SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Simge’nin iddiası sadeleştikçe artıyor

Pandemi dönemi tarihini bilmediğimiz günlere doğru uzarken bu dönemde üretilen ve ortaya konan her iş, her proje ayrı bir öneme ve maneviyata sahip. Dört duvar arasındaki bu sıkışmışlık hali başlarda özgürlüğümüzü kaybettik telaşı verse de günün sonunda bizi hep yeni şeyler keşfetmeye, bir şeyler üretmeye, yeni fikirler doğurmaya ve hayata geçirmeye itti. Olanı ise daha da beslemeye büyütmeye, ekstra bir özenle sarılmaya... Bugün yeni şarkısını ‘Sevmek Yüzünden’i dinlemek ve Seçkin Süngüç imzası taşıyan klibini izlemek için bir araya geldiğim Simge tam da bu düşündüklerimin yansıması olarak beni karşıladı. Pandemi döneminde okumuş, yazmış, söylemiş zihnen ve bedenen bu süreci öyle verimli geçirmiş ki yeni şarkısı ‘Sevmek Yüzünden’ Simge’nin dönüşümünü izlemek için sadece bir başlangıç gibi duruyor. Sözleri Sezen Aksu’ya müziği Simge, Ersay Üner ve Ozan Bayraşa’ya düzenlemesi ise Genco Arı’ya ait olan şarkı 90’lar popuna selam çakıyor, son yılların modası sadece 10 kelimeden oluşan şarkılar arasında anlam aramak isteyenlerin sarıp sarmalayacağı bir şarkı.

Simge’nin yorumu, şarkının anlamı ve klibin özeni dört dörtlük. Simge müzik dünyasına adım attığı ilk günden beri hep çok güzel, çok cesur ve çok seksi. Ama bu klipte dişiliğini ve çekiciliğini çok başka bir tavırla ortaya koyuyor. Artık daha olgun, daha net ve daha meydan okuyan bir Simge’yle karşılaştım. Ama o hiç değişmeyen heyecanı ise hep aynı coşkuyla gözlerinden yansıyor. Klipte özellikle alevli efektli görseller yerine neden sakinlik istediğini sorduğum Simge, “Şarkı çok naif bir parçaydı aklımdakileri anlattığımda sonuç böyle oldu. Bugüne kadar en güzel çekildiğim tek klip bu oldu. Klipte seksi olmak gibi bir dedim de yoktu ama bu yorumu birçok kişiden duydum. Demek ki seksi olmuşum” diyecek kadar da hep çok mütevazı.

Üç şarkı daha yolda

Her şarkısında müzik otoritelerinden de tam not alan ve müzik dünyasında etkisi giderek artan Simge iddiası büyüdükçe küçülmeyi seçenlerden. “İddiam yok. Giderek iddiasız olmaya başlayan sadece müzik yapan, işime hizmet eden kliplerle devam eden biriyim. Artık daha da sadeleştim. Sadece kendimi nasıl ifade edebildiğimle ilgileniyorum” diyor. İddiasız bir iddia içinde olan Simge aynı zamanda yeni bir albüm hazırlığında. Ancak albüm aşamasına kadar üç single daha yapacağını ve dinleyenlerini artık uzun süre bekletmeyeceğini söylüyor. Dört ay veya altı ay arayla üç single çıkartacak olan Simge, her üreten müzisyenin albüm yapması gerektiğini düşünenlerden.

Türk Sanat Müziği albümü yapacak

Albüm yapma sürecinin kendini çok zenginleştirdiğini ve bu süreci çok sevdiğini her defasında dile getiren Simge sohbetimiz sırasında harika bir haber veriyor. Konservatuar hocalarıyla Türk Sanat Müziği albümü yapmak fikrinden bahsediyor. İlerleyen zamanlarda arşiv niteliğinde 19.Yüzyıl ile 20.Yüzyıl arasında bestelenen ve söylenen şarkılardan oluşan bir Türk Sanat Müziği albümünü mutlaka yapacağının da müjdesini veriyor. ‘Mış Mış’, ‘Üzülmedin mi?’ ‘Yankı’, ‘Ben Bazen’, ‘Öpücem’, ‘Aşkın Olayım’ ve ‘Ne zamandır’ şarkılarıyla listelerde rekor kıran Simge bu ve bundan sonra gelecek şarkılarıyla da geleneğini beli ki bozmayacak.

Yazının devamı...

"Okulda verilen eğitimin içeriğine ve yöntemlerine karşıyım"

Son olarak Benim Adım Melek dizisinde kamera karşısına geçen Kaan Çakır, çekimleri Gaziantep’te yapılan diziyle hayatının değiştiğini söylüyor. Set dolayısıyla Gaziantep’te yaşamaya başlayan Kaan Çakır burada tattığı, gördüğü ve öğrendikleriyle Bodrum’da bir ocakbaşı açtığını söyleyerek; “Burada bir hazine buldum. Esnaflık, organiklik, izzet, ikram, hoşgörü, misafirperverlik, oran, nezaket. Hep bunlar bizim has kültürümüz. Bunları dünyaya tanıtıp en iyisinin, en kalitesinin, en lezzetlisinin biz de olduğunu haykırmak istiyorum” diyor. 20 yıldan beri oyunculuk yapan ve bu meslekten asla vazgeçmeyeceğini dile getiren Çakır bu süre içinde oyunculuğunun yanında eğitim konusuna da el attı. Bir dönem okul açan ve eğitim işine giren Kaan Çakır kısa süre içinde okulu kapattıklarını söylese de bundan sonraki planları için daha iyi bir ön hazırlıkla tekrar eğitim işine girebileceğinin sinyallerini veriyor. Okulda verilen eğitimin içeriğine ve yöntemine karşıyım diyen Çakır esas olan eğitimin usta çırak ilişkisine bağlı olduğunu söylüyor ve ekliyor; “Eğitim özgürlükçü ve açık, doğru, dürüst olmalı, kar amacı asla gütmemeli, sorgulayabilen ve sorgulanabilir olmalı…”


Pandemi döneminde hayat sizin için nasıl gidiyor? Neler yapıyorsunuz?

Pandemi döneminde Gaziantep' de rol aldığım TRT 'de Benim Adım Melek dizisinde çalışarak geçirdim ve halen devam ediyor. Başta korkarak çalışsak da yapım şirketimizin aldığı disiplinli kurallara uyarak çok şükür sıfır sorunla çalıştık ve çalışmaya devam ediyoruz. Sezon başında Gaziantep çok riskli illerden biri olsa da alınan tedbirli uygulamalar bizlerin hız kesmeden çalışmamıza olanak sağladı.Birçok sektördeki çalışan insanların ne kadar mağdur olduklarını bilsek de inanın psikoloji olarak biz çalışmamıza rağmen geçirdiğimiz süreç bizleri de çok etkiledi. Umarım en kısa zamanda insanlar işlerine geri döner biz de sevenlerimize sarılarak sosyal hayatımıza kavuşuruz.

Gaziantep’te havalar nasıl, alıştınız mı Antep’te yaşamaya, çalışmaya? Bu şehirde olmak ve bu dizi sizin için nasıl bir deneyim oluyor?

Antep'in havası kurudur. Burası yazın Akdeniz kışın kara iklimi yaşanan bir bölge. Çok kadim bir çoğrafya. Ben şahsen iklimine çabuk adapte oldum zira Bodrum ile aynı paralelde. Gaziantep benim hayatımı değiştirdi. Buradaki gastronomi beni çok etkiledi. Ve bu sayede bir Ocakbaşı açtım Bodrum'da. Kısa sürede çok başarılı olduk. Çünkü şunu yaptık. Gizli hazinelerimiz var ülkemizde. Ben burada bir hazine buldum. Esnaflık, organiklik, izzet, ikram, hoşgörü, misafirperverlik, oran, nezaket. Hep bunlar bizim has kültürümüzü barındıran nüveleri. Bunları dünyaya tanıtıp en iyisinin, en kalitesinin, en lezzetlisinin biz de olduğunu haykırmak istiyorum. Doğuyu hiç tanımamışız. Boşuna bizimle uğraşmıyor dünya. Burası medeniyetin ana vatanı ve buradan geçmeyen dünyayı anlamlandıramaz. Bana bunları hatırlattı tekrar burası. Çok mutluyum bunları bana hatırlattığın ve yaşattığın için Gaziantep.

‘Benim Adım Melek’ dizisinde ilk günden beri canlandırdığınız karakterle acımasız yorumların hedefindesiniz. Bu yorumlara artık alıştınız mı? Bu konu üzerine neler söylemek istersiniz?

Ben neyi oynadığımı çok iyi biliyorum ve ne rol gelirse gelsin onu benden daha iyi hiç kimse yapamayacak kadar iyi yapmaya gayret göstererek icra etmeye çalışıyorum. Bahsettiğiniz yorumlar şahsıma değil o karaktere yapılan yorumlar. Onun için gurur duyuyorum kendimle. Onları yazanlar sağ olsunlar var olsunlar.

Şehir dışı bir sette çalışmak nasıl hissettiriyor? Oyunculukta yer ve zaman konusunda sınırlarınız var mıdır? Yoksa nerede gerektiriyorsa orada oyunculuk yaparım ve oraya giderim diyor musunuz?

Evime gidip gelmek konusunda azıcık sıkıntılı da olsa benim için uzaklığın bir önemi yok. Ben New York, Venedik ve Londra'da film Amsterdam'da tiyatro yapmış biriyim. Bursa, Gaziantep, İstanbul ,Bodrum, Antalya, Bozcaada film çekmiş biriyim. Benim için yer fark etmez. Buralar benim sahnem gibidir. Çıkarım ve işimi yaparım. İşim dediğim zaman sadece işim vardır. Gerisi beni etkilemez. Tabi olumsuz olarak etkilemez. Olumlu çok etkileri olmuştur. Her yer sahnedir.

Aşkımla barıştık ve aşk devam ediyor”

Sizi uzun süredir farklı rollerde izliyoruz. Ancak kısa dönemlerle ara verdiğinizi de gördük. Sizin hiç oyunculuktan vazgeçtiğiniz anlar oldu mu?

20 yıldır oyunculuk yapıyorum. Sadece bir kere bu işi artık yapmayacağım diye söylendiğimi hatırlıyorum. Biraz dinlendim ve kendimi dinledim. Artık daha seçici davranıyorum. Ben aşk olmadan bir işin yapılamayacağını düşünenlerdenim. Aşkımla barıştık. Ve aşk devam ediyor...

“Oyunculuk yapmadan yaşayamam” diyenlerden misiniz?

Hiçbir şey vazgeçilmez değildir. Yani ben her şeye şüpheyle bakarım. Ve her şey mümkündür derim. Onun için yaşayamam diyemem. Ama olmasa çok eksik kalır mıydım? Çözerdim.... Kendi kendime oynardım.

Pandemi dönemi sizi nasıl etkiledi? Neler düşündürdü? Bu dönem üzerine hem sektörel hem de sosyal hayat normları olarak neler söyleyebilirsiniz?

Bu süreç bütün dünyaya bir şapkayı önüne koyma fırsatı verdi. Bu iyi oldu mu? Göreceğiz. Henüz ne yaşayacağız ileride bilmiyorum. Ama fay kırıldı bence. Artçıları belirsiz. Mesela bu kuşak eğitim alan çocuklarda nasıl bir etkisi olacak hiç kimse bilemiyor. Herkes eski normale dönmeye çabalıyor. Ama artık eski normal denen şey asla bir daha olmayacak. Sağlıktan bahsetmiyorum. Yaşamaya devam edeceğiz. Çok badire atlattı insanoğlu. Uyumlandı. Bu da olacak. Ama ben sosyal kültürelde ekonomik eski normalden bahsediyorum. Bu gelmez geri. Bitti... Yeni dünya düzeni başladı bile...

“Anlamını yitirmiş şeylerden sıkıldım ve kaçtım”

Siz pandemi öncesinde de Bodrum’a yerleşmiştiniz. Aslında sakin ve sessiz bir hayatı çok önce tercih ettiğinizi söyleyebilir miyiz? Şimdinin son trendini siz daha önce yakalamış ve yaşam şekli haline getirmişsiniz. Nasıl gelişti bu süreç?

Ben sakin sessiz yerleri sevmem bir kere... Öyle olsa dağ başında bir yere yerleşirdim. Ben anlamını yitirmiş şeylerden sıkıldım ve kaçtım. Ulaşamamak, eğlenmemek, zoraki angaje eğlenmek, zorunda olmamdan çok sıkıldım. Ben hiçbir şeye zorunda değilim dedim. Öylece karar aldım ve bir gecede taşındım. Bir daha aynı his gelirse Bodrum’dan da taşınırım.

İstanbul’un hızlı temposuna alışınca sakin ve yavaş bir yere geçmek zor olmuyor mu?

Tam aksine. İstanbul yavaş. Bodrum'da daha çok şey yapabilirsiniz. Orası bir rüya, hızlı bir şehir değil orası her büyük şehir gibi. Çok hantal bir şehir. Ben burada aynı gün içinde ülke değiştirip akşam yemeğini tekrar ülkemde yiyerek yorulmadan hayatımın tadını çıkarıyorum. Sabah 5 de kalkıp sabah 9 da İstanbul'da başlayacak olan setime yetişebiliyorum. İstanbul'da yaşasam 6:30’da kalkacağım. Sizce hangisi hızlı?

