SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

"Atalarımızdan sadece genetik özellikler değil, enerji de aktarılıyor"

Bu dünyaya geliş sebebiniz ne? Hangi hastalıklara yatkınsınız? Hangi mesleği yapmalısınız? Sizin için mutlu ilişkinin sırrı ne? Tüm bunların yanıtını ‘pin kodu’ ve ‘numeroloji’ analiziyle öğrenmek mümkün. Her bir konuya nasıl açıklık getireceğimizi ben sordum Holistik Terapi Uzmanı Nilay Arslan anlattı.


Nilay Hanım, öncelikle sizi tanıyalım. Yaptığınız işi anlatır mısınız?

Şifacılığa ilk adımı, alternatif tıp alanında bitki uzmanlığı ile attım. 13 yıldır da bioenerji, hipnoz, numeroloji, astroloji alanlarında eğitim veriyorum. Ayrıca bireysel seanslar ve toplu seminerlerle insanların hayatına dokunmaya devam ediyorum.

Numeroloji nedir?

Numero “sayı”, loji de “alanda çalışmak” demek. Yani numeroloji; sayı alanında çalışmak anlamına geliyor. Varlığın tüm resimde, tüm planda kim olduğunu görebilmesi için kişinin şahsına özel doğum günü, doğum tarihi ve ismine bu bilgilerin kodlanmasıdır numeroloji.

Numeroloji analizini nasıl yapıyorsunuz?

Numeroloji analizi, kişinin adı, soyadı ve doğum tarihi alınarak belli matematiksel hesaplamalarla yapılıyor. Bu hesaplamaların sonuçlarını bilgi birikimimiz ve spiritüel bakış açısı yetilerimizle yorumluyoruz.

Neden numeroloji analizi yaptırmalıyız?

Bu sene hangi enerjidesiniz, hangi sınavlarla karşı karşıya kalacaksınız, geçen sene ne yaşadınız, önümüzdeki sene hayatınızda neler olacak, bu dünyaya geliş sebebiniz ne, atalarınızdan gelen karma enerji potansiyelleri nasıl, hangi mesleklere uygunsunuz, hayatın negatifinde mi yoksa pozitifinde mi bulunuyorsunuz, uğurlu sayılarınız hangileri, frekansınızı yükseltecek uğurlu renginiz, doğal taşlarınız neler... Tüm bunların yanıtını numeroloji analizi sayesinde öğrenmek mümkün. Ben herkese hayatlarında en azından bir kez kendilerine zaman ayırıp bu analizi yaptırmalarını ve hayat çizgilerindeki potansiyellerini doğru kullanmalarını öneriyorum.

"Pin kodu sayesinde mutlu enerjiler kullanılabilir"

“Hayat amacınız pin kodunuzda gizlidir” diyorsunuz. Nedir bu pin kodu?

Her ruhun kendine ait holistik sistemde bir pin kodu vardır. Ben buna “kişisel evrensel barkodumuz” diyorum. Evrenin bizi tanıdığı, bizim de kendimizi evrene tanıttığımız 9 haneli bir kod. Parmak izi gibi, asla başka bir kişiyle aynı rakamsal değeri taşımıyor. Biz bu kodların yarattığı enerjilerle bağlantı halindeyiz. Hatta pin kodumuz, aşk, iş, arkadaşlık ve aile ilişkilerimizdeki uyumu ve ilişki dinamiğinin nasıl olacağını da gösterir. Pin kodumuz sayesinde ilişkimizin güçlü ve zayıf yanlarını çözümleyebilir, zorluklarla nasıl başa çıkabileceğimizi anlayabilir, mutlu ilişkiler yaşayabiliriz. Hatta yine pin kodundan kişinin hangi hastalıklara eğilimli olduğunu bile saptayabiliriz.

Pin kodu analizi yaparken hedefiniz ne?

Birincisi; kişinin genel kişilik özellikleri ve hayatta duruşuyla ilgili farkındalık sağlamaya çalışarak potansiyelini daha verimli kullanmasına yardımcı olmak. İkincisi; ilişkilerdeki (evlilik, sevgililik, aile, iş, arkadaşlık) dinamiklere destek olmak. Ve üçüncüsü de; kişiyi meslek seçimi konusunda yönlendirmek, kariyer planlaması yapması konusunda destek olmak.

"Hem mutlu ilişkilerin formülü, hem de mutsuz ilişkilerin çözümü"

Pin kodunun ilişkilere etkisi konusunu biraz daha açar mısınız?

Bununla alakalı çok meşhur bir sözüm var: “Bana pin kodunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” Pin kodu analizi, mutlu ilişkilerin formülünü de, mutsuz ilişkilerin çözümünü de verir. Enerjilerimizin dişil mi, yoksa eril mi olduğunu da pin koduyla tespit etmek mümkün.

Dişil ve eril enerjinin özellikleri neler?

Pin kodu sistemine göre ‘eril’ enerjisi yüksek olan biri; lider, tuttuğunu koparan, mantığını kullanan, meraklı, korkusuz, her şeyi organize etmek isteyen bir yapıya sahip oluyor. Dişil enerjisi yüksek olanlar da; koruyup kollayan, fedakâr, yapıcı, duygusal, destekleyici, yaratıcı gibi nitelikler taşıyor. Sisteme göre çocuk sahibi olmak istemeyen, kariyerinin peşinde koşan, hırslı pek çok kadın, aslında eril enerjiyle hareket ediyor.

"Atalarımızdan sadece genetik özellikler değil, enerji de aktarılıyor"

Numeroloji sayesinde atalardan gelen karmanın da tespit edilebildiğini söylediniz. Eğer olumsuz bir durum varsa, bunun çözümü için ne öneriyorsunuz?

Karma konusunda herkesin farklı bir yorumu var. Ama numeroloji, bize direkt karmamızın ne olduğunu söylüyor. Karma konusunu biraz detaylandıralım... Nasıl ki göz rengi, saç rengi, boy uzunluğu ve kısalığı gibi genetik özellikler atalarımızdan bize aktarılıyorsa, aynı şekilde enerji de 7 nesil boyunca aktarılıyor. Bununla ilgili bir atasözümüz bile var; “Dedesi koruk yemiş, torunun dişi kamaşmış” derler. Örneğin biri kul hakkına girmişse, yaptıkları 7 nesil boyunca aktarılır. Biz çoğu zaman yaşadıklarımızın bizden kaynaklı olduğunu düşünür, bunları başımıza gelen olaylara bağlarız. Oysa atamız geçmişte kul hakkına girmiş olabilir. Bu kul hakkı, 7 nesil boyunca kişilerin maddesel dünyaya ait araç ve gereçlerin hayrını görememesine sebep olur. Bu durumu yaşayan birçok danışanım var. Önemli olan bunu tespit etmek. İşte bunları numeroloji analiziyle ortaya çıkarabiliyoruz. Çözümü için de “karma temizleme seansı” yapıyoruz. Bu seans uzaktan yapılıyor. Tek seansta atalardan gelen karma temizlenmiş oluyor.

Siz pin kodunu bireysel danışmanlık ve numeroloji eğitimlerinizin dışında hangi alanlarda kullanıyorsunuz?

Çalışma hayatında da pin kodlarının bilinmesi çok işe yarıyor. Örneğin kurumsal firmalara, işe alımlar konusunda doğru karar verebilmeleri adına destek oluyorum. İşe aday kişi strese karşı dayanıklı mı, zorlukların üstesinden gelebilir mi, krizleri yönetebilir mi, çalışanlarına ters mi davranır, güçlü ve hassas yanları neler, gölge yanları var mı; tüm bunlar pin kodları sayesinde resim gibi ortaya çıkıyor.

Yazının devamı...

"Elmas ve pırlanta yerini organik pırlantaya bırakacak"

Sade, birbirinden şık ve elegan mücevherlerin tasarımına imza atan Zeynep Erol yeni koleksiyonunu ve sergisini 2021 yılında sunmaya hazırlanıyor. Mücevherin insanoğlunun doğuşundan itibaren her zaman var olduğunu anlatan Zeynep Erol, mücevherde pırlanta ve elmasın yerini ise zamanla organik ve etik pırlantanın alacağını söylüyor.


Tasarım dünyasında 30 yılı geride bıraktınız. Bu süreçte hem kendi çizginizdeki değişim ve dönüşümü hem de mücevher dünyasındaki değişimleri nasıl anlatırsınız?

Mücevher sektörü yüzyıllardan beri bizde en mükemmel işçiliklerle var olan, çok iyi sadekârlarımız ve ustalarımızla yaşamaya devam eden bir sektör. Benim amacım bu zanaatı sanata açmaktı. O zaman da şimdi de bu disiplini bir sanat dalı olarak yönlendirmekti. Yolumu böyle çizdim ve sürdürüyorum. Mücevher sektörüne trendler ve moda anlayışı hâkim oldu... Gençler ise kolay ve gündelik takabilecekleri uygun fiyatlı fakat zarif takıları tercih ediyor.

İçine girdiğimiz bu yeni çağda mücevher kullanımının ne şekilde evrileceğini düşünüyorsunuz? Mücevher kullanma kültürü değişir mi ya da değişmeye başladı mı, gözleminiz nedir?

Mücevher, insanoğlunun doğuşundan bugüne dek her zaman var olmuştur. Zaman zaman ihtiyaç ve korunma, duygusal bütünlük, hatıra veya statü sembolü olarak varlığını sürdürmüş ve bana göre öyle de devam edecek. Öte yandan elmas ve pırlanta gibi değerli taşların yerlerini doğa ve insana zarar vermeyen organik ve etik pırlantaya bırakacağına inanıyorum. Dünyanın ve geleceğin iyiliği için bu anlayış gitgide çoğalacak.

“Türkiye’de ilklerden oldum”

Zamansız tasarımlara imza atıyorsunuz. Bu imzanızı hangi felsefe doğrultusunda atıyorsunuz?

1989’da başlayan mücevher ve takı yapma sürecim öncelikle kendimi sanatsal olarak ifade edebileceğim bir dal arayışı ile başladı. İşin mutfağını öğrenerek başladım. 2 sene Kapalıçarşı’da dersler aldıktan sonra kendi atölyemi kurdum. Sonrasında ise sergiler açmaya başladım. Amacım o zaman da şimdi de bu disiplini bir sanat dalı olarak yönlendirmekti. Mücevher sektörü yüzyıllardan beri bizde en mükemmel isçiliklerle var olan ve çok iyi sadekarlarımız ve ustalarımızla yaşamaya devam eden bir sektör. Benim amacım bu zanaatı sanata açmaktı. Yolumu böyle çizdim ve sürdürüyorum. Hiç kimsenin o dönem yapmadığı bizim geleneksel “mücevher zanaatını” takı ve mücevher sanatına ve tasarımına dönüştürdüm. Bu anlamda Türkiye’de ilklerden oldum diyebilirim önce evde atölyemi kurup iki senede bir galerilerde sergiler açtım. 1996 senesinde ise Teşvikiye’de “Zeynep Erol Takı Tasarım” adı altında kendi galerimi kurdum hala da aynı adreste “Showroom”um ve atölyem bulunuyor. Ondan sonra bir müddet kendi bünyemde sergiler açtım ve takı dersleri verdim.

