SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Telefon bağımlısı ebeveynler

En küçüğünden en büyüğüne bu çağın çocukları ekrana doğdular; ekranlarla, uygulamalarla, sosyal medya ile büyüyorlar. Ve doğal olarak ellerinden akıllı telefonlar, tabletler düşmüyor. Televizyon resmen masum kaldı. Televizyonda çizgi film seyretseler daha çok memnun olacağız.
Biz evde elimizden geldiğince elbette teknolojiyi çok da göz ardı etmeden bir takım kurallarla ilerlemeye devam ediyoruz. Koray henüz 6 yaşında olduğu için bunları kolay kolay esnetemiyor veya biz kuralları tam anlamıyla uygulayabiliyoruz diyeyim ama çevremde gördüğüm kadarıyla 15-16 yaşından itibaren çocukların, gençlerin ellerinden akıllı telefonlar düşmüyor. Yapışık yaşıyorlar ve bu durum yetişkinleri müthiş rahatsız ediyor. Ancak tam da bu noktada kendimi de içine alarak bir soru sormak zorundayım:

Bebeğiniz yerdeki oyun halısında yuvarlanırken instagram'da kim ne paylaşmış, kim neyi beğenmiş kontrol etmediniz mi? Veya oğlunuzu/kızınızı parkta salıncakta sallarken bir elinizde telefon whatsapp mesajlarınızı okumadınız mı? Hele twitter. Toplumsal olaylar yaşadığımız günlerde resmen herkes, herkes telefon elinde twitter'da yaşıyordu. Ben dahil. Çünkü haklı bir sebebimiz vardı -her ne kadar bilgi kirliliği zaman zaman olsa da - tek gerçek haber kaynağı sosyal medyaydı. İyi de çocukla vakit geçirmek adına ona ayırdığımız bir-iki saatte elimizde telefonun işi ne? Sebep ne olabilir? Acil bir durum mu var? Yoksa, cevap veriyorum hepimiz bağımlıyız.

Sosyal medyada vakit geçirmiyorsak bile en iyi ihtimalle çektiğimiz fotoğraflara bakıp filtreler arasında zaman öldürüyoruz. Ondan sonra da ¨oğlumun, kızımın en güzel anlarını yakalıyorum, ölümsüzleştiriyorum¨ diyoruz. Çok saçma öyle değil mi? O anları gerçekten yaşamak varken birçoğumuz ekranın arkasından bakıyoruz olan bitene. İşin kötüsü bunun normal bir durum olmadığını anlamak için kafayı kaldırıp telefonu bir kenara koyup sosyal medyadan da en az birkaç gün uzaklaşmak gerekiyor. Sonra zaten sizin gibi olan diğer ebeveynleri görüp yaptığınız şeyi fark ediyorsunuz. Bazı psikologların telefona bağımlı şekilde sürdürülen ebeveynliği ¨sosyal hastalık¨ olarak nitelendirmeleri çok doğal sanırım.

Benim bu yazıyı yazmamdaki en büyük etken sosyal medya detoksu yapmaya başladığım günlerde karşıma çıkan bir tumblr paylaşımıydı. Elinden telefon düşmeyen anne babaları fotoğraflayan Amerikalı Michael Cohen, çektiklerini parentsonphones.tumblr.com diye bir site açıp paylaşmaya karar vermiş. Fotoğraflara bakınca moralim bozuldu. Kendimi gördüm çünkü. Çok etkilendim. Çocuklarıma, kocama, arkadaşlarıma haksızlık yaptığımı düşündüm. Gözlerinin içine bakarak konuşmak yerine telefonda bir şeyler kontrol ettiğim zamanlar geldi aklıma. Az veya çok. Sonucu değiştirmiyor. Elimde telefon var mıydı vardı.

Sosyal medya detoksu aslında hayatımda yapmayı istediğim değişikliklere paralel ortaya çıktı. Beslenme düzenimle başlayan radikal kararlar ev içine yansıdı en sonunda da telefona dolayısıyla sosyal medya kullanma alışkanlığımı etkiledi. Önceleri günlerce ne twitter'la ne de facebook'la ilgilenmedim bile. Ama anladım ki sorun sadece sosyal medya değildi. Telefon bir şekilde elimdeydi çünkü ister istemez o anasayfaya bakıp gelen giden var mı, bildirim var mı diye kontrol ediyordum. Sonra bunu dürtüsel yaptığımı fark ettim. İşte o an elimden attım telefonu. Ben bu olmak istemiyordum. Neredeyse 2 aydır daha kontrollüyüm. Twitter'ı haber alma ve eğlence, facebook'u arkadaşlarım ve ailemle iletişimde kalma platformu olarak kullanıyorum. Instagram ise en sevdiğim paylaşım-iletişim yeri. Oyun zamanında sadece çocuklarlayım artık. Geçen gün telefonu hiç şarja takmadığımı, akşam üstü birisini aramak için elime aldığımda kapanmış olduğunu görünce hatırladım. Bu güzel bir değişim benim için. Kısaca can sıkıntımı geçirmek için, kafamı dağıtmak için telefona sarılmıyorum artık.

Yazıyı buraya kadar burun kıvırarak okuyanlar için biraz da istatistiki bilgi vereyim:


İngiltere'den pek de farklı olduğumuzu düşünmüyorum.

Karşıma çıkan bir diğer araştırma ise Boston Medical Center tarafından yapılmış.

Bence en çarpıcı sonuçları veren çalışmaya İspanya İçişleri Bakanlıği imzasını atmış.

Bir de infografik vereyim:

Durum bu kadar vahim ama çözümsüz değil.