“Okul denilen yapı benim için bitmiştir”

Okulda verilen eğitime, çocukların okula gönderilmesine karşı mısınız? Sizin karşı olduğunuz fikirler neler? Ve çözümlerinin ne olduğunu düşünüyorsunuz?

Okulda verilen eğitimin içeriğine ve yöntemine tamamen karşıyım. Okul denilen yapı benim için bitmiştir. Esas olan usta çıraktır. Mümkün müdür? Evet. Radikal gelebilir ama mümkündür. Zaten olagelmiş bir şeydir usta çırak ilişkisi. Zamanla kaybolmuş gibi gözükse de halen devam etmekte ve edecektir. Bu konu çok uzun ve derin bir konu. İhtiyaç duyulan bir şeydir. Olmazsa olmazdır. Mevcut sistem içinde olmadığı düşünülse de aslında orda da vardır. Mesela tıp fakültesini bitirmiş bir kişi ne yapacak? Uzmanlaşacak değil mi? Ne yapması lazım birine asistan olması gerekiyor. İşte bu da bir usta çırak ilişkisidir. Çok köklü bir reforma ihtiyacımız var acil!

‘Başka Bir Okul Mümkün’ diyerek bir okul açma girişiminiz oldu… Sonrasında neler oldu? Şu anki aşamada bu konu üzerine yapmak istediğiniz yeni şeyler var mı?

Eğitimci değilim. Akademik bir geçmişim de yok. Ama kendimi eğitmeye uğraşım hiç bitmedi ve bitmeyecek. Bir okul açtık ama başaramadık. Ama denedik. Ve öğrendik. Bir daha böyle bir şeye girer miyim? Girerim ama bu defa çok daha fazla ön çalışma yaparak girerim bu işlere. Vizyonumu daha iyi belirleyerek, fizibilitemi yaparak ve sürdürülebilir olmasını esas alarak yaparım. Eğitim özgürlükçü ve açık olmalı, doğru olmalı, dürüst olmalı, kar amacı asla gütmemeli, sorgulayabilen ve sorgulanabilir olmalı…Kısaca düşüncelerim bunlar.

Yazının devamı...

Turizmin ötesinde bir açık hava müzesi; Alanya!

Çeşitli dillerin, dinlerin ve medeniyetlerin birleştiği bir kent Alanya. Dünyanın en huzurlu ve en güvenli yaşam alanlarından birisi. Osmanlı ve Selçuklu Devleti’ne liman şehri olan ve cumhuriyet tarihinde turizme açılan ilk belde. Mazisi çok geniş, kökleri çok derin. Bu nedenle sadece deniz, kum ve güneşten ibaret değil. Sosyal ve ekonomik yaşantısı, kültürel varlıkları, sosyoekonomik dengesi, doğası, çevre düzeni, tarih ve kültürüyle bütünleşen bildiğimizden, gördüğümüzden çok daha fazlası olan bir kent…

Geçtiğimiz hafta Alanya’nın Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat tarafından fethinin 800’üncü yılını kutlama vesilesiyle bu kadim kentte muazzam bir hafta sonu geçirdim. Böylesine zengin ve özel bir tarihe sahip Alanya’yı bugüne kadar sadece deniz, kum, güneş ve turizmden ibaret sanmak bu kültüre büyük haksızlık, benim gibi burayı bilmeyenler içinse büyük eksikmiş. Alanya Belediye Başkanı Adem Murat Yücel’in davetiyle gittiğimiz Alanya’da, çok özel bir organizasyonla bütün bir yıl sürecek fetih kutlamalarının görsel bir şölenle başladığına şahitlik ettik. Pandemi döneminde izlemeye ve gitmeye hasret kaldığımız sahne şovlarına olan özlemimize Hangar Stüdyo dans ekibinin hazırladığı etkileyici gösteriyle büyülenmek ve Hakan Aysev’in güçlü sesinden ‘Keykubat’ aryasını dinlemek öyle iyi geldi ki; böyle bir dönemde, böyle bir kutlamaya coşkumuzla eşlik etmiş olduk.

13. Yüzyıldan kalma bir açık hava müzesi

Kutlamalar sonrası kentin tarihine ve doğasına hızlı bir giriş yaptık. Alanya 13. Yüzyıldan günümüze dek ulaşan, dokusu bozulmadan ayakta kalmış kaleleri, kuleleri, limanları, camileriyle ve şifa dolu doğal zenginlikleriyle adeta bir açık hava müzesi. Bizim ilk durağımız olan Alanya Kalesi’nin içinde dolaşırken hissettiğiniz şey zaman tüneline girmiş ve 13. Yüzyıla ışınlanmış gibi olmanız... Alanya’nın her noktasından görülebilen Alanya Kalesi heybeti, görkemi ve manzarasıyla kendine hayran bırakan ilk simge yapılardan biri. Restorasyon çalışmalarıyla büyük ölçüde ortaya çıkartılan ve daha pek çok gün yüzüne çıkmayı bekleyen saray kalıntılarıyla tarihe ışık tutan paha biçilemez bir kültürel değer. Kale içinde yapılan restorasyon çalışmalarının başarısını gezerken zaten yakinen görebiliyorsunuz ancak böylesi büyük restorasyonun ödüle layık görülmesi de ayrı bir başarı. Kale içinde doğa ve tarih bütünlüğü arasında kaybolmak insana ayrı bir huzur veriyor. Ancak Alanya Kalesi’ne gittiğinizde mutlaka uğramanızı tavsiye edeceğim bir yer var ki, orası da Mutfak Kültür Evi ve Yemek Müzesi. Geleneksel Alanya evi ve yaşam kültürüne ışık tutan bu müze geçirdiği yangın sonrası restore edildikten sonra kesinlikle görülmeye değer…



Ev hanımları ipek kozası üretimleriyle yöre ekonomisine can suyu oluyor

Kale içini gezdikten sonra soluklanmak için gittiğimiz ve Alanya Belediye Başkanı Adem Murat Yücel’in de bizlere eşlik ettiği Mutfak Kültür Evi ve Yemek Müzesi’nde, Alanyalı kadınların ipek dokumacılığı yaptığı bir atölye görmek ve yöre kadınlarının geçimlerini bu ipek dokumalarla kazanmaya başladığını öğrenmek Alanya’ya dair heyecanımı artıran şeylerden biri oldu. 1920 yılında yörenin geçim kaynağı olması amacıyla ilan edilen seferberlikle başlayan ve Alanya’yla bütünleşen devletin açtığı İpek Böceği Mektepleri zamanla yok olmuş gitmiş. Ancak belediyenin 2012 yılında ‘Dut ağacından, dokuma tezgahına’ projesiyle açtığı ipek kozası kursu yok olmaya yüz tutmuş böylesine önemli bir tarihi üretim mirasını yöre halkına geri vermiş. Açılan ilk ipek kozası kursunda 17 kadının katılımıyla başlayan eğitimler bugün 5 bin kadının kurslardan meslek sahibi olarak çıkmasıyla sonuçlanmış. Yeni öğrenciler de aralarına katılmaya devam ediyor. Açılan bu kurs sonrası hem yöreye hem de ev ekonomisine kadınların kattığı artı değer takdiri ve övgüyü fazlasıyla hak ediyor. Ev hanımlarının emekleriyle tekrar gün yüzüne çıkan bu geleneksel üretim ve ekonomi modeli sonrası kurulan Alanya Koza Ürünleri Kooperatifi’nin çatısı altında her geçen gün bu alanda üretim veren, öğrenim gören kadınların sayısı giderek artıyor. Geleneksel bir mirasın tekrardan canlanmasının önemini ve koza ürünlerinin tekrar kültürlerinde nasıl hayat bulduğunu anlatan kooperatif başkanı Nilgün Akman; “Kadınlarımız kendi başlarına evlerinde yaptıklarını satıyor ve bir gelir elde ediyor. Artık buradaki her gelinin, gelin çiçeği ve isteme çiçeğinin ipek kozasından olması şarttır. Burada herkesin evinde mutlaka bir ipek panosu olması gerekir. Çünkü bu olmazsa bir eksikliktir” diyerek yörenin ipek kozasına verdiği değer ve yüklediği anlamı dile getiriyor. İpek dokuma tezgahının başında hayranlıkla izlediğim Leyla Hanım ise ipek dokuma işini annesinden öğrendiğini ve artık ürettiği ürünlerle eve destek olmanın mutluluğunu paylaşıyor ve ekliyor; “Buraya her gelen kadına severek bu geleneğimizi göstermek ve öğretmek istiyorum. Bu gelenek bizlerle yok olmasın gitmesin. Yeni gelinlerimiz, genç kızlarımız bu işi meslek olarak seçmeli. Ben elimden geldiğince her isteyene bu işi öğretiyorum” diyor. Alanya kadınlarının ipek kozasından ürettiği ürünleri Alanya Koza Ürünleri Kooperatifi’nden alabiliyorsunuz. Fiyatları ise 85 ile 150 TL arasında değişiyor.

“İnsanlar burada her aradıklarını buluyor”

Ev hanımlarının üretime dahil edilmesi ve kendi öz gelir kaynaklarını elde etmeleri örnek bir teşvik… Ancak Alanya’da öyle şeyler olmaya devam ediyor ki kendi kültürüyle beslenirken aynı zamanda dünyadan da kopmayan izole, güvenli, huzurlu ve kosmopolit bir yaşam şekli var burada. Refah ve kültür seviyesi yüksek, suç oranı neredeyse hiç yok denecek kadar az. Benzerine zor rastlanacak bir yer… Alanya’ya dört dönemden beri hizmet eden belediye başkanı Adem Murat Yücel’in çabası, vizyonu ve hedefleri bu noktada farkını ortaya koyuyor. Alanya üzerine merak ettiklerimi sorduğum ve samimiyetle her soruma aldığım cevaplarıyla Adem Murat Yücel, Alanya’yı diğer turizm kentlerinden ayıran özelliğinin, ticaret ve turizmin iç içe olmasına bağlıyor. “İnsanlar burada her aradıklarını buluyor” diyen başkan sözlerine şöyle devam ediyor; “Bizim buradaki ticari faaliyetlerimizin çeşitliliği, sosyal hayatın devamlılığı ve turizm dolayısıyla insanlar burada her aradıklarını bulabiliyor. Burada dört dönemden beri belediye başkanlığı yapıyorum. İlk dönemimde Alanya’nın nüfusu 264 bindi ama yedi senede bu rakam 334 bine çıktı.” Başkanlığı süresince nüfusun ve mülk satışlarının arttığına dikkat çeken Yücel, yüzün üzerinde farklı milletin yaşadığı Alanya’da yerleşik yabancı sayısının 34 bine yaklaştığını belirterek; “Yüzün üzerinde milletten insan Alanya’da yaşıyor ve yerleşik olarak sayıları ise 34 bine yaklaştı. Bu sene mülk satışlarında biliyorsunuz Antalya, İstanbul’dan sonra ikinci sırada. Alanya da en çok mülk satışı yapılan yerlerin başında geliyor. Şu an Ruslar mülk satın almada sayı olarak önde. Onları Almanlar, Norveçliler ve Finlandiyalılar takip ediyor” diyor.

“Suç oranlarımız çok düşük! Sadece dört suç vukuatı yaşandı”

Alanya’nın güvenliğine dikkat çeken Adem Murat Yücel bu konudaki iddiasını ise gittiği ve yaşadığı 30 ülkeden elde ettiği gözlemlerle anlatıyor. “Paris’te veya Barcelona’da gece yarısından sonra tek başıma meydanlarda ben bile yürüyemiyorum” diyen Yücel sözlerine şöyle devam ediyor; “Burası mutlu, huzurlu ve güvenli bir şehir. Suç oranlarımız hiç yok denecek kadar. 2019 yılında sahil bölgesinde sadece dört vukuat var o da ufak tefek hırsızlıklar. Bu kadar düşük rakamlar büyük başarı. 30’un üzerinde ülkeye gittim, 100’ün üzerinde metropol şehirde bulundum. Ama Paris’ten tut Barcelona’ya kadar gece 24.00’ten sonra iki kadın tek başına bu meydanlarda yürüyemez. Göremezsiniz çünkü güvenli değildir. Ben kendim bile yürüyemiyordum. Ama Alanya’da 15 yaşındaki küçük kız çocuklarını bile bu şehrin neresine bırakırsanız bırakın, gecenin her hangi bir saatinde rahatça ve güvenle evine gidebilir. Bu kadar huzurlu ve güvenli bir şehir burası”.

“Herkes burada kendi inancını ve keyfini yaşasın… Biz atalarımızdan böyle gördük”

Yöre halkının ve sonradan yerleşen farklı milletlerle olan uyumu üzerine konuştuğumuz Yücel, bu durumu “Atalarımızdan böyle gördük” diyerek açıklıyor. Yücel bunun sırrını ise şöyle açıklıyor; “Burası yerli yabancı, köylü kentli demeden birlik ve beraberlik içinde yaşadığımız bir yer. Her kültürün birbirinden beslendiği, birbiriyle kaynaştığı bir yaşam şeklimiz ve adetimiz var. Bu yüzden burası devletin üniter yapısıyla uğraşmayan, herkesin kendi ekmeğinin peşinde olduğu huzurlu bir yer. Bunun için bir belediyenin ne yapması gerekiyorsa onu yapıyoruz. Özel bir şey yapmıyoruz. Herkes burada kendi inancını ve kendi zevkini, keyfini yaşasın. İnandığı şeyi üretsin. Biz atalarımızdan bunu gördük ve bunu uyguluyoruz. Ama hiçbir şekilde misyoner faaliyetlere de izin vermiyoruz.”

