SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Yaz tatilinin misafiri: Korona

Mart ayından beri süregelen ve günümüzde sosyal hayatta köklü değişikliklere neden olan yeni tip korona virüsün (SARS-CoV2) yaz aylarındaki durumu ile ilgili pek çok spekülasyon mevcut. Uzaktan eğitimin sona ermesi ile birlikte tatil planlarının yapılmaya başlandığı bugünlerde herkesin aklında sorusu ve içinde kuşkusu ile yerini almış durumda SARS-CoV2. Pandeminin yaz aylarında hafifleme olasılığı, tatil sırasındaki sosyal hayat, dondurma gibi yazlık gıdaların durumu gibi pek çok soru özellikle bugünlerde kafaları meşgul etmekte.

Konuyu anlatmaya virüslerin hava sıcaklığı ve mevsimlerle olan ilişkisini inceleyerek başlayalım. Hepimiz viral enfeksiyonların özellikle sonbahar ve kış aylarında daha sık görülen hastalıklar olduğunu biliyoruz. Hava sıcaklığının bu duruma etkisi yadsınamaz. Özellikle zarflı virüslerin ısı değişimi ile birlikte etkisini kaybetmeye başladığını ancak bu etkilerin 50-60 derece gibi yüksek ısılarda çok belirgin olduğunu da eklemek lazım. Bununla birlikte pandemi sürecinde yapılan demografik çalışmalar SARS-CoV2’nin özellikle soğuk ve nemli ortamlarda daha etkili olduğunu gösteriyor. Sıcaklık dendiği zaman üzerinde durulması gereken bir diğer faktör de UV ışınları. UV ışınları virüsün çoğalmasını engelleyen bazı etkiler göstermekte.

Peki yaz ve kış mevsimi arasında, viral enfeksiyonların görülme olasılığı açısından etkili başka faktörler var mı? Yaz aylarında havanın ısınması ile birlikte sosyal hayatın, açık havaya taşınması viral hastalıkların kişiden kişiye yayılma olasılığını azaltan bir faktör. Özellikle sonbahar başlangıcı ile birlikte çalışanların kapalı işyerlerine dönmesi, okulların açılması ve toplumun sosyalleşmek için kapalı mekanları tercih etmesi SARS-CoV2 gibi damlacık ve temas yolu ile bulaşan viral hastalıkların artışına sebep olan bir diğer faktör.

Bu açıklamaların hemen ardından bu yaz dönemi ile ilgili merak edilen ve sıklıkla sorulan bazı soruları cevaplandırmak istiyorum.

Denize girmek SARS-CoV2 bulaşma olasılığını arttırır mı?

Temel özelliklerine bakıldığında korona virüs, damlacık ve temas yolu ile bulaşmaktadır, su ile bulaştığına dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bu nedenle denize girmek direkt SARS-CoV2 bulaşmasına neden olmaz. Ancak mesafe ve maske kuralına uymadan plaj gibi kalabalık ortamlarda bulunmak, denize girerken 1,5 m mesafe kuralına uymamak bulaşma riskini arttıracaktır.

Bir yazklasiği olan dondurma yemek riskli mi?

SARS-CoV2’nin gıdalar aracılığı ile bulaştığını bildiren bir veri yok. Bu nedenle dondurma yemek direkt olarak riski arttırmaz ancak dondurma alınan yerlerde mesafeye özen göstermek, dondurma satıcılarının maske kullanımına ve el temizliğine dikkat etmesi SARS-CoV2 bulaşma riskini azaltmak açısından önemli konulardır.

Yaz aylarında, açık havada koşu veya bisiklet gibi egzersizlerde maske takmak gerekli mi?

Koşma ve bisiklete binme aktiviteleri sırasında karşılıklı olarak yeterli mesafe korunduğu zaman temas süresi çok kısa olacaktır. Bu nedenle bisiklet kullananların ve koşanların egzersiz sırasında maske takmalarına gerek yoktur. Hatta maske ile egzersiz yapmak yueterli oksijen alınamaması ve buna bağlı sağlık sorunlarının ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Bununla birlikte toplu bisiklet sürüşlerinin ve toplu koşuların yapılmaması, bunun yerine bireysel egzersizlerin tercih edilmesi yerinde olacaktır.

Klima, SARS-CoV2 açısından tehlikeli midir?

Klimalar, kapalı bir alandaki havayı devri daim ettirirler. Bu nedenle havalandırılmayan kapalı bir alanda klimanın çalıştırılması, havada var olan virüslerin alanın tamamına yayılmasına sebebiyet verir. Bu nedenle mümkün olduğu kadar pencere açma gibi doğal havalandırma ve serinletme yöntemlerini kullanmak, klima kullanılsa dahi kapalı alanları aralıklı olarak havalandırmak gerekmektedir.

Bu yaz tatile gidelim mi?

Mart ayında hayatımızın göbeğine oturuveren bir virüs SARS-CoV2. Her geçen gün virüs ile ilgili bilgimiz ve deneyimimiz artıyor ve bugüne dek elde ettiğimiz veriler bu virüsün etkin, spesifik bir tedavi veya aşı bulunmadıkça kısa sürede tamamen temizlenemeyeceğini gösteriyor. Bir yandan da hayat yavaş da olsa akmaya devam ediyor. İşte “yeni normal” olarak adlandırdığımız bu düzende var olan alışkanlıklarımızı düzenleyerek devam ettirmemiz gerekmekte. Bu nedenle günümüzde virüsün bulaşmasını önlediği (veya riski azalttığı) bilinen maske-mesafe-temizlik konusundaki önerilere dikkat ederek sosyal hayatımızı devam ettirmemiz yerinde olacaktır. Mümkün olduğunca açık havada kalıp kapalı mekanlarda kalmamaya özen göstererek, maske kurallarına uyup el temizliğine önem verdiğimiz bir düzende yaz tatili yapmamız yerindedir. Ancak her türlü önleme rağmen SARS-CoV2 hastalığının belirtileri gelişecek olursa en kısa zamanda en yakın sağlık kuruluşuna, kuralına uygun şekilde başvurmalı ve gerekli tetkik, tedavi ve karantina sürecinin başlamasını sağlamalıyız.

Keyifli ve sağlıklı bir tatil dönemi geçirmeniz dileği ile

Doç.Dr.Cem Arıtürk

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

www.cemariturk.com

Facebook:@docdrcemariturk

Instagram:@cem.ariturk

YouTube:@docdrcemariturk

Yazının devamı...