Sosyal medyayı takip etmek, bu platformlarda paylaşımlarda bulunmak, insanlarla iletişim kurmak kötü bir şey değil. Bence uzak durmanın, görmezden gelmenin, inkar etmenin anlamı da yok. İnternetin hayatımızı kolaylaştırdığı; ulaşmak, haber almak, dikkat çekmek gibi kişisel ihtiyaçları karşıladığı da yadsınamaz bir gerçek üstelik. Bağımlılık nerede başlıyor diye soracak olursanız sanırım dürtüsel bir şekilde telefonu, sosyal medya platformlarını, mesajları kontrol etmeye başladığımız an diyebilirim kendime adıma. Birisi bizimle konuşmaya çalışırken gözlerinin içine bakmak yerine telefonla meşgul olup yarım yamalak cevap vermek alışkanlık haline gelmişse bir dur demek gerekiyor sadece. Yoksa tamamen kesip atmak da çözüm değil. İnsanın sosyalleşmeye, iletişim halinde olmaya her zaman ihtiyacı olacaktır çünkü.

Sanal alemden çıkıp hayatı gerçekten yaşamaya başladım ben. Ya siz?

Irem Erdilek

Slingomom.com

Yazının devamı...

ERKEK ÇOCUĞUNUZ KAÇ YAŞINA KADAR KADINLAR TUVALETINE GIREBILIR?

Birkaç gün önce Huffington Post'ta şu yazıya denk geldim. ABD'de bir alışveriş merkezindeki kadınlar tuvaletinin kapısına asılmış, 6 yaşından büyük erkek çocukların kadınlar tuvaletini kullanmamasını rica eden bir uyarıdan bahsediliyor. Aslında AVM yönetimiyle ilgisi olmayan ve kimin tarafından konduğu belli olmayan bir şey ama işte üzerinde günlerdir konuşuluyor. Facebook'ta bununla ilgili binlerce yorum var. Okuduklarımın herhangi birinde bu uyarıyı destekleyeni de görmedim ama aklıma hep takılan bir durumu ortaya çıkarması açısından önemliydi.

Bir erkek çocuk annesi olarak 6 yaşındaki oğlumun kalabalık yerlerde tek başına tuvalete gitmesine izin vermiyorum. Kişisel temizliğini düzgün yapamaması, ellerini nereye sürdüğü, iyice yıkadı mı, doğru giyindi mi gibi dertlerim yok. Ben tamamen güvenlik açısından yaklaşıyorum olaya. Çocuk taciziyle ilgili her gün onlarca haber okuyoruz ve ben gün geçtikçe paranoyak bir hale geldim. Hep en kötüsünü düşünüyorum o yüzden de çocuklarımla kalabalık yerlerdeyken eskisi gibi rahat hissetmiyorum kendimi.

Koray'ı bırakın tek başına tuvalete yollamayı, erkekler tuvaletinin kapısının önünde beklemek bile yapabileceğim bir şey değil henüz. Çocuklarımın istenmeyen durumlarda kendilerini koruyabileceklerini inandığım zamana kadar benimle birlikte kadınlar tuvaletine gelecekler. Her zaman böyle değilim doğruyu söylemek gerekirse. Bir restorandaysak, çok kalabalık değilse, tuvaletler çok büyük değilse Koray'ın erkekler tarafına tek başına girmesine izin veriyorum bazen. Kapıda bekliyorum ve içerideyken benimle konuşmaya devam etmesini istiyorum ve yine de içim rahat etmiyor.

Aslında alışveriş merkezlerinde, sinemalarda, parklarda yani halka açık mekanlarda 'aile tuvaleti' olmalı. Yaygınlaşmalı. Böylece durumdan rahatsız olan ancak ses çıkaramayanlar da aileler de rahat edeceklerdir. Üstelik bir baba ile kızının durumu daha zor. Kız çocuğunun erkekler tuvaletine gitmesi daha kötü çünkü. Hadi diyelim kadınlar tuvaletine götürdü baba, kapıda bekliyor. Kadınların çocuklar için tehlike yaratmaktan ziyade destek olacağını düşünüyoruz çünkü. Çocuğun içeride yardıma ihtiyacı olsa baba girebilir mi? Girmeye kalksa ne tepki alır? İşte herkes için en iyisi aile tuvaleti konsepti.

Yine de bazı anne babaların ¨Çocuğuma güveniyorum, onu tek başına markete de gönderiyorum tuvalete de¨ diyeceklerini tahmin edebiliyorum. Ben de çocuğuma güveniyorum da çevreye güvenmiyorum kusura bakmasın kimse. Konunun çocuğa bağımsızlık verip vermemekle ilgisi olduğunu da asla düşünmüyorum. Benim için güvenliği, sağlığı her şeyin üstünde gelir. Dünya bizim bildiğimiz, bize anlatılan ve bizim çocukluğumuzun geçtiği dünyadan farklı şu anda. Daha tehlikeli daha korkunç. Çocuklar her zamankinden daha çok göz önünde. Bizim sorumluluğumuz onları her ne pahasına olursa olsun korumak. Sonuç olarak Koray daha kaç sene benimle kadınlar tuvaletine gelir bilmiyorum. Dediğim gibi kendini koruyabileceğine inandığım zamana kadar yanımdan ayırmayacağım.

Irem Erdilek

Slingomom.com

Yazının devamı...

Minecraft nedir, nasıldır, kim oynar, zararlı mıdır?

'Minecraft' diye bir kelime duyunca siz de irkiliyor musunuz? Ya da duyuyorsunuz da ne olduğunu tam bilmiyor musunuz? Peki nedir bu Minecraft?

Markus "Notch" Persson tarafından 2009'da bir haftada yazılmış, resmi olarak 2011 yılında yayınlanmış ve kısa sürede de tüm dünyaya yayılmış bir bilgisayar oyunu. En basit anlatımıyla bloklarla kendinize bir dünya yaratıyorsunuz. İlk baktığınızda çok rahatsız edici geliyor görüntü çünkü son derece basit grafiklerden oluşuyor. Bir oyunun nasıl oluyor da tüm dünyada milyonlarca hayranı olduğu, bağımlılık yarattığını merak ediyorsunuz sonra da. (Yazıya iyileştirilmiş görseller koyuyorum. ipad'deki görüntü bu değil)

Bugün sadece 18 milyon kişi PC/Mac'de oynuyor. Bu rakama xbox, playstation, ios ve android platformlu cihazlarda oynayanları da ekleyince 40 milyondan fazla kişinin Minecraft oynadığını söylüyor istatistikler. İnanılmaz bir rakam. Bana göre 40 milyon bağımlı var demek bu. Bir kere bulaşan bir daha bırakamıyor. Bizim evde bir bağımlı var oradan biliyorum.

