SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

En tehlikeli arkadaş: Sigara

Şöyle bir kişi hayal edin:

Beraber geçirdiğiniz her 5 dakika için hayatınızdan 12 dakika çalıyor.

Erkekseniz hayatınızın ortalama 14,5 yıl, kadınsanız 13,2 yıl kısalmasına yol açıyor.

Dünya’da her yıl 5 milyon insanın ölümünden sorumlu tutuluyor.

Sinirlilik, konsantrasyon bozukluğu, depresyon (çökmüş duygu durum ve hiçbir şeyden zevk alamama), çevreye ve hayata karşı ilgi ve istek azalması, yorgunluk, enerji azalması, bitkinlik gibi ruhsal belirtilere sebep oluyor.

Baş dönmesi, kabızlık, ağız kuruluğu, göğüste baskı hissi, uyku bozukluğu, iştah azalması gibi fiziksel bulguların nedeni olabiliyor.

Hipertansiyon, ateroskleroz (damar sertliği), anevrizma gibi kardiyovasküler hastalıkların belli başlı majör risk faktörlerinden birisi olduğu biliniyor. Kalp krizi geçirme riskinizi 4 kat arttırıyor.

Başta akciğer ve gırtlak kanseri olmak üzere pek çok kanserin en önemli nedeni.

Her türlü enfeksiyon hastalıklarına yakalanma ihtimalini 2,5 kat arttırıyor.

Cinsel fonksiyon bozukluklarının en önemli organik nedenlerinden birisi olduğu biliniyor.

Hücresel düzeyde çok ciddi oksidatif strese ve “paslanma”ya neden olarak hücrelerin ve dolayısı ile vücudun hem fonksiyonunu bozuyor hem de C,D vitaminleri gibi antioksidanlara olan ihtiyacını arttırıyor.

Beraber olan herkesin ayrılmayı istemesine rağmen %70’inin başarılı olamayacağı kadar dirençli bir bağımlılığa neden oluyor. Bağımlılığının; beyin hücresel yapısında ve fonksiyonlarında kalıcı değişiklikler ile giden, dürtüsel, önüne geçilemeyen, tekrarlayan kullanımı davranışı ile kendini gösteren kronik bir beyin hastalığı olduğu kanıtlanmış durumda.

Ve bu kişiyi terk etmeyi başarırsanız:

20 dakika sonra kan basıncınız ve nabzınız normalleşmeye başlıyor

8 saat sonra kandaki oksijen seviyeniz normale döner ve kalp krizi geçirme riskiniz azalmaya başlıyor

24 saat sonra vücudunuz karbonmonoksitten temizlenmeye başlıyor.

48 saat sonra kanınızdaki nikotin düzeyi azalıp tat ve koku alma duyularının etkinliği artıyor.

72 saat sonra rahat nefes alıp vermeye başlıyor ve hava yolları kendi kendini temizlemeye çalışıyor.

2-12 hafta sonra tüm vücuttaki dolaşımınız düzeliyor, solunum yolu enfeksiyonlarına yakalanma riskiniz azalıyor ve yürürken yorulma ve nefes tıkanması daha az görülüyor.

3-9 ay sonra öksürük, kısa aralıklarla nefes alıp verme ve hırıltılı soluk alıp verme gibi solunum yolu problemleriniz düzelerek, akciğer fonksiyonlarınız belirgin derecede artıyor

12 ay içinde koroner kalp hastalığı riskiniz yarı yarıya azalıyor.

5 yıl sonra pek çok organda kanser ihtimaliniz yarı yarıya azalıyor

10-15 yıl sonra kalp krizi geçirme riskiniz o arkadaşınızla hiç birlikte olmamış kişilerle aynı seviyeye iniyor.

Böyle bir arkadaşınızı hayatınızda tutmak ister miydiniz?

SİGARA SAĞLIK AÇISINDAN ÇOK BÜYÜK RİSKLER TAŞIYAN, BAĞIMLILIK YARATAN BİR ZEHİRDİR. Günümüzde dünyadaki pek çok ülkede yasal düzenlemelerle toplu alanlarda kullanımına kısıtlamalar getirilmektedir. Başta psikoterapi, akupunktur ve medikal yöntemler olmak üzere; bağımlılıktan kurtulmanın pek çok yolu vardır.

Temiz hava soluyabildiğiniz, sağlıklı bir hafta dilerim.

Yazının devamı...

Koronavirüs tehlikesi kapıda

Virüsler yaşamak için bitki, hayvan veya bakterilere ihtiyaç duyan cansız parazitlerdir ve yine virüsler ancak bir canlı organizmada, sağlıklı hücreleri kullanarak çoğalıp yaşayabilirler. Bakterilerden 10 ila 100 kat daha küçük olan virüslerin pek çoğunda tedavi yerine koruyucu aşı uygulamaları uygulanmaktadır. Bakteriler antibiyotikle tedavi edilebilirken, virüslerin tedavisinde şikayetlerin hafifletilmesi, sürecin şiddetinin azaltılması ve diğer insanlara bulaşmasının engellenmesi temel amaçtır. Özellikle solunum yolu ile bulaşabilen virüsler, tedavi kısıtlılıkları nedeni ile korkutucu olabilmektedir. Son yıllarda küreselleşmenin etkisi sonucu dünya genelinde turistik ve ticari ilişkilerin artması ile birlikte dünyanın bir ucundaki virüs, tüm gezegen açısından yaygın bir sağlık sorunu hale gelebilmektedir. Bununla birlikte virüs yapılarının bilinmezliğine günümüzdeki tedavi seçeneklerinin kısıtlılığı da eklenince meydana gelen salgınların telaşa ve paniğe neden olmasına yol açmaktadır.

Günümüzde viral salgınların yarattığı infialin bir benzeri Ortaçağ’daki “Büyük Veba Salgını”nda da yaşanmış. Bugünün virüsleri ile ilgili bilinmezlik, o dönemde veba hastalığının etkeni olan “Yersinia Pestis” bakterisi için de geçerliymiş. İşte bu bilinmezliğin getirdiği korku ve panik hali, o dönemde de günümüzdekine benzer bir ortam oluşmasına neden olmaya yetmiş. Dahası, Avrupa nüfusunun yaklaşık 3’te birinin ölümü ile sonuçlanan “Kara Veba Salgını”nda oluşan infial hali; tedavide başarısız olan doktorlar, toplumla direkt temas halindeki din adamları gibi kişilerin linç edilmesine, toplu olarak yakılmasına dek uzanabilecek sonuçlar doğurmuş.

Günümüzün sorunu ise yaklaşık 3 haftadır hem medyada, hem sosyal medyada hem de toplumda her gün onlarca kere söz konusu haline gelen “Korona Virüs (2019-nCoV)”. Orta Çağ’daki veba salgını ile ortak özelliklerinden biri olarak Çin’in Wuhan kentinde görülmeye başlamış bir viral hastalık etkeni. Çin’in Hubei eyaletindeki Wuhan şehrinde bulunan bir deniz ürünleri pazarından kaynaklandığı düşünülen bu salgının etkeni olan 2019-nCoV büyük bir virüs ailesinin üyesi. Bu ailede daha önceki yıllarda oluşturdukları salgınlarla bilinen SARS-CoV (Ağır Akut Solunum Sendromu Virüsü) ve MERS-CoV (Orta Doğu Solunum Sendromu Virüsü) da bulunmakta.