“İl olmayı çoktan hak ettik”

Kale içinde gezerken böylesine özel, ortaçağ döneminden bu yana ayakta kalmayı başarmış ve dokusu bozulmamış bir kültürel zenginliğin Unesco Dünya Kültür Mirası Listesine hala neden girmediğine şaşıyor insan. Zaten Alanya’yı gezerken şaşırdığım noktalardan biri de tarihiyle, ekonomisiyle, sosyal yaşamıyla, çevre düzeni, alt yapı yatırımlarıyla ve nüfuzuyla bu kadar zengin bir kentin neden hala bir il değil de ilçe olarak kaldığı… Son yıllarda en fazla göç alan yerlerin başında gelen Alanya’yı tercih eden kişiler çoğunlukla bürokratlar, kamu çalışanları ve yabancılar. Ancak Adem Murat Yücel, Alanya’da bulunan Alanya Alaaddin Keykubat Üniversitesi ve Alanya Hamdullah Emin Paşa Üniversitesi’nin açılmasıyla burada eğitim gören gençlerin de mezun olduktan sonra Alanya’da kalma sayısının arttığını söylüyor. Alanyalı gençlerin ise üniversite eğitimi için dışarı gitmeyi bile düşünmediklerini aktarıyor. Bu noktada ise Yücel başka önemli bir noktaya dikkat çekerek sıklıkla söylediği önemli bir konuyu bir kez daha dile getiriyor. Alanya’nın il olma vaktinin geldiğini anlatan Yücel şöyle diyor; “İki tane üniversitemiz var. Gençlerimiz dışarıya gitmiyor. Aksine buraya okumaya gelen öğrenciler hayatlarını burada kuruyor. Kamuda çalışan birçok kişi emeklilik sonrası burada yaşıyor. Burası vizyonuyla misyonuyla elit, sürekli gelişim ve dönüşüme açık bir bölge. Biz fazlasıyla il olmayı hak eden bir ilçeyiz. Nereden bakarsanız bakın. Tarih, kültür, coğrafya olarak bunu çoktan hak ettik.”

Buraları görmeden dönmeyin!

Alanya Kalesi’nden sonra rotamız Kızılkule,Tersane, Damlataş Mağarası ve Kleopatra Plajı oluyor. Bu kentin her bir noktası görülmeye değer doğa ve tarih harikası. Gezi sırasında Damlataş Mağarasın’da astım hastalarına saat sabah 06.00 ile 10.00 arası doktor eşliğinde nefes terapileri yapılıyor. 21 günlük kürlerle mağarada yapılan nefes ve oksijen terapisinin astım hastalığının çaresi olduğu söyleniyor. Şubat ayının son haftasında olmamıza rağmen Kleoptara Plajı’nda denize giren ve güneşlenenleri görmek bizim için şaşırtıcı olsa da Alanya plajlarında her mevsim olan manzaralar olduğunu da Alanyalılardan öğreniyoruz. Bütün ihtişamıyla gemileri selamlayan Kızılkule ayrı bir doğa manzarasıyla sizi karşılıyor. Ancak gezi başından beri dört gözle beklediğim bir ortaçağ limanı olan Tersane beklediğime değdi ve hepimizi bütün gizemi ve görkemiyle kucakladı. Liman denince akla gelen iskeleler yerine beş ayrı kemerden oluşan bu yapı gemi üretiminde, tamiratında ve liman ticaretinde kullanılmasının yanında ihtiyaç halinde korunmak ve sığınmak için de kullanılmış.1960 yılında müzeye çevrilen bu Tersane Alanya’daki en özel fotoğraflarınızı çekebileceğiniz yerlerin başında geliyor. Görmeden dönmeyin bence…

Turistler aynı anda iki mevsimi yaşayacak

Alanya Belediye Başkanı Adem Murat Yücel ile, kentin tarihini, kültürünü, sanatını da ön plana çıkartan çalışmalarından bahsederken aslında kendisinden yeni bir müjdeli haber daha alıyoruz. Yaz aylarının vazgeçilmez tatil beldesi olan Alanya’nın aynı zamanda kış turizmine de ev sahipliği yapmaya hazırlandığını öğreniyoruz. Alanya’nın 30 yıllık rüyasının gerçekleşmek üzere olduğundan bahseden Yücel, Akdağ Kış Sporları Turizm Merkezi projesinde sona gelindiğinin müjdesini veriyor. Kayak merkezi açıldığında 5 bin yatak kapasiteli bir otel, 3 bin 600 kişilik mekanik tesis kapasitesi ve toplam uzunluğu 15 km olan 12 ana pistle hizmet verecek. Kayak merkezinin hizmete açılmasını Alanyalılar kadar bende heyecanla ve merakla bekliyorum. Böylece bir beldede aynı anda iki mevsimi yaşamak nadir lükslerden biri olacak. Hayal etmesi bile çok heyecan verici. Kleopatra Plajı’nda denizin ve güneşin tadını çıkardıktan sonra bir saatlik mesafedeki Akdağ’da karlar içinde kayak yapma hayali delice gelse de, üzerine basa basa söylemeliyim ki, bunu yaşama ihtimali bile muhteşem bir zenginlik ve lüks…

“Yaşıtlarımız kumda oynarken biz memleket yönetiyorduk”

Alanya’ya geldiğinizde yapacak çok şey var ve her geçen bu çeşitliliğe bir yenisi eklenmeye de devam ediyor. Ancak bu zenginliklerden ve konfordan kendisinin nasıl faydalandığını, boş zamanlarında bu doğa harikası yerde nasıl vakit geçirdiğini sorduğum Adem Murat Yücel şaşırtıcı bir cevap vererek, denize ayağını sokmadan bir sezonu bitirdiğini söylüyor. Yücel; “2018 yılında denize dokunmadan sezonu bitirdim. Misafirlerimiz keyfini sürüyor ama biz çalışmaktan, üretmekte, insanlara faydalı olmaktan, sorumluluklarımızı eksiksiz yerine getirmek adına bu güzelliklerin keyfini çıkarmaya pek fırsat bulamıyoruz. 28 yaşında belediye başkanı oldum. Açıkçası benim yaşıtlarım kumda oynarken biz memleket yönetiyorduk. Ama bundan asla pişman olmadım. Emeklerimizin karşılığını da alıyorum. Dört dönemdir başkan seçiliyorum” diyor. Başkan Adem Murat Yücel’in kendini adadığı ve her noktasında ayrı bir değerini göreceğiniz Alanya, fethinin 800’üncü yıl kutlamaları kapsamında yıl sonuna kadar devam edecek onlarca kutlama etkinliği ile ziyaretçilerini bekliyor. Nisan ayında yapılması planlanan Jazz festivali ise benim takvimime not ettiğim başlıca etkinliklerden. Ancak Alanya Belediyesi’nin takviminden ulaşabileceğiniz farklı etkinlik ve tarihleriyle, bu kutlama coşkusuna mutlaka sizler de ortak olmalısınız.

Yazının devamı...

“Eğer hiçbir şeyiniz yoksa başarılı olmak zorundasınız”

43 yıldan beri kebap denince akla gelen tek isim o, Bedrettin Aydoğdu, namı diğer Bedri Usta… 40 yıllık, başarı, 40 yıllık lezzet, kırk yıllık güler yüzle misafirlerini ağırlıyor ve her seferinde akıllara kazınan o lezzetle de uğurluyor. Meslek hayatı içinde keskin inişleri ve çıkışlar da yaşayan Bedri Usta aynı zamanda yaşadığı kayıplara ve zararlara rağmen her defasında eskisinden daha güçlü bir şekilde ayağa kalkmayı başarmış ilham verici bir örnek. Başarısının sırrını sorduğum ve 40 yıl içinde neler yaşadığının üzerinden şöyle bir beraberce geçtiğimiz Aydoğdu her seferinde ders niteliğinde cümleleriyle düşündürüyor.

O herkesin Bedir Ustası ve her zaman coşkulu enerjisi ve esprileriyle de kendine hayran bırakıyor. “Bu mesleğin iki tane sermayesi var; bir güler yüzlü olacaksın, iki sanatında iyi olacaksın” diyen Bedir Usta, en büyük servetin ise para değil itibar olduğunu anlatıyor. Bugüne kadar parasıyla değil itibarıyla var olduğunu söyleyen ve ticaret hayatında üç kere iflas eden Bedri Usta yine iflas etse yine aynı şekilde ayağa kalkacak gücünün olduğunu altını çizerek anlatıyor ve ekliyor; ”Üç kere battım, üç kere yine çıktım. Şimdi 50 yaşındayım ama 35 yaşındaki halimden enerjimden, ruhumdan, heyecanımdan hiçbir şey kaybetmedim. Bu yüzden batmak iflas etmek benim için hiç sorun değil. Yine batsam yine çıkarım. Yine kaybetsem, yine kazanırım. Çünkü ben ne yaptığımı çok iyi biliyorum. Kendime, esnaflığıma, ustalığıma, elimin lezzetine güveniyorum”. Başarısının sırrını merak edenlere ise Bedri Usta çarpıcı bir cevap veriyor ve; “Yokluk insanı başarılı kılıyor. Çünkü eğer hiçbir şeyiniz yoksa , geçinmek ve hayatta kalmak için başarılı olmak zorundasınız” diyor.

Bedri Bey, yaptığınız ve sunduğunuz kebaplar enfes… Ancak sizin renkli kişiliğiniz kebapların lezzetinden daha önde geliyor...

Türkiye'nin, İstanbul'un dört bir yanından farklı farklı yerlerden birçok misafirim buraya geliyor sağ olsunlar. Onlar buraya kadar zahmet edip geldiklerinde bir güler yüz, bir hoş sohbet göstermezsem benim ayıbım olur. Bu mesleğin iki tane sermayesi var bir güler yüzlü olacaksın, iki sanatında İyi olacaksın. Maşallah benim de hem dilim hem de, elimin tadı iyidir çok şükür. İki tane sloganım vardır. Ben dünyaya kebapçı olmak için gelmişim. Ayrıca doğduğumdan beri çalışıyorum, doğduğumdan beri de evliyim. Resmen dünyaya evli geldim. Bekarlığa dair hiçbir şey hatırlamıyorum.

Çocuk yaşta evlenmişsiniz. Aslında siz bir çocuk damatsınız?

20 yaşındayken 5 tane çocuğum vardı. Çocuklarım dedelerini kendi babaları zannediyordu. O çocukları bile nasıl yaptığımı hatırlamıyorum. 22 yaşında annemin babamın ve kardeşlerimin olduğu evden ailemi aldım ve ayrıldım, kendi evime çıktım. O zaman çocuklarım annesinin ve babasının kim olduğunun farkına vardı. Biz de çocuk sorumluluğunun ne olduğunun farkına vardık. O zamanlar 14 yaşında evlenmek ayıp değildi. Ama şimdi gelip biri benim kızımı istese onu öldürürüm herhalde.

Bedri Usta efsanesi ilk ne zaman başladı?

1992 yılında askerden döndüğümde ilk olarak Adana Yüzevler Kebapçısı’nı açtım. Ve ilk dükkanı açtığımda cebimde 5 kuruş param yoktu. Ama itibarım vardı. Dükkanın bütün malzemelerini ihtiyaçlarına ilk önce tanıdıklarımdan veresiye aldım. Bütün dükkanımı borçla açmış oldum yani para yerine itibarımı yatırdım dükkana. Ve o zaman bir kez daha en büyük servetin para değil itibar olduğunu anladım.

“Battıysam tekrar yaparım, düştüysem tekrar kalkarım”

Bu kadar borcun altından kalkamam diye hiç korkmadınız mı?

Korkmadım çünkü zaten kaybedecek hiçbir şeyim yoktu. Param olursa hepsini ödeyeceğim, olmazsa sorun yoktu zaten sıfırdaydım. Mesela şu anda pandemi geldi ve herkes çok etkilendi, herkes çok mutsuz ve endişeli. Ama inanır mısın benim umurumda bile değil. Pandemide batacak olan ne? Olaya iki sandalye, iki masa olarak bakıyorum. Kaybettiğin neyse zaten tekrar yaparsın. Bu yüzden öldüm bittim diye isyan etmem. Battıysa tekrar yaparım, düştüysem tekrar kalkarım, paran bittiyse tekrar kazanırım.

Hala böyle bir enerjiniz var mı? Bu kadar emeğiniz, yorgunluğunuz ve yaşanmışlığınıza rağmen artık yeter demez misiniz?

Zaten üç kere ben bunu yaşadım. Üç kere en dibi gördüm ve en tepeyi gördüm. Bunları yaşadığımda 35 yaşındaydım. Şimdi 50 yaşındayım ama 35 yaşındaki halimden enerjimden, ruhumdan, heyecanımdan hiçbir şey kaybetmedim. Bu yüzden batmak iflas etmek benim için hiç sorun değil. Yine batsam yine çıkarım. Yine kaybetsem, yine kazanırım. Çünkü ben ne yaptığımı çok iyi biliyorum. Kendime, esnaflığıma, ustalığıma, elimin lezzetine güveniyorum.