Açıkçası doğru dürüst elime almadan sadece uzaktan gözlemleyip oynayanları seyrederek ¨rezalet bir oyun¨ diyerek haksızlık yapmak istemiyorum. Sonuçta dünyanın en çok satan oyunu bu günlerde. Bu kadar kişinin bir bildiği var diye düşünüyorum. Minecraft alıştığımız grafik harikası, göz alıcı, efektlerle bezenmiş oyunlardan çok farklı. Blokları üst üste koyarak üç boyutlu bambaşka bir evrene geçiş yapıyorsunuz. Sanki legolardan oluşan bir dünya. Basit. Herhangi bir hikaye yok. Daha doğrusu hikayeyi, masalı kullanıcı kendi yaratıyor. Değişik materyaller kullanarak eşyalar, aletler yapıyorsunuz. Evler, yollar, şehirler inşaa ediyorsunuz. Oyunun tiplerine göre düşmanlara karşı savaşıyorsunuz, evinizi, bahçenizi, hayvanlarınızı koruyorsunuz. Anlayacağınız hayal gücü, yaratıcılık, sabır gerektiriyor. Beyni çalıştırdığı kesin. Çünkü plan yapıp uygulamaya geçirmeye zorluyor kullanıcıyı.

O kadar başarısız, tehlikeli, şişirme ve gereksiz bir oyun olsa Microsoft birkaç ay önce 2.5 milyar dolar verip satın almazdı, öyle değil mi? ;)

Üstelik yayınlandığı günden beri birçok ödül de kazanmış: 2010’da “En İyi Bağımsız Proje” ödülü, 2011’de “Oyun Geliştiricileri Konferansı”nda beş ayrı ödül kazanmış. 2012’de “Golden Joystick Ödülleri”nde ise “En İyi İndirilebilir Oyun” seçilmiş. Ödüllerin yanı sıra akademisyenler tarafından da övgüyle söz ediliyor. MIT profesörü Eric Klopfer, oyunun diğer bilgisayar oyunlarından farklı olduğunu, “Çocukların uzamsal zekâsına katkıda bulunduğunu” açıklamış. Minecraft sayesinde çocuklarda çevre bilinci, şehir planlaması, kendi tercihlerini yapabilme becerisinin geliştiği vurgulanıyor çoğu araştırmada da.

Gelelim biz ebeveynleri en çok ilgilendiren kısma. Oyun aslında 13 yaş sonrası için tasarlanmış ancak basitliği nedeniyle daha küçük yaştaki çocukların da oynayabileceği hissini veriyor. Zaten oynuyorlar. Benim 6 yaşındaki oğlum geçen seneden beri başında. Nasıl başladı diye soracak olursanız, bir arkadaşı bahsetmiş heyecanla. Bizimki de aynı heyecanla bizden istedi. İlk başlarda gerçekten de yaşına uygun gibi gelmişti ama bir süre sonra Koray'ın bütün hayatı Minecraft oluverdi. Yaptığı resimler, anlattığı hikayeler yarattığı dünyadan ibaretti. Baş karakter Steve, koyunlar, köpekler ve arada zombilerden başka bir şey konuşmaz olmuştu. Sonra panikle araştırmaya başladım ve fark ettim ki gittiğimiz her doğum gününde, serviste, okulda konuşulan şey hep bu. Biraz rahatladım desem yalan olmaz sanırım.

Kabullenme seviyesindeyim artık çünkü Minecraft; kavramlar, şekiller, sayılar etrafında dolanıyor ve çocuğun bu yönünü kesin olarak destekliyor. Çocuğa serbestlik veriyor. Yaratabileceklerinin sınırı yok. Sonsuz fikir üretip oyuna kendisi yön veriyor, kuralları kendisi belirliyor. Kurguyu başkası değil çocuk yapıyor. Bir dünya kuruyor ve onun için mücadele ediyor. Bu özgürlük ve sınırsızlık yaratıcılığının da gelişmesini sağlıyor. Ödül ve puan sistemi olmaması yaratıcı düşünceyi öne çıkarıyor. Keşfetme dürtüsü ödülü oluyor.

Peki şiddet içeriyor mu?

Çok değil. Zaten biraz da bu yüzden ebeveynler tarafından göz yumuluyor. Oyunda zaman geçirdikçe karşınıza çıkabilen zombiler kullanıcının hayatta kalma becerisini arttırmak ve problem çözme yeteneğini geliştirmek için tasarlanmış. Zombiden kaçmak veya kurtulmak için plan yapması ve doğru şekilde uygulaması gerekiyor çünkü. Figürler korkunç değil, hatta bence 'Creeper' Koray'ın dediğine göre 'Patlayan Zombi' sevimli bile sayılabilir.

İçerik olarak zararsız bu oyunun en kötü yanı ciddi bağımlılığa neden olması. Çünkü yukarıda bahsettiğim basitlik, özgürlük, limitsizlik oyuncuyu daha fazla içine çekiyor. Hep bir sonraki adımı düşünmek zorunda bırakıyor. Biz ekran saatini limitleyerek biraz olsun önüne geçiyoruz diye düşünüyorum. Koray sadece hafta sonları oynayabiliyor. Tableti eline almıyor olması bile bizim için önemli. Onun yerine oyunu gerçeğe yansıtıyoruz. Dedim ya hayatımız Minecraft; ben de oyunu gözardı etmek yerine Koray'ın dünyasına girmeye karar verdim. Onu anlamak, onun heyecanına ortak olmak istiyorum. Hayır, elime ipad'i almıyorum. Minecraft'ı offline olarak yaratmasına destek oluyorum. Kağıtlardan, kartonlardan evler, hayvanlar, kılıçlar yapıyoruz bir yandan da hikayesini dinliyorum. En azından elleriyle, uğraşarak, ince motor gelişimini de destekleyerek bir şeyler yapıyor diye avutuyorum kendimi. Hem bir ortak dilimiz oluyor. Konuşacak daha fazla şey buluyoruz. Bağımlılık sorununu tam olarak çözmüyoruz belki ama asosyallik meselesinin üstesinden geliyoruz. Hem zaten bu da geçecek diyorlar. Anne baba yeterince ilgilenirlerse, çocuğu başı boş bırakmazlarsa, ona başka konular keşfetmesi için ortam oluştururlarsa Minecraft etkisi eskiye oranla azalır diyor tecrübe etmiş ebeveynler.

