olan bir kişilik rahatsızlığıdır. Bu en azından benim için öyle. Kabul görür ya da görmez ama toplumu yargılamak, yalnızca bireyin kendisini yüceltmesine yarar. Veya yücelttiğini sanmasına...

Hiç şüphesiz, benmerkezcilik zor bir durumdur. Dünyanın kendi çevresinde döndüğünü düşünen ve düşündürmeye meyilli olan, kişilerin etrafında kurduğu çemberden istediği zaman içeri alıp, istemediği zaman çıkarn, karşı taraftan fedakarlık bekleyen ama kendisinin çok küçük bir özveride dahi bulunmayı akıl edemediği bir durum. Çünkü isteği kendi çıkarlarına uyan herkes ile yakın ilişkiler kuran bireyler, yine kendi isteğiyle birlikte yalnızlaşır. Bu durum bireyin bencilliğiyle yarattığıdır.

Çevresine karşı dahi görünür ama yalnızca bir illüzyonisttir. Kendi içerisinde bir dinamiği bulunmasa da gerçekdışı bir hayal ile kendi kimliklerini aramaktan başka bir şey yapmazlar. Değişkenlik gösteren duygularıyla kişisel çıkarları için insani ilişkileri yerle bir edebilir. Bu, bireyin sosyal zekasının da bir ürünü olup, insan ilişkilerinde başarısız olmasının belki de ilk sorunsalıdır.

"Benmerkezcilik"

Ne de olsa Türkiye’de herkes belli belirsiz birçok sebepten ötürü kendini özel zanneder. Eğer bir birey, geleceğine dair somut bir şeyler ortaya sunamazken, kendini diğer insanların karar mekanizmasına yerleştirdiğini sanıyor ise, işte o zamanlarda yanılgılar ortaya çıkar. Hayali bir merkeziyetin içerisinde varlığını sürdürmesinin ne derece doğru olduğunu tartışmak da yersizdir.

Varılan nokta değişkenlik göstermezken, asla değişmeyecek olan şeylerin varlığı bu tip insanların biçilmiş kaftan olduğunu düşündürüyor. Oysa, bu insanların kişisel gelişim uzmanlarından pek de bir farkı yok. İkisi de diğer insanlara yol gösterdiğine inan ve farzı misal yoldan çıkanları yola getirmeye çalışan akıl vericilerdir. Kendilerine bir fayda sağlayamadığı gibi, bir başkasının hayatına bilgi sahibi olduğu sandığı şeyleri dikta etmeye bayılırlar.

Kişisel olarak kendilerinin geliştiklerini düşündüklerinde, aslında tam anlamıyla bunu başaramadığı için de son derece ilginç bir çelişkinin içerisine girerler. Dolayısıyla da başaramadıkları şeyleri birilerine dayatmak ve diretmekten çok da memnundurlar. Kendileri ile çeliştikleri ve dahası pek çok detay sonrasında ortaya çıkan kişisel hezeyanlarını içerisinde sıkışıp kalırlar ama kendileri dipsiz kuyulardayken, birilerini su yüzeyine çıkaracağını iddia etmek en sevdikleri şeydir. Bu durumda, kişisel gelişimciler de en az bu tipolojik benzerlikle başarısız girişimleri ile diğer insanlarla yarışır.

Üretmekten çok eleştirir, eleştirdikçe de bazı şeyleri tüketir. Peki, birey neden kendi karanlığının farkına varmaktan acizken, çevresindeki insanlara neden böylesi enteresan ültimatomlar sunmaya cesaret edebilirler?

" Empati Yoksunluğu"

Belki çevre, belki doğmatik sebepler, belki kişilik, belki de aile kavramı hayatımızın çok büyük bir kısmını işgal ediyor. Bugün yaptığımız her etik davranışın ise mantıklı bir açıklaması var. Tam aksi yönde bir de etik dışı tarafı da olduğu gibi. Ki bazı cümleler de bir bakıma bazı şeyleri çok net bir şekilde açıklıyor. Örneğin; tembele iş buyur, sana akıl öğretsin. Bu davranıştan doğan hareketle, kendi kararlarını alırken hatalarından kaynaklı tecrübelerden faydalanan birçok insanın aksine, tavsiye verme konusunda birçok insana göre daha ısrarcı tavır alan bireylerin samimiyetleri bir yere kadardır.