Yaşanası kentler için bisiklet

2001 yılında ilk defa bisikletle İstanbul’da trafiğe çıktığımda bir kırmızı ışıkta durdum. Yan arabanın 40'lı yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim, düzgün giyimli, hafif şakaklarındaki saçları kırlaşmış sürücüsü, aracın camını (henüz cam filmi olmadığı için cam açılmadan da sürücüyü görebiliyordum) açarak üstten konuşur bir üslup ve ses tonu ile uyardı: “Burada bisiklet kullanamazsın, araba yolu burası!” Hem gençliğimin hem de bilgisizliğimin etkisi ile tedirgin oldum ve o gün yolun geri kalanını kaldırımlardan gittim. Daha sonra serdeki gençlik, trafiğe çıkmama engel olmadı tabii ama bir yandan da okuyup araştırmaya ve öğrenmeye başladım. Aradan geçen 20 yılda okul servis şoförü tarafında sabahın 06:30’unda sıkıştırılıp, elde levyeyle tehdit edildiğim de oldu; üzerime direksiyon kıran siyah renkli protokol aracı da gördüm, duyduğumda yüzümü kızartacak küfürler eden kadın şoför de. Bugün bisikletli ulaşım hakkında hem teorik hem de pratik açıdan ciddi bir bilgi birikimine sahibim ve şehir içi ulaşımımı aksi olmadıkça bisikletim ile sağlıyorum. Bir yandan da o yaz günü, yan arabadan beni uyaran “beyefendi”nin bu süreçte kendine bu konu ile ilgili neler kattığını merak etmekten alamıyorum kendimi (Bilinçli ve saygılı araç sürücülerini tenzih ederim).

2019 yılının başında Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıkladığı verilere göre Türkiye’de 2009-2019 yılları arasında toplam 1.182.491 trafik kazası olmuş ve bu kazalarda 52 binden fazla insan hayatını kaybetmiş ve 300 binden fazlası da yaralanmış. 2000'li yıllarda trafik terörü olarak adlandırılan bu gerçek, günümüzde korona virüs pandemisi verileri ile boy ölçüşebilecek boyutlara yaklaşmakta. Peki sadece böyle bir verinin bile üzerinde düşünülmesi gerekliliği açıkken, neden sadece istatistikleri tutup kafamızı kuma gömüp soruna bir çare bulmuyoruz veya bulmaya çalışmıyoruz?

Pandeminin yaşandığı dönemde İstanbul’da ulaşıma rahatlık getirmesi amacı ile belirli rotalarda pop-up bisiklet yolları (geçici olarak planlanan ancak kullanım durumuna göre kalıcı hale çevrilebilecek) planlandı ve oluşturuldu. Keza Türkiye’de Eurovelo rota ağına sahip olan tek şehir olma ünvanını elinde bulunduran İzmir’de de bugüne dek yapılan bisiklet yolu yatırımlarına yenileri eklendi. Benzer girişimler pek çok başka şehirde de vücut buldu. Gerçi bundan önceki yıllarda da pek çok şehirde benzer girişimlerde bulunulmuş ancak pek çoğu; yanlış yapılandırma, yetersiz altyapı, eğitim eksikliği ve teşvik problemleri nedeni ile geçici girişimlerden öteye gidememişti. Bunlardan en karikatürize olanı ise 2018 yılında kentliler tarafından, “trafiği aksattığı” sebebi ile oylama yapılarak kapatılan Isparta’daki bisiklet yolları idi kanımca. Yaşadığım yer olan İstanbul Kadıköy’de de 6-7 sene önce Bağdat Caddesi’ne, bugünkü yazımı yazmama neden olan pop-up bisiklet yolunun olduğu rotada yapılan bisiklet yolu ise, motorlu taşıt hegemonyasına sadece birkaç ay dayanabilmişti. Yine aynı yerde -İstanbul Kadıköy İlçesi’nde Göztepe Parkı ile Yoğurtçu Parkı arasında- yapılan bisiklet yolu da az önce bahsettiğim ağabeyi ile aynı kader yolunda yürüyor gibi.

Mayıs ayında, 4 şeritli Bağdat Caddesi’nden 1 şerit, dubalarla ayrılarak bir bisiklet yolu düzenlendi. Bağdat Caddesi’nde Göztepe Parkı’ndan başlayıp Yoğurtçu Parkı’nda sonlanan bu yol kendi içindeki sorunlara ve planlama aksaklıklarına rağmen, “bir yerden başlamalı” mantığına göre iyi ve yerinde bir girişimdi. Yol yapıldıktan sonraki 2 hafta içinde, bisikletlilerden gelen istekler ve belirlenen eksiklikler doğrultusunda değişiklikler ve tamamlamalar yapıldı. Türkiye’nin ve İstanbul’un en yaşanası yerlerinden biri olan Kadıköy’ün çehresine yakışır bir hale büründü. Ama gel gör ki başta motorlu araç sürücüleri olmak üzere alışkanlıklar dışında bir oluşumdan rahatsız olan vatandaşlar nedeni ile daha emekleme çağındaki bu bisiklet yolu yavaş yavaş hırpalanmaya başlamış durumda. Kuralları hiçe sayarak yolun sağına park eden araçları, sinyalsiz kuralsız makas atan sürücüleri, ceplerden taşarak yolu işgal edenleri görmeyenlere nedense bu bisiklet yolunun varlığı fazla geldi. Bu yolu işgal eden araçları engellemek için dikilen ve daha yapım aşamasında kuralsızlıklara alışmış olmanın refleksi ile “dükkanımın önünü kaparsa kırarım ben bunları” diye tehdit edilen dubaların ve uyarı levhalarının belli bir bölümü ya sökülmüş ya da kırılmış durumda. Özellikle market, mağaza önlerindeki ceplere parkeden araçların hemen tamamı bisiklet yoluna taşarak ulaşımı olumsuz yönde etkiliyor. Ayrıca yine market ve mağazaların önünde mal indirme ve yüklemesi yapan araçların da bisiklet ulaşımını engellediğini söylemek lazım. Araba sürücülerinin sola dönüşlerde, kullandıkları aracın “motor hacmi ile doğru orantılı olacak şekilde” agresif tutumu, dörtlü flaşörleri yaktıkları anda her hareketi yapıp her yerde durabileceklerine inançları, bisikletin trafikteki yeri ve kuralları ile ilgili cahillikleri ise zaten aşılması gereken diğer sorunlar. Tabii bu eleştirileri yazarken bisiklet kullanımını destekleyen, hoşgörülü, kural ve kanunlara uyan, saygılı araba sürücülerini hem tenzih ediyorum hem de her birine gönülden teşekkür ediyorum.

