SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Doktor olmak

Okunması, iyi bir diksiyon ve anlaşılabilir, radyofonik bir üslupla yaklaşık 30 saniye süren bu tek cümlelik “yemin”in öncesinde geçirilmiş altı yıllık eğitim -daha doğru ve kapsamlı bir tanımlama ile insani ve mesleki formasyon- süreci ve sonrasında uğrunda sualsizce harcanan bir ömür bulunmakta. Dilde hafif ve kolay telaffuz edilir bu metnin yaşayanın hayatında ve ruhunda ne kadar ağır bir yük olduğunu sadece o yükü omuzlayanlar, yani hekimler bilebilir. Bir insan canını, o güne kadar edindiği her türlü bilgi, yargı ve görgü kuralı ile bir süreliğine taşımak ve bu süreçte çoğu kez kendi yakınlarından, ailesinden, eşinden, dostundan ve belki de en önemlisi kendinden önce, o emanet “can”ı düşünmek işte öyle her babayiğidin harcı değil. Bu nedenledir “hekim olmak sadece 6 yıl eğitimle olmaz!” yargısını tek çırpıda ağzımdan çıkarıp kaleme döküvermem.

Yaşıtları kampüslerde yarı eğlenir yarı öğrenirken hekim adayı hastanededir; derslikten hasta servisine, yoğun bakımdan ameliyathaneye koşar. Okuduklarını öğrenmenin derdine düşerken bir yandan da 2. dekatı taze doldurmakta olan ruhundaki derin kesikleri tamir ede ede ilerler o yolda. Geçirdiği her staj, tanık olduğu her hasta hikayesi yeni bir kesik ve yeni bir olgunluk demektir ruhunda. 19 yaşında, acil serviste 1 ay boyunca, uykusuz geçirdiği nöbetlerde deprem mağdurlarının her haline, her sorununa tanık olur, ortak olur, derman olur. Onların iyi olabilmesi için her sağlık çalışanı gibi, elinden geleni ardına koymaz. Sabah dersi öncesi bir elinde meyve suyu, bir elinde tostunu yiyerek dersliğe yürürken yanı başında yere yığılan kadına ilk kalp masajını yapan 21 yaşındaki bu genç hekim adayıdır. Daha 22 yaşındayken, eli elindeyken bir hastasının son nefesini verişine tanık olur. Her hasta ve yakını ile yeni bir hayat tanır, her hayat ile biraz daha olgunlaşır. Sınavlara girer, sınavlardan geçer, bütünlemelere kalır, tasalanır, umutlanır. Çalışır, koşturur, susar, saygı duymayı ve saygı göstermeyi öğrenir. Asistan olur, çalışır, daha çok çalışır. Uykusuzluğa biraz daha alışır. Biraz daha öğrenir, bildiğini öğretir. Uzman olur, mecburi görevini yapar. Zaman gelir, zaman geçer. 18 yaşında tazecik bir genç olarak başlanan bu yolculuk hayatın sonuna dek, hangi kademede olursa olsun aynı tekrarlarla devam eder: onlarca yıllık çalışma, koşturma, öğrenme, öğretme, kendini adama.

Afet döneminde en ön safhadadır. Herkes telaşla yuvasına çekilip güvende kalmaya çalışırken, hekim ileri atılıp çare bulmaya, çare olmaya, güven vermeye gönüllüdür. Yeri geldiğinde kendinden yüzlerce, binlerce kilometre uzakta akan gözyaşlarını bir nebze olsun dindirebilmek için arkasında telaşlı yürekleri ve başka yaşlı gözleri bırakarak göreve koşar hekim. Salgın hastalıklarda; herkes oturduğu sıcak kanepesinden olanları anlayabilmek için ekrana kilitlenmişken hekim, hem sahada “canı pahasına” görev alır hem de ekran başındakilerin merakını gidermek için ekranlardan bilgi vermeye çalışır. Bu da yetmez eline son 1 ayda tutturulmuş, yeni okunmuş tıbbi bilgilerle karşısında oturan otoritelere; kırmadan, dökmeden, hekim ve insan duruşundan taviz vermeden dil dökmekle uğraşır. Bıkmaz, usanmaz, anlatır da anlatır.

İşte gördüğünüz, görmediğiniz tüm meslektaşlarım, tüm öğrenci arkadaşlarım bu yazının özneleri. Başta eczacılarımız, hemşirelerimiz, fizyoterapistlerimiz, anestezi teknisyenlerimiz, diyetisyenlerimiz, yardımcı sağlık personellerimiz ve idari kadrolarımız da bizim “şüphesiz ve yürekli” yoldaşlarımız. Hepsini tek tek ayakta alkışlıyorum ve Türk Tıp Camiası’nın bir parçası, böyle insanların bulunduğu bir topluluğun üyesi olduğum için gurur duyuyorum.

Bilimin, gerçek ve doğru bilginin ve tüm sağlık çalışanlarının değerinin bilindiği günler dileği ile.

İyi haftalar dilerim.

Doç. Dr. Cem ARITÜRK

Yazının devamı...

Arafta uyanış

“Sabah 06:14’te yataktan kalkmalıyım daha doğrusu her taraf henüz kapkaranlık iken sürünerek kalkmaya çalışmalıyım. Uyanmalıyım ki; 06:42’de banyo yapılmış, tıraş olunmuş, dişler fırçalanmış olsun. Banyoya girmeden tuşuna bastığım, hatta bir üst modeline sahipsem akşamdan programladığım makine kahvemi demlemiş. Raf ömrü 3 ay olan tost ekmeğinin arasına benim için özenle 2 mm kalınlığında dilimlenmiş az yağlı kaşar peynirini koyup tost makinasında 5 dakika ısıttım mı kahvaltım da hazır. O kadar zamanım yoksa imdadıma yetişecek onlarca kafe var; malum mahalle pastaneleri kapanalı yıllar oldu. Aman geç kalmayayım! Saat 06:52 trafik başlamıştır. Kalan kahveyi de termosa koyar yolda içerim.

Asansörle 3 kat indim mi arabanın kapısına 12 adım var. Oh şanslıyım ki kapalı garajım var, dışarıdaki yağmurdan korunacağım. Islanmak en sevmediğim şey, yazın da güneş cayır cayır yakıyor ya o da ayrı sorun. Klimalar olmasa bu şehirde yaz da çekilmez.