Tasarımlarınızda size ilham veren her zaman bir adım öteye taşıyan motivasyonunuz ne oluyor?

Hayat yolculuğum benim koleksiyonlarımda en önemli ilham kaynağım, dolayısıyla bitmek tükenmek bilmeyen bir depo içimde saklı. Bunun yanı sıra 3 boyutlu mücevher yapmayı sevdiğim için karşıma çıkan binalar ve mimari detaylar beni çok etkiliyor.

Tasarımlarınıza güncel sanat eseri olarak bakıyor musunuz? Her bir ayrı sanat eserinizi üzerlerinde taşıyanları görmek neler hissettiriyor?

Kendimi anlatmamın en güzel ifadesi 14 yıl bale yapmak olmuştu. Kapalıçarşı’da mücevher yapmayı öğrendiğim yıllarda ise takı ile aynı güçte bir anlatım oluşturabileceğini gördüm. 1989’da başlayan bu arzu hâlâ aynı kuvvette sürüyor. Son yedi yıldır kendi iç dünyamı ifade etme modelime heykel de eşlik ediyor. Son sergimin adı Metamorfoz’du. Etrafımızda olup bitenlere bazen korku, bazen endişe, dehşete varan düşünce ve duyguların esiri ile yaklaşmaktayız. Bu durumun da iç huzuru ve yaşam kalitemizi değiştirdiği kesin. Ama yaydığımız bu negatif ile de bir yere varılmamakta. ‘Polyannacılık oynayalım’ diyorum ben. Tüm masalların gerçek olayları duyguları gerçekleştirmeye yaradığına inanıyorum çünkü hepimiz inancımızla yaratıyoruz ve bunun sonuçlarını da görüyoruz. O zaman neden masallara inanmayalım? Ben bu seçeneği “hayat mottosu’’ olarak aldım.

“Heykellerim takılarımın beden olarak büyütülmüş hali”

Sanatsal yaratıcılığınıza takıyla hayat veriyorsunuz. Ancak heykel çalışmalarınızı da sergilerinize kattınız... Bu kapsamda yeni geliştireceğiniz projeniz ve üretiminiz olacak mı?

Heykel benim için takılarımın beden olarak büyütülmüş hali demek. Sanatsal ifade ve anlam olarak bir değişiklik olmuyor, takı sergilerimde hikâyenin devamına eşlik ediyorlar. Her takı sergimde heykellerim olacak, zira onlar hikâyenin özeti gibiler

Takının ve kullanıldığında verdiği enerjinin ne olduğunu, altında ne yattığını nasıl açıklıyorsunuz?

Bu soruyu cevaplarken öncelikle her şeyin evrende enerji olduğu inancıyla yola çıkıyorum. Kişinin kendi inancı ile bütünleştiğine, inandığı takıları seçtiğini düşünüyorum çünkü çekim yasası bunu gerektiriyor.

Üzerinizden hiç çıkarmadığınız enerjinizle bütünleştirdiğiniz bir takınız var mı? Yoksa dönemsel olarak kullanım arzunuz ve tercihiniz değişiyor mu?

Takılarımı tabi ki hayat devam ederken yaşamlara paralel olarak değiştiriyorum, ama hiç çıkartmadığım takılarımın arasında peri küpem ve Buddhalı tılsım kolyem var. Peri’nin gücü, hafifliği ama aynı zamanda yüksek titreşimi sembolize etmesi ruhumla çok bütünleşiyor. Buddha tılsım kolyemdeki bütün semboller ise insan olarak sürekli kendimi yenileme ve geliştirme felsefemi bana hatırlatıyor.

Sembollerin enerjisine ve hayatınızı yönlendirdiğine inanır mısınız? Belli sembolleri tasarımlarınızda kullanmak konusunda ne düşünüyorsunuz?

Sembolleri üzerimizde taşıma nedenimiz zaten onlardan kuvvet almak veya enerjilerini bedenimizde hissetmek ihtiyacıdır, dolayısıyla hep bir hatırlatma yaparlar.

“Yeni sergi 2021’de”

Yakın zaman planlarınız arasında üzerinde düşündüğünüz, hayata geçirmeye başladığınız yeni şeyler var mı?

Nisan 2020’de açmayı planladığım Covid nedeni ile 2021 baharına kalan bir sergim olacak, hem heykeller hem de 100 den fazla çeşit takılarımla Avustralya iç yolculuk seyahatimin bir özetini anlatıyor olacağım, gerisi sürpriz kalsın…

Sizin özellikle üzerinde durmak ve paylaşmak istediğiniz detaylar veya farklı konuk başlıkları var mı?

Pandemi tabii ki hepimizi derinden sarstı ve tekrar hayatlarımızı gözden geçirme mecburiyetini yarattı. Şahsım adına diyebilirim ki hayatıma etkisi pozitif anlamda oldu... Tüketimden uzak ve zaten yalın ve toksit anlayıştan uzak bir hayatım vardı. Pandeminin herkesi bu doğrultuda düşünmeye zorlaması karşılıklı insan ilişkisine anlayış ve hoşgörü katması bakımından çok olumlu oldu. Umarım sonrasında da aynı anlayışımıza devam edebiliriz, zira insanoğlunun çabuk unutma alışkanlığı vardır. Bu sene mücevherlerimde umudu ve inancı daha kuvvetli işledim, yaşamın şükür, sabır ve inançla güzelleştiğine daima inanmışımdır ve yine takılarımda bu enerjiyi kuvvetle hissedeceksiniz.,

Yazının devamı...

Bahar Çağlar: “300 bin lisanslı basketbolcunun sadece 5’te 1’i kadın”

Kısa bir süre önce Beşiktaş Kadın Basketbol Takımı’ndan ayrılarak yeni sezonda BOTAŞ Spor Kulübü forması giyeceğini duyuran Bahar Çalar, bugünlerde başka bir heyecan da yaşıyor. Basketbolla ilgilenen kız çocuklarına yönelik eğitimler vermek ve tecrübelerini paylaşmak amacıyla hayata geçirdiği Bahar’ın Basketbol Atölyesi’yle kadın basketboluna farklı bir bakış açısı sunuyor. Kadın basketbolunun öncülerinden ve en başarılı isimlerinin başında gelen Çağlar, bundan sonrası için de kadın basketboluna yarar sağlayacak projelerin kendi işi olduğunu belirtiyor. Türkiye’de toplamda 300 bin lisanslı basketbolcu olduğunu ama bu rakamın sadece 5’te 1’i in kadınlardan oluştuğuna dikkat çeken Çağlar; “Kız çocuklarımızın basketbolda lisanslama sayıları artmalı. Çünkü bakıldığında 300 bine yakın basketbolcunun yaklaşık 5’te 1’i kızlarımız. Ama ülkemize özellikle kadın basketbolu olarak Avrupa Şampiyonlukları, milli takım başarıları getirmiş bir sporcu olarak salonlarda çok daha fazla genç kızımızı görmek isterim” diyor.

Bahar’ın Basketbol Atölyesi’nin hikayesi nedir? Böyle bir atölyenin eksikliğini size hissettiren şey neydi?

Bahar’ın Basketbol Atölyesi, benim uzun zamandır gerçekleştirmek istediğim ve aktif olarak spor hayatında da bulunduğum dönemde genç sporcu adaylarımızla bir araya gelip, kendilerine deneyimlerimi, yaşadıklarımı anlatmak istediğim ve onların her alanda hazır bir sporcu olarak profesyonel hayata hazırlık süreçlerine liderlik etme ve onlar için ilham veren bir sporcu olarak yer edinmek için oluşturduğumuz bir organizasyon.

Atölyemiz, diğer spor okullarından biraz farklı. Ülkemizde genelde spor okulları işin hep teknik kısmı ile ilgileniyor. Tabii ki teknik kısım çok önemli ama profesyonelleşmeye giden yol artık sporcu adayının beslenmeyi, spor psikolojisini, çalışacağı menajerlik sistemini, markalaşmayı da barındırıyor. İşte bunların hepsini veren zaman zaman ziyaretler, zaman zaman eğitim programları ve zaman zaman tabii ki kamplar ile genç kızlarımızla buluşmamız gereken bir nokta olduğunu düşünerek bu projeye başladık.

Pandemi süreci atölye eğitimlerinizi nasıl etkiledi?

Pandemi başlamadan hemen önce okul ziyaretlerimize başlamıştık. Tabii ki, pandemi ve evlerde kalışımız ile önce bu ziyaretlerimizi ertelemek zorunda kaldık sonrasında da ilkini bu yaz döneminde yapmayı planladığımız kampımızı erteledik. Ama bu erteleme, ara veriş olmadı. Ne yapabiliriz diye düşündüğümüzde, çağın gerekliliği ile beraber online olarak atölye çalışmalarımıza devam ettik. Zaman zaman katıldığım söyleşiler, okullarla online görüşmeler ve resmi ilk atölye çalışmamızı yaşları 13-17 arasında değişen 30 sporcu adayımız ile internet ortamında gerçekleştirdik.

Kadın basketbolunda profesyonelleşme sürecine dair atölyenizde genç sporculara bilgiler verecek ve tecrübelerinizi paylaşacaksınız. Bu hususta en başta dikkat edilmesi gereken noktaları ne şekilde sıralıyorsunuz?

En başta, sporcu adaylarımıza profesyonel hayatın yalnızca sahaya çıkmak olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Her zaman daha çok çalışmak, yaptığınızla yetinmememiz gerektiğini onlara anlatıyorum. Özellikle küçük yaşlarda başarı daha çok üretilen sayı ya da alınan süre ile ölçülüyor ama günümüz dünyasında her branşta olduğu gibi basketbolda da artık sahanın içi ve dışında birçok faktör performansa etki ediyor. Bu etki eden unsurların neden gerekliliği olduğunu onlara anlatmaya çalışıyorum.

“Heyecanını kaybeden sporcu, yaptığı spordan uzaklaşır”

Profesyonelleşme sürecinde sahanın dışında yaşanan zorluklar neler oluyor? Sporcular en çok hangi konuda ne şekilde demoralize oluyor veya heyecanını kaybediyor?