Pandemi döneminde Kalamış’ta dört katlı yeni bir mekan açtınız ve yüzlerce personel istihdam ediyorsunuz. Bu bir risk değil miydi?

Bu pandemi dolayısıyla bir kişiyi bile işten de çıkarmadım. Bunu da ekleyelim. Her bir personelime dedimki; “Maaşınız işlemeye devam ediyor. Bu dönemde param olur veririm. Param olmaz borçlanırım size. Ama acil ihtiyaçlarınızda hepsini karşılarım. Sadece bu dönem tam gününde maaş istemeyin benden” dedim. Personeli işten çıkarmak böyle dönemlerde çözüm değil. Çünkü üç ay sonra mekanlar açıldığında o adamlar yine size lazım olacak. Bu yüzden uzun vadeli düşünmek lazım. Bir de zaten sen 6 ay çalışmamaya dayanamayacaksan bu işi yapmayacaksın.

Normal zamanda 50 ton et sattığınızı söylüyorsunuz. Bu pandemi dönemi et satışlarınıza ne oranda yansıdı?

Paket servis normal satışın yüzde 1’i bile değil. Pandemi boyunca sadece 3 ton et satışı yapıldı. Normal zamanda paket servis bile vermiyorduk ama bu dönemde mecbur kaldık. Yine de bize bir faydası, etkisi olmadı.

“Yokluk insanı başarılı kılıyor, çünkü başka çareniz kalmıyor”

Peki 43 yıllık meslek hayatınızda size başarıyı getiren şey neydi?

Normalde çok mütevazi bir adamımdır. Ama söz konusu işim olunca benden megalomani yoktur. Çünkü ben işimi çok iyi yapıyorum. Mesela burada seninle şu an işimi konuşurken bile çok heyecanlanıyorum. Yokluk insanı başarılı kılıyor. Çünkü eğer hiçbir şeyiniz yoksa başarılı olmak zorundasınız. Geçinmek ve hayatta kalmak için mücadele vermek ve başarmak zorundasın. Mesela kadınların işsiz kalmasını tolere edebiliyorum kendi içimde. Ama erkeklerin iş bulamamasına, çalışmamasına asla tahammül edemiyorum. Çünkü artık çok fazla iş beğenmemezlik var. İnsanlar iş beğenmeyince bu sefer işsizlik artıyor. Ama ben bunda da çok iddialıyım mesela bana batmış iflas etmiş bir şirketi versinler ben onu beş ayda kar eden bir şirket haline getiririm bu kadar da iddialıyım.

Nasıl bu kadar iddialısınız? Şirket yönetimlerine dev cirolar elde etmeleri ve iflastan geri döndürmeleri için yurt dışında eğitim görmüş yüksek ihtisas yapmış yöneticiler aranıyor. Hata mı yapıyorlar yani?

Okumak iyi bir şey ama ben kendi adıma diyorum ki iyi ki okumamışım. Okumadım böyle oldum, okusaydım ne olurdum acaba kim bilir? Mesela Kayserililer çocuklarını okula hiç göndermezler okula kim giderdi biliyor musun? Okula kafası çalışmayanları gönderirlerdi. Zeki adamı ticarete atarlardı, okula göndermekle zaman kaybetmezlerdi. Eline sermayeyi verir ticaret yapmaya yollarlardı. Ben torunlarımı okutmayı bile düşünmüyorum. Beş çocuğumu da okuttum geldiğimiz sonuç, hepsi kebapçıda çalışıyor. Avukatlık okuyan çocuğum geldi kebapçılık yapıyor. O zaman ben ne anladım bu okuma işinden? Yedi senede okuluna verdiğim parayı sermaye yapsaydım ona bir kebapçı açsaydım daha çok kar edecektim.

“Ben varsam Bedri Usta markası var! Ben öldükten sonra geçmiş olsun”

Benden sonra çocuklarım Bedir Usta markasına sahip çıkamazlar, altından kalkamazlar. Bu işi beceremezler, kaygısı ve endişesi yaşıyor musunuz?

Yaşamıyorum çünkü zaten beceremeyecekler, altından kalkamayacaklar biliyorum. Ben varsam bu marka var ben öldükten sonra geçmiş olsun, batar gider. Çünkü çocuklarım bu işe benim kadar severek bakmıyor, içten yapmıyor. Ben masaya çay getirdiğimde kapıda müşterimi karşıladığımda mutlu olduğum kadar onlar mutlu olmuyorlar. Bu işe onlar ticaret gözüyle bakıyorlar. Bir de ben en alttan geldim ama onlar direkt patron çocuğu olarak bu işin içine doğdular. Bu yüzden benim kadar heyecanlı ve severek yapmaları mümkün değil. Ben paraya bakmam dükkanımda üç kat birden doldu mu, müşterim dükkanından mutlu ayrıldı mı, yediklerinden zevk aldı mı? Ben bunlara bakıyorum. Dünyada her şey olabilirsiniz ama kolay kolay esnaf olamazsınız. Esnaflığın okulu da yok, tamamen çekirdekten yetişmek gerekiyor bunun için. Alaylı varken mektepli tercih etmem doğrusu.

Gastronomi eğitimi alan ve mezun olan diplomalı şefler var. Yeni nesil şefler de artık alaylılardan daha ayrıcalıklı görüyor kendini buna ne diyorsunuz?

Giydiği önlüğün önüne exclusive chef yazınca şef olmuyor hiçbiri. 21 yaşında ne mezuniyeti, ne şefliği? Şefin ne olduğunu biliyorlar mı acaba! Şef dediğin kişi elini hiçbir yemeğe sürmez. Sadece talimat verir, menüyü hazırlar, patronluk yapar. Şef dediğin eli cebinde mutfakta sadece gezinir ya da ofisinde oturur. Bana arada şef diyorlar onlara kızıyorum. Ben şef değilim, ben ustayım. Ben kebaptan başka bir şey yapmam, anlamam. Bana kuru fasulye yap de yapamam.

Peki sizin mutfağınıza girmek kolay mıdır? Kimler sizin çırağınız olabilir?

Okulu bitirmiş bütün öğrenciler eğer gelmek isterlerse hepsini işe alırım ama onları önce soğan soymakla işe başlatırım. Eğer usta olmaya hevesleri varsa bütün mutfakta ne kadar ağır iş varsa yaptırırım. Mutfak sert bir yerdir ve zaten bu sertliğe katlanabilen mutlaka usta olur.

“Nusret, Türkiye’de kebapçıların önünü açtı”

Dünyada Türk kebabına giderek artan bir ilgi var… Sizin bu konuda gözleminiz nedir?

Günaydın ve Nusret gibi steak houslar Türkiye’deki kebapçıların önlerini açtılar. Şu an televizyona en çok çıkan kebapçı benim. Neden biliyor musun? Çünkü Günaydın’ın sahibi Cüneyt Asan gitmiyor, Nusret zaten çıkmıyor ortalık bana kalıyor. Onların beğenmediği programlar benim işime yarıyor.

Et şovları yapanları övüyorsunuz ama hiç eleştirdiğiniz bir yönleri de yok mu?

Var tabii olmaz mı? Etten insanları tiksindirdiler. Eti 24 saat tokatlaya tokatlaya, insanların gözüne eti soka soka insanları bundan tiksindirdiler.

“İstanbul’un en iyi Adana kebapçıları benim çırağımdır”

Peki size göre İstanbul’un en iyi üç kebapçısı kim?

Birincisi Antep mutfağında Develi derim. İkincisi Köşebaşı derim. Adana mutfağında da Bedri Usta’yı söylerim. Günaydın’ı bu kategoriye katmam çünkü Günaydın artık kebap kulvarında değil. Ama İstanbul’da ne kadar Adana kebapçısı adıyla açılan yer varsa hepsi benim çırağımdır. Bu yüzden Adana kebabı İstanbul’a getiren kişi benim.

Kitaplara konu olacak bir hayat hikayeniz var…

Oldu zaten… Kitabım hazır, yazıldı matbaya gidip basılmayı bekliyor. Destek yayınlarından çıkacak kitabımı Yelda Cumalioğlu yazdı. Pandemi bittikten sonra bir lansmanla kitabı çıkartmayı planlıyoruz.

En çok hangi yörenin insanına et yedirmek ve beğendirmek zor?

Anteplilere et beğendirmek çok zordur. Çünkü işin profesörü onlardır. Antep’ten sonra Hatay, en son olarak da Adanalılara et beğendirmek zordur.

Yazının devamı...

Bala Atabek: Sanatçılar günümüzün medyumları

Fotoğraflar: Ayşegül Karacan

Bala Atabek son kitabı En Sevdiğim Şarkılar ile kaleme aldığı 13 farklı öyküyle okurlarıyla buluştu ve büyük beğeni topladı. Oyuncu, yazar, senarist ve yönetmen kimlikleriyle tanıdığımız, her bir kimliğiyle farklı üretimler veren Atabek bugünlerde ise bir belgesel hazırlığında… Yazdığı hikayeleri ve senaryoları da yönetmen olarak hayata geçireceğini anlatan Bala Atabek, “Hiç bir meslek için az gelişmiş” olmak ve sınırlı bilgiyle durmak hayırlı değildir” diyerek meslekte gelişmiş olmanın önemine dikkat çekiyor. Sanatçı doğruyu ve yanlışı sorgulatır” diyen Bala Atabek sözlerine ise şöyle devam ediyor; “Sanatçılar günümüzün medyumlarıdır, onlar duyguları, görüşleri, inanışları, doğruyu ve yanlışı sorgulatır, şeklini eğer ve büker. Bu meslekte kalıcı olmak, yer edinmek ve aktarıcı olabilmek için, bilgiye aç ve meraklı kalmak zorundasınız. Oyunculuk biraz böyle kolay olunur ama kalmak ise zordur, kalıcı olmak çalışkanlık ister”.


13 öykünün yer aldığı son kitabın ‘En Sevdiğim Şarkılar’ okurları kulaklarda müziğin tınısıyla kent hikâyelerinin peşinden sürüklüyor. Kitabı yazmaya nasıl karar verdin? Nasıl bir yazım süreci geçti senin için?

Hikayelerin atmosferini kurmak, oluşturmak zaman olarak çok uğraştırmadı beni, hikayelerimi ve fikirlerimi her zaman seneler içinde de not alırım, karalama defterlerim evde oldukça fazladır, tarihleri ise 10, 15 seneye dayanır, hatta daha fazla. Bazen bir cümleyi yeni yarattığım bir hikayenin göbeğine koyarım. On sene önce not aldığım bir paragraf bambaşka bir hikayenin girizgahı olabilir veya süreç yepyeni bir çatı altında bedenlenir. Kombinasyonlarla çalışıyorum, kelimelerin kurgusu hoşuma gidiyor. Eski ben ile yeni ben düşüncesinin arasında köprü cümleler kurmakta ilgimi çekiyor. Yazmak benim için çocukluğumdan beri keyifli bir yol arkadaşlığıydı, karar demeyelim, kendiliğinden zaten benimleydi, hep.

Pandemi süreci nasıl geçiyor, neler yapıyorsun?

Hayat içinde kendime ayırdığım zamanlara dikkat ederek, sevdiklerime özen göstermeyi öğrenerek geçiyor ve tabii bolca yazarak. Pandemi ile gelen “dur” hali ve sükunet benim için yaratıcı kanalların açılmasına yardımcı oldu.

Bu süreç kendine ve çevrene dair neler keşfetmene sebep oldu. Sen anladığım kadarıyla zaten farkındalığı yüksek birisin ancak seni bile şaşırtan neler oldu?

Farkındalığının yüksek oluşu, onu geliştirmedikçe işe yarar hale gelemiyor, elimden geleni yapmayı deniyorum. Kendimi sarsıcı olgunluk serüvenlerinin içinde buldum, arka arkaya çok kısacık zamanlarda oldu bu ve bunlardan şikayet etmeyi değil, şükretmeyi öğrendim, öğrenmeye devam ediyorum. Dünyanın geçtiği bu yolculukta, insanlar yargılarla, tanımlamalarla, ayrıştırmalarla yaşamaya devam etmeyi seçebiliyorlar- ki mesaj yüksek geldiği halde. Bize artık bu halleri bırakma şansı verilmişken üstelik, şuncacık hayatların içinde yaşarken, kendimizi çok bir şey sandığımız ruh halimizden kurtulmamızı can-ı gönülden diliyorum.

Pandemi süreci sana, oyunculuğun yanında farklı birikimleri ve üretimleri olan kişilerin daha avantajlı, şanslı olduğunu düşündürdü mü? Sen de bu şanslı kişilerden olduğunu düşünüyor musun? Mesela setler durmuş, sahneler kapanmış olsa da yazmak bunların dışında kalıyor diyebilir miyiz?