Tam 49 dakika... 6 km yolu 49 dakikada gidebiliyorum. Bu insanlar delirmiş olmalı. Herkes araba kullanmak zorunda mı anlamıyorum. Hem o yan arabadaki kadın da neydi öyle, arabada makyaj mı yapılır. Şu radyoların her sabah aynı şeyleri anlatan rutini olmasa nasıl çekilir bu hayat bilemiyorum. Neyse ki saat 08:00 olmadan işe geldim; iki soluklanmaya fırsatım kaldı. Yukarı çıkmadan şu kahvemi de tazeleyim: ‘Nonfat laktozsuz latte ekstra hot olsun lütfen’; hemen düzeltelim ekstra x ile yazılır, şarj da z ile… Malum burası yeni dünya, bu yeni düzen ve bu da yeni Türkçe.

Masamdaki kalabalığı seviyorum, bu dağınıklığın içinde bir düzenim var benim. Laptopum, desktopum, akıllı telefonum, tabletim. Hali ile 2adet bağlantı kablosu var. Her şey 1 milyoncular sağ olsun ki kablo düzenleyiciler var artık. E kablolar karışınca düzeltmesi zor oluyor ya! derdim o. İyi, bugün çok yorulmadım. Sabahtan bir rutin toplantı, Ortadoğulu ortaklarla telekonferans, iki üç maili de yanıtladım. Akşam içim rezervasyonu da yaptırayım da açıkta kalmayalım, kim uğraşacak şimdi evde yemek yapmakla; ‘Nasıl yani? Önümüzdeki 3 gün dolu mu? E ben sizin çok eski müşterinizim, iki kişilik bir masa nasıl olmaz?’ Şu strese bak; neyse mahalledeki burgerciye gideriz bu akşam artık, hiç olmadı eve sipariş ederiz.

Zaten bu hafta çok sağlıklı beslenmiştim; avokado, Hindistan cevizi yağı vazgeçilmez yağ kaynaklarım benim. Tahıl tüketmiyorum ama kaju fıstığına dayanamıyorum. Geçen gün haberlerde gördüm Avustralya’daki yangını, Kaliforniya’daki kasırgayı… Çok üzüldüm. Mevsimler de değişiyor, ondan mıdır bilemedim ama domateslerin tadı kalmadı. Ben de çeri domates yiyorum, parlak parlak ve kıpkırmızı. Bak düşününce karnım acıktı, saat de 12 olmuş.

Öğle yemeğinde hafif yiyeyim bari. Şu kafeteryadaki hazır salatalardan alalım. Öğleden sonra da işler az zaten. Herkes benim kadar çalışsa onlar da kalmayacak ama…Dur bir telefonuma bakayım neler oluyor hayatta; e hayatı kaçırmamak lazım!!!”

Betimlenen klasik bir metropol insanı portresiymiş.

Geçmişinden kopmuş, geleceğe de tutunamamış, arafta.

Global olamamış ama yerel de kalamamış, arafta.

Geleceğe koşamamış ama geleneğinde de kalamamış, arafta.

Ne ordan ne burdan!

Belki de biraz oradan biraz buradan.

İşte en büyük tehlike buymuş, zamanında kızılderili beyaz benizliyi uyarmışmış. Ama o dinlememiş. Suyu hunharca tüketmiş, tohumu bilinçsizce yok etmiş, doğayı düşmen belleyip katletmiş. Son ağaç kesilmemiş, son yağmur damlası düşmemiş. Paranın yenmeyen bir şey olduğu herkesçe tam anlaşılamamış belki ama…

…..

Bir gün nanometrelik bir virüs çıkagelmiş.

İnsanı görmekte olduğu bu sürreal, antinatürel, fütüristik rüyadan, henüz uykusu tamamlanmadan uyandırıvermiş.

Uyku tatlıymış ve insanın uyanmaya da niyeti yokmuş aslında. İşte o günlerde düşünenler şu soruyu sorar olmuş:

Uyanan insan kaldığı yerden uykusuna ve rüyasına mı devam edecek yoksa uyandığı yerden yaşamına mı?

Cevabı ikinci sezonda…

COVID-19’dan uzak bir hafta dilerim.

Doç. Dr. Cem Arıtürk

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

Yazının devamı...

#evdekaltürkiye

COVID-19’lu yaşamın zorlukları ile boğuşuyoruz. Toplum olarak enfeksiyondan korunmak için gerekli önlemleri alarak yaşamak ile görmediğimiz nanometre boyutundaki virüslerle köşe kapmaca oynatacak ruhsal sorunlar arasındaki ince çizgide dengede kalmaya çalışıyoruz. Türlü bilgiler her gün gerek ana akım medya kanallarındaki tartışma programlarında gerekse sosyal medyadaki hesaplarda yoğun biçimde verilmekte. COVID-19’u bir dönem siyasi konuları tartıştığımız gibi, konu hakkında bilgi sahibi olan olmayan herkesle tartışırken sosyal medyada virüs mizahını icra etmekten de geri kalmıyoruz. Kültürel çeşitliliğimizin ve rengimizin sonucu olan tüm bu yaklaşımlar bir yana toplum içinde virüsün havada asılı kalma süresinden tutun da kapı tokmağını kaç saniye tuttuğumuz zaman enfekte olma olasılığımızın arttığına kadar pek çok bilgi dolanmakta.

İşte bu noktada aslında elimizde var olan ve tüm toplum olarak hezeyana kapılmadan takip etmemiz gereken belirli kurallar olduğunu bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Sağlık Bakanlığı’nın sürecin en başından beri vurgulamış olduğu 14 kuralın bazıları (yurtdışı seyahatleri vb. kurallar artık geçerliliğini yitirmiş durumda) tekrar tekrar konuşulmalı. Konu ile ilgili konunun uzmanı sağlık profesyonellerinin ve devlet yetkililerinin sözleri dinlenmeli. Devlet organlarınca geçici süreliğine de olsa özgürlüğümüzü kısıtlayacak önlemlerin, geleceğimizi koruma altına almak için olduğu hatırlanmalı ve bu kurallara mutlak suretle riayet edilmeli. İşte bu çerçeve dahilinde:

#evdekaltürkiye … Özellikle 65 yaş ve üzeri vatandaşların; kalp damar sistemi hastalıkları, diyabet gibi kronik hastalığı olanların evden çıkma yasağına uymaları gerekmektedir. Bunun dışında kalan herkesin işe gitmek, alışveriş ve sağlık ihtiyaçları gibi zaruri ihtiyaçları sağlamak dışında evden çıkmamaları çok önemlidir. Komşu, eş ve dostla aynı evde toplanıp zaman geçirmek, misafir kabul etmek ve misafirliğe gitmek de sosyal izolasyonu yıkmak demektir. Bu nedenle bu dönemde eşimizle dostumuzla, teknolojinin bize sunduğu imkanlarla iletişim kurmak bu salgını en az hasarla atlatmamız için en önemli yollardan biridir.