Hastalığın kaynağı net olarak bilinmese de başlangıç yeri göz önünde bulundurulduğunda, Wuhan’daki pazarda satılan vahşi hayvanlar olduğu düşünülmekte. İlk olarak bu hayvanlardan insanlara geçtiği düşünülen Korona Virüs enfeksiyonunun salgın hale gelmesindeki etken ise insandan insana solunum yolu ile kolay bir şekilde bulaşabiliyor olması. Virüsün hastalık yaratma ve insan vücudu dışında canlı kalma süreleri net olarak bilinmemekte ancak daha önceki SARS ve MERS gibi salgınlardan bilinenlerle tahminde bulunabilmekteyiz. Solunum yollarından damlacık (öksürük, hapşırık, tükürük…) yolu ile bulaşan Korona Virüs’ün hastalık yapabilmesi için yaklaşık olarak 14 gün geçmesi gerekiyor. Bununla birlikte insan vücudu dışında yaklaşık olarak 2-3 saat kadar canlı kalabiliyor.

Hastalık; öksürük, ateş, solunum zorluğu gibi non-spesifik belirtilerle ortaya çıkıyor. Ancak şimdiye kadar görülen vakalarda bağışıklık sistemi baskılanmış ise veya virüsle karşılaşan kişi çok yaşlı, kronik hastalıklı ise semptomlar şiddetlenebiliyor. Dünya çapında yaklaşık 10.000’in üzerinde vaka bildirilmiş durumda ve bugüne kadar bildirilen ölüm sayısı 520 civarında. Bildirilen ölümler hemen tamamı yaşlı, başka kronik hastalığı olanlar ve çocuklar.

Tüm dünyada gerek Dünya Sağlık Örgütü gerekse ülkelerin sağlık bakanlıkları tarafından konu ile ilgili hem sağlık birimlerine gerekli talimatlar gönderilmiş durumda hem de tüm toplumu bilgilendirici yayınlar yapılmakta. T.C. Sağlık Bakanlığı’nın yayınladığı 2019-nCoV rehberine göre son 14 gün içinde herhangi bir şekilde solunum yolu hastalığı geçirmekte olan kişilerden; gerekli testlerle 2019-nCoV olduğu doğrulanmış kişilerle temas etmiş, 2019-nCoV bildirilen bir ülkede hastanede bulunmuş olan veya Çin Halk Cumhuriyeti’nde bulunmuş olanlar olası 2019-nCoV hastası olarak kabul edilmekte. Kesin tanı için özel laboratuvar tetkikleri gerekiyor. Yine bu rehberde saptanan vakaların, gerekli resmi makamlara bildirilmesi de zorunlu kılınmış durumda.

İşin toplumdaki her birey açısından önemli kısmına gelecek olursak. Özellikle korunmak ve hastalığın yayılımını engellemek için yapılması gerekenleri şöyle özetleyebiliriz:

1. Ellerin gün içinde sıklıkla yıkanması veya alkollü dezenfektanlarla temizlenmesi,

2. Öksürürken veya hapşırırken ağzın peçete ile kapatılması, peçetenin hemen atılması ve ellerin temizlenmesi,

3. Üst solunum yolu enfeksiyonu geçiren kişilerle yakın temastan kaçınılması

4. Etlerin iyi pişmiş şekilde tüketilmesi,

5. Et ve et ürünlerinin satıldığı ve 2019-nCoV vakalarının görüldüğü bölgelerdeki marketlere mümkün olduğunca gidilmemesi veya satılan hayvan etlerine çıplak elle temas edilmemesi,

6. Grip ve nezle bulguları görüldüğünde zaman kaybetmeden hastaneye başvurulması.

Bunların haricinde Dünya Sağlık Örgütü ve ülkelerin sağlık bakanlıkları olası ve kesin vakaların takip, tedavi ve karantina kurallarını yazılı bildirilerle açıklamış durumdalar. Ayrıca ülkeler ve kıtalararası yayılımın da kontrol altına alınabilmesi için havaalanlarındaki hastalık şüpheli kişilerin süreçleri ile ilgili bildiriler de bulunmakta.

Son olarak da bazı merak edilen konulara değinmek istiyorum:

- Şu anda evcil hayvanların hastalığı yayabileceği ile ilgili kanıtlanmış bir veri yok.

- Her yaştan insan hastalığa yakalanma riskini taşıyor ancak yaşlılar, kronik hastalığı olanlar ve çocuklarda seyir daha ağır oluyor.

- Tedavide antibiyotiğin hiçbir faydası yok.

- Henüz virüse karşı üretilmiş bir ilaç mevcut değil. Tedavide şikayetleri azaltıcı ve genel sağlık durumunu destekleyici ilaçlar kullanılıyor.

Sonuç olarak gerekli önlemleri almak yapılabilecek en mantıklı hareket. Bilinmezliğin ve hastalığa direkt etki edecek ilaç eksikliğinin yaratmakta olduğu panik ve telaş halini yukarıda bahsettiğim maddelere uyarak gidermek mümkün.

Sağlıklı bir hafta dilerim.

Doç. Dr. Cem Arıtürk

Yazının devamı...

Bağışıklığınızı güçlendirecek öneriler

Vücudumuz için bir savunma sistemi olan bağışıklık sistemi, organizmayı çoğu hastalığa karşı koruyan tüm biyolojik yapı ve süreç sistemlerinden oluşur. Başta dalak, lenf düğümleri gibi periferik organlar ve kemik iliği, timus gibi santral organlardan oluşan bağışıklık sisteminde kanda bulunan savunma hücreleri ve bazı sistemler önemli rol oynamaktadır. Özellikle sinsi seyirli, toplum içinde kolay bir şekilde yayılım gösteren ve virüsler tarafından oluşturulan hastalıklardan korunmada kuvvetli bir bağışıklık sistemi temel faktörlerdendir. Öyle ki aynı miktarda ve özellikte virüs ile karşılaşan iki insandan; bağışıklık sistemi kuvvetli olan hastalığa yakalanmadan kurtulabilirken bağışıklık sistemi yeterince kuvvetli olmayan hastalığa yakalanabilmektedir.

Kişinin bir takım fizyolojik özellikleri haricinde günlük hayatında dikkat edeceği bazı durumlar bağışıklık sisteminin güçlenmesini ve hastalıklara karşı dirençli olmayı sağlayacaktır.

Egzersiz

Yapılan aktivitenin yoğunluğu, süresi, şiddeti ve bireyin fiziksel uygunluğu başta olmak üzere pek çok faktör egzersizin bağışıklık üzerindeki etkilerini değiştirebilmektedir. Genel olarak sağlıklı yaşam amacıyla düzenli ve orta düzeyde egzersiz yapan bireylerde uzun dönemde bağışıklık sisteminin güçlendiği bilinmektedir. Ancak özellikle şiddetli egzersizi takip eden 3-72 saatlik süreçte; bağışıklık sistemi, fiziksel aktivitenin etkilerinden ötürü baskılanmaktadır. Bu nedenle bu dönemde egzersiz sonrası dinlenme ve yeterli besin-sıvı tüketimi bağışıklık sisteminin korunması açısından önem taşımaktadır.

Kötü Alışkanlıklar

Sigara ve alkol gibi bazı alışkanlıkların zararları herkes tarafından bilinmektedir. Sigara hem lokal etkisi ile üst solunum yolu ve ağız bölgesinde enfeksiyonlara açık bir ortam yaratacak hem de sistemik etkileri ile kişinin bağışıklık sistemini olumsuz etkileyecektir. Benzer şekilde belirli miktarın üzerinde alkol tüketimi de bağışıklık sistemini baskılayarak hastalıklara uygun bir ortama neden olacaktır.

Stres ve Uyku Düzeni

Fiziksel veya psikolojik stres durumları da bağışıklık sistemini güçsüz düşüren nedenlerdendir. Özellikle viral hastalıkların salgın olduğu dönemde uzun çalışma saatleri, yeterli dinlenememe gibi sebeplerle fiziksel stres altında kalan kişilerde; yine iş hayatı veya bazı özel nedenlerden kaynaklanacak şekilde psikolojik stres altında olanlarda hastalıklara yakalanma olasılığı artmaktadır. Yeterli ve kaliteli uyuyamama da bağışıklık sistemini belirgin derecede bozmaktadır.