Profesyonelleşme süreci çok ince bir çizgi. 17-18 yaşında karşınıza ilk sözleşmeniz çıktığında ne yapacağınızı bilmekte zorlanabiliyorsunuz. Heyecanla, yıllardır beklediğiniz dünyanın içine girdiğinizi fark ediyorsunuz. Bu esnada doğru menajer, doğru iletişim ekibi ile çalışmak çok önemli. İlk adım çok önemlidir, her şeyin başlangıcıdır. İşte bu adımı atmak spor hayatında gerçekten zor.

Sporcu heyecanını kaybederse, yaptığı spordan uzaklaşır o yüzden genç kızlarımıza her zaman ilk maçınız gibi sahaya hep çıkın diyorum çünkü ilk maç, ilk sayı, ilk hücum, ilk savunma bunlar unutulmaz. Her maçı da unutulmaz yapmak için bu heyecanı her zaman korumaları lazım. Tabii genç yaşta kenarda oturmak, istenilen verimliliği sağlayamamak gibi unsurlar demoralize olmak nedenleri ama ben kendimden de biliyorum, bir gün sıra size gelecek ve o sıra geldiğinde hazır olmak için çok ama çok çalışmalılar.

Markalaşma süreci ve kariyer yönetimi de sizin için önemli başlıklardan. Peki Bahar Çağlar’ın kariyer yönetimi hangi noktada başladı. Siz nasıl bir markalaşma süreci yaşadınız?

Spor hayatıma başladığım dönem itibari ile esasında dünyadaki spor ve sporcu anlayışı da değişmeye başlamıştı. Bizlerin hep örnek olarak gösterdiği sporcular vardır. Lebron, Williams kardeşler, Federer, Bolt ya da Beckham gibi… Hepsinin ortak özelliği spor hayatlarında kendi isimlerine ve markalarına yaptıkları yatırımlar. Tabii ki performans ile de bunu destekliyorlardı ama profesyonel bir kurum şeklinde de isimlerini, markalarını doğru ekiplerle yönetiyorlardı. Ben de spor hayatım boyunca hep işin uzmanları ile çalışıp hem oynadığım kulüpler ile anlaşmalarım ve buralara geçişlerim sürecinde, hem de spor hayatım ve sonrasını da planlayarak hareket etme konusunda destek aldım ve almaya devam ediyorum. Markalaşma sürecim halen devam ediyor, özellikle yaptığımız atölye projesi bu sürecin en önemli noktasını oluşturuyor.

Kadın basketbolcular için yapmış olduğunuz bu girişim, “Kadın basketbolu için yetenekli, kendini her alanda geliştiren elit sporcular yetişmesi için çalışmalarına devam edecek” şeklinde tanımlanıyor. Bu tanımdaki elit sporcular ne demek biraz açar mısınız? Profesyonel bir sporcunun elit olması veya olmaması hangi şartlara ve kriterlere göre değişiyor?

Elit kavramı sahanın içini ve dışını doğru yönetebilen sporcu anlamına geliyor. Bir önceki soruda da dediğim gibi 2000’li yıllara kadar sporcu modeli yalnızca sahada gösterilen başarıya bağlıydı. 2000’li yıllardan sonra o başarıyı sahanın dışına taşıyan sporcular marka güçlerini kullanmaya başladılar. Tabii bu sporcular kişisel gelişimlerine önem verdiler, doğru markalarla iş birlikleri yaptılar, yatırım planlamaları ile spor hayatı sonrasını şekillendirdiler, iletişim mesajlarını ve sosyal sorumluluk anlamında kendilerini konumlandırdıkları noktaları planlayarak hareket ettiler ve kalıcı oldular. Ben de elit sporcu derken bu kavramları doğru bir şekilde oturtacak sporculardan bahsediyorum.

“Kadın basketboluna yarar sağlayacak projeler benim işim olacak”

Sizin hem zihnen hem de bedenen zinde kalmak için yaptığınız rutinleriniz neler? Beslenmenizden, mental sağlığınıza kadar ne gibi aktivitelerle kendinizi dinç ve verimli tutmayı başarıyorsunuz?

Düzenli olarak yaptıklarımın başında pilates geliyor. Hem vücudumu, hem de zihnimi sağlıklı tutmak için bana çok yardımcı oluyor. Sporculuğun getirdiği en önemli özelliklerden biri de beslenmeme dikkat etmek. Hem sezon içi hem de dışında sağlıklı beslenmek kadar, doğal ürünlerle de beslenmeye çalışıyorum. Bazen sosyal medya hesabımda da görüldüğü şekilde de, her sporcu gibi bende özel bazı ek gıdalarla da dinç kalmaya çalışıyorum. Özellikle yemek konusunda sabah, öğle ve akşam yemeklerimi düzenli yiyerek de rutinimi bozmamaya çalışıyorum.

Kariyer planlamanızda sahadan sonraki adımınız ne olacak? Nelere hazırlıyorsunuz kendinizi?

Planlarımız doğrultusunda basketboldan tabii ki kopmayacağım. Kazandıklarımı basketbola borçluyum ve öğrendiklerimi yeni nesle aktarmam gerektiğine kendimi inandırdım. Atölye sahadan sonra büyüteceğimiz projeler ile kadın basketboluna büyük yarar sağlayacak projelerle benim işim olacak.

Beşiktaş’tan sonra parke hayatına Botaş Spor ile devam ediyorsunuz. Ancak merak ediyorum, kariyerinizde daha önceden hiç reddedip de pişman olduğunuz bir teklif oldu mu?

Çok kısa olacak bu cevap ama olmadı…

Kağıt üzerinde hangi istatistik sizin için daha önemli?

Spor yapan herkes için skor üretmek en güzel anlardan biridir ama beni basketbolda en çok iki nokta çok heyecanlandırıyor. Biri mükemmel asist diğeri de estetik bakımdan göze hoş gelen ribaundların alınışı. Ondan dolayı asist ve ribaund diyebilirim.

“Savunma maç kazandırır”

Savunma yapmak mı, hücum yapmak mı? Kondisyon antrenmanı mı, taktik antrenmanı mı? Dribling mi, şut atmak mı? Sizin tercihiniz ve sevdiğiniz hangisi?

Bizim oyunumuzda klasik bir söylem vardır; Savunma maç kazandırır. Antrenmanlarda ise vazgeçilmezim taktik diyebilirim çünkü oyuna artık en yaklaştığımız sürece girip, son aşamaya gelmiş oluyoruz. İçinde matematik, analiz barındıran bir süreç. Şutta hele ki, sayıya dönen şutlar her zaman tercihim.

Bana göre basketbol da aynı satranç gibi zekayla kazanılan bir taktik oyunu. Siz bu fikre katılıyor musunuz?

Kesinlikle katılırım. Öncelikle her sporun farklı bir zeka yapısında oluştuğunu biliyorum. Basketbolda da setler, hücum ve savunma hamleleri hep bir zeka oyunu. Satranç gibi anlık hamleleri çok doğru yapmanız gerekiyor. Bazen 1-2 saniyede maçı çevirme ihtimali elinize gelebiliyor, işte orada bitirici hamle, piyonları yerine doğru koyma tamamen deneyim ve oyuna olan hakimiyet ile ortaya çıkıyor.

10 yılı aşan bir süredir milli takımda oynuyor ve büyük başarılar elde ediyorsunuz. 10 yıllık bu deneyim ve başarı sahada size nasıl bir özgüven veriyor?

Öncelikle bir sporcu için en yüksek başarı noktalarından biri milli formayı giymek. Ben çok başarılı bir ekip ile milli takımda yer aldım ve dünyanın en büyük spor organizasyonu olan olimpiyatlar dahil, dünya ve Avrupa şampiyonalarında yer alma şansı yakaladım. Tabii her maç, her rakip size hem yeni bir şeyler öğretiyor hem de sizi motive ediyor. Bu motivasyonla çıktığım her maçta da özgüvenimi, takım arkadaşlarım ile beraber en yüksek seviyede rakibe karşı baskı ve aldığımız bireysel ve takımsal kararlarda kullanıyorum.

EuroLeague basketbolu mu yoksa NBA basketbolu mu? Siz hangisini izlerken daha çok keyif alıyorsunuz? Kendi oyun tarzınızı hangisine yakın hissediyorsunuz?

Bu soruyu 8-9 sene önce sorsanız NBA derdim ama artık Avrupa basketbolu çok değişti. Heyecanı ve takım oyununa verilen öncelik ile Euroleague şu an çok daha keyifli ve heyecan verici. Bizim de oyun yapımız ile paralellik taşıdığı için Euroleague.

“300 bin lisanslı basketbolcunun sadece 5’te 1’i kızlarımız”

Türkiye’de basketbola olan ilgi her geçen gün artıyor. Peki Türkiye’deki lisanslı basketbolcu sayısını yeterli buluyor musunuz?

Son rakamları bilmiyorum ama 300 bine yakın ülkemizde lisanslı basketbolcu sayısı var sanırım. Özellikle ülkemizdeki artık her parkta bir spor sahası ve basketbol sahası bulunuyor. Esasında topla oynanabilen en güzel sporlardan biri. Bir çember ya da bir çöp kovası bile bazen potanız olabiliyor. Bu sayının artması gerektiğini düşünüyorum. Tabii burada özellikle vurgulamam gereken nokta, kız çocuklarımızın da basketbolda lisanslama sayıları artmalı. Çünkü bakıldığında 300 bine yakın basketbolcunun yaklaşık 5’te 1’i kızlarımız. Ama ülkemize özellikle kadın basketbolu olarak Avrupa Şampiyonlukları, milli takım başarıları getirmiş bir sporcu olarak salonlarda çok daha fazla genç kızımızı görmek isterim.

Peki sizce genç sporcular için yeterli alt yapı tesisleri ya da imkanları sağlanıyor mu?

Tesisleşme konusunda ülkemizde son dönemde büyük adımlar atıldı. Açık ve kapalı alanlarda sosyal tesis ve spor tesisleri konusunda büyük şehirler başta olmak üzere yapılanmalar olduğunu görüyorum. Ben her şehirde her parkta bir spor sahası olduğunu gördüğümde mutlu oluyorum çünkü İzmir’de basketbola başladığımda okulun bahçesinde kendimi geliştirmek için çalışmalar yaparken şimdi akşam saatlerinde bile ışıklandırılmış sahalarda gençleri branş fark etmeksizin spor yaparken görmek çok ama çok mutlu olduğum bir durum. Burada imkanların herkese eşit ulaşması gerektiğini düşünüyorum bir tek. Örneğin biz hiç unutmam, Mardin’e Türkiye Kupası için gittiğimizde, kadın basketboluna nasıl bir ilgi olduğunu gördüğümüzde inanamamıştık. O yüzden doğru arama tarama, tesislerin eşit ölçülerde yayılımı ile çok başarılı sporcuların ülkemizde yetişeceğine eminim.