#sosyalmesafenikoru … Mecbur kaldığımız ve bir başka kişi ile aynı ortamda olduğumuz durumlarda bir kol boyu (1 m) mesafeden yakın durmamak hastalık bulaşma riskini azaltacaktır. Bu nedenle bu mesafenin korunması çok önemlidir. Karşılaşmalarda tokalaşmamak, öpüşmemek ve sarılmamak alınacak en önemli önlemlerdedir.

#eliniyıka … Ellerin gün içinde sık sık ve özellikle şüpheli yüzeyler ve kişilerle her temastan sonra 20 saniye süre ile sabunla; avuç içi, el sırtı, parmak araları, parmaklar ve bilekler ovularak yıkanması virüs bulaşma riskini azaltmaktadır. Suya ve sabuna ulaşılamayan durumlarda, yıkamada gösterilen özeni göstererek ellerin, uygun dezenfektanlar veya kolonya ile temizlenmesi gerekmektedir.

#eliniyüzünetemasettirme … COVID-19 elden değil el aracılığı ile bulaşır. Elinizde bulunan virüsün; ağız, burun ve göz aracılığı ile bulaşmasını engellemek için eller yüze temas ettirilmemelidir.

#düzenlibeslen … Yeterli kalorinin alınacağı, protein-karbonhidrat-yağ dengesi korunmuş, vitamin ve mineraller açısından yeterli beslenme bağışıklık açısından çok önemlidir ve bu süreçte hastalıktan korunmada en etkin faktörlerdendir.

#kapalıortamıhavalandır … Pencerelerin ve balkonların gün içinde, belirli sürelerle açılarak kapalı ortamların havalandırılması, ev içindeki havanın tazelenmesine ve hastalığın engellenmesine katkı sağlar.

Bu önlemler haricinde her birimizin bazı sosyal sorumluluklarını olduğunu da hatırlamamız gerekmektedir. Özellikle çevremizde yaşayan 65 yaş üstü insanların ihtiyaçlarını karşılamak, onlara kurallar çerçevesinde fiziken ve manen destek olmak hepimizin sorumluluğudur. Şehirlerimizde, ilçelerimizde, mahallelerimizde yaşayan ve özellikle esnafların özverileri ile beslenme ve su ihtiyaçları karşılanan sokak hayvanları da bu dönemde unutulmamalı ve onların da su-gıda ihtiyaçları karşılanmalıdır.

Unutmamak lazım birlikten kuvvet doğar ve farklı kültürlerin, renklerin, görüşlerin yüzyılı aşkın bir süredir hoşgörü, sevgi ve saygı çerçevesinde birleşmiş olduğu güzelim coğrafyamızda, bu salgını en az hasarla atlatmak bizim elimizde.

#birliktegüzeliztürkiye

Sağlıklı bir hafta dilerim.

Doç. Dr. Cem Arıtürk

Yazının devamı...

İnsanın COVID-19 ile sınavı

Çin’den başlayarak kısa bir sürede dünyanın gündemini altüst eden bir pandemi yarattı COVID-19. Aslına bakılacak olursa Ortaçağ’da vebadan ağzı yanan dünya insanı, koronayı üfleyerek karşılamayı akıl edemedi. Ulaşımın, teknolojinin ve imkanların günümüzle tartışılamayacak düzeyde olduğu Ortaçağ’da “Yersinia Pestis” bakterisinin yaptığı kıyım hatırlanarak biraz ders alınsa idi günümüzde geldiğimiz noktadan uzakta durma imkanımız olabilirdi. Fare kaynaklı bir bakterinin kökenini oluşturduğu ve orijini “biyolojik silah” olmasa bile süreç içinde biyolojik silah olarak kullanılmış bir hastalık olan vebanın yarattığı yıkım, insan nüfusunun yaklaşık üçte birinin ölümüne neden olmuştu ve din-dil-ırk ayrımı yapmadan; üstelik insanlar bir ülkeden diğerine uçakla ulaşamazken. Mancınıklarla Venediklilerin şehirlerinin içine atılan “Yersinia” dolu insan cesetleri hala tarih ve tıp kitaplarında bahsedilmekte.

Başlangıcından itibaren komplo teorisyenlerince dünyanın mevcut ekonomik, politik ve sosyal düzenini değiştirmeye yönelik bir üst akıl oyunu olduğu söylentileri kulaktan kulağa yayılan COVID-19, Ortaçağ’ın bilinmezi olan bakterilerin günümüzdeki versiyonu virüs ailesinin bir üyesi. Milenyum hastalıklarının başrol oyuncularından olan virüslerin en büyük ortak özellikleri ise tedavilerindeki kısıtlılıklar. Pozitif bilimin bize verdiği “virüs güdümlü” silahlar oldukça kısıtlı ve dahası bu amansız düşmanlarımızın kendini yenileyerek, “dün” etkilendikleri ilaçlardan “bugün” korunabilir hale gelmeleri an meselesi. Virüslerin bu derece değişken ve oynak yapıları ise insan türünün korkulu rüyalarından biri olmalarının temel sebebi. Çeşitli virüsler için aşılar üretilmiş olsa da COVID-19 henüz milenyum teknolojisinden nasibini alabilmiş değil ve “tıp bilimi”nin güncel imkanları ile etkin ve güvenilir bir aşının üretilebilme sürecinin 1 seneden kısa sürmesi olanak dahilinde değil. 1 seneden önce bir aşı kullanımına başlanırsa ya tıbbın ve üretim süreçlerinin bilimsel kurallarını tekrardan gözden geçirmiş olacağız ya da komplo teorilerinin, teorinin ötesine geçtiğini…