Sıvı Tüketimi

Susuz kalmak zayıf bir bağışıklık sisteminin başlıca nedenlerinden biri olabilir. Vücutta biriken toksinlerin atılabilmesi için yeterli miktarda su içilmesi gerekmektedir, dolayısıyla bağışıklık sistemini güçlendirmek için bol miktarda su içilmelidir. Kahve ve çay, idrar miktarını arttıracağı için vücudun susuz kalma riskini arttırabilirler. Bununla birlikte taze sıkılmış olsa da belli miktarın üzerinde meyve suyu tüketmek önerilmemektedir. Özellikle portakal, mandalina gibi narenciyelerin suyunun sıkıldıktan sonra kısa sürede tüketilmesi gerekmektedir, aksi takdirde içeriğindeki C vitamini, belirgin düzeyde azalmaktadır. Suyunu sıkarak içmek yerine meyveleri besin olarak tüketmek doğru yaklaşım olacaktır.

Beslenme

Dengeli, düzenli ve doğru beslenme bağışıklık sistemini en çok etkileyen faktörlerdendir. Mevsiminde ve taze olarak tüketilen besinlerden fayda görme olasılığı en yüksektir.

A vitamini ağız, mide ve bağırsak gibi sindirim sistemi organlarını sağlıklı tutar ve enfeksiyonlardan korur. Bu nedenle tatlı patates, havuç, lahana, ıspanak gibi A vitamininden zengin besinler tüketilmelidir. C vitamini, antikor oluşumunu uyararak bağışıklığı güçlendirir. Başlıca C vitamini kaynakları portakal, greyfurt ve mandalina gibi turunçgiller ile kırmızı biber, çilek ve domatestir. Ayçiçeği, badem, fındık ve fıstık gibi kuruyemişler içerdikleri E vitamininin antioksidan özelliğinden dolayı önerilmektedir. Bununla birlikte yara iyileşmesini de hızlandıran çinko içerikli gıdalar (kümes hayvanları, tam tahıl ürünleri, fasulye, fındık ve yağlı tohumlar) hastalıklara karşı koruyucudur. Zerdeçal ve karanfil ise baharatlar içinde bağışıklık açısından tüketilmesi gerekenlerdir. Bununla birlikte karnabahar, sarımsak ve soğan gibi bazı sebzeler içerdikleri antioksidanların yanında glutatyon içeriklerinden ötürü de bağışıklık sistemini olumlu etkilemektedirler.

Tüm bu önerilerin haricinde, besinler söz konusu olduğunda kişinin şeker hastalığı ve kolesterol gibi diğer hastalıkları mutlaka göz önünde bulundurulmalı ve bu hastalıklar açısından diyet gözden geçirilmelidir.

Sağlıklı ve enfeksiyonsuz bir kış geçirmenizi dilerim.

İyi haftalar.

Doç. Dr. Cem Arıtürk

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

Yazının devamı...

Bin derde deva: Salep

Çayırotu ve çamçiçeği olarak da adlandırılan salep; Orchidaceae (orkideler) ailesinden tel köklü otsu bir bitkidir. Anadolu’da orkide türlerine genel olarak verilmekte olan ad Salepgillerdir ve Saşepgiller familyasının bir üyesi olan salep bitkisinin kökü 2 yumrulu olup gövdesi dik ve silindirimsi olan çiçekleri salkım veya başak şeklindedir.

Yurdumuzda birçok çeşidi olan salep (Orchis maculata) ormanlarda ve nemli çayırlarda yetişir. Türkiye’de sık görülen türü olan Anadolu salepotu (Orchis anatoiica) kırmızı veya mor çiçeklidir ve özelikle Batı Akdeniz, Ege, Marmara ve Batı Karadeniz bölgelerinde yaygın olarak yetiştirilir. Ülkemizde salep denince akla gelen yer ise Burdur’un Bucak ilçesidir. Nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıya olduğu için de 1974’ten beri salep ihracatı yasaktır.

Hem gıda olarak tüketilebilen hem de ilaç üretiminde hammadde olan salebin esas olarak kök kısmı kullanılmaktadır. Toprak kazılarak elde edilen salep kökü yumruları müsilaj, glikoz ve uçucu bir yağ taşımaktadır. İçerdiği en önemli ham madde glikomannan olan salep gıda sektöründe temel olarak dondurma ve içecek üretiminde kullanılmaktadır.

Geleneksel sıcak Türk içeceği olan salep kırık beyaz renkte ve üzerine tarçın serpilerek içilen kıvamlı bir içecektir. 8. yüzyılda İslamiyet’in kabulü ve takibinde alkolün yasaklanması ile içilmeye başlanmıştır. İlk başlarda sağlık amacı ile kullanılmış olan salepten birçok tıp kitabında bahsedilmektedir. İbn-i Sina’nın filozoflar macunu malzemeleri arasında adı geçen salep, Osmanlı sarayında üretilen padişah macunu malzemeleri arasında da sayılmaktadır. Osmanlı döneminde yemeklerde de kullanılan salep 15. yüzyılda -kahve alışkanlığı yerleşmeden önceki dönem- Avrupa’da da yaygın olarak içilmekteydi.

Salep tadı dışında vücut açısından faydaları ile de bilinmektedir. Bu faydaları şu şekilde özetleyebiliriz:

Hazmı kolaylaştırır, mideye iyi gelir.

Vücut direncini arttırır, kuvvet verir.

Öksürük ve solunum yolu rahatsızlıklarına iyi gelir.

Kabızlığı önler ve hemoroid gibi kabızlık ile tetiklenen hastalıklarda faydalıdır.

Tüm bu bilgilerin ardından soğuk kış akşamlarında içimizi ısıtması için sıcacık bir fincan salep tarifi vermek istiyorum: Öğütülmüş kök yumrulardan 1 çay kaşığı az su ile bulamaç hale getirilip üzerine 300 gr. süt konarak karıştırılıp 15 dakika kaynatılır. Tercihe göre az miktarda doğal bal ile tatlandırılıp üzerine tercihen tarçın ve zencefil eklenerek içilir.

Mutlu ve sağlıklı haftalar dilerim.

Doç. Dr. Cem ARITÜRK

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

Yazının devamı...

Kış koşularında kıyafet seçimi

Kış mevsimi geldi çattı. Önce ilkokulda öğrendiğimiz klasik kış ayları olan Ocak, Şubat geçecek ve derken Mart kapıdan baktırıp kazma kürek yaktıracak ve hatta Nisan ayının sabah erken ve akşam geç saatleri ilikleri dondurabilecek soğuk havaya tanıklık edeceğiz muhtemelen. Kapalı mekanlara sıkışıp klimatize ortamlarda, koşu bantlarının sağlıksız, kauçukumsu zemininde “Hamster” misali koşmaya katlanamayan ben ve benim gibiler için soluğu dışarıda alırken kıyafet seçiminin önem kazanacağı yeni bir koşu dönemi var önümüzde. “Yok yahu, hiç uğraşamam ben bu havada dışarıda koşmakla” diyenlerdenseniz yazının gerisini okuyarak zaman kaybetmeyin derim. Ancak Ocak ayında, -7 derecede, tipi denizden yüze yüze vururken deniz kenarında koşmuş biri olarak, (hele bir de koşucuyum diyorsanız) bunu hayatınızda en az bir kere denemenizi tavsiye ederim. Pek tabii ki bunu yaparken bir takım önlemler almanız, kıyafet konusuna özen göstermeniz gerekecektir. Yoksa hapşırık ve burun silmeler arasında bol bol kulağımı çınlatacağınıza hiç şüphem yok.

Öncelikle kış koşuları ile ilgili bir takım bilgiler verelim;

Yazın olduğu gibi nemli, sıcak ve boğucu bir hava yoktur. Bu nedenle uygun bir şekilde de giyinecek olursanız bunalmadan, terlemeden keyifle koşabilirsiniz.