Bunca sorunu saydıktan sonra çözüm önerileri sunmamak Nasrettin Hoca’nın göle maya çalmasına benzer. Gerçi çözüm önerilerinin de ne kadar dikkate alındığını tartışmak lazım ama şu gerçek ki biz bisikletlilerin ve dahası güzel, temiz, yaşanabilir bir şehir isteyen herkesin bu çözüm yollarını bilmesi ve desteklemesi şart.

Yapılan bilimsel çalışmalar ve daha önce bisikletli ulaşım kültürünü kendi şehir ve ülkelerinde oturtmuş yönetimlerin hangi yolu izlediğini bilmek sanırım yapılabilecek en önemli şey. Eğitimin önemini vurgulayarak ancak en önemli madde olmadığını da belirterek başlamak istiyorum. Az sonra irdeleyeceğim Hollanda örneğinde, ana sınıfından başlamak üzere her çocuğa trafik eğitimi veriliyor. Zaten ailesinden, bisiklet kültürünü alan çocuk, okul eğitiminde de bisikletin trafikteki yerini pekiştirmiş oluyor. Sanırım yarından tezi yok Milli Eğitim Bakanlığı’nın trafik dersi konusunda somut ve pratiğe yansıyabilecek nitelikte adımlar atması şart. Gelelim elimizdeki en güçlü verilere. Hollanda gibi, toplamda 35000 kilometrelik bisiklet yolu bulunan ve kişi başı yılda 1000 kilometreye yakın bisikletin sürüldüğü bir ülkenin geçmişine göz atalım. 1970lerde benzin krizi, trafik kazası ölümleri, şehir içi trafik ve park problemi gibi kulağa çok tanıdık gelen sorunlarla boğuşan bu 17 milyon nüfuslu Kuzey Avrupa ülkesinin bir bisiklet ülkesi haline gelmesi sadece 50 yıllık bir süreç. Bu süreçte yapılan ilk hamle, gerekli altyapı ve planlama ile bisiklet yollarını yapmak. Bisiklet yollarından kasıt, 4 şeritli bir yolda misafir bir şerit ayırmak değil, aksine şehrin tamamında, altyapılı ve bisiklet kullanımını kolaylaştıracak, teşvik edecek yollar oluşturmak. Hatta arabaların “misafir” olarak görüldüğü kent bölgeleri yaratmak. Bununla yetinmeyen yönetim kademeleri arabaların şehir içine girişini kısıtlayacak bir takım önlemler aldı. Bu önlemler dahilinde vergilendirme sistemleri, yüksek park ücretleri, olası kazalarda çok ciddi yaptırımlar mevcut. Trafik kanunları, bisikleti ve bisikletliyi koruyup kollayacak şekilde düzenlendi. Aslında tüm bunlardan önemlisi alınan her tür önlem yerel ve genel yönetimler tarafından ısrarla ve inatla, cesur ve istikrarlı bir şekilde devam ettirildi. Öyle ki 2019 yılının başında Hollanda hükümeti, 200 bin vatandaşını daha arabadan indirip bisiklete bindirebilmek için, sürülen kilometre başına 0,29 euroluk bir teşvik paketi açıkladı. İşte tüm bu süreçlerden geçen bir diğer ülke olan Danimarka’daki şu istatistik istikrarlı ve devamlılığı olan bir sürecin ve yol yapmaktan önce algı ve zihniyetin değişmesini sağlamanın ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından çok çarpıcı; Danimarka’da toplam çalışan nüfusun %9'u işine bisikletle gidip geliyor ve 2 veya daha fazla çocuğu olan ailelerin üçte birinde bir kargo bisikleti mevcut.

Tüm bunların ardından bir çuvaldız da kendimize. Kurallara uygun, defansif sürelim Güvenlik ekipmanlarımızı mutlaka takalım. Kuralsızlıklara karşı uygun üslupla, nezaketten taviz vermeden ancak hakkımızı da yedirmeden, ısrarla, istikrarlı bir şekilde tavır alalım. Gerekli durumlarda ilgili yönetimlere ve yetkililere sorunları bildirelim, hakkımızı arayalım. Bisiklet medeniyettir; temiz, sürdürülebilir, sakin ve keyifli kentler için bisiklet trafikteki tek çaredir.

Güneşli ve keyifle pedalladığınız bir hafta dilerim.

Yazının devamı...

Kasık ağrısı kader değil

Ağrı, olmuş veya olası doku hasarıyla bağlantılı ya da bu tür bir hasar üzerinden tanımlanan nahoş bir duyusal veya duygusal deneyim olarak tanımlanmakta. Tanımdan da anlaşılacağı üzere sübjektif bir yanı bulunan ağrının en önemli ortak özelliği, “çekenin“hayat kalitesini bozmasıdır. Bu nedenle de öncelikle ağrının kesilmesi ve sonra da ağrıyı yaratan nedenin ortadan kaldırılması önemli bir konudur. Ancak ağrıyı yaratan sebep ya da sebepler, tam olarak tanımlanamadığında esas sorun başlamakta ve hastalar müphem, çözülemeyen bir ağrıyla baş başa kalmaktadır.

Özellikle doğurganlık çağındaki kadınların en sık yakınmalarından biri de karnın alt kısmında ve kasık bölgesinde hissedilen ağrılardır. Öyle ki pelvik ağrı, günümüzde kadınların kadın hastalıkları ve doğum uzmanlarına başvuru sebepleri arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Toplumda kadınlarda yaklaşık yüzde 20 sıklıkta görülen kronik pelvik ağrının menstrüel döngü kaynaklı doğal ağrılar, endometriozis, yumurtalık kistleri, idrar yolu enfeksiyonları, fibromyalji, psikiyatrik sorunlar gibi pek çok sebebi bulunmaktadır. Pelvik Konjesyon Sendromu (PKS) da kronik pelvik ağrı yapan önemli sebeplerden bir tanesi olmakla beraber birlikte az bilinen ve tanı konması görece zor olan bir durum olması sebebiyle genellikle atlanan bir tablodur.

PKS'ye; gebelik, şişmanlık, geçirilmiş toplardamar trombozları vb. çeşitli sebeplerle karın içinde bulunan ve kadın genital organlarının kanını toplayan toplardamarların varisleşmesi neden olur. Hastalarda ağrı ile birlikte kasıklarda ve karnın alt kısımlarında dolgunluk hissi de bulunmaktadır. Bu hastalığa yakalanan kadınlarda, adet dönemi ağrıları, beklenenden ve normalden daha şiddetli olabilir. Bacaklarda ve kasık bölgelerinde varis görülmesi, PKS'li hastalarda sık gözlenen bir tablodur.