İşte böyle bir karmaşa ve panik havası Uzakdoğu’dan, önce yakın doğuya ve sonra da bizi teğet geçerek batımıza sıçrayınca olası geleceğimiz ile ilgili kaygılarımız artmıştı. İşte o günün olası geleceği, bugünün göz ardı edilemez gerçeği haline dönüşüverdi. Sağlık Bakanlığı ve diğer yetkililerin zamanında aldığı önlemler ile mümkün olduğunca geç tanıştık korkulan COVID-19 ile. Korkulan sıfatını, bilinmezliğine borçlu olan bu virüsün diğer ülkelerdeki ve toplumlardaki etkilerinden deneyim elde etmek için yeterince zamanımız oldu ve bu bizim için bir avantaj. Öyle ki Çin’in 3 aylık deneyimi, İtalya ve İran’daki son 15 gün içinde meydana gelenler ve sonrasında Avrupa’nın yaşamakta olduğu infial hali bu süreçte “temiz” kalmayı başaran ülkemizin hem mental hem de altyapı olarak hazırlanmasına olanak tanımış olmalı. Bahsi geçen ülkelerdeki vaka sayılarının artışındaki istatistikler, bugünümüzden yarınımızı tahmin edebilme şansını ve o ülkelerin tıbbi ve stratejik süreçleri ise düzgün bir afet planı ve kurallı-bilimsel bir tıbbi strateji planlayabilmemizi sağlamış olmalı.

Bugünden itibaren hem bireysel hem toplumsal olarak “içimize” girmiş olan bu virüse karşı almamız gereken önlemler ve hareket planımız açık bir biçimde belirlenmiş durumda. Bu konumda yine hem bireysel hem de toplumsal olarak bize düşen ise bu kurallara; “Aman canım ne olacak!” şeklindeki refleksimizden sıyrılarak olabildiğince riayet etmektir.

Bu çerçevede sosyal izolasyon alınacak önlemlerin en başında gelmektedir. Mümkün olduğunca evde kalmak ve ancak sağlık, gıda temini gibi elzem nedenlerle sokağa çıkmak bu izolasyonun ilk adımı olmalıdır. Kapatılan kafeler yerine evde toplanmak, misafirliğe gitmek, çocukları arkadaşları ile buluşturmak, AVM’lerde cirit atmak gibi “sosyal kümülasyon” yaratacak alternatifleri aklımıza bile getirmemek gerekmektedir. Sosyal izolasyon tanımına giren ve bulaşı engellemek için tanımlanan 1 metrelik insan-insan mesafesini koruyacak şekilde kısa süreli yürüyüş yapıp, insana temas etmeden ve insan temasına maruz kalmadan eve dönmek psikolojik açıdan çaresiz kaldığımızda yapabileceğimiz dış ortam aktivitesi olmalıdır. Bununla birlikte dışarı çıkıldığı durumlarda ulaşım için mümkün olduğunca toplu taşımadan uzak kalınmalı, kısa mesafelerde yürünmeli ve insan temasının engelleneceği ulaşım yollarına başvurulmalıdır (bisikletli ulaşım gibi). Tüm bu önlemlere rağmen tanıdık eş ve dostla karşılaşılırsa tokalaşmak, sarılmak ve öpüşmek gibi kültürümüzün vazgeçilmezlerinden uzak durulmalıdır; unutmamak lazım ki bugün ertelenen sevgi gösterileri, gelecekte misli ile mahsup edilebilir.

Bu tür zamanlarda değil her zaman uymamız gereken kişisel hijyen kuralları, COVID ile savaşta en büyük silahlarımızdandır. Eller, bilmediğimiz her yüzeyle, her bir diğer insanla temasın öncesinde ve sonrasında yıkanmalıdır. Sabunla, tüm parmak araları ve bilekler temizlenecek şekilde ovarak yıkanan eller için suya ve sabuna ulaşılamadığında bir diğer alternatif ise temizlik kültürümüzün köşe taşlarından biri olan kolonya ve benzeri alkol bazlı (%60 ve üzeri) el temizliği solüsyonlarıdır. Mecbur kalıp ev dışına çıkıldığı zaman, giyilen kıyafetlerin yıkanması, temizlenmesi alınabilecek diğer önlemlerdendir. Hasta olmayan kişilerin maske ve eldiven takmaları gerekmemektedir. Maskeler, sadece karantinadaki şüpheli kişiler tarafından ve tedavide rol oynayan doktor ve yardımcı sağlık personelleri tarafından kullanılmalıdır. Gereksiz şekilde eldiven ve maske kullanımı, hem gerekli hallerde eldiven ve maskenin bulunamamasına yol açacak hem de eldiven-maske takan kişilerin, bu ekipmanların rahatlığı ile hijyen kurallarını çiğneme olasılığını doğuracaktır. Tüm bu önlemlerin haricinde ellerin göz, burun, ağız ve çevresine temas ettirilmemesi hastalıktan korunmada önemli bir faktördür.

Bilinmezliğin yarattığı bu “korku bulutu”nu ancak konusunda uzman ve ehil kişilerin önerileri, açıklamaları ve bilgilendirmeleri ile dağıtabileceğimizi unutmayalım. Konusunda uzman olmayan ve çeşitli motivasyonlarla “popüler kültürün hizmetinde” açıklama yapan “bilirkişi”lerin söylemlerinin bulutları daha da karartıp sağanak yağmura neden olacağını hatırlatmak isterim. Benzer şekilde yetkili kişiler dışında ve yine “çeşitli motivasyon”larla sosyal medya aracılığı ile yapılan asılsız duyuru ve bilgi aktarımlarına kulak asmayın.

Üzerine basarak, altını çizerek, kalın-italik puntolarla bir kez daha uyarmakta fayda görüyorum.

Sağlıklı bir hafta dilerim.

Doç. Dr. Cem Arıtürk

Yazının devamı...

Sosyal medya doktorları

Günümüzde dijital iletişim olanaklarının artmasıyla birlikte, hekimler de bu iletişim ağlarında yer almaya başlamıştır. Hekimler haricinde kurumsal olarak hastaneler, sağlık kuruluşları ve hatta kamu birimleri de dijital iletişim ağlarının en önemlisi olan sosyal medyanın tıp alanındaki diğer aktörleri olarak sayılabilir. Bununla birlikte özellikle tıp fakültesi öğrencileri başta olmak üzere bir kesim sağlık sektörü insanı, sosyal medyayı profesyonel bilgi sağlamak amacı ile de kullanmaktadır. Hasta olsun veya olmasın toplumun her kesiminden insan ise yine tüm bu yukarıda bahsi geçen kişiler aracılığı ile sağlık sektörünü yakından gözlemlemek, hastanelerdeki laboratuvar ve görüntüleme sonuçlarını takip etmek, sağlık bilgisi ile donanmak için her tür tıbbi dijital ortamın “sörfçü”leri haline gelmektedirler. Tüm bu özellikleri ile bakıldığında dijital platform ve özellikle sosyal medya, tıp sektörünün hemen her alanında mevcudiyetini, her geçen gün sağlamlaştırmaktadır.