İçerisinde bulunduğu topluma yabancı olanlar, tek taraflı bir eleştirel bakış açısı yüzünden oldukça kalburüstü bir hayat sürer. Kadınları, çocukları, ailesini, hayvanları, bitkileri ve bilumum tüm canlılardan nefret eden bir bireyin kendini sevmesi mümkün değildir. Kendi dışındaki insanlara karşın alacağı reaksiyonları az çok tahmin edebilir, bu tipolojideki insanların, çıkarcı iş birlikleri kurmaya hevesli olduğuna emin olduğumu söyleyebilirim. Birçok konuda ustadır ya da öyle görünür. Fakat “diyalog kurar” ya da “empatik yaşar” derseniz çok büyük bir yanılgıya düşersiniz. Çünkü bu tip bir ilişki kurmakta usta olsalar da yeterli derecede bir yeti sahibi olmamaları sebebiyle çokça öyle görünmeye meraklıdırlar. Bu durumun başka da bir açıklaması olamaz.

Geleceğe karşı bakışı stabil olsa da kendi istekleri doğrultusunda olmayan şeyleri eleştirmekte hak bulmak ve bunun sebebi olarak da seçilmişlik duygusunu beslemek derinlerine gizlenmiş bir şeyden ötesi değil. Halbuki, bireyin kendisini bu kadar benimsemesi yanlış. Çünkü insanları dilediği gibi yargılamak için ilk önce bu hakkı kendisinde nasıl ve neden gördüğü çok önemlidir.

Her şeyi kendi üzerinden anlamlandıran insanlardan uzak durmak gerekse de toplumdan nemalanan bu tip bireylerin benzer şeyler ile ilintilenmesinin ne mantıklı ne de sağlıklı bir yönü var. Bu yüzden, birey özgürlüğünü kendi kararlarıyla almak zorundadır. Ki dış faktörlerden biri olan benmerkezciler ile olan ilişkilerinde bu gerçekleri unutmamalıdır. Aksi halde ne olacağını düşünecek olursanız, aslında sizi yoran, kıran, üzen ya da yolunuzdan eden şeylerin bir toz bulutundan başka bir şey olmadığını anlamamıza yetiyor olacaktır. İyisi mi gözden geçireceklerinizin olduğunu düşünüp, sizin de ne gibi reaksiyon alacağınızı belirlemek gibi faydaları olduğunu da unutmamak gerek.

Yazının devamı...

Feminizm Deformasyonu

Fransız yazar Denis Diderot, ataerkil sistemin despotizmi beraberinde getirdiğini ve kadınların bu sistem içerisinde haksız yere muamele gördüğünü söylüyordu. Nihayetinde feminizmi, erkekler için de var olduğunu söylemekten çekinmiyordu. Bu kavram Türkiye’de yıllardır devam eden feminizm tartışmalarını ölçülü bir bakış açısıyla bütünleştirememesi sebebiyle sürekli olarak boyut atlıyor.

Hiçbir zaman tam olarak yerine oturtulamamış fikir ayrılıkları neticesinde, birçok kavramın ve ideolojiyi oluşturan öğelerin yanlış anlaşılmasını sağlayan bulgulara rastlayabiliriz. Bu bulguların oluşması için de bazı bilinçsiz feminist grupların ithamları ve izledikleri yanlış politikalar başı çekmekte. Nihayetinde kavram da kavramın savunduğu görüşler de aynı fikre sahip topluluklar için fikir ayrılığı yaratıyor. Feminizm politik bir görüş haline geliyor ve savunduğu sav ile çelişir hale geliyor. Çünkü en basit tabiriyle feminizm, cinsiyet fark etmeksizin bir cinsiyeti diğerinden üstün kılan düşünce yapılarını kırmaya çalışan, herkesin eşit haklara sahip olduğunu savunan bir görüşken; feminizm kadın üstündür diye bağıran, erkekleri düşman gören bir görüş olarak yankılanıyor. Feminist bireyler bu kavramın kendilerini ifade etmediğini her seferinde söylüyor ama feminizm de kendi dinamiğini yansıtamayan yanlış tutumlar içeriyor.