Kışın; hem sıcaklık daha yüksek olacağı hem de sokaklar kalabalık olacağından dolayı motivasyon sağlamak daha kolay olacağı için, havanın aydınlık olduğu zamanlarda koşmak daha mantıklı olabilir.

Her zaman çok katlı giyinmek akılcı olacaktır. Koşu sırasında terler veya gereğinden fazla ısınırsanız bir kat çıkarabilir, üşürseniz giyebilirsiniz.

Islanmayı sevmiyorsanız, hava durumundan emin değilseniz, uzun koşular yapacaksanız her an yağmur yağabilirmiş gibi düşünerek yanınızda yağmurluk bulundurmak mantıklı olacaktır.

Mevcut hava sıcaklığından 8-10 derece daha sıcak bir hava ısısına göre giyinin. Yeterli bir ısınma ve koşunun başlangıç dönemini bitirdiğinizde, vücut ısınız yükselecek ve ısınmadan önceki kadar soğuk hissetmeyeceksiniz.

Vücut koşarken ısınır, ter vücut ısısını düşürür, terli vücuda çarpan rüzgar ısı kaybını arttırır. Bunun içindir ki kış koşularında; öncelikle kuru kalmaya, ıslanırsanız sıcak kalmaya ve rüzgardan korunmaya dikkat etmek gerekir.

Vücut, baştan da önemli bir miktarda ısı kaybeder. Bunun için koşu sırasında başınızın da diğer vücut bölgeleri gibi korunması gerekmektedir.

Özellikle rüzgarlı havalarda (hatta soğuk havalarda koşu sırasında oluşan görece rüzgar bile buna sebep olabilir) korunmayan ellerde, burunda, yanaklarda soğuğa bağlı yanık ve dudaklarda çatlaklar meydana gelebilmektedir. Eller için eldiven, yanaklar ve burun için buff veya balaklava, dudaklar için de dudak kremi faydalı olacaktır.

Kış koşularına başlamadan önce mümkünse koşu öncesi germe-esneme ve ısınma hareketlerine kapalı bir alanda başlayın ve yine koşu sonrası germe-esneme hareketlerini kapalı alanda yapın. Özellikle koşu sonrasında, hareketin kesilmesi ile ısı üretiminin durması ve üzerinizdeki nemli kıyafetler nedeniyle ısı kaybının normalden hızlı olması vücut ısınızın daha çabuk bir şekilde düşmesine sebep olacaktır. Bu durum hem üşümenize hem de hastalıklara davetiye çıkaracaktır. Eğer koşu evden başlayıp evde bitmiyorsa, bir buluşma noktasında buluşulup grup koşusu yapılıyorsa veya araba ile gidilen bir noktada, arabadan başlayıp arabada biten bir koşu planlanıyorsa koşu bittikten sonra giymek üzere bir takım temiz, kuru kıyafet bulundurmanızı öneririm.

Uzun süreli koşacaksanız veya bir ultratrail yarışına katılmış iseniz mutlaka yanınıza yedek kıyafet (1 üst içlik, 1 üst tshirt, 1 çift çorap) almanızı öneririm.

Ultratrail koşacaksanız veya yanınızda bir nedenle çanta taşıyacaksanız, yanınızda çantanız için yağmur kılıfı bulundurmayı unutmayın.

Şimdi vücut bölgelerine göre koşu kıyafetleri;

Baş: Daha önce de bahsettiğim gibi baş, ısı değişikliklerinden en kolay etkilenen bölgelerimizdendir. Bunun için koşu için uygun dizayn edilmiş hafif polar bir bere veya gereğinde boyun, ense, yanak ve burun bölgelerini de korumamıza yardımcı olacak polar/wind stopper buff veya balaklava uygun olabilir.

Kollar ve Gövde: Bunun için hava sıcaklığına göre çeşitli kıyafet kombinasyonları uygulanabilir. Eğer ki tek kat giyinmek yeterli olacaksa ya bir uzun kollu koşu t-shirt’ü veya kısa kollu tshirt ile kolluk kullanılabilir. Daha soğuk havalar için ise uzun kollu bir iç katman, kısa kollu bir t-shirt ve koşu için dizayn edilmiş polar vs. sıcak tutan kumaştan bir dış katman çeşitli kombinasyonlarla kullanılabilir. Yağmur durumuna göre, kapüşonlu/kapüşonsuz bir yağmurluk (tercihe göre) giyilebilir. Çok rüzgarlı havalarda ise wind stopper yelek veya rüzgarlık da kullanılabilir. Özellikle bu saydığımız kıyafetlerin ince ancak sıcak tutan ve hafif olmaları önemli bir faktördür.

Eller: Hafif eldivenler en kolay takıp çıkartılan, öte yandan da üşüme hissine karşı en etkili aksesuarlardandır. Havanın ısısına, rüzgarın durumuna göre çeşitli kalınlıklarda, wind stopper’li olanları tercih edilebilir.

Bacaklar: Kış koşuları için alt giyimde de çeşitli seçenekler mevcut. Öncelikle daha az soğuk havalarda içi taytlı/taytsız koşu şortları, kısa veya 3/4 ince taytlar, kompresyon çorapları ile birlikte giyilebilir. Özellikle uzun koşularda kompresyon çorapları, ağrı azaltıcı ve kramp önleyici etkileri ile de faydalı olacaklardır. Daha soğuk havalarda ise tam boy taytlar (içi polarlı, windstopperlı) kullanılabilir. Bununla birlikte külotlu kompresyon çorapları, koşu şortları ile kombine edilerek de giyilebilir.

Ayakkabı: Koştuğunuz zemine ve hava şartına uygun bir ayakkabı giymek gerekir. Piyasada her zemin türüne uygun Gore Tex veya Clima Shield özellikli çeşitli seviyelerde su geçirmez materyallerden üretilmiş koşu ayakkabıları mevcuttur. Ancak bugüne kadarki koşu deneyimlerime dayanarak Gore Tex ayakkabıların pek de gerekli olmadığını düşünüyorum. Çünkü günümüzde pek çok ayakkabıda drenaj sistemleri çok gelişmiş durumda ve yoldaki birikintilerden geçerken (özellikle patika koşularında karşılaşılan bir durumdur) ayakkabıya dolan su, bu drenaj sistemleri aracılığı ile hızlı bir şekilde tahliye edilebilmektedir. Bununla birlikte Gore Tex ayakkabılar; yüksek fiyatlar ve – özellikle uzun mesafe koşulduğunda – terleme ile oluşan rahatsızlık hissi nedeni ile tercih edilmese de olur şeklinde değerlendirilebilirler.

Özetlemek gerekirse, ülkemiz coğrafyasında ve hava koşullarında, Kasım ayından Nisan ayına kadar (neredeyse yılın yarısı) soğuk hava koşulları hüküm sürmektedir. Bu süreçte gerekli ve yeterli önlemler alınır, uygun kıyafet seçimi yapılır ve motivasyon arttırıcı bir takım koşullar oluşturulursa açık havada koşmak eziyetten çok vazgeçilmez bir keyif halini alacaktır.

Karlı, yağmurlu, rüzgarlı ve sıfırın altında dereceli havalarda da bol koşulu günler dileği ile…

Mutlu haftalar.

Doç. Dr. Cem Arıtürk

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

Yazının devamı...

Koşu Sakatlıklarını Engellemek İçin Dikkat Edilmesi Gerekenler

Koşuyu ve sporu -bizim gibi- keyif almak, sosyalleşmek, sağlıklı yaşamak için hayatına katan insanların çoğu antrenmanlarını ve spor saatlerini iş hayatının yoğunluğu arasına sıkıştırmak zorunda kalmakta. Spor sağlığını ve sporcunun performansını en az antrenman kadar etkileyen beslenme, dinlenme ve rejenerasyon gibi faktörlere yeteri kadar dikkat edemediğimiz gerçek. İşte bu nedenle; amatör ruhla, profesyonel motivasyonu birleştirerek koşan bizim gibi koşucuların spor sakatlıkları ile karşılaşması da olağan. Ancak belli bir takım prensiplerin hatırlanması ve uygulanması ile bu sakatlıkların önüne geçmek mümkün olabilmekte.