Sosyal medya dendiği zaman Wikipedia gibi bilginin bir araya toplandığı platformlar, kişisel veya kurumsal bloglar, Facebook ve Instagram gibi sosyal ağlar ve YouTube ve Spotify gibi içerik ve medya paylaşım siteleri akla gelmektedir.

Duruma öncelikle toplum açısından bakarak başlamak istiyorum. Hastalar sosyal medyayı çoğunlukla hastalıklar ile ilgili bilgi almak için kullanmaktadırlar. Bunun haricinde sosyal medyadaki bilgiler “öz-doktorluk” yapan kişiler için önemli kaynaklardandır; günümüzde “Google Doktorluğu”, dijital platforma erişebilen hastaların büyük bir kısmı tarafından icra edilen bir ikinci meslek haline gelmiş durumdadır. Bunun haricinde hastalar sosyal medya aracılığı ile kendi hastalıklarından muzdarip diğer kişilerin deneyimlerinden de paylaşmak istemektedirler. Ayrıca sosyal medya ve diğer dijital platformlar aracılığı ile hastalıklarının takip ve tedavisi için tercih edecekleri sağlık kurumları ve hekimler ile ilgili de direkt veya endirekt bilgiler toplamaktadırlar. Öyle ki yapılan çalışmalar hastaların, hekim seçimi konusunda akraba tavsiyelerinden çok, internet siteleri veya sosyal medyada hekim veya sağlık kurumu hakkında yapılan ve kaynağı bilinmeyen yorumlardan etkilendiklerini göstermekte.

Hal böyleyken sağlık sektöründeki kurum ve kuruluşların, hastalara ve dahası toplumun tamamına (potansiyel hasta) etkin şekilde ulaşabilmesi için sosyal medyayı kullanması kaçınılmaz hal alıyor. Geleneksel iletişim yöntemlerinden olan televizyon-radyo-gazete kanallarından yapılacak sağlık yayınları ve bilgilendirmeleri ile ilgili sınırlara oranla gri alanları çok daha belirgin bir platform olarak çıkıyor karşımıza “sosyal medya”. İşte konumuzla alakalı esas sorunların başladığı nokta da burası; Türkiye’de henüz ciddi bir yasal uygulamanın görülmediği bu platformlarda deyim yerindeyse “herkes istediği gibi cirit atıyor”.

Yapılan çalışmalarda Türkiye’de, %65’i profesyonel olmak üzere doktorların %90’ından fazlasının sosyal medya kullanıcısı olduğu gösterilmiş durumda. Böylesi yoğun kullanımın olduğu ancak denetleme mekanizmasının ve kuralların çok da net olmadığı bir ortamda esas görev sosyal medya kullanıcısı sağlık çalışanlarının “etik anlayışı”na ve “profesyonelliği”ne kalıyor. Her şeyden önce “etik ilkeler ve profesyonellik” anlayışının “hastanın ve toplumun çıkarını korumaya odaklanmış ve güvenini kırmaktan uzak davranışlarda bulunmak” şeklinde tanımlanabileceğini belirtmem lazım. Bir cümleye sığdırılmaya çalışılan bu kavram aslında kitaplar dolusu tartışılabilecek içeriğe sahip. Hekimin kendi ile ilgili haksız rekabete neden olabilecek şekilde reklam yapmaması, hastalıkla ilgili doğru bilgilendirmelerde bulunması, hasta ve yakınlarının mahremiyetine özen göstermesi ilk planda akla gelen konu başlıkları olarak dikkat çekmekte. Bunun haricinde hekimin bilgilerinin ve özel hayatının gizliliği ve hasta-hekim ilişkilerinin düzgün bir çerçevede sağlanması dikkat edilmesi gereken diğer başlıklardan. Dijital iletişimin, kişisel iletişime getirmekte olduğu olumsuzluklardan kaçınmak; iletişim sırasında gerekli sevgi ve saygı mesafesini korumak; tıbbın ana fikri olan din-dil-ırk ayrımı yapmama ilkesine uygun hareket etmek de sosyal medya platformlarının yazısız kurallarından olmalıdır.

Bir önceki paragrafta yazılanları satır araları ile birlikte dikkatli bir şekilde okuduğumuz zaman, hekim olarak etik ve profesyonel bir şekilde sosyal medya kullanımının hem tıp etiği hem de iletişim etiği kurallarına beraber riayet etmekle mümkün olabileceğini anlamakta zorlanmıyoruz. Anlaşılması çok da zor olmayan bu durumun, uygulamadaki en büyük düşmanı ise “piyasa”daki rekabet. Artan hekim ve sağlık kuruluşu sayısı, daralmakta olan sağlık sektörü, her türlü hizmete ulaşımın kolaylaşması hekimleri; tercih edilebilir olmak açısından yeni bir takım yollara girmeye zorlamakta gibi görünüyor. Bu da “hekimlik”ini, “tababet”ini, “sağlık sanatı”nı çeşitli yeni nesil ürünlerle süsleyen hekimlerin türemesine sebep oluyor; logolu muayenehaneler, 1000. hastaya (müşteriye) promosyonlar, 300 TLye botoks uygulamaları, “şaşaalı” sözlerle ve “LED ışıklı” panolarla süslü sosyal medya paylaşımları bu yolda akla gelen ilk örneklerden.

Oysaki uygun bir profesyonellik ve etik anlayış ile düzgün bir sosyal medya iletişimi sürdürebilmek çok da kolay ve dahası “keyifli”. Maalesef günümüzde Türkiye’de uzmanlık dernekleri ve sağlık odaları tarafından öneri niteliğinde düzenlenen kılavuzlar haricinde bir kılavuz bulunmamakta. Aslında daha önemlisi ise elimizde var olan bu kılavuzların pratik uygulamada yetersiz kalması. Bu nedenle her hekimin öncelikle vicdan ve sonra etik, profesyonellik anlayışı dahilinde davranması sorunların üstesinden gelinmesinde en etkili yol olacaktır. Her hekimin etik ve profesyonel sınırlar dahilinde sosyal medya ile ilgili hedeflerini ve bu hedefler doğrultusunda yol haritasını oluşturması ilk adım olmalıdır. Hasta mahremiyetine özen -kanımca- en önemli maddelerden birisi; hiçbir suretle hasta bilgi ve görüntülerinin paylaşılmaması gerektiğini düşünüyorum. Hastalarla direkt iletişimden kaçınılması; sosyal medya aracılığı ile tanı konmaması, tedavi planlaması yapılmaması, tedavi düzenlenmemesi yani özetle dijital tıbbi danışmanlık hizmeti verilmemesi gerekmektedir. Verilen sağlık bilgilerinin, yapılan bilimsel çalışmaların aydınlattığı bilgiler olmasına dikkat edilmeli; hekimliğe, tababete yakışmayacak alaylı söylemlerden kaçınılması gerekmektedir.