Herkes “yararlı” bir özelliğine eğildiğinde, kendileri için veya yakınları için veya bir topluluk için güzel şeyler üretebilirler, sanırım meslek grubu veya hangi sanat dalı olursa olsun, içinde “biz bilinci” var olmaya başlayınca güzelleşiyor ve “yararlı” hale geliyor yaptıklarınız. Yazmak sessiz bir gemi, kendi kendinize iyileştiğiniz ve iyileştirmeyi umut ettiğiniz. Elbette şanslı olduğumu düşünüyorum, kaldı ki “işe yarar” yönlerimizi görüp paylaştığımızda daha da şanslı oluyoruz.

“Nereye varacağıma ulaştığım kalabalıklar karar verecek”

Oyunculuğun yanına yazarlığı da koyuyorsun. Öyküyle başlayıp romanla taçlandırdın yazarlık kariyerini... Yazarlık hikayen üzerine neler söylemek istersin... Nerede, nasıl başladı, nereye gidiyor bu iş ve seninin götürmek istediğin nokta neresi?

Bu bir yolculuk, hayat serüveninde öğrendiklerimle, deneyimlediklerimle eş değer bir şekilde olgunlaşacak yazarlıkta ve hala kendi macerasına devam etmekte. 10, 12 yaşlarında yaz aylarını “uydurma” hikayeler karalayarak geçirirdim, sevgim kağıtlara kaydettiğim kelimelerden geliyor, ta o zaman. O yüzden yaş alma meselesi beni heyecanlandırıyor. Nereye varıp gideceğini yazmaya devam ettikçe, okuyucular ve ulaşılan kalabalıklar şekillendirecek, illa bir şekli şemalı olmalıysa. Hikaye anlatma isteğim içimde oldukça yazmaya devam edeceğim, insan biraz biraz yaptığı şeyle içli dışlı kaldıkça - geliştiriyor ifadelerini, ilk kitabımla son kitabımın arasında bile üslupsal farklar var, bu da olgunlaşmanın parçası. Ki dünyada anlatacak çok şey var, ömür yetmez.

Hikaye anlatıcılığı için ne kadar cesursun? Hangi konuyu ne şekilde ele almanın günümüz şartlarında cesaret gerektirdiğini düşünüyorsun?

Kalemi kağıda alıp kendi yaralarını iyileştirmekle alakalı yüzleşmeyi gerçekleştirme kabiliyetliliğine girmek başlı başına cesarettir, bir konuyu bir şekle sokmuyorum bununda bir formülü olduğunu düşünmüyorum, kalbime ne dokunmaktaysa, kameranın lensi gibi kaydediyor, sonra o anı aktarıyorum. Kalp sesi aktarıcılığı yapıyorum.

“Ne erkek, ne de kadın var sadece insan var”

Yazdığın ve kurduğun hikayelerde ezber bozma çaban var mı? Dayatılmış ve öğretilmiş kadın erkek ilişkilerinden tut, insanın var olma ve yaşama çabasına kadar neleri hangi niyetlerle yazıyorsun? Senin görmek ve yaşamak istediğin dünya nasıl bir dünya?

Çabanın “öz” meselesinden oldukça uzaklaştırdığını düşünüyorum insanı, yapmak istediğimiz arzuladığımız şeylerle alakalı “mesai” harcamak başka, bir çaba yani eforun içinde olmak bambaşka. Kendiliğindenliğe inanıyorum, eforsuzluğa, bunu anlamamda zaman aldı biraz. Görmek ve yaşamak istediğim dünyanın parçalarını yazıyorum, hayal ettiklerimi ayağa kaldırabilmenin en umut verici yanı bu. Bunun yanı sıra ben erkeğe veya kadına değil ben insan olmaya inanıyorum. O yüzden bende karşılığı yok o cümlenin. Cinsiyetler arası oyun alanlarına inanmıyorum, geçerliliklerine de inanmıyorum. Ne kadar insan olduğumuzu hatırlar ve onun içinde durursak hepimiz için iyi sonuçlar elde edilir, cevap bu kadar basit. Ne erkek ne de kadın var sadece insan var.

Yazdığın kitaplarda müzikten asla kopmuyorsun. Her kitabında bir gönderme veya müzik dünyasından aldığın bir ilham var... Yazarken dinlemek ya da dinlediklerinden çıkardığın hisler senin yazmak için itici gücün mü? Yazmakla müzik arasındaki ilişkiyi nasıl kuruyorsun?

Yazılan karakterlerin, hikayelerin kendi içindeki dinamiğinin sinemasal bir değeri var benim için. Gözlerimi kapattığımda onların fotografik bir karşılığı var ve o derinlikte düşündüğünüz bütün o mekanların ve insanların ise bir müziği var. Her şey birbiriyle iç içe işliyor, hikaye bazen müziği, müzik bazen hikayeyi getiriyor. Bana her zaman konserde bir müzisyenin mikrofondan şarkısını söylemesi ve gerisin geri binlerce insanın onun söylediği şarkıya eşlik etmesi büyüleyici gelmiştir. Birleştirici gelmiştir. Hikayelerimi veya kurgusal anlamda ürettiklerimin yapı taşı kaçınılmaz bir biçimde müzik oluyor haliyle. Çünkü müzik satırlarımın arasındaki tutkal.

“Yönetmen olarak yazdığım senaryoları ayağa kaldırma arzum var”

Yazan, oynayan, çeken, söyleyen kısacası hep üreten birisin. Biz seni farklı pek çok kimliğinle görüyoruz ve izliyoruz ama henüz ortaya koymadığın, içinden çıkarmak istediğin, göstermek için beklediğin bir rengin var mı?

Yazdığım kitapları ve ayrıca senaryoları bir yönetmen olarak ayağa kaldırma arzum var, mesaimi bu yönde değerlendirmeye karar verdiğim bir döneme girdim, öyle bir şey ki bu- yarattıklarınız birbirini doğuruyor ve sizi istediğiniz sonuca zaten götürüyor. O yüzden göstermek değil ama paylaşmaya her zaman varım, sevdiğim, merak ettiğim oyuncular, kamera arkasında beraber yol almak istediğim nice insan mevcut, birlikte üretmenin peşindeyim.

Müzik konusunda yapmak istediğin bir şey var mı?

İyi bir dinleyici olmaya devam etmek ve sevdiğim müzisyenlerle tanış olmak benim için yeterli, hayattakilerle - bir şekilde. Yazdığım veya yönettiğim her şeyin içinde var olmaya devam edecek yegane şey.

Her oyuncunun kendisi için büyük bir proje olduğunu düşünenlerden misin?

Onun ne demek olduğunu bilmeyen oyunculardan biriyim. Bilmediğimde gayet iyi bilinir. Şaka bir yana, her insan kendisi için “iyi” biri olma şansı, oyuncusunu bilmem. Hayatın getirdiği fırsatlara inanıyorum, fırsatları ise karşılayabilmek gerek, onlar içinde bir yol yürümelisiniz bu da bir zaman demek, emek demek. Kişi her türlü bilgiye aç kalabilmeli, insan merak ettikçe yaşar sonuçta. Ve her insan kendisi için, kendi gücüyle “ iyi biri” olabilme fırsatlılığındadır. Benim inandığım bu daha çok.

“Oyunculukta kalıcı olmak için çok çalışmak ve bilgiye aç olmalısınız”

Oyuncu her şeyden, sanatın her dalından anlamak zorunda mı sence? Tek oyunculuk eğitimi ve kabiliyeti bu mesleği yapmak ve yorumlamak için yeterli olur mu?

Hiç bir meslek için “az gelişmiş” olmak ve sınırlı bilgiyle durmak hayırlı değildir, sanatçılar günümüzün medyumlarıdır, onlar duyguları, görüşleri, inanışları, doğruyu ve yanlışı sorgulatır, şeklini eğer ve büker. Herhangi bir sanat dalıyla ilgilenen herhangi bir kişinin her türlü bilgiden faydalanır halde olması geliştirici olur, öbür türlüsü yerinizde sayar gelişemezsiniz. Gelişmemiş beceriklilikleri ise aktaramazsınız. Madem burada verdiğimiz örnek “oyunculuk” - bunun içinde elbette eğitim olmalı, iki şey birbirini dengeliyor! Yetenek ve eğitim… Yetenek, eğitim olmadan, eğitim yetenek olmadan bu meslekte işe yaramıyor, yararmış gibi gözükse de, geçici oluyor, kalıcı olmak, yer edinmek ve aktarıcı olabilmek için bu meslekte, bilgiye aç ve meraklı kalmak zorundasınız. Yoksa gelenler olduğu gibi gidenlerde oldu ve olacak, bu meslek biraz böyle “kolay” olunur, kalmak ise zordur, kalıcı olmak çalışkanlık ister. O yüzden bu git gel hali de kendi içinde iyi.

“Yeni çağdan yaka silkmiyorum, onunla savaşmıyorum”

Waterproof oyunundaki Rona karakterini canlandırırken sahnede şiir gibi küfür ettiğin yorumları yapılmış. Sence bir küfrü şiir gibi algılatmak da sanatın bir parçası diyebilir miyiz?

Öyle mi demişler? Ne güzel benzetmeymiş öyle. Elbette parçasıdır, neden olmasın? Başka açılardan değerlendirme gücünü, empati yeteneğini, herkesi ve her hali anlama duyarlılığını bize sanat kazandırır, insaniliği o hatırlatır. Kalbimizin olduğunu ve onun bir “işe” yaradığını bize öğreten de dünya üzerindeki sanatçılar yani yaratıcılardır.

Sosyal medya hesaplarına ulaşamadım. Bir süreliğine sosyal medya detoksu mu bu yoksa tamamen bir veda mı?

Arada sırada sosyal medya diyeti yapıyorum, iyi geliyor veya telefon diyeti. Çünkü ciddi zaman çalan uygulamalarla dolu telefon, bir anda herkesin hayatına o kadar hakim olmak ve nerede olduklarını bilir durumda kalmak beni rahatsız edebiliyor. Bir dengesini buldum, gidip gidip gelmek.

Tüm dünyanın dijital dünyaya taşınması ve buradan icra edilmesi konusunda ne düşünüyorsun?

Yaşadığımız zamanın gerekliliklerine adapte olmakta sorun görmüyorum, her dönemin farklı bir dili vardı. Bir zamanlar güvercinler boyunlarında not iletirlerdi, telgraf vardı. Daktilo vardı, şu vardı bu vardı. Zaman değiştikçe yeni keşifler oluştu o zaman aralıkları için ve bence bu gayet doğal. İçinde bulunduğumuz süreç de bunu gerektiriyor, bununla savaşmıyorum. Sadece kendi dünyama dönmek istediğimde demin söylediğim gibi kısa aralar veriyorum. Nostaljiden de hoşlanan biri olduğum için ama yeni çağada boş değilim, yaka silkmiyorum, merak ediyorum, etmeye de devam edeceğim.

Yakın zamanda yapmak istediğin, hazırlık aşamasında olduğun neler var?

Bir belgesel var çekeceğim ve kitabımın senaryolaşması üzerine çalışıyorum. Ayrıca başka işlerimle alakalı yazmaya zaten hiç ara vermeden devam ediyorum.

Yazının devamı...

"Kadın entrikalarına kurban olmadan evlendim"

Yasak Elma dizisinde hayat verdiği Mert karakteriyle izlediğimiz Can Nergis kariyer yolculuğuna 17 yaşında Çin’de başlayan, akabinde dünyanın dört bir tarafında reklam ve dizilerde rol alarak Türkiye’ye başrol olarak dönen bir isim. Pek çok farklı kültür içinde yaşayan, kendini büyüten ve farklı ortamlarda oyunculuk denemeleri yapan Can Nergis 2011 yılında ise yönetmen Tomris Giritlioğlu’nun “Geri dön” çağrısıyla yurt dışı kariyerini bırakıp, Türkiye’deki ilk başrolü ‘Her şeye rağmen’ dizisiyle buradaki kariyerine başlıyor. O günden beri farklı birçok yapımda zevkle izlediğimiz Can Nergis’in aynı zamanda hatırı sayılır bir ticari geçmişi ve yatırımları da olan bir iş adamı. Son olarak e-ticaret alanına yatırım yapan oyuncu “Asıl mesleğim oyunculuk” dese de yarattığı birçok markayla faaliyet alanlarını genişleteceğinin de sinyallerini veriyor.

Bir süre önce evlenen ve bir kız babası olan Can Nergis ani evlilik kararını, evlendikten sonra neden ailece hiç paylaşım yapmadığını, ticaret hayatını, oyunculuk dünyasına dair anlam veremediği konuları tüm samimiyetiyle anlatıyor. Yasak Elma’da kadın entrikaları içinde var olmaya çalışan Mert gibi hayatında hiç entrikalarla karşı karşıya kaldı mı sorusuna ise Nergis bir itirafla cevap veriyor ve bu tarz entrikalara kurban gitmemek için evlendiğini söyleyerek şöyle diyor; Türkiye'ye geldiğimde bu tarz olaylara kurban olacağımı hissettim ve hemen evlenmek istedim. Evlilik kararı alınca da ne kadar doğru bir karar olduğunu gördüm. Hepsi teker teker benim alanımdan çıktı, entrikalarına kurban olmadan bende aralarından sıyrılmış oldum.”

Fotoğraflar: Barış Acarlı

Gördüğüm kadarıyla motivasyonun çok yüksek, yerinde duramıyorsun hep bu kadar hareketli misin?