Tanı koymada ilk basamak görüntüleme yöntemi doppler ultrasonografidir ancak şişmanlık, anatomik sorunlar, bağırsaklardaki gaz gibi sebeplerle yeterli bilgi elde edilemeyebilir. Bu nedenle özellikle kadın hastalıkları muayeneleri sırasında yapılan transvaginal ultrasonografiler, tanı açısından çok değerlidir. Doppler USG inceleme sonrasında hastaların bir kısmında MR venografi, BT venografi veya konvansiyonel venografi ile ilgili toplardamarların detaylı incelenmesi ve haritalanması gerekmektedir.

Tedavi için pek çok seçenek bulunmakla birlikte hastalıktaki en önemli basamak, konusunda uzman bir damar cerraha ulaşabilmektir. Doğru, düzgün ve kesin sonuca götürecek bir tedavi süreci için hastanın anatomik özellikleri, damar yapısı ve hastalığın meydana geliş şekli detaylı biçimde ortaya konmalı ve eldeki tedavi seçeneklerinden hastaya, hastalığa uygun olanı seçilmelidir.

Tedavide kullanılabilecek birtakım ilaçlar mevcuttur. Hormon dengesini kuracak bazı ilaçlar hastalığın ilerleme hızını azaltabilir ve bazen ilerlemeyi durdurabilirler. Bununla birlikte pelvik ağrının geçirilmesi için çeşitli ağrı kesiciler kullanılabilmektedir.

Girişimsel tedaviler içinde en önemli teknik, katater aracılığı ile sorunlu pelvik toplardamarların embolizasyonu yani kapatılmasıdır. Kasık veya boyun toplardamarı aracılığı ile yapılan bu girişimlerde pelvik bölgede yer alan genişlemiş, yapısal olarak bozulmuş toplardamarlar saptanır. Sorunlu olan bu damarlar spiral yapılı teller, köpük tıkayıcılar veya birtakım ilaçlar aracılığı ile kapatılırlar. Doğru endikasyonlarla ve düzgün bir teknikle yapılan işlemlerde teknik başarı yüzde 95'in üzerinde, tekrarlama olasılığı ise yüzde 10’un altındadır.

İşlemler yılın her mevsiminde yapılabilir ve hastalar aynı gün içinde taburcu olarak ertesi gün iş ve sosyal hayatlarına kaldıkları yerden devam edebilirler. İşlem zamanlamasının adet dönemi ile ilgisi bulunmamaktadır. İşlem sonrası doğurganlık ve adet düzeninde herhangi bir değişiklik meydana gelmez.

Unutmayın, ağrı kader değildir. Nedeni bulunmalı ve çözüme kavuşturulmalıdır.

Sağlıklı ve ağrısız bir hafta dilerim.

 

Doç.Dr. Cem Arıtürk

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

www.cemariturk.com

Facebook:@docdrcemariturk

Instagram:@cem.ariturk

YouTube:@docdrcemariturk

Yazının devamı...

Sağlık için Sanat

Mart ayının ortalarından itibaren tüm sanatsal aktiviteler birer birer iptal edildi. Kapalı alanlarda, 1,5 metrelik mesafenin korunamayacağı gerçeği ve Hollanda’da bir orkestranın tüm sanatçılarının konser sonrası hastalanması haberi bu kararın ne kadar yerinde olduğunun kanıtı aslında. Ancak içimizdeki özlem büyük. Tiyatro, opera, bale ve konserler gibi insanın ruhunu besleyen kültür ve sanat aktivitelerinden uzak kalmak, bu dönemin zorlayıcı yanlarından bir diğeri. Bu dönemde pek çok orkestra, tiyatro, opera ve bale gösterileri çeşitli elektronik kanallardan serbest erişim ile meraklılarına ulaştırılıyor olsa da 5 duyumuzu birden kullanarak yıllanmış, ahşap ve toz kokan salonlarda, ağır aheste açılan bordo perdenin arkasında heyecanla beklenen sanatçılarla aynı havayı soluyup, sonunda el patlatırcasına alkışlayarak seyredebilmek büyük keyifmiş. Bu keyfi en kısa zamanda yeniden yaşayabilmeyi umut ediyorum.

Pandemi döneminde toplu olarak yapılması ve bulaşmaya neden olabilecek özelliklere sahip olması nedeni ile kısıtlanan sanat ve kültür aktivitelerinin sağlık açısından olumlu etkileri saymakla bitmez. Yapılan bilimsel araştırmalar; hem sanat icrasının hem de sanat aktivitelerine katılmanın öncelikli olarak ve sonra da açıdan olumlu etkilerini kanıtlamış durumda. Sadece yazmak ve günlük tutmak bile kronik hastalığı olanlarda seyri olumlu etkileyen bir faktör olarak karşımıza çıkmakta. 2004 yılındaki bir çalışma, tiyatro gösterilerine katılmaya teşvik edilen yaşlı bireylerin 4 hafta sonra psikolojik olarak olumlu anlamda gelişim gösterdiklerini ortaya koymuştur. Benzer şekilde Bologna'da yapılan ve 90 kişinin katıldığı bir çalışmada, denekler Vicoforte Kilisesi’nin içindeki ve duvarlarındaki sanat eserlerini incelemişler. Bu sanat ve kültür gezisinin öncesinde ve hemen sonrasında tüm deneklerin kan ve tükürük örneklerinden kortizol seviyelerine bakılmış. Özellikle stres yanıtı olarak yükselen kortizol seviyesinin depresyon, yorgunluk gibi psikolojik etkilerinin yanı sıra başta mide ülseri olmak üzere pek çok hastalığın patolojisinde rol oynadığı bilinmekte. Araştırmanın sonuçlarına göre çalışmaya katılanlarda tükürük ve kan kortizol seviyesi %60 oranında azaldığı saptanmış. HIV adı verilen bir virüsün sebep olduğu AIDSli hastalarda yapılan araştırmalarda ise müziğin ve sanatsal aktivitelerin, bağışıklık sistemini düzenlemeye yardımcı olduğu görülmüş. Benzer çalışmalarda, vücudun savunma sistemi mekanizmalarından biri olan CD4+ T lenfositlerin, yaratıcı sanatla uğraşan kişilerin kanlarında arttığı saptanmış ve yaratıcı sanat terapisinin kronik ağrı yönetiminde de yardımcı olduğu gösterilmiş.