Tetris ve Super Mario'nun naifliğiyle büyüyen anne babalar olarak şimdi elimizden telefonlarımız, tabletlerimiz düşmüyor. Bizden çok daha dikkatli olan çocuklarımızın da gözünden kaçmıyor haliyle bu ekran bağımlılığımız. Bunun doğal sonucu olarak onlar da oynamak, ellerine almak istiyorlar hatta kendilerine ait bir cihaz talebinde bulunuyorlar. Yeni düzene hep beraber ayak uydurmak zorundayız. Bize düşen çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığını göz önünde bulundurarak teknolojiden yararlanmasını sağlamak. Yeni neslin favorisi Minecraft sizin de evinize bulaştığıysa çok panik olmayın. Özünde oyun yaratıcılığı ve analitik düşünceyi destekliyor, plan yapmayı öğretiyor. Ekrana takılı kalmasını engelleyerek biraz daha interaktif bir hale getirip çocuğunuzun dünyasını anlamak için bir fırsat da siz yaratabilirsiniz. Biz öyle yapmaya çalışıyoruz ve Koray'ın heyecanını paylaştıkça iletişimimizin güçlendiğini anlıyoruz.

Çocuk büyüdükçe derdi de büyüyor diyenleri şimdi daha iyi anlıyorum :)

Irem Erdilek

Slingomom.com

Yazının devamı...

Anne olmadan önce bilmiyordum

Çocuklar büyüdükçe daha fazla düşünme fırsatım oluyor anneliğimi ve çocuklu hayatımı ve fark ettim ki anne olmadan önce ne çok şeyin farkında değilmişim.

1. Deliksiz uyku uyuyamamanın ne demek olduğunu bilmiyordum. Anlatılmaz yaşanır. Çok yazdım bloga ama yine yazıyorum: 7-8 saat mışıl mışıl kesintisiz uyumaya alışkın birinin iki saat bile uyuyamadığı zamanları anlaması mümkün değilmiş. Çünkü bu süreç uykusuzluk değil başka bir şey.

2. Sabah 6.30’un normal kalkış saati olabileceğini bilmiyordum.

3. Ne kadar emdi, ne kadar kaka yaptı? Yeni hayatımın ilk aylarının bu iki soru etrafında döneceğini bilmiyordum. Dünya yansa umrumda değildi yeter ki o 100 cc içsin, gazı olmasın, kusmasın, kaka yapsın.

4. Reklamlardaki ¨Bebekler gibi uyu¨ diye bir ifade var ya, hah işte onun alenen yalan olduğunu bilmiyordum. Bebek uykusu sessiz, kesintisiz ve mışıl mışıl olmanın yanından bile geçmiyor çoğu zaman.

5. Annenin hasta olma, ¨yoruldum bugün ayaklarımı uzatacağım¨ deme hakkı olmadığını bilmiyordum. Fazla mesai forever.

6. Pazartesi sendromunu özleyeceğimi bilmiyordum. Hele ki çocuk biraz büyüyüp anaokuluna gitmeye başladığında Pazartesi en sevdiğim gün oldu desem yeri. Asıl hafta sonu yoruluyor anne denilen kişi.

7. Sevgilimin yani kocamın yani çocuğumun babasının beni gerçekten delirtebileceğini bilmiyordum. Nasıl mı? Gece boyu 852 kere uyanan bebeyle uğraşırken yan odadan¨Devamlı ses var rahat uyku uyuyamıyorum, tam dalamıyorum çok yorgun hissediyorum¨ diye şikayet edebilme kapasitesine sahip olabiliyorlar da ondan. Ya da ¨Oh ne rahat evdesin, yat dinlen¨ de diyebiliyorlar. Neyse ikinci çocukta öyle olmuyor. Daha doğrusu hiç uyanmıyor, ses de duymuyor, sabaha kadar mışıl mışıl uyuyor :D

8. Çocuk sahibi olduktan sonra evdeki dağınıklığın ne yaparsam yapayım toplanamayacağını bilmiyordum. O kadar temizliğe rağmen yine de sağda solda bir oyuncak, bir top, bir kalem mutlaka oluyor. Zaten salonda oyuncak köşesi var, o ne demekse. Neden odalarında oynamıyorlar da salondalar bilmiyorum. Hatta buna neden göz yumduğumu, salona yayılmalarına neden izin verdiğimi de bilmiyorum. Bazen hayat ben plan yaparken başıma gelenlerden ibaret oluyor sadece.

9. Çocuklar uyuduktan sonra özleyip telefondaki fotoğraflarına bakacağımı bilmiyordum.

10. Bütün bu şikayetlere, yorgunluklara, uykusuzluğa rağmen iyi ki anne olmuşum diyeceğimi de bilmiyordum.

Irem Erdilek

Slingomom.com

Yazının devamı...

Çocuklara söylenmemesi gereken 10 şey

Takip ettiğim web sitelerini hızlıca okurken bir başlık dikkatimi çekti:

Çocuklarınıza asla söylememeniz gereken 10 şey. Oldukça iddialı acaba ne anlatıyorlar diye başladım okumaya. Bir baktım, anne baba olarak neler söylüyoruz, listedeki kaç tanesi ağzımıza yapışmış? diye sayıyorum.

1. "Aferin!"

