SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Tasarımda Antik ve Modern Ruh

Begüm Özbaş ve İris Süloş, görsel sanatlar mezunu iki yakın dost. Kökleri, Girit Adasına ve Yunanistan’a dayanıyor. Aileleri sanat, resim ve mimari tutkunu. Her ikisi de evlerindeki eski uygarlıkların Anadolu’daki izlerinin, Eski Yunan’ın, eski Roma’nın havasını solumuş. Bu yaşayan tarihin içinde büyürken tasarımlarının ilk tohumları işte bu ortamda, bu antik parçaların verdiği ilham ile atılmış.

- Tasarımlarınız nasıl bir iddia taşıyor?

Her biri kendi içinde bir hikaye barındırıyor ve bu hikayeler antik ve modernin harmanlanması ile oluşuyor. Herkes kendi köküne, yani yaşadığı kültüre, çevreye, geçmişine, kısaca her şeyi ile bu kaynağa bağlanır. Seni sen yapan güç ve değerleri keşfetmek ve onlara saygı duymaktır. Kadının gücünü, kendi motivasyonunu, eşitliğini, bu kökten dolayısıyla bu uygarlıktan çıkaracağına inanıyoruz. Bu yüzden bizim koleksiyonumuz uygarlığın köklerinden esinleniyor.

- Peki, tasarımlarınız bir uygarlık olsaydı, kadınları ne takardı?

Böyle bir uygarlık olsaydı orada yaşayan kadınların kullandıkları paralar nasıl olurdu, boyunlarında taşıdıkları damgalar ne anlatırdı? Bu felsefe ile tasarımı üzerinde taşıyan kişinin değerleri, bakış açısına göre şekilleniyor. Örneğin, boyunlarını kahve çekirdekleri süsleyen cesur kadınlar yaşardı. ‘Çekirdek’ olarak adlandırdığımız koleksiyon bu uygarlığın geçmişini, kökünü bugünde yorumlamak ve gücünü üzerimizde taşımak üzere tasarladık.

- Siz farkınızı nasıl ortaya koyuyorsunuz?

Her bir tasarım bir felsefe ve uygarlık barındırıyor. Tüm parçalar antik ve modernin bir araya gelmiş hali. Yani doğal ve değerli olana kendi içerisinde gönderme yapıyor. Her parça kendi köküne bağlanırken naifliğini koruyor. Koleksiyondaki mozaik hayvan desenli parçalar, toprağın altından çıkan ‘Çekirdek’, işlenmemiş ham altın ile bu naifliği korumayı ve güçlendirmeyi hedefliyor.

- Kullandığınız materyallerden ve üretim süreçlerinden bahseder misiniz?

Tüm parçalar 14k altın. Üretim aşaması tamamlandıktan sonra 22 ayar altın ile kaplanıyor, böylece işlenmemiş ham altın görünümü elde ediliyor.

Yazının devamı...

Bozcada'da İlk Spor Festivali

Türkiye’nin son dönemdeki popüler adası Bozcaada, geçtiğimiz günlerde yeni bir festivale ev sahipliği yaptı: ‘Run The Island Bozcaada’… Spor, lezzet ve müziği bir arada sunan bu iki günlük festival, adanın muhteşem doğası ve bağlarında yapılan koşu yarışlarının yanı sıra zumba, yoga ve sokak tenisi ve daha pek çok farklı spor dallarıyla renklendi. Festivali düzenleyen Burcu Topbaş ve Gökhan Dönmez ile konuştuk.

- Bozcaada son dönemde öne çıkmaya başladı. Siz de ilk kez bir spor festivali gerçekleştirdiniz. Bu konsepti oluşturma ve hayata geçirme sürecinizi anlatır mısınız?