Aslında bu gördüğün halimden daha yüksektir motivasyonum. Bu kendimi dizginlenmiş halim. Çocuğumda da artık bu hareketli , motivasyonu yüksek halleri görmeye başladım. Kızım da benim kadar hiperaktif hatta benden daha hareketli diyebilirim. Tabii ben onun yaşındayken daha da hareketliydim ama seneler geçtikçe yavaş yavaş kendimi biraz daha dizginlemeyi öğrendim. Şimdi onda aynı hareketliliği görmek çok hoşuma gidiyor.

Fakat bu meslekte bu hareketliliği, bu heyecanı dizginlememek bir avantaj diye düşünüyorum…

Aslında bu hareketlilik bazen avantaj bazen dezavantaj olabiliyor mesela bazen bir hareket yapmadan önce bir durup yutkunmak gerekiyor. Bir durup soluklanmadan bir şey yapınca yanlış hareket etmiş oluyoruz.

2020'nin sonu 2021'in ilk ayları senin için şanslı bir dönem oluyor diye düşünüyor musun?

I·nşallah hepimiz için çok iyi ve çok şanslı geçer yeni yıl. Biliyorsunuz 2020 hepimiz için çok sancılı bir yıldı. İnşallah 2021'de bir önceki yılda yaşadığımız hiçbir talihsizliği yaşamayız. Umarım çok güzel bir yıl bizi bekliyordur özgürlüklerle dolu bir yıl olmasını dilerim.

“Köklerine bağlı özgür bir adamım”

Hazır herkese özgürlük dilemişken, senin bağımsızlığına düşkün iflah olmaz bir özgür ruh olduğunu da söyleyebilir miyiz?

Evet aynen benim için öyle söyleyebilirsin özgür ruhlu biriyim. Bir yandan da köklerine çok bağlıyımdır. Benim için köklerine bağlı özgür adam demek daha doğru olur.

Geriye dönüp baktığımızda her şeyi bırakıp 17 yaşında yurt dışına gidip bir daha geri dönmem diye düşünen bir profil varken şuan bu noktaya nasıl geldin?

Evet öyleydi 17 yaşında ilk yurt dışına gittiğimde bir daha Türkiye'ye dönmem, hayatımı yurtdışında sürdürürüm diye düşünüyordum. Ama 2011 yılında Tomris Giritlioğlu'nun bana ulaşması ve beni bir dizi için Türkiye'ye çağırması ile bu fikrim tamamen değişti.

Nasıl gelişti bu süreç?

Yurt dışında modellik yapıyordun. Modelliğini dışında çektiğim bazı reklam filmleri vardı dünyanın dört bir yanında yayınlanıyordu. Çağdaş Ertuna'nın bu reklamları görmesinden ve beni köşesinde yazmasından sonra Tomris Giritlioğlu beni görüyor ve bana ulaşıyor. Beni arayıp bir teklifi olduğunu söylüyor. "Hadi Can Türkiye'ye dön artık. Bir dönem dizisinde sana başrol vereceğiz" dediler. Avşar filmin yapımcılığını yaptığı ‘Her şeye rağmen’ adlı bir diziydi. Böyle bir tekliften sonra bende Türkiye'ye geldim, geliş o geliş...

“A’dan Z’ye bir sürü planım vardı ta ki çocuğum olana kadar”

Peki Türkiye'de işler beklediğin gibi gitmeseydi ne yapacaktın bir B planın var mıydı, ya da şu anda da yaptığın başka planlar var mı?

Doğrusunu söylemek gerekirse ben de A'dan Z'ye kadar bir sürü plan vardı ta ki çocuğum olana kadar. Çocuğum olduktan sonra paket büyüdü, paket büyüdükten sonra işler zorlaştı. Çocuğum doğana dek ben hep başına buyruk, tek başına yaşayan birisiydim. Şimdi ise bir ailem çocuğum ve eşim var. Artık bir şey olduğunda bir karar vermek gerektiğinde artık üç kişi adına kararlar veriyorum ve ona göre yaşıyorum. Artık her şeyden önce onların rahat etmesi gerekiyor. Bu yüzden onların rahatlığı ve yaşam standartları için daha kontrollü adımlar atıyorum.

Sürpriz bir şekilde evlilik kararı aldığın ve hemen akabinde sürpriz bir haberle de baba olduğunu duyduk. Bu süreç senin için de bir sürpriz miydi?

Aslında bunların hepsi hiperaktivitemi kontrol altına almak için yaptığım şeylerdi. Bunun için ilk olarak evlendim, hemen akabinde çocuk geldi. Çocukla kendimi daha da iyi dizginledim. Aslında kendimi ve hayatımı disipline etmek için böyle bir tercih yaptım.

“Evliysen çevren sana saygı duyuyor”

Bu disipline girme ihtiyacını hissettiren nasıl bir yaşam tarzın vardı çok merak ettim?

Sen düzgün olsan da yaşam koşulların, oturduğun yer ve arkadaş ortamın seni bir şekilde o çerçevenin dışına çıkarmaya çalışıyor. Bu durumdan bir gün kaçıyorsun, iki gün kaçıyorsun ama en sonunda yine bu çarkın içine dahil oluyorsun. Ama evlilik olunca, çocuk sahibi olunca, bir aile sahibi olunca herkesin çenesi kapanıyor. Hiçbir şekilde ve hiçbir koşulda sana ısrarcı olmuyorlar ve saygı duyuyorlar. Bu yüzden evli olmaktan ve bir çocuk sahibi olmaktan dolayı çok mutluyum. Artık dışarıya ve arkadaş ortamına doğru parçalanmıyorum. Aksine aileme, kendi içime, evime doğru parçalanıyorum. Bütün enerjimi eşime ve çocuğuma veriyorum. Bu yüzden de kendimi daha huzurlu hissediyorum. Hiç pişmanlıkla hissetmiyorum. En azından harcadığın enerjinin karşılığını ailenden alıyorsun. Senelerce arkadaşlarıma harcadığım enerjilerin hiçbirinden bir karşılık bulamadım, boşa harcanmış enerjiler olarak havaya savrulup gitti hepsi.

Seninle ilgili, eşin Jelena ile ilişkinle ilgili haberleri okuduk, hemen akabinde evlilik ve baba olduğun haberleri geldi. Ama gerisi gelmedi. Sonrasında ne oldu?

Hakkımızda hiçbir haber okuyamadığımız çünkü magazine karışmadık. Aile olduktan ve çocuğumuz da doğduktan sonra magazinsel bir değerimiz kalmadı. Ancak eğlence mekanından ya da herhangi bir yerden çıkarken yakalanacağız ki haber olalım. Ama Türkiye'ye geldiğimden beri hiçbir gece kulübüne gitmişliğim ya da çıkmışlığım yoktur. Bu yüzden de beni gece kulüplerinde, meyhanelerde, dışarıda parklarda hoplaya zıplaya göremezsiniz.

Hiç ailenle paylaşım da yapmıyorsun...

Çocuklar hakkında çıkan yaşanan tatsız olaylar var. Bu yüzden kızımı fazla paylaşmak istemiyorum. Yani çok fazla takılmıyorum ama hep etraftan bana mesajlarla uyarılar geliyor; böyle paylaşma, öyle yapma diye. Ama bu paylaşımları yapmamam yanlış anlaşılmasın. Aynı eşim ve kızımla aynı evi paylaşıyoruz, beraberiz, birlikte yaşıyoruz. Kızım için korunaklı her bir arkadaşını da alıp getirebileceği keyifli hobi alanları oluşturmaya çalışıyorum bu günlerde. Çünkü dışarısı güvenli değil ben ona huzurlu bir hayat ve ortam hazırlamak için kafa yoruyorum. Yani her şey yolunda...

“Şimdiki aklım olsa daha erken baba olurdum”

Kızına çok güzel hayallerle ve büyük emeklerle güvenli ve huzurlu bir dünya hazırlıyorsun. Bu hazırlık sürecinde genç baba olmanın nasıl bir avantajı ve katkısı oluyor?

Şimdiki aklım olsa daha erken yaşta baba olurdum. Ben 30 yaşında baba oldum ama aslında 25 yaşında baba olunsa daha iyiymiş. Çünkü daha yüksek enerjiyle çocukla ilgilendiğinde karşılığını ona göre daha yüksek bir şekilde alıyorsun. Yaş geçtikçe, yükseldikçe çocuğa verebileceğin enerjide o ölçüde eksiliyor. Bunun olmasını istemezdim bu yüzden daha genç baba olmak isterdim. Şu an ben tam o sınırdayım çok da bir şey kaybetmiş değilim ama çok çalıştığım için çok fazla yorgunluk var üzerimde. Birkaç sene daha erken yapmış olsaydım benim için daha avantajlı olacaktı. Çok yoğun ve hızlandırılmış bir şekilde 35 ülke deneyimini, iş tecrübesini pek çok yaşanmışlıkları çok seri yaşadım ver geri döndüm...

Evet bu yüzden sendeki yaşanmışlık ve yorgunluk x2 olmalı... Peki kariyerine yurt dışına başlayıp geri dönen biri olarak sektör içinde görüp de anlam veremediğin neler var?

Ben kariyer hayatıma yurtdışında başladım Türkiye’de geldim devam ettim. Yani aslında herkesin önce Türkiye’de başlayıp sonrasında yurtdışında geliştirdiği şeyin ben tam tersini yaptım. Şimdi bana gelip diyorlar ki yurtdışında workshopa gittim oyunculuk eğitimi aldım. Nasıl oyunculuk eğitimi alacaksın daha İngilizce bilmiyorsun workshopa katıldım diyorsun. Görüyorum yurtdışına gidip shopping yapıp workshopa gittim diyenler var. Anlamıyorum bu durumu.

Peki senin bu donanımın, yurt dışındaki deneyimi Türkiye’ye taşımış olmanın yeterli değeri gördüğünü düşünüyor musun?

Hayır pek de değer gördüğünü düşünmüyorum. Ben sisteme çok tersten geldim. Sistem beni kabul etti çünkü pasta çok büyük gibi görünse de aslında pasta çok küçük herkes bir pay almaya çalışıyor. Benim de bu pastada küçük bir dilimim var.

“Doğal olmayan bir oyunculuk yapmam”

Peki Can Nergis bir akademi oyuncusunu mu yoksa sokak oyuncusu mu?

Konservatuar mezunu değilim ama her ne kadar farklı ülkelerde yaşasam da dünyayı hiçbir zaman turist gibi gezmedim. Hep öğrenme ve gözlemleme üzerine yaşadım nereye gittiysem. Bu yüzden çok lokal yerlerde yaşadım. Lokal insanların kültürlerine alışmak ve dillerini öğrenmek benim için çok kolay oldu. Çünkü bu benim bir yeteneğim. Ama bana gelip de şu kitapları oku bu defterleri yaz çiz dersen onu yapamam çünkü benim bir şeyi öğrenmem için yaşamam lazım. Bu yüzden oyunculukta da benim inandığım şey yaşadığım şeyleri en inandırıcı şekilde aktarabilmek. Aktarabiliyorsam da ne mutlu bana naçizane bütün doğallığıyla oyunculuğu yapmaya çalışıyorum. Öteki türlü zaten tamamen rol kesip oynuyormuş gibi geliyor bana. Yani ben kendi kendime oynuyormuşum gibi geliyor. Bu da bana yakışmıyor diye düşünüyorum, doğal olmayan bir oyunculuk yapmak istemem.

Yurtdışından modellikle kariyerine başladın sonrasında ticarete atıldın ve aldığın tekliften sonra Türkiye'ye geldin. Peki senin kariyer yolculuğunda ilk sıraya koyduğun meslek ne oyunculuk mu ticaret mi modellik mi?

Bir kere lokomotif olan şey tamamen oyunculuk. Ben oyuncuyum. 18 yaşında Çin’e gitmemle ilk foto model olarak işe başladım. Daha sonrasında oradaki otellerde çalıştım, sonra oyunculuk reklam ve dizi teklifleri geldi. Çin'de başlayıp Tayland'a uzanan ve Hindistan'a varana kadar farklı dizilerde yapımlarda rol almaya başladım Tomris Giritlioğlu beni arayıp “Hadi geri dön” diyene kadar da yurt dışında farklı ülkelerde oyunculuğa devam ediyordum.

Oyuncular belirli bir gelir elde ettikten sonra ve belli bir birikim yaptıktan sonra ek mesleklere yatırım yapıyorlar ama sen de bu durum sanırım ekstra bir birikim yapmadan önce olmuş öyle mi?

Evet ben belli bir gelir elde etmeyi beklemeden yaptım. Çünkü tek bir işi yapmak bana tembellik geliyor. Madem zamanımız var tek kişi yapmayalım iki işi birden yapalım ama işin durumuna göre planlı programlı olmak gerekiyor. Mesela oyunculukta şu an çok fazla mesai harcıyorum. O yüzden ticaret tarafını biraz yumuşattım oyunculuğa ağırlık verdim. Ama öyle bir sistem kurdum ki oyunculuğa ağırlık verdiğimde de diğer taraf kurduğum sistemden dolayı kendi kendini zaten işliyor. Bu da bana ekstra avantaj sağlıyor. Ama bu demek değildir ki setten çıkıp gidip diğer işin başına geçiyorum. Böyle bir şey söz konusu değil. Benim asıl mesleğim oyunculuk arkada kurduğum sistemden dolayı da ticaret kendi kendine yürüyen bir ek gelir kaynağım.