"Feminizm Yanlış Lanse Ediliyor"

Feminizm, despot düşüncelere ve ideolojilere karşın savaşan bir fikirken, kendi içerisindeki düzeni ve işleyişi anlayamayan bireyler sebebiyle ne yazık ki yanlış lanse ediliyor. Bu tutum dolayısıyla da asıl misyonunu tam anlamıyla gerçekleştiremiyor. Belki de bu sebepten ötürü, feminizmin Türkiye’de kabul edilmesinin süreci askıya alınıyor. Halk bu kavrama uzak kaldığı için tanımlamakta güçlük çekiyor ve toplum tarafından atfedilen tanımları feminist bireyleri ifade etmek için kullanılan söylemler değişiyor.

Günümüzde toplum yapısı ve çağ gereksinimleri gereği çeşitli form ve kalıplar değişerek, ana öğelerini yitiren bir düşünce bulutu halini alıyor. Çünkü dünyanın her yanında kadınlar ve erkekler doğal haklardan aynı derecede yararlanamadıkları için feminizm böylesine önemli bir dengeleme sürecini başlatmakta haklıydı. Ta ki kavram hakkında yanlış bilgilerin doğmasına sağlayacak davranışların kabul görmesine dek!

Feminizm kadınların üstünlüğünü değil, her iki cinsiyetinde eşit olduğunu savunurken; böylesi bir kavramın yanlış yorumlanması ve farklı odaklara çekilmesi sonrasında kadınlar ve erkekler arasındaki biyolojik farklılıklar bir eşitsizlik nedeni olamayacağını dillendirmeye ve erkekleri bu hak mücadelesine katılma sürecini baskılıyor. Eğer feminizm, cinsiyetçiliğe ve cinsiyetçi baskıya karşı bir hareket ise, cinsiyet rollerinin erkek kadın fark etmiyor olması gerekir. Bu durumda toplum üzerinde kurduğu bu sert ve yanlış baskıya erkeklerinde ses çıkarması da gerekmiyor mu?

Toplumun erkek üzerine kurduğu baskı da kadınların kurduğu gibi son derecede ağır ve taşıması zor olan bir yük olarak atfedilebilir. Çünkü toplum öğretileri bu gerçeklikten payını almış gibi görünmüyor. Türkiye’de geçmişten günümüze değin çocuğun bakımında ve büyütülmesinde kültür içinde inşa edilmiş cinsiyete dayalı rollerin cinsiyete göre düzenlenmiş olduğunu biliriz. Büyükçe bir kısım insan da halen bu fikri savunur. Halen insani yaşam gereksinimleri için yapması gereken görevleri yaparken toplum tarafından dışlanır. Bu argüman bize, toplum nezdinde kavramın karşılık bulamamasının altında yatan gerçeklerin ne olduğunu da apaçık gösterir. Toplum, tüm bireyleri baskılar; roller atanır ve bu roller neticesinde çeşitli kimlikler doğar, büyür ve yaşar. Tıpkı insan gibi sosyal roller de gelişigüzel şartlardan beslenir. Aksi halde hareket eden dışlanır; dışlanmakla da kalmadığı gibi toplum baskısını üzerinde hissetmeye başlar. Bu sosyal açıdan bireyin dış etkenlere karşın vermek üzere olduğu ilk mücadelelerden biridir. Nitekim de bu süreç bireyin alacağı reaksiyona göre şekillenir. Fakat burada önemli olan nokta şu ki; birey, eğer toplum normlarını hiçe sayacaksa bir sava inanç duymalıdır. Bu feminizm de olabilir, toplumun kabul ettiği genelgeçer yanlışlara karşın bir başkaldırı da!

Benzeri iş bölümünün olduğu toplumsal yapılardan bahsedecek olursak; kadın ve erkek için çeşitli ve her şeye rağmen biçimlendirilmiş beklentilerin yaratıldığı anlarız. Kültürel kalıplar yüklendiğini ve bu kalıpların kırılmasının zor olduğuna da kadınların hayata faal bir katılım göstermesini engellendiğine dair fikir birliği yaptığımızı da biliriz. Bugün her yerde rast geldiğimiz eşitsizliğin ortaya çıkmasına da sebep olan şeylerin ne olduğunu konuşacak olursak, garip bir açmazın içerisine dahil olabileceğimizi de anlarız. Çünkü norm sapmaları bireyleri bir sosyal rol arayışına iter. Aidiyet hissetmezse dahil olmaz; dahil olmazsa da dışlanmış sayılır.