Öncelikle keyif için yaptığımız bu sporun eziyet haline dönmemesi için nelere dikkat etmek gerektiği hakkında fikirler vereceğiz. Sonra da koşucuların en sık karşılaştığı bir dizi sakatlığı gözden geçirip tedavi yöntemlerinin neler olduğunu paylaşacağız.

Koşu Sakatlıklarını Engellemek İçin;

- Koşunun mesafesi ve niteliği önemli olmaksızın, her antrenman ve yarış öncesinde, sonrasında uygun şekilde, doğru zamanda ve yeteri kadar ısınma, soğuma, esneme hareketlerini yapın.

- Doğru koşu tekniği ve koşu postürü, hem performansı arttırır hem de sakatlanma olasılığını azaltır.

- Uygun koşu ekipmanı seçin. Özellikle ayak yapınıza ve koşacağınız zemine uygun ayakkabı kullanımı önemlidir. Bunun dışında koşu sırasında giyeceğiniz kıyafet ve aksesuarlar da sakatlıkların engellenmesi için önemlidir. Örneğin; sürtünmeye neden olacak kumaşlardan yapılmış t-shirtler cilt yaralarına neden olabilir veya doğa koşuları sırasında kullanacağınız gözlükler, çalı-dal vs.’nin gözünüze batmasını engeller. Benzer şekilde ultramaratonlar sırasında kullanılan batonlar özellikle inişler sırasında gelişebilecek çeşitli sakatlanmaların önlenmesinde etkilidir.

- Ayakkabılarınızı uygun zamanlarda yenileyin. Ortalama olarak her koşu ayakkabısı 750-1000 km. de bir değiştirilmelidir.

- Koşu antrenmanları kadar, güç ve direnç antrenmanları da yapmaya özen gösterin. Yapacağınız direnç ve güç antrenmanları, vücudun her kas grubunun, tendonların ve eklemlerin dayanıklı olmasına katkıda bulunur.

- Gövde ve kollarınızın da koşuda “esas oğlan” olan bacaklarınız kadar önemli olduğunu unutmayın ve gövde ile kollara yönelik güç ve direnç egzersizlerini ihmal etmeyin.

- Koşu antrenmanları sırasında koşu mesafenizi haftalık olarak %10'un üzerinde artırmamaya özen gösterin. Bu sayede aşırı yüklenmeye bağlı sakatlanmaların önüne geçebilirsiniz.

- Antrenman veya yarış sırasında ters giden bir şeyler olduğunu düşünürseniz kendinizi zorlamayın. Antrenmanı ve yarışı sakatlanarak bitirmiş olmak sadece koşamayacağınız haftalara mal olur.

- Dinlenme ve beslenmenin hem performansı artırmak hem de sakatlanmaların önüne geçmek için çok önemli olduğunu göz ardı etmeyin.

- Özellikle koşu kariyerinizin ilk başlarındaysanız, antrenman için düz zeminleri tercih edin.

En Sık Karşılaşılan Koşucu Sakatlanmaları

Plantar Fasciit

Ayak tabanında ortopedik sorunu olanlarda daha sık görülür. Ayak tabanına yük binmesi ile tendonların topuk ve parmaktaki kemiğe bağlandığı kısımlarında ve ayak tabanının orta bölgesine doğru yayılan bir ağrı ile ortaya çıkar. Uygun olmayan ayakkabı ve sert zemin en sık sebeplerdendir. Uygun tedavi edilmeyen veya ilerlemiş vakalarda belirtilen bölgelerde kızarıklık ve şişlik de görülebilir.

Ağrılı dönem geçinceye kadar koşulmaması önerilir. Ayak tabanına buz kompresi semptomları azaltır. Özel bandaj ve topuk üzerine yük vermeme uygulanan diğer tedavi yöntemleridir. Ağrı geçtiği zaman, uygun ayak destekleyicileri ve şok absorbe edici koşu ayakkabıları ile koşuya kademeli olarak başlanması gerekir.

Koşucu Dizi ve İliotibial Band Sürtünme Sendromu

Çoğu zaman aynı durum gibi yorumlansa da koşucu dizi ve iliotibial band sürtünme sendromu birbirinden farklı iki sakatlık türüdür. Koşucu dizi; diz kapağındaki kıkırdak zedelendiğinde meydana gelen, diz kapağının alt ucunda ve arkasında hissedilen ağrı ile karakterizedir. İliotibial band sürtünme sendromu ise kalçadan dizin dış kısmına uzanan tendonun iltihaplanması sonucu dizin dış tarafında ortaya çıkan ve kalçaya yayılabilen ağrıdır. Normal yürüyüşte veya dinlenirken semptom görülmeyen her iki sakatlık sendromunun verdiği ağrı merdivenleri inip çıkarken artarak kendini gösterecek, uzun süre oturduktan sonra ayağa kalkmakta zorlanmanıza sebep olabilecektir.

Koşucu dizinin tedavisinde koşmaya ara verilmesi, uygun fizik tedavi seansları sonrasında kademeli olarak antrenmanlara başlaması önerilir. Bu dönemde semptomlara yönelik tedavi uygulanabilir. İliotibial band sürtünme sendromunda ise düzelene kadar koşuya tamamen ara verip dinlenme ve fizik tedavi ile tendonlardaki iltihaplanmanın azaltılması önerilir. İlk semptomun çıkışından sonra yaklaşık 6 haftalık mutlak istirahat gerekmektedir. Bu dönemde uyluk kaslarının güçlendirilmesi ve iliotibial bantın uzatılmasına yönelik fizik tedavi hareketleri uygulanmalıdır.

Menisküs Yırtılması

Menisküs her iki diz ekleminde 2 tane C-şeklinde olan ve üzerine binen yükü absorbe etmeye yarayan kıkırdak yapıdaki yastıkçıklardır. Şiddetli yük ve ani şoklar sonucu, yırtılabilir. Dizde şişlik, ağrı, kızarıklık, hareket kısıtlılığı ve hareket ile ses gelmesi gibi semptomlar görülebilir.

Yırtılmanın derecesine, semptomların durumuna göre tedavi şekli değişebilmektedir. Semptomatik tedavi ve fizik tedavi ile kasları kuvvetlendirme yeterli olabileceği gibi ameliyat gerektiren menisküs yaralanmaları da olabilmektedir.

Medial Tibial Stres Sendromu (Shin Splints)

Bugün hemen hemen her koşucu aşırı kullanma ve aşırı antrenmana bağlı olarak koşucu ayağı sendromunu en az bir kere olsun geçirmiştir. En çok görülen çeşidi bacakların iç tarafında gerçekleşir. Ağır antrenmanın yanı sıra, sert zemin, yanlış koşu tekniği, yanlış koşu ayakkabısı ya da ayak tabanının anatomisindeki bozukluklardan dolayı özellikle alt bacağın iç tarafında yer alan tibia kemiğinin alt yarı bölgesinde görülen kemik zarı iltihabı ve buna bağlı olarak duyulan ağrıdır.

Öncelikle alt tabanı kalın bir koşu ayakkabısı kullanılmalı ve baldır kasları esnetme hareketleri yapılmalıdır. Bunun dışında fizik tedavi ve bacak kaslarınızı ısıtması ve rahatlatması adına neopren çoraplar ile koşulması tavsiye edilir. Koşucu ayağı sendromu çoğu zaman başka bir rahatsızlığın habercisi olabilir. Eğer koşmuyorken, ayakta dururken ya da geceleri ağrınız oluyorsa stres kırığı rahatsızlığı olma ihtimali de yüksektir.