Bu arada tebrik ederim kısa bir süre önce evlendiniz, mutluluklar dilerim… Evlilik sonrası spor kariyerinizde bir değişiklik olacak mı?

Teşekkürler öncelikle, evlilik sonrası spor kariyerimde planladığım bir değişiklik yok, şu an basketbol oynamaya devam etmek istiyorum. Ama açık kapı şöyle bırakalım, bazen minik aralar girmek zorunda kalabiliriz, bunu da hep beraber göreceğiz.

Yazının devamı...

'Yeteneğiniz yoksa size ancak bir proje sabrederler'

"Bir Zamanlar Çukurova" dizisinin yönetmen koltuğunda oturan Murat Saraçoğlu yeni sezona bomba gibi geldiklerinin sinyallerini veriyor. Her yönettiği projeyi ilk bölümden son bölüme kadar sadakat, istikrar ve disiplinle başarıya taşıyan Saraçoğlu bu başarısının sırrını ise işini sevmesine, tecrübesine ve sabrına bağlıyor.

Dizi sektörüne ve sektör dair birçok konuyu yorumlayan Saraçoğlu, sanatçıların ve oyuncuların kendilerini gizlemesine ve saklamasına gerek olmadığını söylüyor. Sanatçıların kendilerini gizlemesini tehlikeli bulduğunu anlatan Saraçoğlu sözlerine şöyle devam ediyor: “Bence sanatçının gizem taşımasına gerek yok. Bir manavla bir oyuncunun ya da bir yönetmenle bir inşaat işçisinin hayatın kendisi açısından hiçbir farkı yok. Dolayısıyla bu bohemlik, gizem, soğukluk, kibir ve ukalalık gibi şeylerin hakikate dair bir tarafı yok. Biz sadece bunları öğrenip, doğru zannedip ceket gibi üzerimize giyiyoruz. Bunlara hayatın kendisi açısından baktığınızda bir anlam taşımıyor."

Sette kaprisli ve talepkar oyuncuların olmasını da eleştiren Saraçoğlu, “Bir oyuncunun sete geldiğinde 'Kahvem nerede?' cümlesinin ne bu dünyada ne de bu sektörde hiçbir karşılığı yok” diyor ve ekliyor: “Yeteneğiniz ve disiplininiz yoksa size ancak bir proje sabrederler. Ayrıca bir projede 50 bölüm başrol oynadınız diye kendinizi Kate Winslett zannederseniz büyük olasılıkla kafa üstü düşersiniz. Çoğu oyuncu bir gün bu duvara toslar ve aslında o zaman oyuncu olur.

Pandemiden dolayı sezonu erken bitirdiniz. Yeni sezona hazır mısınız, bu süreçte hayatınızda neler oldu neler değişti?

Pandemiye adapte olduk, çok şükür o süreci atlattık. Sezon hazırlığımız devam ediyor. Bunun dışında özel hayatımda bir değişiklik oldu. Ocak ayında evlendim ve bu da benim için umut dolu bir başlangıç oldu. Bu yüzden kendimi iyi hissediyorum.

İyi bir dönemde olduğunuz zaten enerjinizden hissediliyor…

Çok zor bunalıma giren biriyimdir. Bu Pollyannacılık gibi bir şey değil ama bizde ‘Olanda hayır vardır’ diye bir laf vardır. Hayata ben bu yönden bakmaya çalışıyorum.

Sanat içinde olan ve bu alanda üretim veren kişilerin genelde bu pozitif enerjiden ziyade daha pesimist ve bohem bir yapısı olduğu sanılıyor ve bazen de öyle gözlemleniyor. Sizi bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Sanatla uğraşan insanlar gündelik hayatla aralarına bir mesafe var gibi düşünüyorlar. Sanki ne gündelik hayata ait olabiliyorlar ne de sanat yarattıkları alanda kendilerini tam anlamıyla ifade edebiliyorlar. Bundan dolayı da gündelik hayata tutunamama ve kayma gibi bir şey olabiliyor. Ben bunu çok tehlikeli buluyorum çünkü bence sanatçının gizem taşımasına gerek yok. Bir manavla bir oyuncunun ya da bir yönetmenle bir inşaat işçisinin hayatın kendisi açısından hiçbir farkı yok. Dolayısıyla bu bohemlik, gizem, soğukluk, kibir ve ukalalık gibi şeylerin hakikate dair bir tarafı yok. Biz sadece bunları öğrenip doğru zannedip ceket gibi üzerimize giyiyoruz. Bunlara hayatın kendisi açısından baktığınızda bir anlam taşımıyor. Türkiye’nin en iyi dizisini çekmeniz ya da Oscar almanız sizi her şeye karşı daha sorumlu kılan bir şey. Ben 50 yaşındayım ve bu kadar şey gördük geçirdik, benim hayata dair öğrendiğim şey bu. Anladığınız şey hakikate dairse ve onun gölgesi altındaysa bohemliğin ve gizemli olmanın peşinde koşmazsınız. Yeteneğiniz olabilir ama işin özü de köpek gibi çalışmaktır. Bunu yaparsanız zaten gece rahat uyursunuz.

Ama o pırıltılı dünya buymuş gibi anlatılıyor…

Evet maalesef öyle… Genç bir oyuncu sete geldiğinde "Kahvem nerede?" diye takılabiliyor ama öyle bir dünya yok. Bir insanın "Kahvem nerede?" cümlesinin ne bu dünyada ne bu sektörde hiçbir karşılığı yok.

"Başrol oynadınız diye kendinizi Kate Winslett zannederseniz kafa üstü düşersiniz”

Sektörün aynı zamanda çok acımasız ve gaddar bir tarafı da var. Bir yandan dahil olmak çok cezbedici diğer yandan da barınmak çok zor…

Barınmak çok zor evet… Fakat her sektörde öyle. Hiçbir yeteneği olmayan bir insana siz araba sattırmazsınız ya da hiçbir pırıltısı olmayan bir insan bir şirkette genel müdür olamaz. Torpille de çıktığı düşünülürse üç ay sonra finans verileri geldiğinde kimse kimseye katlanmaz. Bizde de böyle. Yeteneğiniz ve disiplininiz yoksa size ancak bir proje sabrederler. Ayrıca bir projede 50 bölüm başrol oynadınız diye kendinizi Kate Winslett zannederseniz büyük olasılıkla kafa üstü düşersiniz. Çoğu oyuncu bir gün bu duvara toslar ve aslında o zaman oyuncu olur.

Sizin setinizde işler nasıl işliyor, sizinle çalışmak nasıl?

Senaryoyu, şirketi, oyuncuları ve teknik ekibi aynı anda anlamaya çalışan biriyim. Bu yıpratıcı bir şey. Belki asistanlarımı biraz yoruyorumdur. Bizim sette işler olması gerektiği gibi yürür. Zaten kurumsal yönü de çok güçlü bir şirketle çalışıyoruz. Hiçbir şey bizim setimizde tesadüfen olmaz. İstanbul dışında insanların otelde yaşadığı bir işi uzun süre çekebilmek ve her hafta bir reyting başarısı sağlayıp, oyuncuları da bir arada zapt edebilmek zor bir iş. Yapım ve yönetmen ekibi olarak sürekli aporttayız.

Yönettiğiniz her proje uzun soluklu oldu. Bu başarının sırrı istikrar mı yoksa yönetim tarzınız mı, belirlediğiniz prensipler mi neler?

İş konusunda sabırlı biriyim. En önce sahip olmanız gereken şey sabır. Çünkü atları idare etmek kolay ama insanları idare etmek hiç de kolay değil. Çünkü herkes kendi gördüğü, hayal ettiği Çukurova’yı düşünüyor. Dolayısıyla işin en büyük kısmı sabır, ikincisi de işe sadakat… Bizde genelde ikisinden biri eksik oluyor. İlk hafta işinize sadık olabilirsiniz ama 53'üncü hafta sadık değilseniz, seyirci onu iki dakika izlediğinde fark ediyor. Bu yüzden bu ikisi çok önemli çünkü bunlar olmadan istikrar da başarı da olmuyor.

Bir Zamanlar Çukurova sezonu zirvede bitirdi, zirvede de başlaması bekleniyor. Peki set için aldığınız önemler, çekim rutinleriniz nasıl olacak?

Set için çok ciddi önlemler aldık ve çok net bir yapılanmamız var. Bir dezenfektan şirketiyle anlaştık. Çekim için bir mekana girmeden orası dezenfekte ediliyor, çıktığımızda da ayrıca dezenfekte oluyor. Yemeklerimiz vakumlu geliyor. Zaten diğer setlere göre bizim bir avantajımız var ki daha izole bir hayat sürüyoruz.

“Ülke dediğiniz sadece Çeşme, Alaçatı, Balıkesir, Edirne değil”

Ağırlıklı olarak anlattığınız hikayeler Güneydoğu bölgesinden oluyor. Bu bölgenin hikayelerini anlatmak özellikle üzerinde durduğunuz bir konu ve tercih mi?

Ankara’nın batısında çektiğim çok az işim vardır. Öyle denk geldi… Ülke dediğiniz sadece Çeşme, Alaçatı, Balıkesir, Edirne değil. Ankara’nın doğusu da Türkiye ama bunun pek fazla farkında değiliz. Oralara batıdan bakmadığınız zaman daha iyi anlayabiliyorsunuz. Biz çok fazla Batı'dan bakıyoruz bazı şeylere. Kendimi daha çok oralara ait hissediyorum. Bunun bu duruma bir katkısı illaki oluyordur.

Atlarla aranız çok iyi ve bu özel hayvanlara dair de çok özel bir tutkunuz var. Atlara olan bu tutkunuzun hikayesi nedir?

Hayatımın kötü bir döneminde karşıma bir at çıktı. Bir at aldık ve o atı aldığım andan itibaren bütün hayatım değişti. Alkolü, gece hayatını bıraktım, ruhumu temizledim. Bir tayın dünyaya gelmesi, büyütülmesi, yarışa hazırlanması ya da satılması süreci çok keyifli ama bir o kadar da zahmetli. Eğer atları sevmeseydim asla böyle bir işe girmezdim. Atlar benim her şeyim…

Kaç tane atınız var?

Çiftlikte anneler, aygırlar, taylarla beraber 70 tane atımız var ama benimkiler 10-12 tane .

Yarıştırdığınız ve derece alan atlarınız var mı?