B.T: Biz uzun zamandır spor ve eğlencenin bir arada olduğu bir etkinlik yapmak istiyorduk. Gökhan yıllardır sporun içinde, Hem tenis hem de farklı spor dallarında birçok ulusal ve uluslararası organizasyonlar yapıyor. Ben de yabancı konser ve farklı etkinlikler düzenliyorum. Bozcaada’ya yıllardır geliyoruz ve doğasını, sakinliğini çok seviyoruz. Burada da farklı bir festival yapmak istedik. Bunu da adanın ruhuna uygun yapmak istedik. Mesela, ilk defa ‘Run The Island Bozcaada’ya özel bir parkur oluşturuldu. Ayazma Plajı’ndan başlayan parkur, bağların arasından çam ormanlarının içine devam etti. Sadece koşucular için değil, ailece güzel vakit geçirilsin diye her yaşa uygun etkinlikler düzenlendi. Çocuklar için adada oyun parkurları hazırlandı. Yine ilk defa Ayazma Plajı’nda zumba, spinning, fonksiyonel tarining dersleri yapıldı ve inanılmaz bir katılım gerçekleşti. Gündüz koşu ve spor ağırlıklı aktivitelerden sonra da, eğlence devam etti, açılış gecesi için Salhane’de ve finalde yine adada ilk defa Ayazma Plajı’nda halka açık konserler düzenlendi.

- Bu projede kimlerle işbirliği yaptınız?

G.D: Bu proje için yaklaşık altı aydır çalışıyoruz. Yerel yönetimlerden ve ada halkından çok büyük destek aldık, her aşamada bize yardımcı oldular. Sponsorlarımızdan yine çok destek aldık. Çok uyumlu ve eğlenceli bir takım çalışması oldu.

- Festival ziyaretçilerinden geri dönüşler nasıl oldu?

B.T: Festivale katılım, koşu, sahildeki spor etkinlikleri ve konserler dahil toplam 2.200 kişiyi buldu. Hem katılımcılardan hem ada esnafından çok güzel geri dönüşler aldık. Koşu parkuru özellikle çok beğenildi. Şimdiden, seneye yapılacak festival için isim yazdırmak isteyenler var.

- Festivali ile neler amaçladınız, amaçlarınıza ulaştınız mı?

G.D: Festivali planlarken, insanlar Bozcaada’yı bizim gözümüzden görsün, öyle tanısın istedik. Güneşin doğuşu yogayla selamlansın, ağların arasından koşulsun, sahilde spor yapılsın, güzel yemekler yensin, günbatımı da keyifli müzikler dinlensin, eğlenilsin diye hayal ettik. Hayalimizi de gerçekleştirdik.

- Önümüzdeki yıl festivalin devamı olacak mı?

B.T: ‘Run the Island Bozcaada’yı geleneksel hale getirmek istiyoruz. Önümüzdeki yıl için şimdiden çalışmaya başladık bile. Bu sene edindiğimiz deneyimlerle, farklı etkinlikler koymayı planlıyoruz.
Ayrıca Haziran ayı için de, yine Bozcaada’da başka bir festival için çalışıyoruz.

Yazının devamı...

Anneler Ölmesin Diye

Türkiye’de her yıl 1 milyon 350 bin kadın gebe kalıyor. Bu kadınların 100 binde 14’ü doğum öncesi ve sonrasında ortaya çıkan komplikasyonlar nedeniyle ne yazık ki hayatını kaybediyor. Kısa adı TJOD olan Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği, anne ölümlerini en aza indirmek amacıyla sürekli projeler geliştiriyor. Dernek tarafından “Yaşasın Anneler, Anneler Yaşasın” sloganıyla hayata geçirilen projenin geniş kitlelere ulaşması hedefleniyor. Son olarak Woman TV’de aynı sloganla başlatılan programla kadınların bu konuda bilinçlendirilmesi hedefleniyor. Her hafta Cumartesi günü sabah saat 10.00’da canlı olarak ekrana gelen programda, kadın doğum uzmanları tarafından anne adaylarına ve çiçeği burnundaki annelere yönelik hayati bilgiler veriliyor. Anne ölümlerine azaltmayı amaçlayan projeyi, TJOD Başkanı Prof. Dr. Ateş Karateke ile konuştuk.

- Anne ölümlerini azaltmaya yönelik olarak başlattığınız yeni projenizi kısaca anlatır mısınız?

Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği’nin yönettiği bir proje bu. Dernek olarak amacımız Türkiye’de anne ölümlerini en az seviyeye indirmek. Gebeliğe bağlı, gebelikten dolayı olabilecek nedenlerle meydana gelebilecek anne kaybını azaltarak, 100 binde 10’un altına indirmeyi amaçlıyoruz. Derneğimiz tarafından 4 yıldır sürdürülen bu projede geldiğimiz nokta umut verici. Son 20 yılda Türkiye’de anne ölümleri azaldı. Batı Avrupa ülkelerinde gebelikte yaşam kaybı 100 binde 10’un altında. Bizim hedefimiz de bu noktaya ulaşmak. Tabii ki bu hedefe varmada yalnızca derneğin değil, tüm paydaşların önemli katkısı var. Özellikle Sağlık Bakanlığı bu konuda oldukçahassas. Çünkü anne ölümleri oranı bir ülkede sağlık sisteminin nasıl çalıştığını gösteren önemli bir parametre. Önlenebilir anne ölümleri dediğimizde öncelikle şu hastalıklar söz konusu: Gebelikte kanama, doğum sonrası kanama, gebelik toksemisi yani, gebeliğe bağlı zehirlenme…

HEM ANNENİN HEM BEBEĞİN HAYATI RİSKTE

Projemiz hem annenin hem bebeğin hayatındaki riskleri en aza indirme üzerine kurulu diyebilirim. Örneğin, hamileliklerin yüzde 1’inden daha azında görülen yaşamsal risklerden biri; kırmızı kan hücrelerinin yıkımı, yüksek karaciğer enzimleri ve kan pıhtılaşmasını sağlayan trombositlerin yetersizliği. ‘Preeklampsi’, ‘eklampsi’, ‘HELLP sendromu’ gibi adlarla da biliniyorlar. Gebelikte ortaya çıkan bu hastalıklar hem annenin hem bebeğin hayatını tehdit ediyor. Daha önceki gebeliklerinde Hellp Sendromu veya preeklampsi geçirmiş olanlar ikinci veya üçüncü hamileliklerde de risk altında olduğu için titizlikle takip edilmeleri gerekir.

HASTALIKLARA RAĞMEN GEBELİK

Hem anne, hem de bebek kaybına sebep olan durumlarda yine çok önemli bir parametre olduğunu düşündüğümüz obeziteye ve diyabete bağlı problemleri de saymamız gerekir. Projemizde özellikle şeker hastalığı ve obezite ile mücadele önemli yere sahip. Türkiye’de özellikle birçok genç kadın, obez olma tehlikesi ile karşı karşıya. Öte yandan anne adayında daha önceden var olan kalp ve damar hastalıkları çok önemli. Özellikle doğuştan oluşan kalp kapakçığı sorunları ve romatizmal kalp hastalıkları da dikkat edilmesi gereken durumlar. Fakat bu hastalıklara sahip birçok kadın sırf kadınlığını ispat etmek için, çocuk doğurma yeteneği onun elinde en önemli unsur olduğundan dolayı gebe kalıyor. Ve ne yazık ki hayatını kaybedenler oluyor. Yine gebelik esnasında birçok kadında grip enfeksiyonunun çok ağır seyrettiğini biliyoruz. Gebelikte gribe yani ‘influenza virüsü’nün neden olduğu solunum yolları hastalıklarına da dikkat etmeli. İnfluenza aşısı olmayı kesinlikle ihmal etmemeli. İşte bütün bu gebelik risklerinden dolayı hekimler ile birlikte çalışma gereksinimi oluştu. Bu konudaki bilgi birikimini yükseltmek, bu hastalıklarla, özellikle ‘postpartum’, ‘kanama’ ve ‘preeklampsi’ ile mücadelede hizmetin kalitesini artırma amacıyla böyle bir sosyal sorumluluk projesini hayata geçirdik.

- Bu projenin çıkış noktası neydi?

Tabii ki bu projenin çıkış noktası ailelere bilinç taşımak. Bir hekimin meslek hayatı boyunca yaşayacağı en kötü anısı veya en büyük travması bir gebe hastasını kaybetmesidir. Emin olun, bir gebe hastasını kaybeden arkadaş, yaklaşık 1-2 sene bu travmayı yaşayabiliyor. Biz, derneğimizde 6 bin dolayında kadın doğum uzmanı ile beraber çalışıyoruz. Diyoruz ki, Türkiye’de gebeliğe bağlı anne ölümlerini 100 binde 10’un altına indirelim. Türkiye’de her yıl ortalama 1 milyon 300 bin kadın gebe kalıyor. Bunlar sağlıklı bir şekilde doğum yapıp evlerine kavuşmak istiyorlar. Amacımız bu 1 milyon 300 bin doğumda, hiçbir anne ölümü yaşanmadan bebekleri ile eve dönüşü sağlamak. Bunun için var gücümüzle çalışıyoruz.