Araştırmalara göre çocuğumuz bir şey başardığında bizim her seferinde söylediğimiz ¨İyi iş çıkardın¨, ¨Aferin benim kızıma¨, ¨Aslansın¨ gibi ifadeler bir süre sonra çocuğa motivasyon olmaktan çok onaylanma ihtiyacına sebep oluyormuş. Aklıma Aletha Solter'ın kitabında okuduklarım geldi. Çocuğa ¨Bravo, harika¨ demek yerine başardığı şeyin ne olduğunu anlatmak gerektiğini yazmıştı. Çocuğun zekasına, yeteneğine övgü değil geçtiği yolları, kullandığı yöntemin fark ettirmek gib. Örneğin, ¨Anne bak ne yaptım?¨ diye karşımıza geldiğinde ağzımızdan otomatik olarak ¨Aferin¨ çıkıyor değil mi? En azından benim öyle. Peki ne yapacağız? Ne kadar çok renk kullanmışsın, diye cevap vermek güzel bir örnek. Yine de içimize işlemiş, bir aferin almak hoşumuza gidiyor. Övgü bağımlılık yaratır dedikleri bu sanırım. Oysa çocuğumuzun bağımsız, kendine güvenen bir yetişkin olmasını istiyoruz hepimiz.

2. "Ne kadar çok tekrar edersen o kadar mükemmel olur."

Bir işi daha iyi yapabilmek için tekrar gerekir burası doğru ama ağzımızdan çıkan kelimelere dikkat etmek zorundayız. Mükemmelliğe atıfta bulunmak çocukta başarı hırsı, baskısı, stresi oluşturabilirmiş. Üstelik bu ifade çocuğa ¨Eğer hata yaparsan yeteri kadar çalışmamışsın¨ mesajı gönderir diyor 'yazarı Dr.Joel Fish. Ne kadar çalışırsam çalışayım en iyisi olamıyorum, benim neyim var? sorularıyla kendisiyle çelişip boşuna sıkıntıya girermiş çocuk. Onun yerine neyi başardığını göstererek daha fazla çalışması için yüreklendirmeliymişiz.

3. "Yok bir şey, iyisin."

Bir şekilde düşüp bacağını inciten ve ağlayan çocuğumuza kendini kötü hissetmesin diye ¨yok bir şeyin, bak iyisin¨ diyor musunuz? Ben diyorum. Sanki böyle söylersem daha çabuk toparlar diye düşünüp söylüyorum hele ki aslında o kadar da acımadığına eminsem. Çocuk için tahmin edilenden daha kötü bir mesaj veriyormuşum. İyi olmadığı için ağlayan çocuğa, ¨sen bilmiyorsun ben biliyorum canın acımıyor¨ diyormuşum. Oysa bizim anne baba olarak yapmamız gereken hislerini anlamak ve hisleriyle baş etmesi için yardımcı olmak. Böyle zamanlarda onu kocaman kucaklamak ve ¨bayağı yüksek bir yerden düşmüşsün acıması çok doğal¨ demek yeterliymiş çocuğun iyi hissetmesi için.

4. "Çabuk ol!"

Okula gitmek için hazırlanan, kahvaltısını bitirmeye çalışan çocuğa ¨Çabuk, geç kalacaksın¨ diyerek onu zorlamak strese sebep oluyormuş. Gereksiz bir yarışa sokuyormuşuz. Bunun yerine sesimizi yumuşatıp ¨Haydi çabuk olalım¨ dersek aynı takımda olduğumuz mesajını verirmişiz ¨ yazarlarından Dr. Linda Acredolo'ya göre.

Her sabah kahvaltıyı bitirmesi için kaç kere ¨Çabuk Ol'¨, ¨Geç kalıyorsun¨, ¨Geç kalacaksın¨ ¨Geç kaldın¨, ¨Bravo, yeme o zaman¨, ¨İyi tamam geç kal¨ dediğimi bilmiyorum. Doğru yaptığım hiçbir şey yokmuş bu maddeye göre. Bir de böyle sakince demeyi deniyeyim, hiç aklıma gelmememişti. :-?

5. "Diyetteyim"

Ben hep diyetteyim. Gerçi bu aralar o kelimeyi kullanmıyorum. ¨Şekersiz besleniyorum¨ diyorum, tartıya çıkmıyorum. Ama eğer çocuğunuz her gün tartıya çıktığınızı görüyor ve şişmanlık hakkında konuştuğunuza şahit oluyorsa ¨sağlıksız görüntü¨ fikri oluşabilirmiş kafasında. Diyetlerden konuşmak yerine ¨Bunları yiyorum çünkü kendimi daha iyi, daha sağlıklı hissetmeme sebep oluyor¨ demek iyi olurmuş. ¨Spor yapmalıyım¨ ifadesi de şikayet olarak olumsuz algılanabilirmiş çocuk tarafından. Bu sefer de ¨Hava harika, gidip biraz yürüyüş yapacağım¨ demek gerekirmiş.

İyi mi yapıyorum kötü mü bilmiyorum ama devamlı beyaz şekerin, şeker eklenmiş gıdaların çok sağlıklı olmadığını tekrarlıyorum evde. Sık sık değil arada sırada yenmesi gerektiğini söylüyorum. Bana sorduğunda ise ¨Ben istemiyorum, şeker zararlı bir şey¨ diyorum. Geçenlerde Koray isyan etti hatta ¨Anne bana zararlı şekerli kek yap lütfen¨ dedi :)

6. "Ona paramız yetmez."

Yeni çıkan bir oyuncağı görüp istediğinde ¨O kadar param yok¨ dediğimiz çok olmuştur. İşin kolayına kaçmakmış bu ¨ kitabının yazarı Jayne Pearl'e göre. Böyle söyleyerek verdiğimiz mesaj ise oldukça acıklıymış: ¨Cebimdeki parayı kontrol edemiyorum¨ Çocuklar için oldukça korkutucu olmalı. Bu arada 9-10 yaşındaki bir çocuk korkmak yerine, eve alınan herhangi bir şeyi örnek olarak gösterip paramız olmadığı yalanına(!) inanmayacaktır elbette. O zaman ne diyeceğiz? Eğer oyuncağı gerçekten almak sizin için boşa para harcamak ise verilecek cevap şu olmalıymış: ¨O oyuncağı almayacağız çünkü paramızı evimiz için daha önemli şeyler satın almak için biriktiriyoruz¨

7. "Yabancılarla konuşma."