Kompartman Sendromu

Koşarken aniden alt bacak ön ve/veya arka grup kaslarda kasılma ile ortaya çıkan aşırı ağrı ile karakterize bir sakatlanmadır. Gün içinde sizi rahatsız etmese de hemen müdahale gerektiren bir rahatsızlıktır. Göz ardı edildiğinde sorun kronikleşebilir, ilgili kaslarda belirgin bir şekilde şişlik ve sertlik oluşur.

Öncelikle dinlenme ve soğuk uygulama tedavisi önerilir. Seyrek olarak kasların üzerinde oluşan baskıyı azaltmak için ameliyata başvurulması da gerekir. Her koşu öncesi yeterli derecede ısınma egzersizlerinin yapılması bu sendromu önlemenin ilk kuralıdır.

Aşil Tendiniti

Aşil tendonu, ayak bileğinin arka kısmında bulunan ve ünlü, güçlü “Achilles”i bile yere yıkabilen sakatlanmalara neden olan tendon ve aşil tendinit, bu tendonun aşırı ve pervasız kullanımına bağlı iltihaplanmasıdır. Semptomları koşu sonrası bilek arkasında görülen ağrı, sertlik ve şişkinliktir. Koşuya devam edildiği takdirde bu semptomlar daha da kötüleşir ve aşil tendonunun kopmasına kadar ilerleyebilir.

Öncelikle aşil tendinitinin olmasını önlemek için koşu öncesi ve sonrası esneme egzersizlerinin yapılması ve size uygun olan ve düzenli koşucular için her 6 ayda bir yenilenmesi önerilen koşu ayakkabılarının kullanılması önerilir. Koşu antrenmanların dozunu azaltmak ve yumuşak zeminde koşmak ile şikayetler düzelmiyorsa doktor tedavisi gerekecektir.

Stres Kırıkları

Genellikle koşu antrenmanlarının sıklığını ve dozunu arttırması sonucu, özellikle alt bacağın iç tarafında yer alan tibia kemiğinde, uyluk kemiğinde, kuyruk sokumu kemiğinde ve ayak tarağı kemiğinde meydana gelen, ağrı ve lokal şişkinlik olarak semptom veren kırıklardır.

Şüphelenildiğinde kesinlikle koşuya ara verilmesi ve en kısa zamanda bir doktora görünülmesi önerilir.

Bilek Burkulması, Kas İncinmesi

Yetersiz kondüsyon ve güç, yanlış ayakkabı seçimi, zorlu parkurlar, kötü zemin gibi sebeplerden olabilen “adi” koşu yaralanmalarıdır.

Yeterli güç ve direnci kazanma, ekipman seçimine özen gösterme, uygun ısınma ve esneme, sınırları zorlamama gibi önlemler alınmalıdır.

Su Toplaması

Vücutta sürtünme olan her yerde olabilir. Sıklıkla ayağın herhangi bir bölgesinde ve daha seyrek olarak bacak arasında, koltuk altında görülür. Koşu sırasında, sürtünme ile derinin üst tabakası zedelenir ve derinin tabakaları arasında su toplanması meydana getirir.

En iyi yöntem korunmaktır. Uygun ayakkabı ve çorap seçimi, uygun kıyafet, sürtünmeyi azaltıcı jeller/pudralar en önemli yardımcılardır.

Pişik

Pişiklerden kaçış yoktur. Sürtünmeden meydana gelir.

Bu yazı fikir sahibi olmanız için hazırlanmıştır ve tıbbi bir öneri yerine geçemez. Herhangi bir şikayetiniz olursa mutlaka bir doktora başvurun.

Sağlıklı günler dilerim.

Doç. Dr. Cem ARITÜRK

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

Yazının devamı...

Dikkat! Ayı Çıkabilir

Ultramaraton yarışları kısmi veya tam kişisel yeterlilik esasına dayanan organizasyonlardır. Kısmi yeterlilik dediğimiz zaman rota boyunca belirli aralıklarla, katılımcıların faydalanabileceği gıda, içecek, sağlık desteği varlığından bahsedilir. Tam yeterlilik esasında ise koşucunun rota boyunca kendi başına olduğu ve her türlü ihtiyacının, başlangıç noktasından bitişe dek kendi tarafından karşılanması gerektiği anlaşılmaktadır.

Doğa koşullarında gerçekleştirilen bu ultramaratonlarda bu tam veya kısmi yeterlilik konusunda dikkat edilmesi gereken başlıklardan biri de doğal şartlarla ve özellikle doğal şartlarda karşılaşılabilecek olan diğer canlılarla olan iletişim ve ilişkilerdir. Doğada koşmanın, ultramaraton organizasyonlarının en çekici yanlarından biri olan muhteşem doğa güzellikleri, kimi zaman bu doğayı insanlarla paylaşmakta olan diğer canlıların varlığı nedeni ile tehdit edici ve korkutucu olabilmektedir. Orman içi bir tek kişilik patikada ilerlerken duyulan kuş sesleri veya gecenin kör karanlığında parlayan gözleri ile fark edilen bir sincap ne kadar şirin, rahatlatıcı ve keyifli ise yakınınızdan geçen bir yaban domuzu ailesi, ağacın dalından sarkmış bir yılan ve daha basit hali ile başıboş bir köpek o denli korkutucu ve tehlikeli olabilir.

Bu nedenle, bu ve sonraki makalemde; doğa şartlarında yapılan ve tam/kısmi kendi kendine yeterlilik esasına dayalı organizasyonlarda doğada var olan diğer canlılar, bu canlılar ile olan ilişkiler, tehlikeler ve yapılması gerekenler hakkında bilgilendirmeler yapmaya çalışacağım.

Konu doğa olunca “ayı”lardan bahsetmemek, hatta bir mit haline gelmiş bu hayvanları ilk sırada anlatmamak abesle iştigal sayılmalıdır. Ve hatta ayılara öncelik vermek ve ayılar ile ilgili olan bilgileri bu yazıda tek başına incelemek istiyorum.

Kimdir bu “Ayı”lar?

Günümüzde sağlıklı bir ayı nüfusunun varlığı, yüksek kalitede bir ormanın ve böylece kereste, mantar, çilek ve çeşitli avların mevcudiyetinin göstergesidir. Varlıklarıyla doğaya pek çok katkıda bulunan ayılar, aslında bitkilerle beslenen canlılardır ve bu nedenle de önemli bir tohum dağıtıcıdırlar. Geniş bölgelerde yayılım gösterdiklerinden, sindiremedikleri tohumları dışkıyla çıkararak uzak bölgelere taşırlar. Bunun yanında leş yiyici oldukları için doğanın temizlenip yenilenmesine de yardımcı olurlar. Bu bilgiden, ayıların insana saldırmasının temel sebebinin yemek olmadığı anlaşılmaktadır. Alan koruma, yavru koruma, saldırı tehdidi gibi unsurlar en önemli ayı saldırı motivasyonlarındandır.

Yaşamak için geniş alanlara ihtiyaç duyan ayıların yaşadıkları bölgelerde sağlıklı bir habitat varlığından söz etmek mümkündür. Ülkemizde sadece; Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya’da da dağılış gösteren “Boz Ayı” (Ursus arctos-European Bear) türü yaşamaktadır. İki alt türü olan boz ayılardan kuzey bölgelerimizde yaşayan Avrasya boz ayısı (Ursus arctos arctos) ve güney bölgelerimizde dağılış gösteren, nispeten daha küçük yapılı ve daha açık renkli Suriye boz ayısıdır (Ursus arctos syriacus). Ülkemizde boz ayıların sayısının 3000-4000 arasında olduğu tahmin edilmektedir.