"Tektipleşme"

Türkiye’de feminizm kadın kimliğini reddetmek ve erkek kimliğine evrilmeye varana dek de gidebilir. Nasıl ki; toplum kadına bir rol atıyor ve bu toplumun atadığı sosyal rol oluyor, benim eleştirdiğim şeyler de belki de söylemlerimden doğacak hareketle birtakım bireylerin beni yergi sürecine girmesine fırsat tanıyor. Yüzyıllar önce doğmuş birçok fikrin halen bugün tartışılabildiğini düşünürsek, benim düşüncem de pek ala eleştiriye açıktır. Niyetim feminizmi ya da tam karşıt görüşünü kendime yakın gördüğüm ideolojiye dair yermek veya yok saymak değil. Yüzyıllardır var olan doğruların belki de yanlış olabileceği kanısına bireyleri düşünmeye davet etmektir. Çünkü toplum, ataerkil kimlik ve toplum normlarının kabul etmekte epey istekli. Fakat herhangi bir birey veya cinsiyet için ideal bir kimlik biçimi dünya üzerinde bulunmuyor.

Her bireyin benliğinde farklı bir karakter taşır. Davranışlar ve fikirler çevresel faktörler ile homojen olabilir ama burada önemli olan şey şu; birçok feminist kadın günlük konuşma dilinde adeta daha erkeksi bir jargon kullanmayı uygun buluyor. Ve bu da tüm cinsiyet kalıplarının dışında, tektipleştiren alternatif bir sistemin parçası haline getiriyor. Hem eşitlik isteyip hem de erkeği aşağılamak da görülen en yaygın sorun. Tüm bu sorunların yapıtaşında, Türkiye’de can çekişen ve halen yeterince tanınamayan bir feminizm görüşünün yattığını düşünüyorum.

Yazının devamı...

Toplumsal Birikim ve Bilinç

Hayata gözlerimizi ilk açtığımız andan itibaren çevremizi, dünyamızı, bizi biz yapan etkenleri ve pek daha fazlasını algılarız. Bu algılar bize bir zaman sonra külfet olmaya başlar. Küçük ya da büyük olması farketmeksizin birçok sorunla karşı karşıya geldiğimizde ise bilincimizin bir ürünü olan hayatı yaşadığımızı farkederiz. Bu olgu "hayat" adı altında benliğimize yapışıp kalır. Gerek dün gerek ise bugün ve hatta belki de yarın geçmişteki yaşantımızı, bugün yaptıklarımızı ve gelecekteki planlarımızı şekillendirir. Fakat toplumsal birikimlerimizi nasıl oluşuyor?

Toplumu anlama, bilincimizin yol haritasındaki ilk kesişim noktasıdır. Nitekim bilincimiz, en başta davranış, algı ve duygularla inşa edilir. Dinamiğindeki parçalarla bir bütünü oluşturmak da toplumu harekete geçirebilmek için de geleceği planlamakla başlayan bu olay, bireyin kendini var etmesine ön ayak olmaya değin uzayıp gidiyor.

"Toplumsal Bilinç ve Toplum Dinamosu"

Türkiye toplumu, ekonomik ve sosyal düzeyi belirli bir noktaya erişen ve eskiden iç içe yaşamış birçok toplumu bünyesinde barındırıyor. Bu bilinç her ne kadar gelişirse, yaratacağı etki ve tepkilerden kendi değerlerine sahip çıkabileceği bir toplum kurulabilir. Bu da taviz verilmemesi gerekilen bir biinç çeşididir. Çünkü toplumun dinamosunu bu bilinç oluşturur.