“Kadınların entrikalarını geçip kendi entrikama bakıyorum”

Evet yasak Elma'ya gelecek olursak, Yasak Elma entrikaları içinde kendini nasıl hissediyorsun?

Valla okumama rağmen hiç anlamıyorum. Hangi entrikanın ne şekilde gelişeceğini hiçbir şekilde çözemiyorum, bilmiyorum. Bu yüzden dizideki kadınların entrikalarını geçip kendi entrikama bakıyorum. Ama inşallah seyirciler dizideki canlandırdığım karakterin kendi gerçek karakterim olduğunu düşünmüyorlardır.

Bu konuda eleştiri aldığın şeyler oldu?

Her işte oluyor. Gerçekten canlandırdığım karakter gibi biri olduğuma inanıyorlar. Bu da bana aslında iyi geliyor. Çünkü inanmışlarsa bu iş tamamdır diyorum. İzleyenler gerçekten bu adamda hiç duygu yok, aşk yok, his yok diye düşünüyorlar. Neyin peşinde diye sorguluyorlar.

Peki dizideki gibi kadın entrikalarına, kadın oyunlarına kurban gittiğin oldu mu?

Kurban olmadan, olacakken hemen evlendim. Çünkü Türkiye'ye geldiğimde bu tarz olaylara kurban olacağımı hissettim ve hemen evlenmek istedim. Bu yüzden hiç kimsenin kalbini kırmaya gerek yok, yanlış anlaşılmayalım, kendimize düzgün bir yol çizelim, evlenelim çocuk sahibi olalım dedim. Evlilik kararı alınca da ne kadar doğru bir karar olduğunu gördüm. Hepsi teker teker benim alanımdan çıktı, entrikalarına kurban olmadan bende aralarından sıyrılmış oldum.

Karşılaştığın en büyük entrika neydi?

Her türlü entrikayı gördüm. Aslında onlar adım atmadan daha ben onu tahmin edip önlemimi alıyordum. Herkes bana daha önceden gördüğüm oyunları oynamaya çalışıyordu. Bana bu şekilde yaklaşmaları çok saçma ve komik geliyordu. Sana oyunla geldiklerinde sen de aynı şekilde onlara başka bir oyunla gidiyorsun ve onları alt etmeye çalışıyorsun. Yani onlar gibi sen de bir oyunun parçası ve oyuncusu oluyorsun. Ben de bu oyunlara dahil olmamak için tak diye önünü kesiyorum ve arkamı dönüp gidiyorum. Hiç içine dahil olmuyorum çünkü bir adım öncesi ne yapmak istediklerini görüyorum.

Peki eşin Jelena (Milosavljevic) ile evlenme sebebin de bir kaçış mıydı?

Onu ilk gördüğüm anda bu kadından çocuk yapmak istiyorum demiştim. Evlenmek hiç aklımda yoktu ama onu ilk gördüğümde gidip ona da söyledim “Senden çocuk yapmak istiyorum, var mısın bu işe?” dedim. O da “Varım” dedi ve bugün geldiğimiz noktada güzel bir ailemiz var

“Beni anlayanlar için ben bir hayat gurusuyum”

Farklı kültürlerde yaşayıp çok şey öğrenmenin ve görmenin sana zararı ne oldu?

Fazla görmek, fazla bilmek de aslında iyi değil çünkü aynı zamanda insanlarda sana karşı bir önyargı oluyor. Çok bilmiş gibi şeyler konuşuluyor arkandan. İnsanlardaki bu algıyı şimdi kırmaya çalışıyorum. Arkadaşlarım bana Mr. Çok bilmiş der ama günün sonunda haklı çıktığımı da hep görürler. Bu yüzden olabildiğince onlara karşı bilmişlik taslamaya çalışmam. Aslında beni anlayanlar için bir hayat gurusu gibi bir şeyim. Ama insanlar ego yapıyor. Benim yapmadığım egoyu bana karşı yaptıklarını görüyorum. Ama oyuncularda ego olmazsa olmuyormuş bir yandan da öyle şeyler söylüyorlar. Büyüklerden bunları duyuyorum; egosuz oyuncu oyuncu değildir falan tarzı laflar duyuyorum. Ama bu sıkıntıların içinde bir de ego mu yapacağız ya da milletin egosunu mu çekeceğiz diye düşünüyorum. Bu yüzden egoyla işim olmaz. Bir insan da bana nasıl yaklaşırsa nasıl gelirse ben de ona o şekilde giderim, karşılık veririm. Aslında bukalemun gibiyimdir.

Peki geri döndüğünde farklı hangi gözle bakar oldun etrafına?

Türkiye'nin zenginliğini içinde yaşadığın zaman anlamıyorsun. Özellikle İstanbul’da yaşayanlar, yaşadıkları şehrin kıymetini ve etrafındaki zenginlikleri asla göremiyorlar. Mesela ben 7-8 yıl sonra Türkiye'ye döndüğümde bazı şeyleri daha net görür oldum. Anadolu'dan gelen bir kişi de İstanbul'da doğup büyüyen birine göre bu şehrin kıymetini ve değerlerini daha iyi görüyor. Dışarıdan gelenler üçüncü bir göz olarak İstanbul'daki zenginlikleri değerlendirebilecek potansiyelleri daha iyi görüyor. Çünkü İstanbullular etraflarına objektif bakamıyor. Dışarıdan gelen bir adam ise etrafındaki ticarete dökülebilecek değerleri anında görüp analiz edip uygulamaya geçiyor. Bu yüzden objektif bir göz her zaman gerekiyor ve farklı sonuçlar doğuruyor.

Yazının devamı...

Yaşasın ifşa hareketi!

Birkaç gündür Twitter’da öyle bir kadın dayanışmasıyla, öyle bir ifşa hareketi başladı ki eminim şuan ünlü, ünsüz fark etmeksizin kendilerine şaşalı kimlikler oluşturmuş, itibar ve prestij sahibi failler endişeyle “Acaba biri de beni ifşa eder mi? İfşa listesinde benim de adım var mıdır?” diye bekliyordur. Yıllar içinde birçok farklı sektörde çalışan ve tacize uğrayan kadınların saklamak zorunda kaldıkları ve kimseye anlatamadıkları cinsel saldırıları açıklamaları ve failleri ifşa etmeleri, sosyal medyadan ‘Uykularınız Kaçsın’ ve ‘Susma Bitsin’ etiketiyle kitlesel bir isyana dönüştü. Aynı çirkin hareketlere maruz kalan onlarca kadın birbirlerinden güç alarak maruz kaldıkları cinsel saldırıları failin kimliğiyle beraber açıklamaları ise, ABD’de sinema sektörüyle başlayıp bütün dünyada yayılan ‘Me Too’ hareketinin de resmen Türkiye ayağı oldu.

Özür dilerken bile erilliğiyle övünen zavallı zihniyet

Oldukça geç kalınmış ve daha önce olması gereken bu durum önce edebiyat dünyasına bomba gibi düştü ve ünlü romancı Hasan Ali Toptaş’ın hakkında yapılan cinsel saldırı iddialarıyla karşımıza çıktı. Akabinde Hasan Ali Toptaş suçlamaları kabul eden ama yaptığı tacizi küçülten bir açıklamayla özür diledi ve dedi ki; “İnsan eril failliğin ne olduğunu anlayana kadar karşı tarafta ne büyük yaralar açtığını bilmeden, fark etmeden, düşünmeden hatalar yapabiliyor, özür dilerim”. Yaptığı ve bu açıklamayla kabul ettiği onlarca cinsel saldırılardan sonra hala kibrinden de ödün vermeden erilliğiyle övünen Toptaş aslında diyor ki; ben büyük yaralar açacak kadar anormal bir şey yapmadım her zamanki olan ve yaşanan bir şeyi yaptım, asıl anormal olan bunları açıklayan kadınlar!

Kadınlara tacizi doğanın bir kanunu gibi görüyorlar!

Hasan Ali Topbaş gibi edebiyat dünyasında, sanat camiasında, cemiyet hayatında ve tabii medya aleminde korkuyla özür dilemeyi bekleyen sizce kaç kişi vardır? Bizler için olağanüstü travmatik ve acı olan cinsel saldırılar ve tacizler eril dünyanın baskısıyla öyle bir normalleştiriliyor ve önemsizleştiriliyor ki sanki kadınların tacize uğraması, bastırılması ve ezilmesi doğanın bir kanunu gibi görülüyor. Ruhun yaralanmış, incinmiş olması bile düşünülemiyor. Mahalle baskısı, içine dahil olduğu toplum, gelenek görenek, el alem ne der diye tereddütüyle kadınlar hep sustu, susmaları için hep bastırıldı. Biz kadınlara kurban olduğumuzda bile suçlu da olabileceğimiz kodlanıyor. Kurban olduğumuza üzülemeden, suçlu sayılabileceğimizden korktuğumuz için susmak zorunda kalıyoruz. Her bir kadın maruz kaldığı cinsel, psikolojik ve fiziksel şiddetlerden utanıp sustukça, sakladıkça asıl utanması gerekenler daha da arsızlaştı, daha da kabardı, daha da cesaretlendi ve bana bir şey olmaz kibrine büründü.

Tacizciler bugün inandıkları yerden kırılıyor

Bir haftadan beri sosyal medyadaki taciz ifşalarından sonra gördük ki, artık yıllardır sessizce dayatılan bu davranış bilinci kırılıyor, kadınlar konuşmaya başlıyor. Artık el alem için değil kendileri için yaşıyor. Failler, kadınlar üzerindeki toplum baskısını kendilerine öyle bir kalkan yapıyor ki ne yapsalar dört duvar arasında kalacağına ve asla yüksek sesle söylenemez olduğuna inanıyor. Ve bugün görüyoruz ki inandıkları yerden kırılıyor, yaptıklarının bedelini ödüyorlar, ödeyecekler. Ödemek istemeyenler ise ya kaçıyor ya kriz planı yapıyor ya da ölüyorlar. Edebiyat dünyasından başka bir isim İbrahim Çolak, bir kadını attığı pornografi içerikli mesajlarla taciz ettiği ortaya çıkınca “Karım ve çocuklarımın yüzüne nasıl bakarım, 'kendimize yakışanı yapalım' düsturunu kendim için tutamamış olmak gibi gerçek bir pişmanlığım var.” notuyla intihar etti. Çolak yaptığının bedeline yaşayarak katlanacak gücü bulamadı ve hayatına son verdi. Keşke vermeseydi, keşke yaşasa ve yaptıklarının sonuçlarına katlansaydı. Ödeyeceği bedelleri diğer taciz faillerine ve tacize meyilli olanlara caydırıcı bir örnek olsaydı. Çolak’ın intiharı için tacizi ifşa eden kişi suçlandı, bazı kişiler ifşa hareketini ölümcül sonuçlar doğuran anarşist bir durum olarak yorumladı. Ancak intihar da aynı taciz ve tecavüz eylemi gibi değil mi? Kişinin özgür iradesiyle kararını verdiği ve sonuçlarını bile isteye kabul ettiği bir durum. Hiç kimse hele ki kurbanın suçlanması bu durumda asla kabul edilemez… İfşa hareketiyle uğradıkları tacizleri açıklayan kişilerin sayısının giderek artması ve köklü değişiklikleri beraberinde getirmesi önümüzdeki günlerin kaçınılmaz gündemi gibi görünüyor. Kaldı ki değişim şimdiden başladı bile ne mutlu bize…

Yazının devamı...

"Sanatsal üretimin onaya ihtiyacı yok"

Yönetmenliğini Seyid Çolak’ın yaptığı, senaryosunu Güven Adıgüzel’in kaleme aldığı Kapan filminde Yakup karakteriyle başrolü üstlenen Onur Dilber dünyaca ünlü birçok festivalden övgüyle ve En İyi Erkek Oyuncu ödülleriyle ayrılarak uluslar arası arenada da oyunculuktaki başarısını bir kez daha gözler önüne serdi. Uluslararası Gilak Film Festivali ve Roma Rietie Sabina Film Festivali’nden 'En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü alan Onur Dilber, aldığı ödüller karşısında mütevazılığından da ödün vermemeye devam ederek; “Sanatsal üretimin bir onaya ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum” diyor. Dünyanın farklı yerlerindeki sinemacıların kendisini izlemeleri ve ödüle layık görmelerinin ise işine olan heyecanını ve tutkusunu hep diri tuttuğunu anlatan Dilber bunun mesleğine dair itici bir güç olduğunu da sözlerine ekliyor.

Seksenler dizisinde kamera karşısına geçen ve dört sezondan beri Joseph K oyunuyla da seyircisiyle buluşan Onur Dilber oyunculuğu ve tiyatroyu bir görev duygusuyla yapmadığının altını çiziyor ve şunları ekliyor; “Bir futbolcu nasıl antrenmansız maça çıkmaması gerekiyorsa bir oyuncu da dizi veya filmde kamera önüne antrenmansız çıkmaması gerekiyor. Bu yüzden tiyatro sahnesinde olmak sürekli antrenmanlı olmak anlamına geliyor ve orası zaten oyuncuyu da devamlı besleyen bir yer.”