Konu gelmişken müziğinni mutlaka vurgulamak lazım. 2014 yılında yapılan bir incelemede müzik veya bir enstrüman eğitimi almış insanların her iki beyin yarım küresi arasındaki bağlantıların daha kuvvetli olduğu gösterilmiş. Müzik “icra etmeyen” ancak müzik dinlemekten keyif alanlar için de iyi haberlerim var. Müzik dinlemenin bağışıklık sistemini güçlendirici etkisi yanında, stresli uyaranlara karşı ve tepkileri azalttığı biliniyor; yani özetle müzik ruhun olduğu kadar bedenin de gıdası olarak ön plana çıkıyor. Araştırmalara göre müzik dinlemek kısmen amigdala ve hipotalamus (beyinde bulunan bölgeler) eylemleri yoluyla bağışıklık sisteminde etkili bir şekilde çalışmaya yardımcı olabilmekte ki bu beyin bölgeleri, ruh halinin düzenlenmesi ve hormonal süreçlerin yanı sıra vücudun inflamasyon tepkisinde de rol oynadığı bilinen alanlar. Unutmadan; müziğin, kardiyovasküler sistemde de hipertansiyonu engelleyerek, kalp atışlarını düzene sokarak olumlu etkilere yol açtığını da vurgulamak gerekir.

Açık bir şekilde görülüyor ki yazmak, müzik, heykel, tiyatro gibi türlü sanat dalında hem icra eden olmak hem de izleyici olmak sağlık açısından da faydalı. Günümüzde bilinmekte olan nöroimmünolojik yolakları da hesaba katacak olursak kanser başta olmak üzere kronik süreçli hastalıkların tedavisinde sanatın olumlu etkileri yadsınamaz. Özellikle kendi kavramı, bedeni, gelecek planları ile ilgili düşünce sürecinin yanında “başkaları” ve dünya algısı ile ilgili de köklü sorgulamalar yaşayan ve bu psikolojik süreçlerin patofizyolojik etkilerini de deneyimleyen kanser hastalarında sanat; bu süreçteki yeni yapılanmanın en sağlam harcı olabilecek niteliktedir. Ve pek çok hasta bu zorlu dönemini bu sayede daha rahat geçirebilmektedir.

En kısa zamanda özlediğimiz salonlara, konserlere, gösterilere kavuşabilmek ümidi ile...

Sanat dolu bir hafta dilerim.

Doç.Dr.Cem Arıtürk

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

www.cemariturk.com

Facebook:@docdrcemariturk

Instagram:@cem.ariturk

YouTube:@docdrcemariturk

Yazının devamı...

Yazın varis tedavisi olur mu?

Yaz geldi çattı. Bu sene baharı yaşamadık denebilir. Tomurcukların çiçeğe dönüşünü ancak evdeki veya balkondaki saksı çiçeklerimizden takip edebildik. Bu dönemi, evde ve rutin hayatımıza göre daha hareketsiz bir şekilde geçirdiğimiz için bazı toplardamar sorunlarının başlamış olması veya zaten bildiğimiz hastalıkların şiddetlenmiş olması muhtemel. Özellikle bahar geçişleri, havanın ısınması ve nem miktarının artması gibi olağan mevsimsel döngülerden etkilenen kronik venöz yetmezlik ve varis hastaları için -olağan şartlarda bile- bu ayların şikayetler açısından can sıkıcı olduğu bir gerçek. Bununla birlikte son 2 aydır hayatımıza olağanüstü bir değişiklik getiren pandemi nedeni ile hareketsizlik ve sürekli oturma gibi ek şartların hastalık belirtilerini daha da ciddileştirebileceğini akılda tutmak lazım.

Şikayetleri açısından mevsimsel özellikler gösteren varis ve kronik venöz yetmezliğin tedavisinde de bir takım mevsimsel özellikler bulunmakta. Bilindiği üzere varis hastalığının hem tıbbi hem de estetik amaçlı tedavileri bulunmakta. Olağan şartlarda skleroterapi (köpük tedavisi) sadece havanın güneşli olmadığı dönemlerde önerilmekte; yani Haziran ile Eylül arası dönem bu tedavinin uygulanması için pek de uygun değil. Çünkü bu dönemlerde uygulandığında kalıcı iz oluşması ve yapılan tedavinin başarısız olması gibi ihtimaller daha yüksek. Ancak bununla birlikte örümcek ağı tarzındaki varis damarları için, cilt üzerinden uygulanan lazer ve radyofrekans tedavileri yılın 12 ayında, mevsim ve hava şartlarından bağımsız olarak uygulanabilir. Lazer ve radyofrekans tedavilerinin en önemli avantajlarından birinin, güneşli havalarda yapıldığında iz bırakma ihtimalini arttırmaması olduğunu hatırlatmak ve vurgulamak lazım. Ancak yine de zamanlamaya karar verirken hekiminiz ile görüşmeniz ve önerilerini dinlemeniz en uygunu olacaktır.

Toplumda çok sık karşılaşılan ancak hem müphem şikayetleri hem de yavaş seyri nedeni ile çok dikkate alınmayan ancak ileri dönemlerinde bacak kaybına dek uzanabilecek ciddi komplikasyonlara neden olabilecek kronik venöz yetmezlik ve varis hastalığının tıbbi amaçlı tedavisinde ise durum, estetik amaçlı tedavilerden çok farklı. Hastalığın tıbbi amaçlı tedavisinde son 15 yıldır ameliyat, sadece seçili ve çok kısıtlı bir hasta grubunda uygulanmakta. İlaç ve çorap tedavisi ile takip edilen hasta grubu ise zaten kronik süreçte kontrollerine devam etmekte. Üçüncü ve son grup ise lazer, radyofrekans veya yapıştırıcı gibi girişimsel yöntemlerle kesisiz ve ameliyatsız tedavi edilebilecek hastalardır. Girişimsel yöntemlerin hem uygulanma özelliklerinden hem de işlem sonrasındaki iyileşme sürecinin hızlı ve sorunsuz olmasından dolayı bu hastaların tedavileri yılın 12 ayında da uygulanabilmektedir. Hava sıcaklığı veya güneş; işlemlerin iyileşme sürecine veya başarı oranına etki etmemektedir. Bununla birlikte hastaların aynı gün içinde, 2-4 saat sonra evlerine dönebilmeleri ve kaldıkları yerden normal hayatlarına devam etmeleri, ertesi gün iş ve sosyal hayatlarına tekrar dahil olmaları bu girişimlerin en önemli avantajlarındandır. Lazer, radyfrekans ve yapıştırıcı yöntemlerinden hangisinin hangi hastada kullanılacağı diğer bir soru olarak karşımıza çıkmakta; burada vurgulamam gereken şey, “iyi” veya “kötü” yöntem yerine “hastaya uygun yöntem” olduğu. Bu doğrultuda hastanın şikayet profili, hasta damar bölgesi (diz altı veya üstü), damar özellikleri (çapı, ne kadar kıvrımlı olduğu gibi), vücut yapısı, cilt altı yağ dokusu veya diğer problemler nedeni ile ek bir işlem uygulanıp uygulanmayacağı gibi bir dizi değişken uygun yöntemi seçmek konusunda değerlendirilmesi gereken kriterlerdir. Benzer şeklide bu üç yöntemden her birinde az oranda da olsa komplikasyon olasılığı bulunmaktadır. Bu nedenle uygulanacak yöntemin seçimi sırasında; hasta ve yakınlarına işlemlerin tekniği, başarı yüzdeleri, olası komplikasyonları ve sonrasındaki tedavi süreci hakkında detaylı bilgi verilmeli ve hasta ile hekim (hekimin önerisi ve profesyonel yönlendirmesi doğrultusunda) beraber karar vermeleridir.