Yaşam süreleri maksimum 30 olan boz ayılar 5 yaşından itibaren üreyebilirler. Genelde ilkbahar aylarında çiftleşen boz ayılar 8 aylık gebelik sürecinin ardından kış aylarında doğum yaparlar. Normalde 60 günde tamamlanan gebeliklerini, yavrularını bahar aylarında doğa şartlarında çıkarabilmek için, 8 aya kadar uzatabilme yeteneğine sahiptirler (geciktirilmiş gebelik). Bu sayede kış aylarında doğan yavrular, bahar aylarında inlerinden çıkıp doğada dolaşabilecek boyuta erişmiş olurlar. Bununla birlikte yavrular, yaklaşık 2-3 yıl anne ayılar ile birlikte yaşarlar. Bu nedenle bir yavru ayı ile karşılaşıldığında, anne ayının yakınlarda olacağı unutulmamalıdır.

Gündüz saatlerini inlerinde geçiren ayılar gececi hayvanlar olarak bilinirler. Ancak yoğun bitki örtüsü, çalılık ve ağaçlı alanlarda günün aydınlık saatlerinde de gezebilirler. Tam bir kış uykusuna yatmayan ayılar, kış döneminde aralıklarla uyanabilirler. Bu uyandıkları dönemlerde inlerini değiştirebilir ve beslenebilirler. Derin bir uykuya yatmamalarından dolayı kış uykuları sırasında, ısı ve çevre koşullarından daha kolay etkilenirler.

Kış uykularının bittiği ilkbahar aylarında hem açlıktan dolayı hem de çiftleşme güdülerinden dolayı saldırgan olabilirler. Genel olarak yalnız bulunan boz ayılarda yavruların ilk 2-3 yıllarında anneleri ile birlikte bulunduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Erkek ayılar kış uykusunun ardından yalnızca 1 ay dişilerin olduğu alanlarda toplanırlar. Bununla birlikte kış uykusundan uyandıkları bahar aylarında çöplerin birikmiş olduğu alanlarda (yemek bulmak amacı ile) ayı toplulukları bulunabilmektedir.

Ayılar için doğada diğer vahşi yırtıcılarla ortak yaşadıkları alanlar haricinde tek tehdit unsuru insanlardır. Özellikle yasa dışı avcılık, ayılar için en önemli tehditlerdendir ve bu nedenle de maalesef ki ülkemizde insanlara karşı ön yargıları mevcuttur. T.C.’de 4915 sayılı Kara Avcılığı Kanunu’nca oluşturulan Merkez Av Komisyonu’nun belirlediği “avlanacak av hayvanı türleri” arasında boz ayı yer almamakta ve koruma altına alınan türler arasında listelenmektedir. Ayrıca boz ayılar, Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme (CITES) kapsamındaki türler arasındadır.

İnsanlarla ayılar arasındaki çatışmanın en önemli nedenlerinden birisi insan baskısına bağlı olarak ayıların yaşam alanlarının daralmasıdır. Bununla birlikte doğal gıda kaynaklarının azalması, ayıların, insanlara ait gıda kaynaklarına yönelmelerine sebep olmaktadır. Doğal ortamlarda yerleştirilen arı kovanları, sebze ve meyve bahçeleri ve çiftlikler bu kaynakların başında yer almaktadır. Bunların haricinde açık çöp birikintileri ve özellikle kamp alanlarında gece saatlerinde açıkta bırakılan gıda maddeleri ayıların hedefleri arasında yer almaktadır. Ayıların özellikle şekerli ve aromalı gıdalara düşkünlükleri bu kaynaklara yönelmelerindeki diğer nedenlerden bir tanesidir.

Ayı-insan temaslarındaki en önemli saldırı nedenlerinden birisi ani ve beklenmedik karşılaşmalardır. Kendi alanında, deyim yerinde ise, davetsiz bir misafir gibi dolaşan insanla aniden karşılaşılan ayı, doğasının gereği ve refleks olarak koruma güdüsü ile saldırıya geçer. Bunun haricinde karşılaştığı insana karşı merak duygusu da ayıların, insana yaklaşma sebeplerinden birisidir. Bir diğer ve en sık bilinen saldırı nedenlerinden biri anne ayıların, yavrularını koruma güdüsüdür. Bunlar haricinde insanların gıda kaynaklarını karıştırırken meydana gelen karşılaşmaların sonucu olarak da saldırılar meydana gelebilmektedir. Calgary Üniversitesi’nden yayınlanan bir çalışmaya göre ayı saldırılarının yarısından fazlası, insanların uygunsuz davranışları sebebi ile gerçekleşmektedir. Bununla birlikte aynı çalışmada, insan türünün, vahşi doğadan ayrışarak kendine bir yaşam ortamı yaratmasının üzerinden bin yıllar geçtikten sonra doğa sporları ile birlikte aynı vahşi doğaya dönüş yapmaya çalışmasının bu tür saldırıları arttırdığı da vurgulanmakta. Arada vahşi doğada olmadan geçirilen süreçte hem insanın o habitata uygun davranış şeklini hem de vahşi doğa canlılarının insan türünün yaşam dinamiklerini unuttuğu belirtiliyor. Ayrıca doğa şartlarında aktivite yapan insanların yeterli hazırlıkta olmaması da saldırıların nedenleri arasında gösteriliyor.

Peki doğanın sahibi bu canlıların insanlarla olan ilişkileri ile ilgili elimizdeki istatistiki veriler ne durumda?

ABD’de ayı savunucuları tarafından yapılan istatistiklere göre arı sokmasından ölüm ihtimali ayı saldırısında ölüme göre 12 kat daha fazlaymış. Bununla birlikte Amerika Yellowstone Ulusal Parkı’nı 1980'den 2011 yılına kadar ziyaret eden 90 milyondan fazla ziyaretçiden yalnızca 43 tanesi ayılar tarafından yaralanmış. Calgary Üniversitesi’nin yayınladığı çalışmada ise 2005-2014 yılları arasında Kanada’da 66 ayı saldırısı olduğu ve bunların 34’ünün boz ayılar tarafından gerçekleştirildiğinden söz ediliyor. Türkiye’de ise bu denli sağlıklı istatistik çalışmalar olmasa da Google taramalarından edinebildiğim bilgilere göre yılda yaklaşık 15-20 civarında ayı saldırısı yaşanmakta ve bunların yaklaşık %10-20 kadarı ölümle sonuçlanmakta.

Hal böyleyken nasıl korunmalı?

Küresel Çevre Fonu destekli Orman Koruma Alanları Yönetiminin Güçlendirilmesi Projesi kapsamında hazırlanan "Boz ayıyla Birlikte Yaşam Rehberi"nde, insan ve boz ayı çatışmasının, uygun önlemler alınarak çözülebileceği belirtiliyor. Bu durumun, insan ile boz ayı arasında bir çatışma oluşturduğu vurgulanan rehberde, boz ayı-insan çatışmasının uygun önlemler alınarak çözülebileceğini savunulmakta.

Rehberde, boz ayıların yaşadığı bir yerde yürüyüş, piknik ya da kamp yapanların, varlıklarını boz ayılara belli etmesi, arazi ve bitki örtüsünün görüşü engellediği durumlarda yüksek sesle konuşulması, gürültü yapılması ya da en azından çantalara zil takılması önerileri yer alıyor. Güvenlik açısından yalnız değil, grup halinde dolaşılması tavsiye edilirken, grupların boz ayılar ve diğer yaban hayvanları tarafından daha kolay fark edildiği de belirtiliyor.

Bir ayı ile karşılaşırsanız!