Politik bir yaklaşımdan uzak ve apolitize edilmiş bir düstur ile ortaya çıkabilir. Ve Türkiye toplumun buna bir hayli ihtiyacı olduğu açıkça görülür. Bir de gerçek vardır ki; bilincinde olmasak da bir parçası olduğumuz toplumsal bir bilince sahibiz. Fakat bir dualiteden doğan hareketle, bu dualitenin ve hatta çoklukların arasında teklik ihtiyacımız da vardır. Saplantı, bireysel bir kavram gibi görünse de değil. İnsan doğasında yer alan birçok dogmatik davranışta da bunu çok net görebiliriz.

Gustave Le Bon, "Kitle önderleri her türlü temelden yoksun salt ve sade iddialarla, tekrar eden sözlerle ve zihinsel bulaşma mekanizmasının işlemesiyle, kitleye hükmederler. Kitleleri örgütleyen, inançları yaratan, kitlenin gözü, kulağı ve aktif iradesi olan liderlik durumu söz konusudur. Lider, tekrar sayesinde iddialarını yerleştirir. Kitlede bir düşünce akımı başlar ve hipnotik bir durum meydana gelir," der. Haklıdır, çünkü kitleleri bir fikre kanalize etmek için kullanılacak en basit yol budur. Fakat haksızdır da, çünkü her ne kadar bir fikri ya da bir düşünce empoze edilmeye çalışılsa da toplumsal bilinç için bu süreç yaratılamaz. Bu bağlamda; toplumsal bir bilincin bilincinde olunsa dahi, dayatmaların kabul edilmesi yalnızca toplumun onay vermesiyle olabilmektedir. Toplumsal bilincin kabul görmesi de ancak toplumsal birikimlerimizle oluşarak kalıcı halini alır.

Yazının devamı...

Paradoksal Mutsuzluk

Yaşamlarımız her dönem farklı bir döngüye girer. Ekonomik, iktisadi, sosyolojik ve psikolojik sebeplerle kısa ya da uzun vadede yaşamlarımızı etkilediği de görülür. Sebepler ve sonuçlar arasındaki bu kırılım, tahlili zor bir süreci başlatır. Mutluluk ya da mutsuzluk de bu noktada geleceği şekillendiren, aile yapılarını kuran, kısacası; toplumun var olmasını sağlar. Peki, nasıl? Mutluluğun asıl sebebi nedir? Veya mutsuzluk yalnızca ekonomik sebeplerle mi alakalıdır?

Güney Kaliforniya Üniversitesi ekonomi profesörü Richard Easterlin, mutluluğun ekonomiyle olan ilişkisine dair bir teori ortaya sunmuştu. Bu teoriye göre mutsuzluğun hem psikolojik hem de ekonomik sebepleri var. Bu iki bilim dalının da pek çok kesişim alanı bulunması bu savını destekledi. İlki, insanın paraya sahip olma tutkusu, ikincisi ise tüketim yapmanın mutlu edeceğiydi. Veya bu durumun insanı bunu düşünmeyi sağlaması da diyebiliriz.

'Easterlin Paradoksu'

Günümüzde bu teorinin kabulü için kişinin neye sahip olması gerektiğini anlamak ise halen değişkenlik gösterebiliyor. Herkes kendi hayatından sorumludur ve bu sorumluluklar belli başlı bir cesaret, donanım, güç ve benzeri bireysel seçimlerden süregeliyor. Zengin ya da yoksul, başarı veya başarısızlık, zevk veyahut dert; bir nevi kişiye özneldir. Depresyonun da yaygınlaşması artık kişisel tatminsizliklerden meydana geldiği bir dönemde, sorunların kişiselleştirildiğini söylemek mümkün. Günümüzde eşitsizliğin derinleştiğini görmek de mümkün kılındı. Bu durumun alternatif bir nihai son ile sonuçlanması için toplumsal yapının değişeceğine olan inançların korunması gerekli gibi görünse de değil. Çünkü kendi benliklerimizi korumak en akıllıca seçimlerden biri olacaktır.