Sağlıklı ve güneşli bir hafta dilerim.

Doç.Dr.Cem Arıtürk

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

Yazının devamı...

"Yeni Normal"de Bisiklet

Artık çok daha ihtiyatlı hareket edeceğimiz bir dönemin başındayız. Belki eski alışkanlıklarımızın pek çoğu sadece hatıralarda yaşayacak ve kim bilir belki de bugüne kadar rutin bellediklerimiz artık bizimle birlikte olmayacak. Bu değişimin paydalarından bir tanesi de ulaşım alışkanlıkları ve gayet açık görünen o ki bugüne kadarki ulaşım alışkanlıkları yerini, yenilerine bırakacak.

Özellikle metropol ve büyükşehirlerde günümüzde, motorlu taşıtların hegemonyasındaki ulaşım düzeni, geçtiğimiz 50 yıl içinde özellikle Kuzey Avrupa ülkelerinde yavaş da olsa değişmeye başlamıştı. Hatta Kopenhag başta olmak üzere Danimarka’da, Hollanda’nın genelinde ve Almanya, Belçika gibi Avrupa şehirlerinde bisikletlerin günlük ulaşımdaki rolü çok baskındı. Daha önceki makalelerimi ve sosyal medya hesaplarımı takip edenler, bu konu ile ilgili yazılarımı ve paylaşımlarımı hatırlayacaktır. Bugün ise gelecekte alışkanlığımız haline gelecek ve bugünlerde inşasına başlanan düzende, ulaşım açısından bisikletin önemini vurgulamaya çalışmak istiyorum. Bunu yaparken ise mevcut düzenin, bulunduğumuz değişim süreci açısından neden sürdürülebilir ve uygun olmadığını dolaylı olarak göstermiş olacağım.

2018 yılında ECF (European Cycling Federation=Avrupa Bisiklet Federasyonu) yayınladığı kapsamlı bir bildiride, bisiklet kullanımının dünyaya sağladığı avantajları detaylı olarak paylaştı. Mevcut ulaşım alışkanlıklarının olumsuzluklarını detaylı biçimde anlatan bu bildiri bisiklete yapılacak yatırımlarla; bireysel sağlık, toplumsal sağlık, çevre ve iklim koruma, sosyal ilişkiler, enerji ve kaynaklar, zaman ve alan, ekonomi ve geleceğe yönelik sürdürülebilirlik başlıklarında nasıl ilerleyebileceğimize net bir şekilde ışık tuttu. Aslında o dönemde henüz, bugünkü kaygılarımız yoktu ancak bu bildiride anlatılanların; günümüzde kaygısını taşıdığımız konular ve geleceğe yönelik değişim projeksiyonları ile ne denli örtüştüğünü anlatabilmek amacı ile bildiriyi özetlemek gerekli diye düşünüyorum. Motorlu taşıtların kullanıldığı günümüz ulaşım sistemi, bisikletin kullanıldığı bir sistem ile değiştirildiğinde neler olduğuna bir göz atalım.

Çevre ve İklim:

-Yılda 16 milyon tondan fazla CO2’ye karşılık gelen emisyon tasarrufu sağlıyor. (ki bu tasarruf yaklaşık olarak Hırvatistan büyüklüğündeki bir ülkenin yıllık karbondioksit emisyonuna eşit.)

-Yılda 400.000 erken ölüme sebep olan hava kirliliğinin azaltıyor.

-Yılda 8900 erken ölümün ve yılda 800.000 yeni hipertansiyon vakasının sebebi olan ses kirliliğini azaltıyor.

-Daha az altyapıya ihtiyaç olacağı için, toprak ve su kirliliğinin azaltılmasını sağlıyor.

Enerji ve Kaynaklar:

-Yıllık 3 milyar litre yakıt tasarrufu sağlıyor.

-Motorlu araç üretimi için gerekli kaynakların tasarrufunu sağlıyor.

Sağlık:

-Kardiyovasküler hastalıklar, diyabet, meme kanseri, kolon kanseri ve osteoporoz başta olmak üzere pek çok kronik hastalığın ve bu hastalıklara bağlı yıllık 20.000e yakın ölümün önlenmesi, bisiklet kullanımının faydalarından.

-Alzheimer hastalığı ve bilişsel seviye kaybı gibi beyin sağlığını etkileyen sorunları azaltıyor

-Depresyon gibi psikolojik sorunların önüne geçilmesine neden oluyor.

-Bisiklet kullanımı ile günlük işlere konsantrasyonun arttırılması mümkün oluyor.

-Azalmış hastalıklardan dolayı iş devamsızlıkları azalıyor.

-Günümüzün konusu olan sosyal mesafenin, ulaşım için bisiklet kullanıldığında kolaylıkla sağlanabilmesi

Zaman ve Alan:

-Yapılan sosyolojik çalışmalar, Londra gibi bir metropolde her gün işe gidip gelenler içinde, yolculuklarından en mutlu olanların bisiklet kullananlar olduğunu gösteriyor.

-Bisiklet az yer kaplıyor. Bir otomobilin park edeceği alana 15 bisiklet sığabilir veya 1 saat boyunca bir araba şeridinden geçebilecek arabadan 7 kat daha fazla bisiklet geçebilir.

-Bisiklet yollarının yapılabilmesi için daha az zaman, altyapı ve alan gerekmektedir.

Sosyal Faydalar:

-Bir bisiklet sahibi olmak için, arabaya harcanacak paranın sadece 30da biri yeterli olmaktadır.

-Bir bisikletin yıllık maliyeti bir arabanın yıllık maliyetinin yüzde 5i kadardır.

-Bisiklet, cinsiyet eşitliğini sağlar vedin, dil, ırk başta olmak üzere tüm sosyal ayrılıkları ortadan kaldırır.

-Sokaklarda daha fazla bisikletli ve yürüyen insan olması suçluların caydırılması ve güvenlik seviyesinin arttırılmasını sağlar.

-Motorlu taşıtların neden olduğu trafik tıkanıklıklarının yaratacağı zaman kaybı ve stresi engeller.