Koşan ve kazanan atlarım var ama şu an sahada değiliz. Nasip olursa tekrar başlayacağız. Ancak "Turap" adında yakınlarda kaybettiğim çocuğum gibi olan bir atım vardı çok güzel yarışlar kazandı. Bir atım yarış kazandığında oğlum okul müsameresinde şarkı söylemiş gibi mutlu oluyorum, ikramiye kazandığını iki üç gün sonra anımsıyorum. Dediğim gibi sevgi olmadan yarışçılık yapılmaz. Bu sevgi dışarıdan anlatacak bir şey değil. Bir hayat biçimi ve insanı kesinlikle tedavi eden bir uğraş.

“İnsanları eğitmek kolay olsaydı her şey farklı olurdu”

Aynı zamanda bir akademiniz de var ve oyunculuk üzerine de dersler veriyorsunuz. Sizce atları eğitmek mi zor, oyuncuları mı?

İnsanları eğitmek kolay değil, eğer kolay olsaydı dünyada ve ülkemizde her şey daha iyi olabilirdi. Bu yüzden atları eğitmek daha kolay.

İYSA Akademi’de (İstanbul Yedinci Sanat Akademisi) neler yapıyorsunuz?

Derslere girmeye çalıştığım bir okul İYSA. Uzman ve akademisyenlerden oluşan kadromuzla kamera önü oyunculuk ve temel oyunculuk dersleri veriyoruz. Ancak bunun yanında yoga, nefes terapisi, meditasyon gibi farklı derslerimiz de var. Yerimiz Nişantaşı’nda.

Peki yeni bir film hazırlığınız var mı, ne düşünüyorsunuz bu konuda?

En son kendi senaryom olan "Memleket" diye bir film çektim. Bir filmi yazmak ve çekmek mesele değil de dizi çeken bir yönetmen için bir filme zihnen hazır olmak çok zor. Zihnen hazır olmadığınızda elinizde bir "Hamlet" de olsa o filmden bir sonuç almak kolay değil. Bu yüzden 9 ay Çukurova’yı çektikten sonra yazın da X filmi çekeyim demek doğru değil. Benim için doğru zaman gelmediği için film çekmiyorum şimdilik. Ancak her zaman heybemde çekilmeye hazır şeyler var…

Yazının devamı...

Yağmur Karabal: "İçimdeki savaşçıyı keşfettim"

Fotoğraflar: Mert Burak Yılmaz

Spor sunucusu Yağmur Karabal, katıldığı Exathlon Türkiye yarışmasının kadın şampiyonu olarak büyük bir başarıya imza attı. Yarışmada zorlu parkurlara ve sıradışı korkunç cezalara karşı gösterdiği performans ve soğuk kanlılıkla kendine hayran bırakan Yağmur Karabal aslında yarışmaya kazanmak için gitmediğini ancak yarışma sayesinde içindeki savaşçıyı keşfettiğini de sözlerine ekliyor.

Yarışmacıların çoğunun sosyal medya fenomenlerinden oluşması ve izleyenler tarafından yarışmadaki doğal hallerinin kıyaslanmasına da değinen Karabal, sosyal medyada gösterilen ve sunulan her şeyin bir illüzyon olduğunu ve kendisinin bile göründüğü gibi olmadığını anlatıyor. Son günlerde hakkında çıkan aşk haberlerine de cevap veren Karabal, Onur Tuna ile ilişkisi olup olmadığı hakkında şöyle konuşuyor ve“Bunlarla konuşulmak istemiyorum. Beni yaptığım işlerle, başarılarımla tanısınlar. Başka şekilde konuşulmak istemiyorum” diyor.


Exathlon Türkiye yarışmasında açık ara fark atarak kadın şampiyon olarak çıktın. Nasıl bir deneyimdi?


Açık konuşmam gerekirse ben bu yarışmaya giderken hiç birinci olmayı hayal etmemiştim. Gerçekten böyle bir hedefim ve hayalim yoktu. Bu yüzden bu benim için güzel bir deneyimdi öyle de kalmasını istiyorum…

Yarışma için teklif sana nasıl geldi ve nasıl kabul ettin?


Şöyle oldu, aslında ben genelde bu hayatta tükürdüğünü yalayan biriyim. Bir arkadaşımın yarışmaya gideceğini öğrendim. Çok spor yapan biriyim ama hiçbir zaman biriyle yarışmak gibi bir heyecanı ve stresi yaşamadım. Spor yapsam bile sporcu bir kimliğim olmadığı için hiç yarış halinde olmadım. Bu yüzden arkadaşımın Exathlon’a gideceğini duyduğumda anneme gidip, “Arkadaşım böyle bir yarışmaya katılacakmış ben hayatta katılmam, gitmem” dedim. Ertesi gün yarışma için beni aradılar ve bahsettiler “Hadi sende gel dediler” ve gitmeye karar verdim. Neyle karşılaşacağımı bilmeden kendimi uçağa attım.

İnsanlar yarışmada zorlandığını görmek istedi ama sen çok iradeli ve cesur çıktın...

Aslında yıprandığım, zorlandığım yerler oldu. Ortalara doğru zaten yarışları kazanamamaya başladım. Çünkü bir yerden sonra motivasyonumuz düşüyor. Kendinle ilgili kötü bir şey duyduğunda başaramıyorsun.

En çok nerede zorlandın?

Zorlandığım noktalar genelde duygusal konular oldu. Birde yarışırken konuşmaları, hakkınızda söylenenleri duyunca dikkatiniz dağılıyor ve atışlarınızı yapamaz oluyorsunuz. Sonra toparlanmam lazım diyerek, bir şekilde kendimi topladım ve devam ettim. Birde annem ve babam eski sporcu. Babam eski futbolcu, annem de basket oynamış. Bende de onların karışımı bir şey var. Kendine yarışma konusunda özgüveni olmayan ama yarışma işine girince de disiplinli bir şekilde ona odaklanan biriyim. O parkura çıkıp, o heyecanı aldığımda ben kazanmak istiyorum dedim. Belki de bu benim genimde var bilmiyorum. Ama bunun dışında asla kaybettiğimde nasıl yenilirim gibi bir hırsım olmadı.

Kendinle gurur duyuyor musun?

Evet kendimle gurur duyuyorum çünkü oradan sakatlanmadan ve sinir krizi geçirmeden döndüğüm için çok gururluyum. Düşmelerim çok fazla ve çok komik izledikçe de çok gülüyorum.

Sosyal medyadaki görüntüleriyle yarışmacıların doğal halleri karşılaştırılıyor ve eleştiriliyor. Buna ne diyorsun?

Yarışmadaki ekiple bir grubumuz var orada bu konu hakkında dönen capsleri birbirimize atıyoruz ve gülüyoruz. Komik şeyler yazıyorlar ama tabii bir yandan da içinde incitici şeyler var.

Bu capsleri ön görseniz de sanırım bir süre sonra görüntünüz yerine hayatta kalmanızı önemsediniz öyle mi?

Aslında dışarıdan baktığında bu bir Realty Show ama içine girdiğinde ve gerçekten bir sözleşme imzaladıysan o cezaları yapman, söylenenleri yerine getirmen gerekiyor. Eğer bir tarantula fobin varsa ve o cezayı çekmek istemiyorsan tabii ki görüntünü değil yarışmayı önemseyeceksin. Ben öyle yaptım, orada mücadele etmek zorundasın. Psikolojik olarak çok zor bir yer ama bir yandan da çok keyifli. Bir de sosyal medya bir illüzyon. Herkes orada en güzel, en mutlu, en iyi hallerini paylaşıyor. Bunu doğru bulmuyorum. Olması gereken daha gerçek bir şey ama maalesef daha görsel bir dünya orası. Bu yüzden ben dahil kimse sosyal medyada göründüğü gibi değil. Mesela benim de çok kendimi depresyonda ve çirkin hissettiğim anlarım var ama onları hiç yansıtmıyorum. Çünkü bundan bile beslenen insanlar var.

“Kötü yorumları ben görmezden gelebiliyorum ama ailem için bu geçerli değil”


Peki şu an mutlu musun, depresyonda mı?


Genel olarak ben mutlu ve pozitif bir insanım. İkizler burcuyum ve sürekli kendimi, arkadaşlarımı yükseltmeye çalışırım. Düştüğüm zamanlarda kendime illaki bir uğraş bulurum.

Hakkında yapılan yorumlara çok takılıyor musun, çok önemser misin?

İlk zamanlar çok takılıyordum. Şimdi de takılmıyorum dersem yalan söylemiş olurum. Ama ben birini sevmiyorsam gidip sahte hesap açıp ona “Sen iğrençsin, çirkinsin, şişkosun” diye yazıp onu aşağı çekmem. Ben bu yorumları görmezden gelebiliyorum ama ailem için bu geçerli değil. Annem özellikle çok büyük bir stalkerdır ve babamla ikisi sürekli fotoğraflarımın altına bakar. Hiç tanımadığım biri oraya yazdığı bir şeyle onları üzdüğünde ben ister istemez etkileniyorum. Bu yorumları gereksiz buluyorum. İnsanların kendini iyiye yöneltmesi varken bunu yapmalarına anlam veremiyorum.

Kötü bir yorum almamak için fotoğraflarında daha az seksi ve zayıf olma çaban var mı?

Elbette dikkat ediyorum. Anneme, babama, hayatımda biri varsa ona soruyorum. İnsan kendini kafeste hissetmek istemiyor, istediğini paylaşabilmek istiyor ama, “Bu fotoğrafta rahatsız edici bir şey var mı?” diye hep sorarım. Ben istediğim kadar kapalı bir fotoğraf paylaşmaya çalışayım kusur arayan bir insan omzuma bile diyecek bir şey bulur. Bunun önüne geçemem.

Yarışmada kendine dair keşfettiğin ve “Vay be ben neymişim dediğin bir şey oldu mu?

Yarışmada yaptığım birçok şeyi hatırlamıyorum. Çocukluğumdan beri özgüvenli bir kız çocuğu değildim, çok utangaçtım. Mesela artık şarkı söyleyebiliyorum, gitar çalabiliyorum. Bunların hiçbirini yapamazdım. Yarışmada da hiç birinci olurum diye büyük bir hırsım yoktu. Ama 28 yaşımda şunu fark ettim, bir savaşçı kimliğim var ve isteyince her şeyi yapabiliyorum. Çünkü her konuda kendimi yeterince donattığımı ve donatacağımı düşünüyorum. Çünkü dünyaya iştahla bakan bir insanım. Bu yüzde yarışmada isteyince yapamayacağım hiçbir şeyin olmadığını fark ettim.

Yılan kucakladın taşıdın, tarantula sevdin… Nasıl bu kadar cesur ve soğuk kanlı olabildin?

Yılan seviyorum ve bir tarantulayı bir daha ne zaman, nerde bu kadar yakından göreceğim diye düşünüp yakından incelemeyi daha sağlıklı buldum. Bakış açımı biraz değiştirdim.