Nasıl yani? Yabancılar tehlikeli olabilir, bize zarar verebilir. Ama bazen çocuklar tanımadıkları halde kendilerine samimi yaklaşan, iyi davranan, şeker veren birini tehlikeli görmeyebilir. Ya da yardıma ihtiyacı olduğunda polisi, güvenlik görevlisini yabancı olarak algılayıp gelecek yardıma direnç gösterebilir. Büyük kafa karışıklığı bu herkes için. Bunların önüne geçmek yerine senaryolardan bahsetmeliymişiz. Örneğin, tanımadığı biri şeker verip kendisini eve bırakmayı önerdiğinde ne yapması gerektiğini anlatmalıymışız. Tanıdığı herhangi biri de zarar vermek isteyebilir. O zaman ne yapacağız? Ne önlem alacağız. Burası bende soru işareti. Bunların dışında herhangi biri, tanıdığı veya tanımadığı, kendisine yaklaşıp rahatsız edici, huzursuz edici hareketlerde bulunursa hemen anne babasına haber vermesi gerektiği tembih edilmeli.

Anne baba olmak çok zor. Aynı anda düşünmek zorunda olduğumuz yüzlerce şey var. Çoğu da endişe verici.

8. "Dikkatli ol."

Parkta sallanan, top oynarken koşan, bir duvarın üstünde dengede durmaya çalışan çocuğa dikkatli olmasını öğütlemek aslında tam tersi bir etkiye sebep olurmuş. Düş! demek gibi bir şeymiş. Çocuğu ayakta kalmaya değil düşmeye konsantre olmasına neden olurmuş. Eğer gerçekten endişe ediyorsak ona bunu belli etmek veya söylemek yerine yakınında durup düşme ihtimaline karşı önlem almak en iyisi. Ben aynen böyle yapıyorum da Sarp tam tersine bütün endişesini belli edecek şekilde ¨Düşeceksin¨ diyor.

9. "Yemeğini bitirmeyene tatlı yok."

Geldik bizim konumuza. Koray yemeğin ortasında dondurma pazarlığı yapıyor biz de ¨O tabak bitmeden yok!¨ diyoruz. Bunu söylemek ana yemeğin gerçekten de sıkıcı, dondurmanın da harika bir şey, ödül olduğu mesajını veriyormuş. Aslında benzer kelimelerle mesajı olumluya değiştirmek mümkün: ¨Önce yemeğimizi yiyelim sonra da tatlımızı alalım.¨

10. "Bırak yardım edeyim."

Legolarla yüksek bir kule yapmaya çalışan veya bir yapboz'u bitirmeye çalışan çocuğumuza yardım etme isteği bastıramadığımız bir his. Oysa zamanından önce veya o istemeden işin içine girmeye çalışmak onun kendine güvenini sarsacak, her zaman başkalarının yardımına ihtiyaç duymayı alışkanlık haline getirecek bir hareket. Tek başına bir işi başaramayacağını zannedecek daha da kötüsü. Böyle zamanlarda yardım etme isteğimizi şu şekilde yönlendirebilirmişiz: ¨Sence büyük parçayı en alta mı koysak? Ne diyorsun, deneyelim mi?¨

Yukarıda yazılanların yarısını söylüyorum, ağzımdan öyle çıkıyor. Belki annem de bize öyle dediği için ya da yaşadığımız toplumda hep bu davranışlar desteklendiği için bilmiyorum ama biraz düşününce çocuğa gerçekten de verdiği mesajı anlamak kolay. Daha dün sabah yaşadık. Koray'ın parmağına bir şey batmış, minicik bir damla kan. Başladı ağlamaya. Biliyorum o kadar acımıyor, bizimki kan görünce panik olanlardan parmağı koptu zannedenlerden. Ben de kendine gelsin, abartmasın, o kadar da bağırmasın diye ¨Acımıyor Koray'cığım, abartıyorsun¨ dedim. Suratıma baktı iki gözünde yaşlarla ¨Sen bilmiyorsun, ben biliyorum çok acıyor¨

Irem Erdilek

SlingoMOM.com

Yazının kaynağı: www.parents.com

Yazının devamı...

Ben çocuğumu hayvanat bahçesine götürmüyorum

Ben çocukluğumda çok gittim. O zamanlar böyle bir bilinç yokmuş. Hayvanların doğal ortamlarından koparılıp kafesler arkasında yaşamasının ne kadar korkunç olabileceğinin farkında değilmişiz. Aslanı, kaplanı, fili, maymunu çocuk başka nerede görecek yoksa?!? Hem bir sürü eğlence de var bu parklarda. Hayvanlar eğitmenleriyle gösteriler yapıyor. Uzaktan bakınca ¨ne çok seviliyorlardır kim bilir¨ diye düşünüyorsunuz. Oysa acı gerçekle karşılaşmak için internette biraz araştırma yapmak yetiyor.

Ben Koray'ı götürdüm. Bu hatayı bir kere yaptım. Daha doğrusu çocukluğumdan sonra ilk kez 2 sene önce bir yurt dışı gezisinde dünyanın en iyi, en büyük hayvanat bahçelerinden biri olarak adlandırılan parklarından birine çok yakındık ve 'gidelim' dedik. Hem Koray da çok seviyor hayvanları. Gittik. Oldukça büyük alanlar bırakılmış hayvanlara, nispeten keyifleri yerinde gibi gözüküyor ama işte doğal değil. Kendi yaşam alanlarında değiller. Keşfetmek isteseler karşılarına parmaklıklar, dev cam paneller çıkıyor. Kendimi çok kötü hissettim. Bütün parmaklıkları açmak istedim. O 1 metre kuyruğu olan tropikal kuşlara mı üzülsem, iki ağaç arasında kalan maymunlara mı bilemedim. Güya kutup buzullarının nasıl yok olmaya yüz tuttuğunu gösteren bir sergi vardı. Tam yanında da buzullardan çok uzakta hayatta tutunmaya çalışan kutup ayılarını gösteriyorlar. Bakıcıları bir kova balıkla besleyerek gösteri yapıyor. Oysa ben eminim kendi doğal ortamlarında kendi buzullarıyla yok olmayı tercih ederler bu hayvanlar. Kısaca o parkı gezmeyi bitirmeden çıktık.