Yaşanan pandemi döneminin kendisini nasıl etkilediğini anlatan ve gözlemlediği durumlara karşı yorumunu da dile getiren başarılı oyuncu; “Pandemi dönemiyle beraber insanlar artık hak etmediği şeylere sesini çıkarabilecek cesarete sahip olduklarını gördü. Çünkü pandemi döneminden sonra artık şunu diyebiliyoruz; ‘Ölümlü dünya, ölüm yanı başımızda!’ Hal böyleyken bu kadar haksızlığa, yoksulluğa maruz bırakılmaya karşı bir tepki de yaşıyoruz...”

Kapan filminde gösterdiğin performansla Uluslararası Gilak Film Festivali'nde 'En İyi Erkek Oyuncu' ödülünün sahibi oldun, hemen peşinden Rietie Sabina Film Festivali’nden de En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldın tebrikler... Peş peşe dünyaca ünlü festivallerden En iyi oyuncu ödülünü almak nasıl hissettiriyor, nasıl bir motivasyon oldu senin için?

Bunu alçakgönüllülük adına söylemiyorum. Aslında ödüllere çok çok büyük anlamlar yüklemiyorum. Fakat kesinlikle mutluluk verici. Ve karakter derinliği olan başka rollerle buluşabilmek konusunda umutlandıran ve motive eden bir şey ödül almak. İnsan doğru yolda olduğu hissine kapılıyor. Sevdiklerimden aldığım mesajlar, özellikle ailemin gururlanıyor olması beni çok mutlu ediyor.

Ödüllendirilmek oyunculuğa dair özgüveni besliyor mu sence? Yoksa bunun için bir onaya ihtiyaç yok mu? Senin bu konudaki fikrin ne?

Kesinlikle özgüveni besliyor. Ama sanatsal üretimin bir onaya ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Bir onaylanma ihtiyacından değil ama dünyanın başka yerlerinde sinemacıların seni izleyip, ödüle layık görmeleri bu meslekte ilerlerken heyecanımı ve işime olan tutkumu hep diri tutuyor. Daha iyisini ve daha fazlasını yapmak için her zaman itici bir güç oluyor.

Kapan ödüllere doymayan bir film oldu… Birçok festivalden ödülle dönen bu senaryoyu ilk okuduğunda, filmi ilk izlediğinde böylesi bir başarıyı zaten bekliyor muydun yoksa sürpriz mi oldu?

İlk senaryoyu okuduğumda ve filmi izlediğimde hakkında çok konuşulacak olumlu veya olumsuz eleştiriler alacak bir film olduğundan kuşku duymamıştım. Doğrusunu söylemek gerekirse en iyi görüntü ve en iyi film ödüllerini beklerken, acaba en iyi erkek oyuncu ödülü de gelir mi diye bir beklentim yoktu. Oldu ne ala…

Canlandırdığın karakter Yakup'un, filmin hikayesini ve vermek istediği mesajı sen nasıl değerlendiriyorsun?

Yakup erkek egemen dünyanın izole bir adada yaşam süren yoksul bir figürü. Aslında kapana sıkışmışlığı filmin başından itibaren kendi içinde yaşayan bir karakter. Ve bu duygudan çıkış için hırslı bir şekilde mücadele ederken doğayla da bir savaş halinde buluyor kendini. Orası da aslında girdiği bir bataklık oluyor. İçinde iyiliği barındırmasına rağmen, kötülükten uzaklaşamayan bir çizgide devam ediyor hayatına. Bu yüzden film iyilikle kötülüğün iç içe girdiği bir şekilde seyrediyor. Yani Yakup kazanma hırsı, içinde bulunduğu hayattan kurtulma savaşı ile dominant bir karakterken tüm bu hırslarıyla kendisi canavarlaşıyor.

“Cesaretle korku birbirini besliyor”

Yani her insan içinde beslediği hırs ve egoyla kendi canavarını kendi yaratıyor…

Kesinlikle öyle… Doğayla uyum içinde, barış içinde yaşamak yerine ona savaş açan, onu yenmeye çalışan hırslarımız aslında insanın kendi sonunu getiriyor. Yani her ağaç kestiğimizde, her cana kıydığımızda kendi dünyamızı ve sahip olduğumuz her şeyi yok ediyoruz.

Adadaki gibi bir sıkışmışlık duygusu hissetsen sen ne yaparsın? Tavrın, tarzın, öfken, kriz yönetimin ve korkularının üzerine gitme durumu sende nasıl gelişir?

Sevdiklerimi daha çok etrafımda tutmaya, onlardan uzak kalmamaya çalışırım. Kriz yönetimim iyidir, yani kriz anlarında plan yapmayı ve yaptığım planı aklına, fikrine güvendiğim insanlara tartışmaya açmak ilk önceliğimdir. Sonrasında vakit kaybetmeden o planı hayata geçirmeyi esas alırım. Öfke ve korkuya gelecek olursak, çabuk reaksiyon gösteren bir yapım var. Zaman içinde kendimi bu konuda daha kontrollü olmak için törpülüyorum. Korkuyu üzerine gidilmesi gereken bir şey olarak görüyorum. Korkularımızdan kaçtıkça o korkular daha da büyüyerek karşımıza dikiliyor. Öfke de ayrıca kontrol edilmesi gereken bir olgu. Onu kontrol edebildiğimiz noktada diri tutmak da gerekiyor. Çünkü bence öfkeyi diri tutmayınca korktuğumuz şeylere karşı cesurca karşı koyma azmimiz kalmıyor. Bu yüzden korkularımızla mücadele etmek için üzerine gidebilmek gerekiyor. Bunun için de öfkeyi diri tutmak gerekiyor. Bu anlamda cesaretle korkunun birbirini beslediğine inanıyorum.

“İnsanlar haksızlıklara karşı sesini çıkarabilecek cesarete sahip olduklarını gördü”

Hepimiz pandemi dolayısıyla aslında bir nevi kapana kıstırıldık... Bu süreç senin için nasıl bir deneyim oluyor, ruhunu ve bilincini nasıl geliştiriyor ya da yavaşlatıyor bu süreç?

Hiç başımıza kötü bir şey gelmeyecekmiş gibi, hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşarken birden ölümün aslında yanı başımızda olduğu bir dönem yaşıyoruz. İşimizden, gücümüzden, sevdiklerimizden uzak kalmamıza neden olan bu süreçte farkındalıklar da yaşıyoruz. Biz hiç ölmeyecekmişiz ve ölüm bizden çok uzakmış gibi yaşarken birden ölümün çok yakın bir şey olduğunu fark ediyoruz. Bunu fark edince insan sahip olduklarının değerini daha iyi anlıyor. Veya maruz bırakıldıklarına ses çıkarması gerektiğini fark ediyor ve daha cesurca ses çıkarmaya başlıyor. Bu süreçte insanlar hak etmediği şeylere sesini çıkarabilecek cesarete sahip olduklarını gördü. Çünkü pandemi döneminden sonra artık şunu diyebiliyoruz; ölümlü dünya, ölüm yanı başımızda! Hal böyleyken bu kadar haksızlığa, yoksulluğa maruz bırakılmaya karşı bir tepki de yaşıyoruz. Bu çok önemli bir şey. İnsanlar ölümden korkarken aslında haksızlığa karşı mücadele ettiği bir döneme tanık oluyoruz. Bu da değişimin habercisi ve böyle de bir değişimin olabileceğine dair bir umut da yeşeriyor insanın içinde. Bu aslında baharın gelmesi için önce kışın yaşanması gibi bir şey. Bu bir kış dönemi ve bu kış soğuğu hissettirdikçe ısınmak için kışla mücadeleyi öğreniyoruz. Bahar yakın yani…

Covid salgını, yaşanan küresel kriz, savaşlar insanlığın her şeye rağmen var olma ve her duruma adapte olma durumuna karşı bir okur yazar ve her şeyden önce bir sanatçı olarak yorumun, gözlemin ve yeni tespitlerin nedir?

Bütün bunların aynı zamanda kapitalizmin sıkışmışlığı olduğunu düşünüyorum. Pandemiden önce de zaten kapitalizm ciddi bir çıkmaz içindeydi. Bu yüzden savaşlar oluyordu, Ortadoğu kan gölüne dönmüştü. Gelişmiş olduğunu düşündüğümüz emperyalist ülkelerde bile insanlar kapitalizmle dayatılan yaşamdan hoşnutsuzluklarını ifade ediyordu. İnsan hakları için, yoksulluğa, yok sayılmaya karşı başkaldırılar ve halk hareketleri ortaya çıkmaya başladı. Bu yüzden sadece pandemiyle ilgili değil. ‘Ölmek istemiyoruz’u; madende çalışanlar da söyledi, fabrika işçileri de söyledi, artan kadın cinayetlerinin ardından kadınlar da söylemeye başladı. Yoksulluktan dolayı hayatını kaybeden çocuklardan sonra insan haklarını savunanlar da söyledi. Bu yüzden covidle gelen ve bütün dünyayı esir alan bir durum. Tek bir coğrafyada değil bütün dünyada yaşanan bir kriz olduğundan hepimizin eşitlendiği bir dönem oldu. Bu dönem evrensel temelde herkesin insanca yaşamalarının mücadelesini de örmeye başladı. Bu yüzden umutluyum.

“Oyuncular arasında bu ara B planı yapmak çok popüler”

Yaşanan pandemiden en çok etkilenen sektörlerden biri oyunculuk. Bir oyuncu için nasıl bir dönem bu?

Pandemiden etkilenmeyen sektör neredeyse hiç yok. Tiyatro ve oyunculuk da onlardan biri. Sadece tiyatrodan geçimini sağlamak zorunda olan binlerce tiyatrocu var, dizi yapan oyuncular bir dereceye kadar şanslı. Ama oyunculuk sadece dizilerde yapılan bir meslek değil. Bu dönemde birçok tiyatro kapanmak zorunda kaldı ve bu korkunç bir şey… Binlerce tiyatro emekçisi evlerine ekmek götüremiyor. Bu dönemde oyunculuk diğer sektörlere göre daha fazla veya daha az etkilenen bir meslek değil. Bütün sektörlerle aynı oranda etki altında. Bizler de kaygılı bir şekilde bekliyoruz…

Bu dönemde mesleki olarak bir durma, kaybetme kaygısı ve paniği yaşıyor musun? Oyunculuk yanına koyduğun bir B planı var mı mesela?

Oyuncular arasında bu ara B planı yapmak çok popüler. Herkes oyunculuğun yanına ek bir şeyler koyma çabasında. Ama tabi yine bunun da sadece oyunculuğa özel bir şey olmadığını düşünüyorum. Türkiye gibi gelecek kaygısı yaşadığımız ülkelerde bir insanın birikimi varsa gelir oranını yükseltmek için hemen başka ne yapabilirim diye arayışa giriyor. Oyuncular da, yarın rol bulamazsam, para kazanamazsam ya da daha az kazanırım kaygısıyla ticarete atılıyor, esnaflığa soyunuyor. Haklılar ama bu gelecek kaygısı hisseden herkes için olan bir durum.

“İmparator; sinemada yönetmen, tiyatro sahnesinde ise oyuncudur”

Sinema yönetmenin, tiyatro oyuncunun sanatıdır fikrine katılıyor musun?

Bence sinema hem yönetmen hem de oyuncunun kendi sanatıdır. Çünkü oyuncu kendi sanatıyla o filmin içindedir. Tiyatroda da yönetmen kendi, oyuncu kendi sanatıyla bulunur. Ama sinemada imparator yönetmendir. Film onun dünyasıdır. Onun sanatının içinde oyuncu kendi sanatıyla bulunur ama bütünü ortaya çıkaran yönetmendir. Tiyatroda ise imparator yönetmen değil oyuncudur. Çünkü tiyatroda yönetmenin direktifleriyle bir şey kursanız da seyirciyle buluştuğunuzda orada yönetmen sadece seyircidir. Sahnede oyuncu ve seyirci baş başadır. Bu yüzden sahnede imparator oyuncudur.

Her sezon seni mutlaka tiyatro sahnesinde de izliyoruz. Bu sahnede olma durumu özellikle gayret ettiğin bir durum mu?

Sahneden uzak kalınca sanki antrenmansız kalıp sahaya çıkıp top oynuyormuş gibi hissediyorum. Bir futbolcu nasıl antrenmansız maça çıkmaması gerekiyorsa bir oyuncu da dizi veya filmde kamera önüne antrenmansız çıkmaması gerekiyor. Bu yüzden tiyatro sahnesinde olmak sürekli antrenmanlı olmak anlamına geliyor ve orası zaten oyuncuyu da devamlı besleyen bir yer.

O zaman tiyatroyu görev duygusuyla yapıyorsun diyebilir miyiz?

Görev duygusuyla değil beni tamamen besleyen bir motivasyon kaynağı olarak yaptığımı söyleyebilirim. Ne kadar yorgun olursam olayım ertesi gün bir oyunum var duygusu beni çok iyi hissettiriyor. Üretimde olduğumu hissediyorum. Ama mesela bu duyguyu sette hissetmiyorum. Aynı zamanda oyunda aldığım o alkış bütün haftamın çok iyi geçmesini sağlıyor, hayatıma motive bir şekilde devam ediyorum. Sahne beni çok besleyen ve mutlu eden bir yer.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.