Sosyal medyada hapsolmayın ama sosyal medyasız da kalmayın.

Sağlıklı bir hafta dilerim.

Doç. Dr. Cem Arıtürk

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

Yazının devamı...

Sürdürülebilir beslenme

İnsan, hayatının devamlılığını sağlayabilmek için öncelikle hareket ederek su ve besin bulmak zorunda idi. Ancak Endüstri Devrimi ve sosyal yaşamın günümüze dek süren evrimi ile oyun bir miktar değişmiş durumda. İnsan türünün geliştirmekte olduğu rafine zevkler, gıdaların ihtiyaç haricinde “zevk nesnesi” olarak görülmesine de neden olmaya başladı. Bununla birlikte son 50 yıldır teknik ve teknolojik alandaki yenilikler ise oyunda kartların baştan dağılmasına neden oldu. Ancak adil olmayan bu yeni düzen, hem bireysel olarak insanları hem toplumları ve aslında her şeyden önemlisi gezegenimizin geleceğini tehdit eder oldu. Bu nedenle bulunduğumuz yerden değil de bir üst pencereden manzaraya baktığımız zaman, bu devinim sürecinde kazandıklarımızın kaybettiklerimizi aratacağı bir dönemin başındayız diyebiliriz ve yine kaybettiklerimizi geri getirebilmek için endüstriyel ve teknik-teknolojik devrimi gelenekselliğimizi korumak adına kullanmamız gerekmekte.

Gezegenimizde çanlar yüksek sesle çalıyor. Bir yandan iklim krizi bir yandan su rezervlerinin azalması tehdit unsuru iken gerek besin gerekse diğer ihtiyaçlarımız için doğanın dengesinin bozuluyor olması geleceğimizi tehdit altına atmakta. Temel bir şekilde insan türünün devamlılığı için gerekli olan beslenme, günümüzdeki dinamiklerle sadece insanın değil tüm gezegenin sonunu getirme potansiyeline sahip bir tüketim sektörüne dönüşmüş durumda. 2019 yılında Lancet Dergisi’nde yayımlanan “Gezegen Diyeti” başlıklı makale durumu sebepleri ile ortaya koyuyor ve çözüm yollarını detaylı bir şekilde açıklıyor.

Sürdürülebilirlik kavramı son yılların en duyulan kelimelerinden. “Sürdürülebilir Beslenme” kavramı ise 2019 yılında Avrupalı 37 bilim insanının katkıda bulunduğu ve Lancet Dergisi’nde yayımlanan bu makaleden sonra yüksek sesle telaffuz edilmeye başlanmış bir tanımlama. Sürdürülebilir beslenme; bireyin hayatı boyunca, toplumdaki bireylerin birbirleri ile eş seviyede, global olarak bir denge içinde ve dünyanın geleceğini tehdit etmeden yeme ve içme aktivitesi olarak tanımlanabilir. Ve bu tanımlama içinde bireysel ve toplumsal sağlık kadar dünya gezegeninin de sağlığı ve dengesi gözetilmesi gereken bir unsur olarak tanımlanmakta.

Gezegen Diyeti vegan veya vejetaryen bir beslenmeden bahsetmiyor ancak temeli, topraktan üretilen besin maddelerinden oluşuyor. Günde 300g sebze ve 200g meyve önerilen bu beslenme düzeninde, protein ihtiyacının da önemli bir bölümünün baklagiller gibi gıdalardan temin edilmesi önerilmekte. Tahıllar günde 250 grama kadar tüketilmesi önerilen besin maddelerinden. Nordik veya Akdeniz tarzı beslenmeyi ön planda tutan bu makalede yağ için önerilenler zeytinyağı ve kanola yağı gibi bitkisel yağlar (40 g/gün). Diğer yandan işlenmemiş olması koşulu ile günde 10 g kadar doymuş yağ (tereyağ gibi) da önerilmekte. Hayvansal gıdalar hem kişisel sağlık açısından hem de üretim/tüketim dengesindeki problemler açısından kısıtlanmış durumda. Öyle ki haftada sadece 100 g kırmızı et ve 200 g beyaz etin önerildiği bu beslenme düzeninde yumurtanın, protein kaynağı olarak önemi büyük. Beyaz et denince özellikle balıkçılığın önemsendiğini de vurgulamadan geçmemek lazım.

Kişisel diyetimize bu şekilde yansıyan diyetin değer verdiği en önemli konulardan birisi de atıkların azaltılması. Dünyada her bir öğünde israf edilen besin maddeleri ile Afrika Kıtası’nın tamamının yaklaşık 2 öğünlük yemek ihtiyacının karşılanabildiği belirtilmekte. Bununla birlikte tarımsal ve özellikle de hayvansal kaynaklı besin üretiminin dünyaya getirdiği karbon ayak izi yükü, israfın azaltılması ile hafifletilebilmekte. Hayvancılığın, besin maddelerinin lojistik sürecinin ve israfın karbon ayak izini arttırdığı bilinmekte. İşte bu nedenle tarımsal besin kaynaklarına ve israfın azaltılmasına verilen önemin yanında “kendi toprağının ürününü tüket” sözü öğütlenmekte. Örnek vermek gerekirse; Türkiye’de tropik meyveleri tüketebilmek için harcanan enerji ve dünyaya bırakılan karbon ayak izi, gezegenimiz üzerinde geçireceğimiz sürenin kısalmasına neden olmakta. Bu nedenle tropik meyve yerine Amasya elması ve Antalya narenciyesi tüketmek daha mantıklı. Fosfor ve nitrojen dengesi diğer yandan dikkat edilmesi gereken unsurlarken besin üretim ve tüketiminin her aşamasında su kullanımının önemi olduğunu ve bu unsurun da dünyanın susuzluk sorunu açısından önemli olduğunu unutmamak gerek.