- Projenin televizyon programı haline dönüşmesi fikri ne zaman oluştu?

Bu projenin bir televizyon programı haline dönüşmesini istiyorduk. Geldiğimiz noktada, biz dernek olarak bunu hekim arkadaşlara çok iyi anlattık. Toplam 6 bin kadın doğum uzmanımız hemen hemen bu projemizi biliyor. Birlikte birçok eğitim gerçekleştirdik. Genel olarak baktığımızda nüfusun da etkisi çok fazla. Büyük bir ülkeyiz, nüfus yükseldi. Ve gebe sayısı da buna bağlı olarak arttı. Bizim eğitim ve bilinç noktasında misyonumuz önemli. Hep beraber Türkiye’nin her noktasında oldukça motive olarak çalışıyoruz. Tabii ki bu konuda vatandaşlarımızın da, özellikle gebe hanımlarımızın da bilgilendirilmesi gerekiyordu. Onların, ailelerinin bilinç kazanması şarttı. Ve dolayısıyla bu konudaki çalışmalarımız ile halkı, gebelerimizi bilinçlendirmek için Woman TV ile beraber bu programı hayata geçirme kararı aldık.

Yazının devamı...

Kanser Sonrası Meme Onarımı

Dünyada her 8 kadından birinde görülen bir kanser türü, meme kanseri. Aynı zamanda kanserler arasında erken tanıyla iyileşme oranı en yüksek olanı... Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrah Doç. Dr. Özay Özkaya ile kanser sonrası meme onarımının önemi üzerine konuştuk. Özkaya ayrıca, Ekim ayı boyunca Türk Plastik ve Estetik Rekonstruktif Cerrahi Derneği bünyesinde İçişleri Bakanlığı’nın da desteğiyle meme kanserine dikkat çekmek amacıyla Samsun’da farkındalık toplantıları düzenleyeceklerini belirtiyor.

- Meme kanseri genetik midir?

Meme kanseri her 8 kadından birinde görülecek bir kanser türü olarak öngörülüyor. Ömrümüzü devam ettirdiğimiz sürece meme dokusu, kanser üretebilme kapasitesine sahip bir doku. Fakat genetik yatkınlık denen bir durum da söz konusu. Eğer annede varsa hatta anne ile birlikte teyzede de varsa o zaman risk yükseliyor. Çünkü iki tane gen var en çok bilinen ve test edilebilen: BRCA1 ve BRCA2. Bu iki gen anneden çocuğu geçiyor. Dolayısıyla da bu iki gende mutasyon yani bozukluk olursa bu hastaların meme ve tiroit kanserlerine yatkınlıkları artıyor. Genetik faktörler var fakat “benim annemde ve teyzemde meme kanseri yok. Ben meme kanserine yakalanmam” diye bir durum da söz konusu değil. Sonuçta genetik de olabiliyor genetik olmayan durumlarda da kadınların meme kanserine yakalanma riski olabiliyor.

- Diğer kanser türleri arasında erken teşhis de konulduğunda meme kanserinin tedaviye en etkili şekilde cevap verdiği doğru mu?

Evet, doğru. Deri kanseri de öyledir aslında. Gerçekten erken tanı konulduğunda -ki teşhisi de kolay bir kanser türü, kişi kendini muayene edebilir- kişinin geri kalan hayatını kansersiz bir şekilde devam ettirmesi mümkün.

- Kişi kendi muayenesini nasıl yapabilir?