-Topluma aktif olarak katılımı destekler

-Günümüzde yaşadığımıza benzer afet senaryolarında kolay ulaşım sağlayabilmek için biçilmiş kaftandır. Hem kolay ulaşılabilir olması ve kullanımının kolay olması hem de sadece insan gücüne bağımlı olmasından dolayı avantajlıdır.

-Afet dönemlerinde gerekli fiziki-psikolojik yardımların, sosyal desteğin (mesafe korunarak) sağlanabilmesini kolaylaştırır.

İşte bisiklet dediğimiz o mucizevi, özgürlükçü, eşitlikçi, toplumcu, halkçı, fedakar ve yeni düzenin baş tacı edilmesi gereken yol arkadaşının saymakla bitmeyecek faydalarının bazıları. Hala tatmin olmayanlar için ise tüm bu saydıklarımın yıllık maddi karşılığının 150 milyar EURO olduğunu belirtmek istiyorum.

Güneşli ve bisikletli bir hafta geçirmeniz dileği ile.

Doç.Dr.Cem Arıtürk

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

Yazının devamı...

Merhaba "Yeni Normal"

COVID-19 salgınını kontrol altına almış görünüyoruz. Vaka sayıları azalmaya ve iyileşen hasta sayısı artmaya başladı. Keza yoğun bakım ihtiyacı olan ve hayatını kaybeden insanların sayısı da belirgin biçimde azalıyor. Tüm bu veriler, ülkemizdeki salgının etkilerinin en azından artış sürecini tamamladığını ve önlemlere dikkat edildiği takdirde gerileme sürecinin başladığını göstermekte. Ancak bu iyilik halinin rehaveti ile, bugüne kadar hem bireysel hem toplumsal düzeyde almış olduğumuz önlemleri gevşetmemeliyiz. Pek tabii hepimiz değişmiş hayat koşullarından, bir anda yok olmuş sosyal hayattan, evlere kapanmanın getirdiği psikolojik sorunlardan ve bizi bekliyor olan yeni düzenin bilinmezliğinden tedirginiz. Ancak bu tedirginliği çok sevdiğim bir söz ile dağıtmak istiyorum; “Kalp attıkça umut vardır.” Kalbimiz attıkça ve umudumuz yeşerdikçe alışabilme potansiyelimiz ve öğrenebilme kabiliyetimiz ile hayata tutunacak ve fizyolojik, psikolojik ve sosyal açılardan bizi gerçekten zorlayan bu süreci zor da olsa aşacağımızdan şüphem yok. Bu nedenle hayatımıza kaldığımız yerden ancak bazı yeni kurallara daha fazla dikkat ederek devam edeceğiz.

Hepimizin farkında olduğu gibi bir süredir “yeni normal” olarak tanımlanan bir kavramdan bahsedilmekte. Bu kavramın ne olduğunu anlatmadan önce aslında bu “yeni normal” olarak tariflenen düzenin insanın sosyal ve kültürel yapısı nedeni ile zaten dikkat ediyor olması gereken kurallar bütününden meydana geldiğini belirtmek gerekli. Bu kuralları bireylerin kendi başlarına alması gereken önlemler ve toplumun belli yeni kurallar doğrultusunda kolektif olarak dikkat etmesi gereken kurallar olarak iki kısımda inceleyebiliriz. Bireysel açıdan değerlendirmek gerekirse özellikle el hijyeni olmak üzere, hijyen kurallarına dikkat etmek; yeni normalin ilk maddesi olarak sayılabilir. Bu çerçevede ellerin gün içinde sıkça ve kuralına uygun şekilde yıkanması ya da dezenfekte edilmesi hatırlanmalıdır. Bunun yanında sosyal mesafeyi korumak ve diğer bir birey ile 1,5 metre mesafeden daha yakında bulunmamak ve dolayısı ile sosyal ortamlarda kalabalık oluşturmamak diğer bir madde. Bu da normal hayatımızda, medeniyet gereği diğer bir bireyin kişisel alan kavramına saygımızdan ötürü zaten uymamız gereken bir kural. Aslında bugüne kadar hayatımızda olmayan ve alışması en zor olabilecek madde ise maske kullanımı. Bir cerrah olarak ameliyathane ortamlarında zaten alışık olduğum maske kullanımının bundan böyle sosyal alanlarda gerekeceğini mutlaka belirtmem lazım.

Kişisel önlemlerden sonra toplum düzeyinde uymamız gereken kurallara gelmek istiyorum. Her meslek grubunun kendileri için belirtilen zamanlarda ve mesai sürelerinde çalışmaları çok önemli. Özellikle AVM gibi kapalı ve kalabalık olunabilecek alanlarda kurallardaki en ufak gevşeklikler önü alınamayacak yeni ataklara sebep olabilir. Kuaför gibi yakın temas hizmet sektör çalışanlarının kendileri için koyulan kurallara riayet etmeleri, restoran ve kafe gibi işletmelerin kalabalık olmayacak ve belirtilen mesafe kurallarına uyacak şekilde yeni düzenlemeleri aksatmamaları bu başlıkta dikkat edilmesi gereken diğer kurallardan.

“Yeni normal” olarak tarif ettiğimiz bu düzende yukarıda bahsettiğim kurallara uyduğumuz sürece hastalığın önüne geçmemiz kolay olacaktır. Aşı çalışmaları tamamlandıktan ve hastalığa karşı koruma sağlandıktan sonra ise “yeni normal” olarak tanımladığımız düzeni tekrar konuşur hale gelebileceğiz.

Sağlıklı ve güneşli bir hafta dilerim.

Doç. Dr. Cem ARITÜRK

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

Yazının devamı...

Sağlıkta teknoloji ve insan

Dünyanın geçmişini incelediğimizde geçtiğimiz son 200 yıldaki gelişimin, 200 yıldan önceki döneme göre ne kadar ivmeli olduğunu fark etmek oldukça kolay. Bu gerçekten yola çıkarak aynı ivme ile bundan sonraki gelişim sürecini tahayyül etmeye çalışıyoruz. Burada bir parantez açarak teknoloji ve toplum ilişkisini açıklayan bir iki kavramı tartışmak istiyorum.

Sanayi Devrimi ile birlikte toplum yapısında ve insan ilişkilerinde meydana gelen değişikliklerin yanında teknik ve teknolojik alandaki ivmelenme, toplumsal değişim analizlerine teknolojik gelişmelerin de dahil edilmesini zorunlu kılmıştır. Teknolojik gelişmelerin toplumsal düzeyde değişimlere neden olduğunu kabul eden düşünce, özellikle devrimden sonraki ilk yüzyılda belirgin şekilde kabul gördü. Ancak süreç içinde, insanın ve toplumun da teknoloji üzerindeki etkilerini dikkate alan ve bu yanıyla yukarıda tanımladığım “Teknolojik Determinizm”e karşı çıkan kuram teknoloji-insan ilişkisinin çift yönlü olduğunu ve toplum ile teknolojinin ortaklaşa dinamiklerle inşa edildiğini savunmaktadır.