Yaralı hayvanların bakıldığı daha sonra da doğaya salıverildiği bir park olsa anlayışla karşılarım ama bu hayvanlar büyük bir ticaretin başrol oyuncuları olarak karşımızdalar. Nasıl besleniyorlar, nasıl bakılıyorlar, o gösteriler için nelere maruz kalıyorlar bilmiyorum. Türkiye'dekileri düşünmek bile istemiyorum. Kim bilir nasıl bir para harcanıyor ziyaretçiler tarafından ki tüm hayvan hakları gösterilerine, yürütülen kampanyalara rağmen devam ediliyor.

Sirkler, yunus parkları, hayvanat bahçeleri hatta dev akvaryumlar... Ben o hatayı bir kere yaptım. Benim çocuğum aslanı, kaplanı, zürafayı belgesellerde görsün. Biz kedi, köpek besleyelim, sokaktaki hayvanlara yardım edelim yeter. Vahşi ortamlarında olması gerekenlerin 2 metre yanlarına sokulmasına gerek yok. Geçen sene okulunda hayvanat bahçesine ve akvaryumlardan birine gezi vardı göndermedim. Göndermeyeceğim ve çocuğumu bu bilinçle yetiştirmeye de kararlıyım.

Irem Erdilek

Slingomom.com

Yazının devamı...

Çocuk sahibi olmadan fikir sahibi olanlar

Aklıma takılıyor. Görüyorum, duyuyorum en sonunda yazacağım dedim. Henüz çocuk sahibi olmadan diğer anne babaları eleştirenlere bir iki lafım olacak.

Sanırım dışarıdan bakınca ufacık bir bebeğe yetemiyor gibi gözüküyoruz. Hani şikayet ediyoruz ya uykusuzluktan, yorgunluktan, hani okula gitmediklerinde karalar bağlıyoruz ya beceriksiz oluyoruz sonra da... Kolay tabi uzaktan ahkam kesmek, eleştirmek. Oysa bilemez ki insan bebeği kucağına almadan, çocuğun uykusu beslenmesi hastalığı ile uğraşmadan, 2 yaş hezeyanları ile karşı karşıya kalmadan çocuk sahibi olmanın ne demek olduğunu. İdealleri vardır herkesin elbette. Başkalarının yaptığı hataları tekrarlamayacağına dair söz verirsin kendine. Hamileyken özellikle bir sürü kitap okur, satır satır ezberler, tek doğru orada yazan zannedersin. Hatta çok yakın arkadaşının bebeğiyle vakit geçirince ya da aileden bir başka ufaklığın büyümesine şahit olunca konuya hakim zannedersin kendini. Hata! Büyük hata! Biz geçtik oralardan da o yüzden biliyoruz.?

Çünkü yetmez hiç biri. Yaşamayınca, uykusuz kalmayınca annelerin neden şikayet ettiğini anlayamaz kimse. Biliyorum bir sürü insan özellikle sosyal medya sayesinde anne olan arkadaşlarının zaman zaman çığlıklarına şahit oluyor. Bize bakarsanız, çocuk sahibi olmak zor. Mutlaka bir yardımcıya ihtiyaç duyuyoruz. Hem ev işi, hem çocukla uğraşmayı beceremiyoruz. Hep şikayet halindeyiz. Oysa modern dünyanın nimetlerine şükredip sesimizi kesip oturmalıyız. 'Madem öyle neden çocuk yaptınız?' sorusuna bile maruz kalabiliyoruz. İşin gerçeği nedir ben söyleyeyim: çocuk sahibi olmak çok zor.

Daha doğrusu çocuklu hayat eskisine göre daha detaylı, daha kaotik ama daha komik, daha hareketli, daha deli bir şey. Çok seviyorsunuz çünkü. Birisi/birileri kalbinizi yerinden çıkarıp elinize veriyor sanki, öyle atıyor artık kalbiniz. Hem korkutucu hem de muhteşem bir duygu yaşadığınız. İşte bu yüzden çocuk sahibi olmaktan asla pişmanlık duymuyoruz ama yoruluyoruz elbette. Yardıma da ihtiyaç duyuyoruz. Yeri geliyor tuvalete bile gidemiyorsunuz kucağınızdaki sizi bırakmadığı için. Kapıyı biri çalsa da 5 dakika nefes alsam, diyorsunuz. Sonra kucağınızdaki miniğin insanı sarhoş eden süt kokusuyla dünya yine dönüyor ayaklarınızın altında. Böyle bir şey anne olmak. Asla yapmam dediğiniz çoğu şeyi yaptığınız bir kimliğe bürünüyorsunuz üstelik. Tükürdüğümüzü itinayla yalarız zaten. Çünkü hayaller ve idealler çocuğa vız gelir. Ama diyorsanız 'ben böyle anne olmayacağım' tutmayayım ben sizi.

Ya da şöyle diyeyim, umarım sizin bebeğiniz gazsız olur. O çıldırtıcı ve insanı çaresiz bırakan kolik ağlamalarını yaşamazsınız. Akşam emzirip yatırırsınız, sabah uyanırsınız. Sonra katı gıdaya kolayca geçersiniz, her önüne verdiğinizi de yiyen bir çocuğunuz olur. Dilerim size her konuda ayak uydurur, 2 yaş sendromunun ne olduğundan bile haberiniz olmaz. Kolayca emziği, bezi halledersiniz. Yuvaya ilk günden alışır sizi hiç üzmez. Umarım annelik dendiğinde her şey toz pembe olur hayatınızda. Grilikler olmaz hiç.