Memeyi dörde ayırıyoruz. Memenin bütün kadranlarını ve koltuk altımızı elimizle bastırarak tarıyoruz. Meme dokusu, karın dokusu gibi homojen değildir. Meme dokusunda aralarda yağlar vardır. Kişi zaten zaman içinde doğal olmayan yumrulardan, memenin büyümesinden kısacası değişiklerden rahatlıkla anlayabilir. Ancak meme ne kadar büyükse, kendi kendine muayene de o ölçüde zorlaşır. Biz de böyle hastalara küçültmeyi öneriyoruz. Hasta bunu istemiyorsa, ultrasonu daha erken yaşlara çekmeyi öneriyoruz. Aslında 35 yaşına kadar kendi kendine muayene yeterli. Kişi ayda bir ya da iki kez her banyoya girdiğinde memesinde normalde olmayan bir kitleyi ellerini kullanarak hissedebilir. Memede kitle, şişme, deride veya meme ucunda bir değişiklik varsa bunlar bizim için bir sıkıntı olduğunun göstergesidir. Bununla ilgili aslında pek çok farkındalık çalışması da mevcut. Ekim ayı, meme kanseri farkındalık ayı. Bu çalışmalar sırasında hastaya kendi kendine muayene öğretiliyor. 35-40 yaş arası ise yılda bir kez olmak üzere düzenli meme ultrasonları devreye girmeli. 40 yaşından itibaren de iki yılda bir mamografi ve her sene ultrasonu isteriz hastalardan. Bunlar devletin de karşıladığı tetkikler. Dolayısıyla kişi herhangi bir üniversite veya Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde rahatlıkla yaptırabilir.

- Kanser tanısıyla birlikte tedavi süreci nasıl işliyor?

Tanı konduktan sonra öncelikle biyopsi yapılıyor. Biyopsi sonucu patolojik olarak incelemeye gönderiliyor. Hangi tür meme kanseri olduğu saptanıyor. Hasta cerrahi tedaviye gitmeden önce, kitleyi kemoterapiyle küçültmeye gerek var mı, yoksa doğrudan cerrahi tedavi sonrasında mı kemoterapi görecek, radyoterapi ihtiyacı olup olmadığına yönelik soruları, Genel Cerrahi Uzmanı, Onkolog, Radyolog ve Plastik Cerrahi uzmanından oluşan bir konseyde karar veriliyor.

- İlk evreden itibaren siz plastik cerrah olarak devreye giriyor musunuz?

Memeden büyük bir doku çıkarılacaksa ve hasta da meme onarımı istiyorsa ‘anında onarım’ için biz devreye giriyoruz. Geçmişe oranla hastaların meme onarımı için onayları oldukça arttı. Bunda farkındalıklar, dünyadaki çalışmalar hastaların ameliyat sonrası dönemdeki mutsuzlukları ve olumsuz psikolojilerin iyileşmeye olan negatif etkisi görülmeye başlanması oldukça etkili oldu.

- Ünlü oyuncu Angeline Jolie’nin genetik yatkınlığı yüksek olmasından dolayı kanser olmadığı halde, meme dokusunu tamamen aldırmıştı. Türkiye’de de bu uygulama var mı?

Hasta bize gelip ‘annemde var, teyzemde var’ dediğinde SGK’nın da karşıladığı genetik test yapılıyor. Test pozitif ise memenin içi tamamen boşaltılıyor ve protezle onarım gerçekleştiriliyor. Eğer hastanın genetik testi negatif, bir memesinde kanser var ise ve diğer memesinin içinin boşaltılmasını istiyorsa biz bunu yapmıyoruz. Çünkü korku bir organ kaybını haklı kılmaz.

- Meme onarımında kaç türlü yöntem var?

Hastanın öncelikle meme kanseri ameliyatı yapılıyor. Eğer kısmen meme doku çıkartılacaksa, çıkartılacak doku yüzdesine göre implant konabilir ya da hastanın sırt ya da karın dokularından rekonstrüksiyon yani onarım yapılabilir. Burada önemli olan geriye ne kadar doku kaldığı. Örneğin, implantı taşıyacak doku kalacak mı? Bu faktörler ameliyatın gidişatını belirliyor. Bazı hastalara kendi dokusundan tek seansta meme yapmak mümkün. Hasta vücudunda başka bir kesi istemiyorsa eğer bir diğer seçenek ise memeye geçici olarak sönmüş balon yerleştirmek. Bu balon, cildin altına yerleştirilen borusu ve aparatı sayesinde hastaya verilen serumla enjeksiyon sayesinde şişirilerek orada bir süre sonra doku elde edilmesi sağlanıyor. Yaklaşık 1.5 ay gibi bir sürenin ardından ikinci bir ameliyatla bu balon çıkarılıyor ve yerine kalıcı implant yerleştiriliyor.