Yukarıdaki kuram tartışmasına, göz ardı edilemeyecek “doğa” kavramını da eklemek ve dünyanın sadece insan türü üzerine kurulu bir düzeni olmadığını ve teknik teknolojik gelişmelerin, toplumsal boyutundan da ötede doğa döngüsünün önüne geçemeyeceğini düşündüğümü vurgulamak istiyorum. Konuyu toparlayabilmek için Sanayi Devrimi ve sonrasındaki süreçte teknik-teknoloji ve sağlık teknolojisi-hizmetleri alanını irdelemek ve gelecek projeksiyonları yapmak istiyorum.

Milattan sonrasını hesaba kattığımız bir hesaplamada insanlık, Michael Faraday’ın elektriği bulması için 1831 yıl beklemek zorunda kaldı ancak elektriği bulduktan yalnız 100 yıl sonra bilgisayar ile tanıştı. 1941’de Konrad Zuse'nin "Z makineleri" ikili sayı tabanına dayalı işleyip, gerçek sayılar ile işlem yapabilen ve bilgisayar olarak kabul edilen ilk makinesinden, 2016’da Microsoft tarafından “nörolojik veri kullanarak uygulamanın durumunu değiştirmek" ismini taşıyan patenti alınan işlemci arasında geçen süre ise sadece 75 yıl.

Bir fizik profesörü olan Wilhelm Conrad Röntgen’in 1895 yılında bulduğu X-ışınlarının tıpta ilk olarak uygulandığı bölüm kas-iskelet sistemidir. X-ışınlarının keşfinden hemen sonra tıbbi kliniklerde ve savaş dönemindeki yaralanmalarda geniş bir kullanım alanı bulmuştur. Ülkemizde ise X-ışını ilk olarak Galatasaray lisesinde üretilmiş ve tıp alanında ise 1896 yılında kendisi de bir hekim olan Esat Fevzi Bey tarafından kullanılmıştır. X-ışını prensibi ile çalışan bilgisayarlı tomografi (BT) ise ilk defa 1972 yılında beynin görüntülenmesi amacı ile kullanılmış ve sonrasında radyografik muayenesinde sıklıkla kullanılan bir araç olmuştur. İlk jenerasyon cihazlarda 4-5 dakika tarama zamanı ile elde edilen görüntüler günümüzde 50 milisaniyenin altında bir aktif ışınlama zamanında elde edilebilmektedir; dahası hastalar ilk jenerasyon cihazlara kıyasla az X-ışınına maruz bırakılmaktadır.

Kolay anlaşılabilir ve pek de spekülatif olduğu için örnek olarak kullandığım tomografi makinalarındaki gelişim belki de tıp sektöründeki teknolojik ve teknik gelişmelerin en görünür ancak en az dikkat çekici olanı. NASA tarafından uzay çalışmaları sırasında ihtiyaç halinde astronotları ameliyat edebilmek amacı ile geliştirilen, sonrasında ürolojik cerrahi, karın içi cerrahiler ve kalp damar cerrahisi başta olmak üzere pek çok cerrahi alanda kullanılmaya başlanan robotik cerrahi teknikleri bu konudaki en vurucu örneklerden. Artık günümüzde hastaya direkt temas etmeden, insan aracılığı ile kontrol edilen robotlar ile ameliyat yapabilir haldeyiz. Bununla birlikte son yıllarda hastanelerde, hastane içi lojistik (evrak veya tıbbi malzeme getir-götür işleri) amacı ile robotların kullanıldığını görmekteyiz.

Şimdi de bu teknolojik gelişmelerin yaşandığı dönemdeki insan nüfusuna bir göz atalım. Elektriğin bulunduğu 1831 yılında 1 milyar civarında olan insan sayısı, X-ışını bulunduğunda 1,5 milyar ve ilk bilgisayar bulunduğunda 2,5 milyara ulaşmış durumda. Düşünce gücü ile çalışan bilgisayar patentinin alındığı, robotlarla ameliyatların gerçekleştirildiği ve dakikalar içinde tomografik görüntüleme yapılabildiği günümüzde ise bu sayı tam tamına 7,5 milyar.

Tüm bu gelişmelerin ve teknik-teknolojik inovasyonun bu kadar kısa bir süreçte gerçekleştiğini görmek gelecek projeksiyonu yaparken alçakgönüllü olmaktan alıkoyuyor zihinlerimizi. Ancak burada önemli olan ve göz ardı edilmemesi gereken şey doğanın ve insan türünün temel varlık özellikleri ve bu özellikler üzerinden kurmuş olduğu ve devam ettirmesi gerekli olan bazı yaşam alışkanlıkları. Bu alışkanlıkların sağlık sektörü ve sağlık hizmetindeki izdüşümleri ise konunun en can alıcı noktası. Çünkü bireylerin sağlık hizmeti almak durumunda kaldıkları dönemler en kırılgan, en yardıma muhtaç ve dolayısı ile de özlerine yani insanlıklarına o kadar yakın oldukları dönemler ve yine maalesef ki teknolojik gelişmelerin sağlık sektöründe karşılayamadığı yegâne ihtiyaç bire bir hekim-hasta teması.

Sözün özü ve kıssadan hisse; hekim hasta arasında kurulacak ilişkide, sözel-duygusal-tensel (anamnez-empati-fizik muayene) temasla sağlanacak güven, biricik, tek ve vazgeçilmezdir. Hiçbir görüntüleme yöntemi, ameliyat veya girişim şekli bu iletişimin yerini alamaz. İşte bu ilişkinin kurulması ise hekimliğin temelini oluşturur. Bu temelde üniversite eğitimim sırasında beynime kazınan 3 vazgeçilmez tıp kuralının önemini vurgulayarak yazımı sonlandırmak istiyorum.

1.İnsan biyo-psiko-sosyal bir bütündür ve bir insanın sağlıklı olarak nitelendirilmesi üç alt birimin sağlıklı olması ile mümkündür.

2.“Primum non nocere” yani “önce zarar verme”.

3.Hastalık yoktur hasta vardır.

Sanırım bu üç motto, teknik ve teknolojik gelişmelerin ne boyutta olursa olsun, “insan”lık ile desteklenmedikçe bir anlam ifade etmeyeceğini gösteriyor. O zaman son söz olarak; en azından sağlık sektöründe “Teknolojik Determinizm”in yeri yok diyebiliriz.

Cem ARITÜRK

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.