Easterlin’e göre cevabı hayır. Çünkü maddi olanakların mutluluk getirmeyeceği düşüncesi, “Easterlin Paradoksu” olarak tanınıyor. O, gelirle mutluluğun hiçbir ilişkisinin olmadığını savunuyor. 1970’li yılların henüz başında Amerika ve İngiltere’de yaptığı araştırmalara göre, bu konuyla ilgili olarak çok bilindik bir veriyi paylaşmalıyız. Bu araştırma, ailelerin geliri artınca mutluluk seviyeleri artmıyordu ama son yıllarda Amerika’da Gallup Dünya Anketi tarafından yapılan araştırmalar da bu olguyu kanıtlar nitelikteydi. Buna göre “geçinecek kadar bir gelire” sahip olmak yeterliydi. Ve bunun üzerine çıkılınca mutluluğun artması gibi bir durum söz konusu olmuyordu. Bu mutluluk ekonomisiyle ilişkili.

Ülkelerin refah düzeylerinin sadece gelir, servet birikimi ve benzeri tamamen sayısal bir değer. Çünkü bireycilik yakın bir gelecekte öncü bir akım olacak. Bu durumda mutluluğun ölçümünün nasıl sağlanacak derseniz, işte burada Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi kavramı önem kazanarak, sosyal güvenlik ve istihdam, ailevi ilişkiler ve sağlık kavramlarına sahip olunması bir nevi doyum sağlamaya yetiyor olacak. Temel ihtiyaçlarını karşılayabilen bir toplum, ekonomik büyümeler ve gelir seviyesindeki artış bir ülkenin refah seviyesine beklenildiği gibi bir katkı yapmıyor. Fakat mutluluğun da mutsuzluğun gibi farklı sebepleri var. Mutsuzluk, insanın kendini huzursuz, umutsuz ve karamsar hissetme haliyken, hayattan zevk alınmadığı, monotonluktan ve gündelik sorunlardan sıkıldığı zaman ortaya çıkar. Ve tetikleyen birçok sebep de mevcut. Fakat mutsuzluğun depresyon birbirine ne kadar yakın bir ilişkidedir?

Yazının devamı...

Toplumsal Dayatmalar

Fikirlerin gelişmediği, bireylerin özgürlüğünü edinemediği, düşüncelerin açıklanamadığı ya da muhtelif sebeplerden ötürü toplumsal dayatma had safhaya ulaşıyor. Bu da bireyin hayatına empoze edildiğinde iptidai toplumlar oluşuyor. Kültürün, geleneklerin, kişisel sayılabilecek doğruların toplumsal etkileri de farklıdır. Kabul gören doğruların kitlelerinin etki alanına girdiğinde toplumsal dayatmalar oluşur; çoğu zamanda da iyi niyetli eylemler bile sırf bu baskıdan dolayı meydana gelir. Bu acınası kalıplar, toplumun büyük bir kısmını içine alır. Bu kalıba dahil olmayanlar ise toplum baskısının üstesinden gelmek zorunda kalır.

Bireyleri bir şekilde etkisi altına almış olsa da kabul görüyor olma sebebi bilinmez. Fiziksel görünüm, medeni hal, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel değerlendirmeler, hatta kıyafete varan geniş bir yelpazede insanı dışlar. Çünkü çoğunluk tarafından benimsenmiş olması bazı yanlışların diğer bireylere benimsetilmeye çalışılmasıyla kendisini hissettirir. Düşünceyle başlar, davranış biçimleriyle devam eder ve en nihayetinde dayatılarak benimsetilmeye çalışılır. Bu, bireyin toplum karşısında verdiği en büyük karşıtlıktan ilkidir.

Sosyalizasyon süreci geçiririz. Bu süreç sonunda oluşan kimliklerimiz ise toplum tarafından kabul gören anlayışa çeliştiği ve karşıt olduğu an bireyin omuzlarında bir ağırlık hissi olarak belirir. Doğduğumuz andan hayatımızın sonuna dek diğer bireylerle etkileşimde olduğumuz için de toplum bizi şekillendirmeye çalışır. Eğer bir su değilseniz girdiğiniz kabın şeklini almamakta serbestsinizdir. Ya da bu durumda tam aksi yönde tam olarak tersi.

'Değer Yargıları'

Değer yargıları homojendir ve toplumun büyük bir kısmında bir çelişki yaratır. Özgürlüğün de yaratıcılığın da üretim azalımının da toplumun genel geçer doğrulardan sıyrılmadığı sürece olması imkansızken, aksi şekilde hareket edenler için sindirilmek, dışlanmak, saldırgan bir hal almaya sebep olabilir. Çünkü, düşündüğünüzde de toplumsal baskının sebep olduğu nice sorunun var olduğunu görebilirsiniz.