- Sizin sosyal sorumluluk projelerinde yer aldığınızı biliyoruz. Bunlardan da bahsedebilir miyiz?

Kadınlara bu yolla söylediğimiz aslında ‘Memesizlik kaderiniz değil’. Meme onarımı, bir organın yerine konmasıdır. Nasıl kol ya da yüz nakli yapılıyorsa bu da bir doku nakli. Türkiye’de bir plastik cerrahla, onkologla ya da genel cerrahla karşılaşabilen hasta sayısı çok az. Erkek egemen bir toplum olduğumuz için de çoğunlukla bilmiyor ya da utanıyorlar. Hastaya ‘kanser’ ve ‘meme’yi bir araya getirdiğinizde sanki estetik bir şey istiyormuş gibi algılanıyor. Birlikte çalıştığımız Türk Plastik ve Estetik Rekonstruktif Cerrahi Derneği’nin İçişleri Bakanlığı’nın desteği ile Ekim ayı boyunca Samsun’da kadınlarla buluşacağız.

Yazının devamı...

Doğru Beslenme ve Sporun Sırrı

Uzman Diyetisyen ve Psikolog Pırıl Duru, Pilates ve Fitness Eğitmeni Emine Başarır rehberliğinde D-Resort Murat Reis Ayvalık'ta gerçekleştirilen 'Sağlıklı Yaşam Günleri" programı sonrası merak ettiğimiz soruların yanıtlarına ulaştım. İki uzmanın önerileriyle sağlıklı yaşam için yapılması gerekenleri aşağıda okuyacaksınız...

PIRIL DURU:

- Bize kendinizden bahseder misiniz?

Ben hem bireylerin hem de kurumların, hayat kalitelerini arttırmak adına, bütünsel yaklaşımla hem psikolojik olarak hem de beslenme anlamında destek veriyorum. Aynı zamanda üniversitede sporcu seslenmesi yüksek lisans programında ders veriyorum ve doktora yapıyorum.

- Sporcu beslenmesinin temel amacı nedir? Her ikisi arasında nasıl bağlantı bulunuyor?

Sporcu beslenmesinde temel amaç, sporcunun sağlığını ön plana koyarak, performans artışı sağlamaktır. Her spor yapan bireyin amacı, profesyonel bir atlet gibi, daha hızlı koşmak, daha ağır kaldırmak, daha uzun süre devam etmek değildir. Kişilerin bu sporu yapma amacını sorgulamak lazım. Örnek vermem gerekirse, maratona hazırlanmak için koşan bir bireyle, günlük fiziksel aktivite olarak koşmak ve/veya bu süreçte kilo vermek isteyen bireylerin beslenmesi çok farklılık gösterebilir. Bu noktada antrenman hacmi denilen, yapılan egzersizin süresi veya gidilen mesafenin uzunluğu, kaldırılan ağırlık ya da tekrar sayısı gibi çok fazla değişkene bakılarak beslenme planlanmalıdır.

- Beslenmenin yanı sıra sıvı tüketimi de spor yapanların önemsemesi gereken bir durum. Sıvı tüketimi sizce neden önemlidir ve nasıl olmalıdır?

Vücutta birçok reaksiyon suyun varlığında oluyor. Sıvı dengesi bozulunca da benzer şekilde işler terse sarıyor. Günlük kilo başına her bireyin 25-30ml su tüketmesi gerekiyor. Havanın sıcaklığı, yapılan egzersize göre de bu miktar arttırılmalı.

- Kilo vermek için haftada kaç gün spor yapmalı ve günlük beslenme programı nasıl düzenlenmeli?

Bu oldukça bireysel bir durum, standart olamaz. Kişinin beslenme ve egzersiz öyküsü, ne yapmaktan, ne yemekten hoşlanıp hoşlanmadığı, hastalıkları, stres düzeyi, uyku problemi gibi birçok sorunun yanıtına göre program oluşturulmalı.