Ama bir dakika, ortada bebek yok değil mi, belki de henüz düşünmüyorsunuz bile?! Öyleyse o zamana kadar sessizce dağılabiliriz.

Irem Erdilek

Slingomom.com

Yazının devamı...

Şimdiki Aklım Olsaydı

İnsan tecrübe kazandıkça geriye dönüp bakıyor ve hatalarından ders çıkarıyor. Annelik, zaten tükürdüğünü yalama sanatı, o ayrı bir yazı konusu olur. Henüz hamile değilken konuştuklarımız, ideallerimiz, yapmayı planladıklarımız itinayla çöpe gidiyor çoğunlukla. Çocuklu hayat daha önceki hiçbir yaşantıya benzemiyor. Keyfi, sevgisi ayrı; yorgunluğu, zorlukları ayrı. Şimdi ikinci bebeğini bekleyen bir anne olarak şimdiki aklım olsaydı ilk bebeğimde neler yapardım diye düşünmeye başladım. Öncelikle hayatı daha basitleştirirdim, daha kolaylaştırırdım kendime. Sonra da…

Hamileyken daha çok fotoğraf çektiririm. Nedense bir gıcıklık(!) vardı üstümde ve hamile halimle fotoğraf karelerine girmek istemiyordum. Nedenini sormayın bilmiyorum. Kendimi iyi hissetmiyordum. Hayır, her şey yolundaydı ama benim aklım nerelerdeydi kim bilir.

Emzirme eğitimine giderdim. Ne eğitimi canım demeyelim. Anneliğin eğitimi de olur, emzirmenin de. Çoğumuz doğumdan sonra doğal olarak ve yakın çevremizin yardımlarıyla emzirmeye başlamışızdır. Şanslı olanlarımız konuya hemen adapte olup bu işi başarıyla sürdürmüşlerdir ama sanırım çoğu acemi anne emzirme ile ilgili sorunlar yaşıyordur. Ben acıdan ve ağrıdan ağlayarak emzirdim. 15-20 gün canım yandı, sonra geçti ama ben 9 ay boyunca sevmeden emzirdim. Belki diyorum biraz daha bilgili olsaydım, emzirmeyi doğru pozisyonlarda önceden başlasaydım benim için bu kadar travmatik olmazdı.

Yanıma yatırmazdım. Gece uykularım ağır basınca tembellik yapıp işin kolayına kaçmaz, emzirip gazını çıkarıp rahatlattığım bebeğimi kendi yatağına yatırıp, yanında uyumasını beklerdim.

Her bulduğum vakitte uyurdum. Yeni bebekle kalakalıyor ya insan. Bir daha hiç nefes alamayacakmış geliyor önceleri. O her uyuduğunda da fırsat yaratıp kendine bakmaya çalışıyorsun. Oysa şimdiki aklım olsa kahve içeyim, telefonla konuşayım, kendime vakit ayırayım diye sızlanacağıma gider yatağa yarım saat de olsa uyumaya çalışırdım.

Her gelen yardım teklifini kabul ederdim. Acemi annelik hevesiyle bebekle ilgili her işin altından kalkacağımız sandım. Ne var canım gece uyanmakta ukalalığını da yaptım, ‘yok siz ellemeyin ben hallederim’ saçmalığını da… Neyi hallediyorsun o uykusuz halinle. En azından çoğu lohusanın yanında birileri vardır. Annesi, kayınvalidesi, kardeşi, bir şeyi. Gelen yardımı asla geri çevirmemeli gurur yapıp. Beceremiyor denecek zannnedip her işe atlamamalı. Yorgunsan dinlenmelisin.

Gereksiz bebek alışverişleri yapmazdım. İlk bebekte herkes kesenin ağzını açıyor ve gördüğünü beğendiğini almak istiyor ve hatta alıyor. Sonra o alınanların neredeyse yarısı boşa gidiyor. Ya bir iki kullanımda kaldırılıyor ya da henüz ilk kullanımda mamnun kalınmayıp bir başkasına veriliyor. Ben mesela ne almazdım? 1) Dev mama sandalyesi almazdım. O kocaman ayaklarıyla bebeğin dengeli bir şekilde durmasını sağlıyor belki ama o ayaklara takılıp kaç kere düşme tehlikesi geçirdiğimi bilmiyorum bile. Mutfağın yarısını da kaplıyor. Onun yerine ev tipi ana kucaklarında katı gıdaya geçiş dönemini atlatır sonra da herhangi bir sandalyenin üstüne takılan booster – yükseltici mama koltuklarından kullanırdım. Ham daha ucuz hem de daha pratik. Üstelik o mama koltuklarını istediğiniz yere de taşıyabiliyorsunuz. 2) Sadece ilk 6-7 ay kullanılan o kocaman pusetlerden almazdım. Hafif, pratik, sağlam bir baston puseti 3 yaşına kadar rahatlıkla kullanıyorsunuz. İlk zamanlar sling ve anakucağı ile gayet güzel idare ediliyor zaten. O kocaman tekerlekli, ağır, katlandığında arabanın bagajının yarısını kaplayanlar her ne kadar göz alıcı olsa da çok seyahat eden, gezen bir aile için faciaya sebep olabiliyor. En basitinden karı-koca birbirinize girebiliyorsunuz ağırlığı ve boyutları yüzünden.

Yuvaya daha erken gönderirdim. Koray yuvaya başladığında 3 yaşına yaklaşıyordu. Ondan önce saatli oyun gruplarına götürüyordum. Sonra yuvaya iki günde adapte olduğunu görünce fark ettim ki o buna çoktan hazırmış. Kendi yaşındakilerle birarada olmak müthiş bir kendine güven veriyor çocuğa. Hem mutlu oluyor hem de sosyalleşiyor. 2 yaşında bir çocuğun yarım gün de olsa kendi yaşıtlarıyla birlikte olması harika bir şey.

Bir aksilik çıkmazsa ikinci bebekte yukarıdaki pişmanlıklarımın üstesinden gelip kendimce daha doğru olanı yapacağım.

Irem Erdilek

Slingomom.com

Twitter.com/slingomom

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.