“Amacım İtalya’da minimal hayat yaşamaktı”

Peki şimdi kariyerine nasıl devam etmeyi düşünüyorsun? Oyunculuk, sunuculuk, fenomenlik hangisi ağır basacak?

Oyuncu olmak istemiyorum. Ama 9 yaşındayken evdeki kamerayı alıp karşısına geçip bir gün şarkı söyler,haber sunar, başka bir gün Osman ustayı canlandırırım. Sürekli farklı şeyler denerdim. Şimdi de aslında bu devam ediyor. Oyunculukta değişik deli bir rol gelirse ve beni geliştirebileceğine inanırsam o işin içinde olurum deli gibi de çalışırım. Ama sunuculukla ilgili bir şeyler yapmak istiyorum. Koronavirüs sonrası aslında bende daha yeni yeni netleşiyorum bu konuda.

Asıl mesleğin ne, ne okudun?

Asıl mesleğim filolog. Filoloji okudum, dillerin yapısını, tarihsel gelişimini ve birbirleri ile ilişkilerini inceleyen bir bilim dalı. Roma Sapienza Üniversitesi’nde okudum. Amacım İtalya’da yaşayıp hayatımı daha minimal bir şekilde devam ettirmekti. Hayat öyle bir şey ki siz seçemiyorsunuz. Dedemle ananemi kaybettim ve depresyona girdim. O noktada ailemin yanına dönmeye karar verdim. Döndükten sonra aile şirketimizde sabah 09.00 akşam 18.00 çalışmak zoruna kaldım ve anladım ki masabaşı iş bana göre değil, ben bu değilim dedim ve birden spikerlik eğitimi almaya başladım ve hayatım birden değişti. Beşiktaş TV’de çalışmaya başladım.

Kaç dil biliyorsun?

İtalyancam ana dile yakındı ama şimdi köreldi. Azıcık Portekizcem var, İspanyolca anlayabiliyorum, latince ve İngilizceyi de sayarsak dört dilim var. Ama ne yazık ki Türkiye’de işe yaramıyor.

Hakkında insanlar hangi konuda yanılıyor?

Hırsları olan, kendine özgüveni olan ve kendini beğenen biri değilim.

Onur Tuna’yla sevgili olduğun yazılıyor. Doğru mu?

Herkes hakkında böyle haberler çıkıyor. Özel hayatımın bana özel kalmasını istiyorum. Bu toplara hiç girmek istemiyorum.Bunlarla konuşulmak istemiyorum. Benim için kafasında tarantula taşıyan ya da yılana sarılan kız desinler başka şekilde konuşulmak istemiyorum

Yazının devamı...

"İddiam yok herkese saygım var"

‘Welcome to Turkey’, ‘Aşk Benim Neyime’, ve ‘Mutluyum’ şarkılarının ardından son çalışması ‘Hasretinle Yandı Gönlüm’ ile dinleyicilerin karşısına çıkan Özkan Şen namı diğer Mr. Jade iş dünyasının ve sosyal medyanın yakından tanıdığı bir isim. Almanya’da doğup büyüyen ve müzik hayatı çocuk yaşta başlayan Mr.Jade iş hayatında elde ettiği başarıların ardından asıl hayali olan müziğe yöneldiğini anlatarak, “Benim ana temelim Türk Sanat Müziği” diyerek de müziğin kendisi için bir mozaik olduğunu belirtiyor. Müzikte tek yönlü olmayı sevmediğini sözlerine ekleyen Özkan Şen, “Bence her sanatçı her tür müziği ve parçayı söyleyebilmeli” diyor.

Yurtdışında ünlendikten sonra Türkiye’ye dönen ve çalışmalarına burada devam eden Mr. Jade aynı zamanda sosyal sorumluluk projelerinin de bir numaralı destekçisi. Sosyal medyada 2 milyona yakın takipçisi ile yurt dışında ciddi bir fan kitlesi bulunan Mr.Jade hayvan barınaklarına verdiği destek, Türkiye’nin kırsal kesimlerinde yaptırdığı okullar ve Afrika’da açtırdığı su kuyularıyla da hayırsever kimliğini, müzisyen, sosyal medya fenomeni ve iş adamı kimliklerinin üzerinde tutuyor…

‘Hasretinle Yandı Gönlüm’ şarkısıyla dinleyicilerin karşısına çıktınız. Biz bu parçayı Edip Akbayram’dan dinlemeye alışık olduğumuz için bu şarkıyı seçmeniz cesurca karşılandı ki bu arada yorumunuz da çok başarılı bulundu tebrikler…

Çevremdeki insanlar da bu kaygıyı başlarda yaşadı. Bunu hiç düşünmedim açıkçası ama şarkıyı yaptıktan sonra kendi kendime ‘Sen ne yapıyorsun, kendini nerede görüyorsun da yıllar önce patlamış bir şarkıyı yeniden söylüyorsun’ diye sordum kendime ve düşündüm. Eğer bunu şarkıyı yapmadan önce düşünseydim belki yapmazdım.

Bu parçayı söylemenizin nedeni neydi?

Bu şarkının bende çok güzel bir yeri var. Çünkü Kadir İnanır ve Türkan Şoray’ın oynadığı bir filmden esinlendim. Beni çok etkileyen bir film oldu.

Müzik konusunda farklı türlere de uzak değilsiniz. Her çeşit müziği yapıyorsunuz diyebilir miyiz?

Aslında benim ana temelim Türk Sanat Müziği. Yaptığım parçalar pop ya da arabesk çünkü aslında müzik benim için bir mozaik. Müzikte tek yönlü olmayı sevmiyorum. Bence her sanatçı her tür müziği ve parçayı söyleyebilmeli.

Bir yanda güçlü bir iş adamı kimliğiniz varken müziğe olan ilginiz ve atılımınız nasıl oldu?

Küçük yaştan beri müziğin içerisindeyim. 6 yaşımda babamın bana bağlama almasıyla müziğe başladım. 13 tane enstrüman çalıyorum. İş adamı kimliğimle biliniyorum ama müzik her zaman içimde ve yanı başımdaydı. Bir de Sivaslı olmamızın etkisi bu herhalde biliyorsunuz bütün büyük ozanlar, sanatçılar Sivas’tan çıkmıştır. Ki ailemizde müzisyen çok. Yurtseven Kardeşler, İsmail YK akrabalarım olur zaten.

Müzikteki iddianız ne?

Herhangi bir iddiam yok. Ben sadece çorbada bir tuzumuz bulunsun istiyorum. İnsanlar güzel şeyler dinlesin ve güzel şeyler olsun peşindeyim. Yoksa kimseye karşı bir iddiam yok aksine herkese saygım var, herkes kendi dalında çok başarılı, çok güzel müzik yapan arkadaşlarımız var.

“Sosyal medya çekilişlerini ilk başlatan benim”

Bir iddiam yok diyorsunuz ama yurt dışında da bir marka haline gelmişsiniz ki Beyonce bile şarkılarınıza, fotoğraflarınıza sosyal medyadan like atar olmuş…

Sosyal medyaya yıllar önce girdim ve kaliteli bir sayfamın olduğunu düşünüyorum. Hem iş adamı, hem müzisyen kimliğimle bu kadar çok takipçiye ulaştım. Bu aslında dünyada bir ilktir. Trump bile en güçlü iş adamlarından biriyken, ABD başkanı olana kadar takipçi sayısı 50 bindi. Bu anlamda ben biraz mütevazı davranıyorum ama delip geçtim bazı şeyleri. Müzikten sonra öyle belirgin bir şekilde artan takipçi sayım yok çünkü müzikte ben şöyleyim, böyleyim diye bir iddiam olmadığı için normal davranıyorum. Beyonce’un beğendiği şarkım ‘Mutluyum’ alt yapısı biraz daha Latin Amerikan olduğu ve Instagram’da sayfa stilimi beğendiği için öyle bir şey oldu. Yoksa herhangi bir ayrıcalığım yok.

Takipçi sayınız 2 milyona yakın. Bu takipçilerin yaptığınız çekilişlerle geldiğini söylüyorsunuz ve tamamını sponsorsuz kendiniz karşılıyorsunuz. 125 bin Euro değerinde olan çekilişler var bunun altından nasıl kalkıyorsunuz?

Sosyal medyada çekilişlerini 2012 yılında ilk başlatan kişi benim. Aslında bu benimki bir zenginlik değil. Ben televizyon veya gazetelere reklam vermek yerine sosyal medyama para harcıyorum. Bu harcadığım parayla da kendi iş alanımı güçlendiriyorum olay aslında tamamen bu.

“İnsanlar gösteriş yaptığımı sanıp bana görgüsüz gözüyle bakıyordu”

Tüm yatırımı sosyal medyaya yapmak bir risk değil mi tam tersi de bir sonuç da verebilirdi?

Evet bir riskti. Ama bu işi baba parasıyla yapmadım. Tamamen kendi başıma yaptım ve batırırsam da kendi başıma batıracağım diye düşündüm. Dünyada bu kadar insan aç susuzken batırırsam da canım sağ olsun diyorsun.

Paylaşımlarınıza başladığınız ilk zamanlarda nasıl tepkiler alıyordunuz?

Sosyal medyada aktif olmaya başladığım andan itibaren insanlar bana görgüsüz gözüyle bakıyorlardı. Gösteriş yaptığımı sanıyorlardı. Halbuki ben insanlara her zaman çalıştığımı, emek sarf ettiğimi ve sonucunda da neler alabildiğimi gösteriyorum. Çünkü insanlar eğlence yerlerinden çıkmıyorlar, sürekli yiyor ve içiyorlar ama bakıyorsun hiçbir şeyleri yok. Bunun böyle olmayacağını, mutlaka bir şeyler üretilmesi gerektiğini düşünüyorum. Her ne kadar takipçim olursa olsun şu dünyadan konuştuklarımla beş kişiyi kurtarabilirsem, düşünmeye teşvik edebilirsem kazanmışımdır.

Bu süreçte en çok sizi yıpratan şey ne oldu?

Zoruma giden şu; Türkiye’de gurbetçiyim yabancıyım, Almanya’da Türküm yabancıyım. Bütün bunlara rağmen meydan okudum. Ben bir şey giyip fotoğrafını çekip paylaşırken görgüsüz yorumları alırken aynı şeyi birkaç sene sonra Amerika’da ünlü biri giydiğinde ‘Ne kadar cool’ diyorlardı. Bunların hepsi arşivlerde var.

“Kendimi Almanya’da değil Türkiye’de güvende hissediyorum”

Kendinizi Almanya’ya mı yoksa Türkiye’ye mi ait hissediyorsunuz?