Tarih boyunca birçok toplumda benzer davranışların sergilendiğini ve tarihin yalnızca tekrardan oluştuğunu bilmek bir nebze olsun bu açıdan bizi doğru ile yanlışın ne olduğu konusunda fikir kesişimine itiyor. Girift fikirler, bu toplumsal mekanizma ile işliyor. Adeta dominant olanın üstün geldiği, dayatılan doğruları kabul edenlerin ise yüzyıllardır aynı rolü edindiği bir sistem. Ve bu çark, davranışsal hegemonyanın üstünlüğü reddedilmezse daha uzun bir süre sürecek. Ta ki bireyselliğin belirsizliği, katı kurallar karşısında etkisizmiş gibi görünmemeye devam edene dek. Çünkü bireyselliklerden doğacak olan hareketle toplumsal baskıyı yıkacak olan da bu durumun farkına varılmasıdır. Aksi halde bu dayatmalar sonucunda ideoloji ve fikirlerle birlikte; kişi prensipleri, yaşam felsefeleri, zevklerimiz bile bu durumdan payına düşeni alır.

Bu baskılara karşı gelirken, diğer baskıların boyunduruğuna da girmek mümkün. Bunu da bireyin inisiyatifine bırakmak gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında, kendi doğrularımızın olduğuna inanıyorum. Ve kimselere görünmeden yaşamanın da mümkün olduğunu savunuyorum. Biri veya birileri için bir şeyler yapmaktan vazgeçmek de bireyin bu durumun kendisine ne kazandırdığını bilmesi de ne kaybediyor olduğunu anlaması da bireyin kendi elinde. Normları hiçe saymanın sonucunda birey ya kendi benliğini bulabilir ya da başkalarının boyunduruğu altına da girebilir. Burada tarafsız kalmak hiç de iyi bir seçim değil. Eğer kendi içimde bir fanatizm öğesi taşıyor olsaydım, sanırım ''bu kendim için kendim'' mottosuyla hareket etmek olurdu. Çünkü toplum, herkesi herkesleştirmek için vardır.

Yazının devamı...

Geçmiş ve Bugün İlişkisi

Tarihin sayfalarını karıştırdığınızda karşılaşacağınız şeyler çok da farklı sayılmaz. Yer ve mekân, kişi ya da kurumlar değişse de her dönem bir sonraki dönemin gölgesi altında kalmaktadır. Türkiye'nin her geride kalan yılı bir kargaşa ve karmaşa içerisindeydi. 1960 ile 1970 dönemi tüm dünya için karmaşıklaşma anlamına eşdeğerdi. Dünya özgürleşiyor, sosyal devrim Amerika’dan yükselerek dünyaya yayılıyordu. Kadın hareketleri, siyasi değişimler, savaş ve benzeri bürokratik hamleler şu dönemin yol haritasını çizdi.

1980 ile 1990 dönemi de içerisine Sovyetlerin dağılması ve Körfez Savaşı ile başlayan 1990’lı yıllar yalnızca dünyada değil Türkiye’de de pek çok siyasi ve toplumsal gelişmeyi beraberinde getirdi. Bu on yılın içerisine suikastlar, koalisyonlar, muhtıralar, uluslararası krizler sığdıran Türkiye, 2000 yılından bugüne değin de tüm zaman dilimlerinde birçok kabuk değiştirdi. Her biri birbirinden farklı dönemler olsa da bir açıdan benzerdi: Türkiye, hep karmaşıktı. Karmaşıklığının sebebi hiçbir zaman bilinmedi. Jeopolitik ya da coğrafik şartlar olduğu söylendi ama daha nice bir dizi sorun ile yüzleşmek zorunda olduğumuzu ifade etmekten de çekindik.