Dünya kalabalıklaşıyor, dünyanın nüfusu her geçen gün artıyor. Bununla birlikte insan türünün evrimleştirdiği yaşam şekli doğanın kurallarıyla fazlası ile çelişmeye başlamış durumda. Geleceğimizin korunması mevcut düzenin olası gidişatı ile mümkün gibi görünmüyor. Her şey için çok geç olmadan geleceğimiz için kurguladığımız teknolojik alt yapıyı, geleneksel üretim ve tüketim süreçlerini yapılandırmak için kullanmalı ve su kıtlığı, hava kirliliği, iklim sorunları, besin temin ve tüketim sorunlarını düzeltmek için elimizden geleni yapmalıyız. Henüz zamanımız var ancak yarın çok geç olabilir. Bu nedenle herkesin attığı bir adımın toplam 10 milyon adım olduğunu hatırlayalım ve o adımı hemen bugün atalım.

Sağlıklı bir hafta dilerim…

Doç. Dr. Cem Arıtürk

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

Yazının devamı...

8 maddede kahve ve sağlık

Dünyanın en popüler içeceklerinden olan ve ülkemizde de bir içecekten ziyade bir kültür olan “kahve”nin sağlığa da birçok etkisi bulunuyor. Bu haftaki yazımda size kahve hakkında çeşitli bilgiler verirken sağlık açısından olumlu ve olumsuz yönlerini de anlatacağım.

İşte kahve ve sağlık hakkında 8 madde:

1. Kahvenin içeriğinde 1000’e yakın madde bulunmaktadır.

Genel olarak kahve denince çoğu kişinin aklına sadece kafein gelir ancak kahvede kafein dışında aldehitler, asitler, alkoller, sülfür bileşikleri, amonyak ve uçucu aminler, karbonhidratlar, yağlar, proteinler gibi pek çok madde bulunmaktadır. Bir fincan kahve günlük alınması tavsiye edilen B2 vitamininin %11, B5 vitamininin %6, manganez ve potasyumun %3, niyasin ve magnezyumun %2'sini karşılar.

2. Kahveyi ilk bulan keçilerdir.

Kahve, ilk olarak Kaldi adlı bir çobanın keçilerinin bir ağaçtan meyve yemesi ile fark edilmiştir. Keçilerinin yediği kahve meyvelerinin enerji verdiğini fark eden Kaldi kendi de bu meyvelerden yemiş ve enerjisinin arttığını görmüştür.

3. Kafein, kahvenin enerji verici, uyku azaltıcı etkisini yaratan etkisini oluşturmaktadır.

Kafeinin uykuyu açma ve vücudu zinde tutma mekanizması beyindeki adenozin reseptörleri üzerinden olur. Kafein ve adenozin molekülleri adenozin reseptörlerine bağlanmak için birbirleriyle yarışırlar. Adenozin, kendi reseptörlerine bağlandığında vücutta yorgunluk ve uyuşukluk hissi baş gösterir. Adenozinin reseptörlerine kahve bağlandığında bu uyuşukluk ve uyku hali görülmez ve kişi enerji ile dolmuş, uyanık bir hale bürünür. Ancak her şey gibi kahvenin de fazlası zararlıdır. Bir fincan kahvede yaklaşık olarak 100 mg kafein bulunmaktadır ve günlük 300-350 mg’dan fazla kafein tüketmek başta reflü, uykusuzluk, dikkat eksikliği gibi sorunlar olmak üzere pek çok probleme neden olabilmektedir. Bu nedenle günde 3 fincan kahveden fazlasını tüketmemek sağlık açısından önemlidir.

4. Türk Kahvesi, pişirilme ve tüketilme şekli açısından dünyada tektir.

Türk kahvesi, kahve çekirdeklerinin çok ince (tozut halinde) çekilmesi ve su ile pişirilmesi ile elde edilmesi bakımından tüm diğer kahve çeşitlerinden farklılaşmaktadır. Bunun yanında telvesi ile tüketilen tek kahve çeşidi olması da bir diğer özelliğidir.

5. Kahve ağacının bulunduğu iklim, yükseklik ve toprak özellikleri kahvenin tadını ve aromasını etkilemektedir.

Etiyopya'da keşfedilen ilk kahve bitkisinden türemiş olan Coffea Arabica, daha çok yüksekliği 800-2000 metre arasında olan dağlık platolarda veya volkanik yamaçlarda yetişir. Yeşilimsi sarı renkteki oval Arabica çekirdeklerinden üretilen kahve, Robusta'ya göre daha az kafein içerir. Ayrıca daha lezzetli ve tatlı bir aromaya sahiptir. Arabica kahvesi dünya kahve üretiminin %70'ini oluşturur. Ancak hastalıklara ve iklim koşullarına çok dirençli olmadığından yetiştirilmesi daha zordur ve daha pahalıdır.

Bilinen adıyla Coffea Robusta ise 0-600 metre arasında yetişir. Sarımsı kahverengindeki yuvarlak Robusta çekirdeklerinden üretilen kahve, Arabica'ya göre yaklaşık iki kat daha fazla kafein içerir. Robusta kahvesi dünya kahve üretiminin yaklaşık %30'unu oluşturur. Hastalıklara ve iklim koşullarına çok dirençli olduğundan yetiştirilmesi çok daha kolay ve ucuzdur.

6. Dünyanın en pahalı kahvelerinde fillerin ve kedilerin imzası var.

Endonezya menşeili Kopi Luwak, sınırlı miktarda üretilen ve dünyanın en pahalı 2 kahvesinden biri olarak bilinen bir kahve türü. Kilosu 300 ile 1000 dolar arasında rakamlara satılan bu kahve türü, Endonezya'da bir tür misk kedisi türü olan Luwak ya da Musang (Paradoxurus) olarak adlandırılan kedinin midesinde sindirilemeyerek fermantasyona uğrayan çekirdeklerin toplanması ile elde ediliyor. Diğer kahve türlerine göre daha lezzetli, aromatik ve eşsiz bir tada büründüğü bilinen bu kahvenin kafein miktarı diğerlerinden daha düşük.

Siyah Fildişi Kahvesi ise bilinen diğer en pahalı kahve türü. Tayland’da fillerin yediği kahve çekirdeklerinin, dışkılarından toplanıp temizlenerek işlenmesi ile üretilen bu kahvenin de yıllık üretim miktarı oldukça düşük ve fiyatı kilogram başına 1000 dolar civarında.