Daha çok Türkiye’ye ait hissediyorum. Bastığım şu toprakların bana verdiği his, atalarımın bıraktığı miras, yürüdüğüm sokaklar bana huzur veriyor. Almanya’da sokakta yürürken kendimi güvende hissetmiyorum. Benim için vatan Türkiye’dir çünkü kendimi burada güvende hissediyorum. Bu yüzden ülkemin kalkınması adına, ülkem için daha güzel şeylere imza atmak istiyorum.

Hayırsever kimliğinizle de birçok insanın hayatına dokunuyorsunuz. Afrika’da su kuyuları açtınız, okullar yaptırıyorsunuz, barınakları destekliyorsunuz… Bu noktada varmak istediğiniz yer ne?

Bir takım şeyleri sosyal medyaya yansıtıyorum çünkü belki örnek olursunuz ve başkaları da bu işlere girişir diye… Hayvanı sevmeyen insanı sevmez, hayvanlar Allah’ın sessiz kulları, beraber yaşıyoruz, onların içindeki temizliği görmeyen insan benim için kördür. Afrika’da üçüncü su kuyusunu açmaya hazırlanıyorum. Hepimiz dünyadaki bütün sulara ortağız. Orada beş yaşına gelmiş bir çocuğun hiç berrak bir su görmemiş olması çok acı bir şey ve dünyanın bir ayıbı. İnsanlar petrol veya parayla uğraşmak yerine insanlığa dair bir şeyler yaparlarsa aslında gerçek cennet bence burada. Ama ne yazık ki biz cenneti cehenneme çeviriyoruz.

Peki bu noktadan sonra hayatınızda yapmak istediğiniz neler kaldı?

Hayatımda yapmak istediğim her şeyi yaptım. Ama müzik benim hobim ve bu alanda güzel şeylere imza atmak istiyorum. Bunun dışında sosyal sorumluluk adına bir sinema filmi çekmek isterim. Hatta bu konuda kendi hayatımı senaryolaştırabilirim.

Özel hayatınız ne durumda, evli misiniz?

Hayır bekarım. Hayatımda kimse yok sadece işimle ilgileniyorum. Günün birinde hayatımda biri olursa olur, olmazsa da can sağlığı. Şu durumda özel hayatımla ön plana çıkmak istemiyorum.

Yazının devamı...

"Komedi gerçekliğe karşı duruşum"

Yazdığı ilk şiir kitabı "İç" ve "Profesyonel hayat figüranı" romanıyla dikkatler üzerine çeken yazar ve oyuncu Çağatay Dörtyıldız son yazdığı ve sahneye koyduğu "Kaçırır mıyız?" oyunuyla da bir kez daha alkışı hak ediyor. Başrollerinde Alper Türedi, Cengiz Okuyucu, Emre Kızılırmak, Merve Aysal ve Yunus Emre Kahraman’ın paylaştığı komedi oyununu diğerlerinden ayıran en büyük farkı ise gelirinin Bir Dileğim Var Derneği’ne bağışlanması ve kanser hastası çocukların dileklerini gerçekleştirmeleri. Sosyal sorumluluk projelerine yazdığı oyunlarla destek veren Dörtyıldız bunu yaparken ise yardımlaşma fikrinin arkasına saklanmadığına dikkat çekiyor ve şunları söylüyor; “Projenin sosyal sorumlulukla ilgili kısmı sonradan, ekipteki muhteşem insanların fikirleriyle, oyun sahnelenme aşamasındayken ortaya çıktı. Dolayısıyla asla yalnızca yardımlaşma fikrinin arkasına sığınan bir oyun olmadı "Kaçırır mıyız?" aylarca emek verildi. Bunu sahneleme aşamasında birebir gözlemleme şansım oldu. Sonuç olarak ortaya seyirciyi gülmekten kırıp geçiren bu güzel proje ortaya çıktı.”

Bugüne kadar şiirleri Türk ve yabancı dergilerde yayınlanan Çağatay Dörtyıldız’ın kariyeri yazmakla başlasa ve bu alanda, “Fikri Bey için yazılmış en iyi son”, “Par”, “Sesime Gel”, “Lekeli ağaç” gibi birçok oyun yazmış olsa da, Dörtyıldız bundan sonraki kariyerine sadece yazarlıkla değil dizi, film ve tiyatroya dair birçok üretim vererek devam edeceğini söylüyor…

Dört ay önce "Kaçırır mıyız?" oyunuyla seyirci karşısına çıktınız ve çok sevildiniz. Bu oyunun ortaya çıkış hikayesi nedir?

Yazım aşaması oyunumuzun yönetmeni Cengiz Okuyucu ve yapımcımız Alper Türedi’yle tanışmamla başladı. ‘’Kaçırır mıyız?’’ oyuncu ve yapımcılarla kararlaştırılmış, hikâye aşamasından beri üzerinde çalışılmış bir proje. Tiyatro metinleri her zaman işi sahiplenen oyuncu ve yönetmenlerle buluşamıyor. Kaçırır mıyız? Oyununda durum çok daha farklı.

Oyunun senaristliği üstleniyorsun. Ama daha önce yazdığın birçok tiyatro oyununda sahne almışken bu oyunda oynamıyorsun neden?

Asla kendine rol yazan biri olmadım. "Kaçırır mıyız?" castı neredeyse daha yazım aşamasında belli olan bir projeydi. Ayrıca bu oyunu seyirci koltuğundan izlemek büyük keyif. Oyuncuların kendisini bir tiyatro salonunda izleyebilmesini isterdim. Çok şey kaçırıyorlar.

Bu oyun diğerleri arasından hangi özelliğiyle ayrılıyor? Nasıl bir misyonu var?

Oyun yalnızca, salt bir güldürü vadetmiyor. Aynı zamanda hayatımda gördüğüm en özenli derneğin çalışmalarına da katkı sağlıyor. Bir Dileğim Var Derneği, bilet gelirleriyle kanser hastası çocuklarımızın dileklerini gerçekleştiriyor. Dar gelirli ailelerin çocuklarına yardımda bulunuyor.

“Bu oyun yardımlaşma fikrinin arkasında saklanmıyor”

Sosyal sorumluluk projelerine seyirciler genelde önyargılı yaklaşır. Bu oyunda seyircinin algısı nasıl oldu? Neler gözlemledin?

Sosyal sorumluluk bilinci birçok alan da olduğu gibi sanat mecralarında da suiistimal edilmiş durumda. Kendi adıma, bu hikâyeyi yazmamdaki asıl amaç, seyircinin gerçekten beklentilerini karşılayan bir güldürü ortaya çıkarmaktı. Projenin sosyal sorumlulukla ilgili kısmı sonradan, ekipteki muhteşem insanların fikirleriyle, oyun sahnelenme aşamasındayken ortaya çıktı. Dolayısıyla asla yalnızca yardımlaşma fikrinin arkasına sığınan bir oyun olmadı "Kaçırır mıyız?" aylarca emek verildi. Bunu sahneleme aşamasında birebir gözlemleme şansım oldu. Sonuç olarak ortaya seyirciyi gülmekten kırıp geçiren bu güzel proje ortaya çıktı. Harika tepkiler aldık. Broşürlerde tür hanesine komedi yazarken en önemli kısmı atlıyoruz; komik miyiz? Seyirci bununla ilgileniyor. Karakter derinliği, çatışma tutarlılığı bunlar artık sanıldığının aksine kolayca tükettiğimiz birer araç. Bu fikir beni güldürüyor mu? Bu eğlenceli mi? Komedi yazarken aklımda olan tek şey bu. Tutarlı bir hikâye oluşturmak, karakterleri birbirinden ayırabilmek, bunlar bir yazarın zaten yapmak zorunda olduğu şeyler. Bu bir marifet değil.

Ağırlıklı olarak komedi üzerine oyunlar yazdığını görüyorum… Hep komedi mi yazarsın ve yazacaksın?

Şiir ve trajik öykülerle başladım aslında. ‘’Profesyonel hayat figüranı’’ komedi öğeleri barındırsa da özünde trajik bir hikâye. Şiirlerimde de umutsuzluk ve ölümden bahsederim mesela. Dizelerimde yalnız insanlar, ayrılık ve hayatın yükünü görürsünüz. Ama komedi yazmak bana iyi gelen bir şey. Bir arkadaşımla keyifli vakit geçirmek gibi. Ya sesim aşırı ince olsaydı ve muhteşem bir ilaç keşfetseydim; bir kaçakçı olsaydım ama işimi inanılmaz bir kurumsallıkla yapsaydım gibi absürt şeyler düşünürken buluyorum kendimi. Buralarda gezinmek hayatın stresli yönünü unutturuyor. Şiirlerim ve öykülerim benim gerçekliğim, komediyse bu gerçekliğe karşı duruşum. Gülmüyorsam üzgünümdür. Nötr biri olamadım hiç.

Bir yandan ‘’İç’’ adında bir şiir kitabın da var? Sen bu dünyaya yazmak için mi geldin sence?

Okuma yazmayı öğrendikten birkaç sene sonra başladım şiir yazmaya. Yeri çok ayrıdır. Çocukluğum vardır şiirlerimde. Kaderin beni sürüklediği şeye bir yerde meydan okuduğumu düşünüyorum. Yazmak için gelmemiş olsam bile kesinlikle yazacağımı biliyorum. Konuşarak geçirdiğim zamandan çok daha fazlasını yazıyorum. Yeni hikayeler duymayı, üretmeyi seviyorum. Bir karakterimi konuştururken aynı zamanda onu dinliyor gibiyim.

Bugüne kadar yer aldığın projelerin hangileri hayatında iz bıraktı?

"Kaçırır mıyız?" dışında, 2014 yılında yazdığım ‘’Par’’ çok özel bir hikayeydi. Kıyamet günü küçücük bir odanın içinde hiçbir şey olmamış gibi tartışan insanların öyküsüydü. Tek dertleri yok olmak üzere olan bir dünyada diğerlerinden ‘’üstün’’ olmaktı. Yazdığım şeyin çok ötesinde bir derinliği vardı Par’ın.

“Empati yapmıyorsanız yazdıklarınız çirkin bir süs eşyasına dönüşüyor ve çöpü boyluyor”

Senaryo yazıyorsun, roman yazıyorsun aynı zamanda sahnede olsan, oyunculuğa devam etsen de, yazmak hayatının bir parçası gibi sanki… Yazmaya olan bu ilginin sebebi nedir? Yazmak mı ağırlıklı olacak hayatında yoksa oyunculuk mu?