Tüm önlemlere ve dikkate rağmen boz ayı ile karşılaşırsanız öncelikle sakin kalmaya çalışın ve yavaşça geri çekilin. Bu esnada ayı ile sakin bir ses tonuyla konuşun. Sakın gözlerine bakmayın. Bunu meydan okuma olarak algılayabilirler. Ayının, bir hata yaptığınızı ve şu anda da onu telafi etmeye çalıştığınızı düşünmesini sağlayın. Eğer ayı üzerinize doğru koşmaya başlarsa, bunu bir saldırı olarak değil, merak göstergesi olarak düşünün. Ayıların iyi göremediğini aklınızdan çıkarmayın. Ayı 50 metre yakınınıza geldiğinde, yere yatın ve yüzünüzü yere değdirin. Ellerinizi başınızın üzerinde kenetleyin. Boynunuzu, kulaklarınızı ve kafanızı koruyun. Bacaklarınızı mümkün olduğunca açın. Böylelikle ayı sizi kolayca döndüremeyecektir. Sizinle bu esnada oynayabilir. Uzun pençeleri sizi hırpalayabilir. Ne olduğunuzu anlamak için ısırabilir. Paniğe kapılmayın, sabırla ve metanetle sessiz ve hareketsiz bir biçimde ilgisini kaybetmesini bekleyin.

Ani karşılaşmalarda veya yukarıdaki yöntem bir işe yaramadığında savaşmaktan başka seçeneğiniz kalmıyor. Bulabileceğiniz taş veya odun parçasıyla, bunlara fırsatınız yoksa yumruğunuzla da olsa karşı koyun. Büyük olasılıkla vücudunuz hasar görecek ancak hayatta kalma şansınız olacaktır. Ayının en tehlikeli uzuvları dişleri değil pençeleridir. Gözleri ve burunları hassas bölgeleridir.

Tüm bu taktikler haricinde Kanada’da yapılmış çalışmalarda, ayılar için özel üretilmiş biber gazı tavsiye edilmekte. Counter Assault veya UDAP 2-15 milyon SHU gücünde, yüzde 2-15 Capsaicin içermekte olan bu ürünlerin ABD’de satılanları EPA onaylıolmak zorundadır. Henüz Türkiye’de piyasada bulunmayan bu gazlar 7,5 metre uzağa bulut olarak püskürtülmeli, en az 6 saniye boyunca sıkılabilmeli ve son kullanma tarihi geçmemiş olmalıdır.

Doğada olmak risk almak demek. Doğada, ayılardan uzak, keyifli zaman geçirmeniz dileği ile.

Yazının devamı...

Damar Check-Up’ı Nedir?

Damarlar, tüm vücut açısından en önemli ve en hayati yapılardan biridir. Organların canlılığı ve düzgün çalışabilmesi için damarların sağlıklı olması gerekmektedir. Kalpten çıkan temiz kanı dokulara taşıyan atardamarların ve dokularda kullanılan kirli kanın temizlenmek üzere kalbe ve akciğerlere taşınmasını sağlayan toplardamarların hem yapısal hem de fonksiyonel olarak sağlıklı olması organ ve doku sağlığı açısından çok önemlidir.

Hem atardamarlar hem de toplardamarlar pek çok nedenle fonksiyonel ve yapısal bozulmalara maruz kalabilirler. Genetik miras ve ailesel altyapı bu nedenlerin en başında yer almaktadır ve maalesef hayat boyu değişmemektedir. Bununla birlikte belirli hayat koşulları damar hastalıklarının ortaya çıkmasında ve ilerlemesinde önemli rol oynamaktadır. Atardamarlar açısından değerlendirildiğinde; hareketsizlik, kötü beslenme, stres, sigara ve alkol tüketimi ilk akla gelen risk faktörlerindendir. Hipertansiyon, şeker hastalığı ve yüksek kolesterol seviyeleri de atardamar hastalıklarının tetikleyicilerindendir. Bununla birlikte kadınlarda gebelik, hareketsizlik, uzun süre oturarak veya ayakta sabit durarak çalışma gibi modern günlük hayatın zaruri getirileri toplardamar sağlığı açısından risk oluşturmaktadır.

Tüm bu faktörler kronik süreçte, ilgili damar sisteminde patolojik süreci başlatmaktadır. Hastalığın henüz yeni başladığı dönemlerde belirtiler çok silik olmakla birlikte hem toplardamar hem de atardamar hastalıklarının seyrinde, ileri dönemlerde belirgin şikâyetler oluşmaktadır. Şikâyetlerin başlaması ile birlikte hastalar soluğu hekimlerin kapısında almaktadırlar.

Peki hem toplardamar hem de atardamar hastalıkları için, hastalığın başlangıç döneminde tanı koyup erken bir takım önlemler ile seyri durdurmak veya yavaşlatmak mümkün müdür?

Cevabım “evet”

Belirli kriterler çerçevesinde uygulanacak olan check-up programları ile hastalığın henüz oluşmadan veya başlangıç safhalarında yakalanması mümkündür. Bu sayede hem hastalığın oluşumu ve ilerlemesi kontrol altına alınabilir hem de oluşturacağı şikâyetler başlamadan önlenmiş/başlamışsa da iyileştirilmiş veya azaltılmış olur.

Kimlere, ne zaman ve hangi sıklıkla damar “check-up”ı uygulamak gereklidir?

Damar check-up programlarını atardamar ve toplardamar alt başlıklarında toplama doğru olacaktır. Atardamarlar için uygulanacak check-up programı için, koroner arter hastalığında uygulanan programlarla benzer bir süreç takip edilebilir. Ailede herhangi bir atardamar hastalığı (koroner arter, şah damar, periferik arter vs.) bulunmayan ve hiçbir şikâyeti bulunmayan bireylerde 50 yaşından itibaren yıllık damar cerrahisi muayenesi uygundur. Eğer bu muayenelerde ve yapılan tetkiklerde gerek görülürse ileri teşhis yöntemlerine başvurulabilir. Ailesinde herhangi bir atardamar hastalığı bulunan kişilerin yıllık check-up programına 40 yaşında başlaması uygun olacaktır. Bununla birlikte sigara ve alkol tüketen, hareketsiz, şişman ve stresli kişilerin; şeker hastalığı, hipertansiyon veya kolesterol yüksekliği bulunanların da şikâyetleri olmasa dahi 40 yaşından itibaren atardamar hastalıkları açısından yıllık check-up yaptırmaları uygundur. Bunlar haricinde kaç yaşında olursa olsun, atardamar hastalığının varlığını düşündürecek şikâyeti olanların mutlaka bir damar cerrahına başvurmaları gerektiğini de hatırlatmak isterim.

Gelelim toplardamar hastalıklarına. Toplardamar hastalıklarında aile öyküsü ve genetik faktörler oldukça önemlidir. Genellikler 20li yaşlarda başlayan hastalık 30'lu yaşların sonunda veya 40'lı yaşların başında ciddi bulgular vermeye başlar. Kadınlarda araya giren gebelikler ve doğumlar bu süreçleri hızlandırabilir. Bu nedenle ailesinde varis öyküsü olan kadınların gebelik planlamalarından önce toplardamarlar açısından muayene olmaları, gelişebilecek sorunları erken saptamak açısından önemlidir. Bununla birlikte yaşı kaç olursa olsun aile öyküsü bulunan; bacaklarında ağrı, şişlik, kaşıntı, dolgunluk, huzursuzluk gibi şikayetleri bulunan, uzun süreler oturarak veya ayakta durarak çalışan (öğretmen, bankacı, hostes vs.); bacaklarında ciltten kabarık, varisleşmiş damarlar bulunan; hayatının herhangi bir evresinde derin ven trombozu geçirmiş, toplardamarlarla ilgili bilinen anatomik varyasyonları olan kişilerin mutlaka bir damar cerrahına muayene olması ve hekiminin tavsiyesi doğrultusunda düzenli kontrollere devam etmesi gerekmektedir.

Sağlıklı, hareket ve müzik dolu bir hafta dilerim.

Doç. Dr. Cem Arıtürk

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

Facebook:@docdrcemariturk

Instagram:@cem.ariturk

YouTube:@docdrcemariturk

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.