7. Fazla miktarda tüketmedikçe kahve vücuda faydalı bir içecektir.

Yapılan bilimsel çalışmalarla kahvenin sağlık açısından faydaları ortaya konmuştur. Antioksidan etkisi, antilipidemik (kan yağlarını düşürücü) etkisi, enerji ve uyanıklık vermesi haricinde karaciğer ve böbrek fonksiyonlarını olumlu yönde etkilediği, depresyon ve alzheimer gelişimini azalttığı da bilinmektedir. Şeker hastalığına karşı önleyici olduğunu belirten bilimsel yayınlar da mevcuttur. Ancak günde 300 mg’dan fazla kafeinin çarpıntı, kemik erimesi ve reflü olasılığını arttırdığını da hatırlatmak gereklidir.

8. Kahve kilo aldırmaz.

Kahvede neredeyse hiç kalori bulunmaz. Hatta kahvenin metabolizmayı hızlandırıcı etkisi mevcuttur. Ancak kahve ile hazırlanan latte, macchiato, cappuccino gibi süt, şeker ve kremalı içecekler, içerdikleri kalorilerden dolayı kilo alımına sebep olabilirler.

Sağlıklı ve mutlu bir hafta dilerim.

Doç. Dr. Cem ARITÜRK

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

Yazının devamı...

@doktor

Bu hafta sizlere tıp dünyasının sosyal medya ve diğer dijital platformlarla olan imtihanından bahsedeceğim. Son yıllarda, doktorların özellikle klasik iletişim mecraları olan gazete, dergi, radyo ve TV’deki sağlık ile ilgili konuşmalarına sıkça şahit oluyoruz. Toplumun sağlık hizmeti alanındaki hizmetlilerinin en donanımlı bireyleri olan hekimler, bilgi ve deneyimlerini bu kanallar aracılığı ile tüm insanlara aktarmaya çalışıyorlar.

Genel bir değerlendirme yapacak olursak kitleler tarafından daha çok beslenme ve spor konusunun ilgiyle takip edildiğini görüyoruz. Bunun yanı sıra daha fazla tehlike arz eden kalp sağlığı, kanser gibi hastalıklara da ilgi büyük. Son yıllarda önü alınamaz bir şekilde yaygınlaşan estetik girişimlerin de hem klasik hem de yeni nesil medya kanallarındaki payı yadsınamaz. Bununla birlikte son günlerde dünyayı kasıp kavuran “koronavirüs” salgını gibi bazı güncel konular da toplumun en çok ilgilendiği başlıklar arasında yer alıyor.

Günümüzde teknolojinin gelişmesi ve internetin her eve ve hatta her cebe girmesi de yine sağlık iletişimi açısından doktorlara ve onlara ulaşmak isteyenlere yeni kapılar açtı. Özellikle YouTube, Facebook ve Instagram gibi sosyal medya kanalları aktif olarak kullanılmaya başlandı. Öte yandan da da sağlıklı yaşamın giderek trend haline gelmesi ile bu sosyal medya kanallarında bulunan doktor hesapları sıklıkla takip edilmeye başlandı, hatta sosyal medya fenomeni haline gelmiş doktorlar bile bulunmakta. Ancak şu bir gerçek ki doktor hesaplarında ve sayfalarında paylaşılan bilgiler hem örnek alınması hem de gereğinde hekimlere ulaşılabilmesi açısından önem kazanmış durumda.

Doktorlar, gerek klasik mecralarda gerekse de sosyal medyada artık daha çok hayatımızın içindeler. Doktorların iletişim mecralarında kullandıkları ifadeler, anlatım şekli ve kurguladıkları içerikler de aslında bu bilgi paylaşımının etkisinde çok önemli bir yere sahip. İşin başka bir yüzüne bakmak gerekirse hem yeni nesil medya kanallarında hem de klasik medya mecralarında doktorluk ve sağlık ile ilgili yapılabilecek paylaşımlar yasalar tarafından belirli sınırlar içinde tanımlanmış durumda. Hem bu nedenden dolayı hem de toplumu düzgün biçimde yönlendirebilmek için hekimlerin toplumla, medya kanalları aracılığı ile kurdukları iletişimde bilginin içeriği, bilgilendirme tarzı, kullanılan dilin özellikleri, paylaşılan görüntülerin içeriği gibi konularda hassas olmaları ve kurallar dahilinde hareket etmeleri gerekiyor.

Bununla birlikte günümüzde (eski dönemlerden farklı olarak) doktorlar, sadece hastalıklar çerçevesinde konuşmalar yapıyor. Beslenme, hareket etmek, egzersiz yapmak, yeterli su içmek gibi toplumun sağlığını koruması açısından önemli olan konularda da sağlık çalışanlarının ve özellikle hekimlerin bilgilerinden faydalanmak toplum açısından çok önemli. Özellikle eskilerin lafı olan “doktorun dediğini yap, yaptığını yapma!” da son zamanlarda yazdıkları ve yaymaya çalıştığı bilgileri gerçekten uygulamakta olan doktorlardan dolayı rafa kalkmak üzere gibi. Bununla birlikte doktorun kendi hayatından örnekler vererek paylaştığı bilgiler, fotoğraflar ve anekdotlar doktorların, meslekleri dışındaki hayatlarının da fark edilmesine yol açıyor. Eski zamanların aksine doktorların tıp, sağlık gibi konular dışında sinema, müzik, edebiyat ve spor gibi alanlarda da toplumla paylaşabileceği konular, bilgiler ve deneyimler olduğu fark ediliyor.

Biz de bu fikirden yola çıkarak meslektaşım Mehmet Ümit Ergenoğlu ile “Cerrahın Günlüğü” isimli podcast kanalında “MediTalks” adlı seride yeni ve birbirinden ilginç konularda içerikler üretmeye başladık. Her hafta Çarşamba günü farklı alanlarda uzman kişileri konuk aldığımız programımızda 3 bölüm yayınlandı. “MediTalks” içeriklerimizde tıp, eczacılık, yoga, müzik, spor, güncel konular gibi birçok alana dokunarak keyifli sohbetler yapıyoruz ve yapmaya da devam edeceğiz. “Cerrahın Günlüğü” kanalını Spotify, iTunes ve SoundCloud üzerinden takip edebilirsiniz. Hem bilgilendirici hem de keyifli içeriklerimizi yolda, tatilde, sporda kısacası her yerde dinleyebilirsiniz.

Sağlıklı ve mutlu bir hafta dilerim.

Doç. Dr. Cem ARITÜRK

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.