Herkes oyuncu olmak istiyor. Oyunculuğu hemen popülarite elde edilebilecek bir alan gibi görüyorlar. Mesela bir insan sırf komik olduğunu düşünüyor diye bir komedi filmi yazıp başrolünde oynayabilir mi? Deneme tahtası mı bu kadar seyirci? ‘’Uzmanlık’’ ünvanını dalga geçer gibi kullanıyoruz. Sonra uzmanlarla dalga geçer vaziyette buluyoruz kendimizi. Rolün hakkını vermek, iyi bir performans sergilemek, doğru projede olmak bütün bunlar şans eseri değil iyi bir çalışmayla ortaya çıkan şeyler. Yazarlık alanında önemli yollar katettiğimi düşünüyorum ve bu gelişim sürecini oyunculukta devam ettirmeye çalışıyorum. Yeni şeyler öğreniyorum, cepten yemiyorum hiç.

Oyunculukla başlayıp senaristliğe nasıl evirildi kariyerin? Bundan sonrası için neler yapmayı planlıyorsun?

Profesyonel anlamda yazmak, eserler ortaya koymak benim için çok zor olmadı. Oyunculuk eğitimimi aldıktan ve sahneye adım attıktan sonra daha çok şey öğrendim ve bunu kalemime yansıttım. İyi bir yazarın duygulara hâkim olması ve empati yapabilmesi gerekiyor. Yoksa çirkin bir süs eşyasına dönüşüyor yazdıklarınız. Evde nereye koyacağınızı bilemiyorsunuz. Sonunda da çöpü boyluyor. Eğer insanları etkilemek istiyorsam kesinlikle önce kendi etkilendiklerimden yola çıkmam gerektiğini anladım. Tiyatrolarda, reji alanında setlerde çalıştım. Kendi projelerimde yönetmenlik yapma imkânım oldu. Deneyimlerimi artırmayı ve insanları olumlu anlamda sarsacak projeler üretmeyi planlıyorum. Yeni ve yaratıcı olan her şeye kapım açık.

Cineguru adında bir post production şirketin var. Kamera arkasında yapmak istediğin yeni projeler var mı? Mesela yönetmenlik koltuğuna oturmak ister misin?

Cineguru’yu büyük zorluklarla kurduk biz. Büyüyeceğine hep inandık. İki senenin sonunda hem yurt içi hem de yurt dışında önemli kuruluşlarla çalışan bir şirket olduk. Bazen imkanlar arttıkça yeni şeyler üretmek için daha az isteğiniz olur. Bizse engelleri aştıkça hep yenilerine atlıyoruz. Üzerinde yıllardır çalıştığım birkaç proje var. Youtube için yeni içerikler hazırlıyoruz. Başarılı bir sinema filmi veya dizi üretmemek için geçerli bir neden göremiyorum. İzleyicilerimin ve okuyucularımın düşüncelerini, hislerini paylaşıyorum. Onları çok seviyorum. Bu yüzden güzel işler yapmak için kamera arkasında ve önünde daha fazla vakit geçireceğim.

Yazının devamı...

Oyunculukta çok sevildim

Beş yıl aradan sonra müzik dünyasında yeni şarkısı Sen Gitmişsin Çoktan ile geri dönen Keremcem bundan sonraki süreç için hem oyunculukta hem müzikte dengeli bir yol izleyeceğini söylüyor. 29 Mayıs’ta vizyona girmeye hazırlanan Aşk Çağırırsan Gelir filminin de heyecanını paylaşan başarılı oyuncu “Benim ilk amacım her zaman şarkı söylemek oldu. Albüm yaptıktan sonra oyunculuk başıma gelen, hayatıma girmesine izin verdiğim güzel bir şeydi. Oyunculuğa başladıktan sonra çok sevdiğim ve çok mutlu olduğum bir şey oldu ki bir yandan da çok sevildim. Sahnede şarkı söylerken sevilmek bambaşka bir şey, oyunculuk yaparken canlandırdığınız karakterle sevilmek bambaşka bir şey. Bu yüzden çok mutluyum.

Yeni yılı çok dinamik ama bir o kadarda yorgun karşıladın sanırım öyle mi?

Her yıl başından sonra böyle hayal kırıklıkları yaşıyoruz. Sanırım beklenti içine girdiğimizden böyle oluyor. Çünkü beklenti beraberinde hayal kırıklıklarını da getiriyor. Bu sene nasıl geçecek derken bir bakıyorsun yıl gelmiş geçmiş bile. Beklentiyi yükseltmemek lazım ama umudu da yitirmemek gerek tabii ki…Güzel şeyler olmuyor dünyada ve ülkemizde her bakımdan ama umudumuz sağlam.

Senin için geçen yıl nasıl geçti ki gayet iyi geçti gibi görünüyordu…

Bu işe başlayalı tam 15 sene olmuş. Bu süre içinde hep çalıştım hep ürettim hep bir şeyler yaptım. Bu da dışarıdan bakıldığında “Bu adam bu sene de üretmeye devam ediyor” dedirtiyor. Aslında neden keyif alıyorsanız onu üretiyorsunuz bu da benim şansım. 2020 benim için çok güzel başladı çünkü beş yıldır yapamadığım şarkımı yaptım. Bir albüm yaptım o yolda, bir tane sinema filmi çektim yakında vizyonda bu yüzden güzel başladık.

Müzik için neden beş yıl bekledin. Böyle bir ara vermenin özel bir sebebi var mıydı?

Dizi setleri çok fazla vakit alıyor bu yüzden müziğe verdiğim planlı bir ara değildi bu. Geriye dönüp baktığımda gördüm bende bu kadar uzun süre olduğunu. Bu süre içinde müzik adına aslında üretimlerim sürdü. Arkadaşlarımla düet yaptım, sahnelerine konuk oldum, yeni şarkılar dinledim ve seçtim ama bunu dinleyicilerimle buluşturmamıştım. Nasip artık bugüneymiş artık yavaş yavaş gelecekler.

Sanata olan ilgin ve yaptığın sanat koleksiyonunla yakın çevrende biliniyorsun ama bunu çok da ön plana çıkarmak istemiyor gibisin öyle mi?

Küçükken çok resim yapardım ama şimdilerde de başladım ve evimin bir odasını resme ayırdım. Orada güzel vakit geçiriyorum. Aslında çağdaş sanat eserlerini seviyorum. Hem bakmayı, görmeyi, ilgilenmeyi hem de elimden geldiğince ilgilenmeyi seviyorum. Bir sanat eserine sahip olmuyorsun ama onun gösterim hakkı size geçiyor beğendiğiniz bir eseri aldığınızda. Bu yüzden çok sevdiğim sanatçıların eserlerinin gösterim hakkının bende olmasını da çok seviyorum. Evimin duvarları doldu bu da beni çok mutlu ediyor. Mesela Komet’in karşısına geçip saatlerce bakıyorum ve çok hoşuma gidiyor. Evdeki resimleri paylaşmıyorum ama saklamıyordum da. Mesela Koza Sergisinden aldığım bir Mehmet Turgut’um var Güvenç Dağüstün imzalı. Güzel bir Tanju Demircan, Nejat Satun eserim var… Hepsi çok heyecan verici ve maceraperest geliyor.

“Maceraperest değilim ama cesurum”


Maceraperestlik sende ne durumda?

Bu kadar işte sanat eseri toplamak kadar. Kendime çok maceraperest diyemem ama cesurum diyebilirim.

Asla kontrolünü kaybetmeyen biri gibisin öyle mi?

Özellikle kendimi kontrol etmeye çalışmıyorum. Oğlak burcuyum yükselenim terazi onun özelliklerini taşıyorum. Ailemde pek ses yükselmez, tartışma yerine mantıklı konuşmalarla büyüdüm. Bu yüzden hayata, eşime dostuma bakışım da böyle. Konuşarak anlaşılması gerektiğini düşünenlerdenim. Bir de kontrollü değilim ama saygılıyım. Saygısızlığa asla tahammül edemem.

“Gitmişsin Çoktan” şarkınla devam etmek istiyorum. Yine hikayesi olan ve çok romantik, dinlerken anıları canlandırıp tekrar yaşatan bir şarkı olmuş eline sağlık…

Bestesi Gökhan Tepe, sözleri Şebnem Sungur’a ait. Yaptığı şarkılar ağzıma oturan çok sevdiğim iki kişinin şarkısı Gitmişsin Çoktan. Beş sene önce Gökhan Tepe’nin stüdyosunda dinlediğim ve gözyaşları içinde kaldığım tek şarkıydı. Diledikten sonra “Bunu ben söylemek istiyorum” dediğim bir şarkı oldu. O günden beri dizilerden, oyunculuktan fırsat bulamayıp bugün dinleyicilerimle buluşturduğum bir şarkı.

Hiç terk edildin mi? Şarkıdaki gibi bir hikayen oldu mu?

Terk ettim, terkedildim. İlişkide olan şeyler bunlar. Bir de terk etmek kulağa çok sert bir şey gibi geliyor. Eğer bir ilişki yaşayıp bittiyse iki tarafın aynı şeyi istemesi çok büyük bir şans olsa gerek.

Peki ilişkilerinde hiç hüzünlü farkındalıklar yaşadın mı? Mesela zor bir adam mısın?

Ben zaten kendim hüzünlü bir adamım. Her şeye duygusal tarafından bakıyorum. Tabii ki hüzünlü hikayeler yaşadım ama sormayacaksın değil mi? Aldığım yorumlara göre ben çözmesi kolay görünen zorlardanmışım. Yani birinci seviye sudoku gibi görünüp, beşinci seviye çıkanlardanmışım.

Kariyerinde bundan sonrası için nasıl bir yol haritan olacak. Oyunculuk mu müzik mi ön planda olacak?

Dengeli bir şekilde olacak. Benim ilk amacım her zaman şarkı söylemek oldu. Albüm yaptıktan sonra oyunculuk başıma gelen, hayatıma girmesine izin verdiğim güzel bir şeydi. Oyunculuğa başladıktan sonra çok sevdiğim ve çok mutlu olduğum bir şey oldu ki bir yandan da çok sevildim. Sahnede şarkı söylerken sevilmek bambaşka bir şey, oyunculuk yaparken canlandırdığınız karakterle sevilmek bambaşka bir şey. Bu yüzden çok mutluyum.

Yeni filmin Aşk Çağırırsan Gelir’le de yakında beyaz perdede olacaksın nasıl bir film biz, bekliyor?

Sevgili Emre Kavruk’un senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı bir film. Ordu’da çektik filmi oranın doğasından, insanlarından da çok etkilendim. 29 Mayıs’ta vizyonda olacak. Bu filmde aşkı arayan bulmak için her şeyi yapacak kadar istekli ama yakın arkadaşının çapkınlık maceraları yüzünden sekteye uğrayan bir adamı oynuyorum. Ordu’da bir otelin içinde yaşanan değişik aşk hikayelerini anlatan bir film diyebilirim.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.