‘Sular Durulmadı’

Yaşanılan her olay belleklerimizde yerini alıyordu. Hiçbir dönemde sular durulmuyor, sonucunda ne olacağı belirsiz bir sürecin eşiğine geliniyordu. İdeolojilerin oluşması, insanların bir bir ayrılıklara itiyordu. Kimisi ideolojik, kimisi farklı sebeplerdendi ama hiç kimse içerisinde bulunduğu dönemi stabil ve normal olarak ifade edemez. Değişen düzen ve dengeler neticesinde gerek ideolojiler gerekse siyasi fraksiyonlardan dolayı meydana gelen nice değişimler var. Fakat yaşadığımız coğrafyanın bize kodladığı bir gerçek hiç değişmedi. O da kuşkusuzdur ki; bugün değinmek istediğim şatafata olan ilgidir.

Kapıların kapandığı, yalnız ve bir başınalığın hissettirdiği şeyler farklı olsa da günlük hayatlarımızda ya da sosyal yaşantımızda kendisi gibi olmayan birçok birey var. Bu durum toplumun dayatmasından biraz farklı olarak adlandırılabilir. Çünkü insanlar başkalarının onayından sonra gerçek anlamda bir şeylerin tadını alabilir hale geldi. Bunun sebebi geçmiş ve gelecekleri arasındaki o tahmin edilemeyen boşluktur. Sınıfsal profillerin yer değiştirdiği ve kabul edilmiş değer kalıplarının farklılaştığını pek net bir şekilde görebilirsiniz. Öyle ki; herkes her şeyi bilir, görür, izler hale gelse de dile getirmek istemiyor.

Türkiye'de herkes en az bir ev ya da araç sahibi olmak ister. Bu normal ve de olağandır. Bugün herkesin bu tür istekleri varken, bunun için ne yapıldığı ya da ne yapılıyor olduğunu ekonomik veriler ortaya koyuyor. Bir kısım insan tarafından lüks tüketime ilgi artarken, öte yandan temel giderlerini karşılayamayan ve sayısı milyonları bulan bir kitle var. Dengelerin değiştiği günümüzde artık planlı yaşamanın bireye daha büyük bir katkısı var. Nedeni de şu ki; günümüzde optimist bakış açısı kaybolmuştur. Çünkü saatte faiz ödemelerinin beş milyon lira ödemek zorunda olan bir ülke vatandaşı olduğumuzu bilmelisiniz. Geçmişten bugüne değin ne değişti ya da ne aynı kaldı sorgusu işte burada önem kazanıyor.

Mutsuzluk Bir Genelge Değil’

Başka bir perspektiften duruma bakalım; Birleşmiş Milletler 2019 Yılı Dünya Mutluluk Raporuna göre dünyanın en mutlu ülkesi Finlandiya en mutsuz ülkesi ise Güney Sudan. Yüz elli altı ülkenin yer aldığı sıralamada ise Türkiye yetmiş dokuzuncu sıraya geriledi. Mutsuzuz, çünkü sebeplerimiz var. Var, evet ama mutsuzluğumuzu gizlemek mi yoksa mutlu olmanın yolunu mu aramalıyız? Burada herkes için farklı cevaplar doğabilir. Kimi insanlar bu mutsuzluğu maddi problemlere dayandırabilir ya da vergilere, belki de kendisini güvende hissetmiyordur veya yalnızlığa.

Unutulmamalıdır ki; artık lüks yaşam ve şatafat zenginlik göstergesi olarak kabul görmüyor. Yeni yüzyıl içerisinde getirdikleriyle bambaşka bir anlam ifade ediyor. Bilginin güç olduğunu ve bugün olmasa da yakın gelecekte değerinin anlaşılacağını görüyor olacağız. Fakat bugüne değin de yaşamaktan vazgeçip, durmaktan da kendimizi alıkoymalıyız. Çünkü mutsuzluk bir genelge değil. Öte yandan zengin olma ve şatafat içerisinde yaşam sürdürmek de öyle. Çevresel şartlarımız ve sınıf yapılanmalarımız bizi biz yapan etken ve değerleri belirliyorken, bireye seçme şansı bırakmıyor. Doğruların yanlışlarla iç içedir. En azından bu coğrafyada böyle ama küçük mutlulukların değer kazandığı bir toplum ferdi olmanın ilk şartlarından biri dert sahibi olmak sayılıyor ise eğer, evet, bizim insanımız gerçekten de bu çizgiyi epey aştı.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.