- Beslenme programında protein miktarını artırınca yağsız ve kaslı vücuda erişmek daha mı kolay? Bunun dengesi nasıl olmalı?

Kas kütlesini arttırmak için protein tüketimimizi arttırabiliriz, lakin bu yeterli değildir. Mutlaka kasların direnç egzersizi ile uyarılması gerekir. Aynı zamanda kas gibi bir dokunun kazanılması için bilinenin aksine karbonhidrat ve su da gereklidir. Saf protein ile beslenmek ne yazık ki yeterli değildir.

- Hangi besinler hızlı yağ yakmaya yardımcı olur?

Bazı besinlerin termik etkileri vardır. Bu termik etkileri sağlayan ise besinlerin içindeki bazı enzim, ya da başka protein yapıda bir madde ya da mikrobesinlerdir. Ne yazık ki herhangi bir besini yiyerek yağ yakmak mümkün değil. Küçük etkileri olan besinlerden de fazlaca miktarda yemek gerekiyor. Acı biber, yeşil çay gibi metabolizmayı ateşleyen olarak tabir edilen besinlerin vücuttaki enerji döngüsüne katkıları ne yazık ki yüzde 5 gibi bir değer. Yani ortalama 60 kg olan bir kadın için günlük 45-55 kalori arası bir fark. Bunun için de o kadar çok yemeniz gerekiyor ki, yol yakınken bu sevdadan vazgeçelim bence. Dengeli beslenip, hareket edelim.

- Düzenli spor yapmayanlara sağlıklı ve fit olmaları için hareket ve beslenme önerileriniz nelerdir?

En başa sevdikleri ve ayaklarının geri geri gitmediği egzersizleri yapmalarını öneririm. Beslenme içinse, gerçekten hayat standardına ve hedefine uygun şekilde, aç kalmadan, mahrumiyet yaşamadan devam edebilecekleri sürdürülebilir bir beslenme yani diyet öneririm.

- Sadece beslenme ya da sadece sporla sağlıklı bir vücuda kavuşmak mümkün müdür?

O zaman çok iyi beslenen robotlar olurduk. Bedeni fizyolojik açıdan geliştirmek ve beslenmek için beslenme ve spor kaçınılmaz. Lakin stresi yönetebilmek, hayattan zevk alabilmek gibi gerçekler de var. Dünya sağlık örgütünün de sağlık tanımında olduğu gibi, sağlık; fiziksel, mental ve sosyal olarak iyi olma halidir. Bir hastalığın olmaması sağlıklı olmakla aynı şey değildir.

- Günlük yaşamına sporu da dahil eden bir insanın beslenmede dikkat etmesi gereken en temel şeyler nelerdir?

Sizlere mucize bir besin söylemeyi inanın çok isterdim. Ama en önemlisi, bireyin hedefi ve hayatının akışına en uygun şekilde bir programlama olması. Sizin üzerinize dikilmiş bir elbise gibi düşünün. Tüm elbiseleri tercih edebilirsiniz ve bir şekilde hayatınıza devam edebilirsiniz. Ancak tam üzerinize, zevkinize göre dikilmiş bir elbise kadar sizi ne mutlu edebilir ki? Hem mental hem de fizyolojik olarak dengede olabileceğiniz beslenme programı sizin için en uygundur. Ve bu dediğim gibi parmak izi gibidir.

- Bize kendinizden bahseder misiniz?

Emine Başarır: İki çocuk annesi, pilates ve fitness eğitmeniyim. Spor yapmaya küçük yaşlarda voleybol oynayarak başladım. 17 yaşımda yaşadığım bir sakatlık sonucu voleybolu bırakınca pilates hayatıma girdi ve yeniden spora dönüşüm bu şekilde oldu.

- Özellikle hangi spor egzersizleri hızlı yağ tüketmemize yardımcı olur?

Aslında her dakika yağ yakmaya devam ediyoruz. Fakat bazen bunu yürüyüşün ötesine taşımamız gerekebilir. Temel olarak yaptığınız kardiyovasküler egzersizler yağ yakımını hızlandırır. Tempolu yürüyüş, koşu, bisiklet, yüzme ve yüksek yoğunluklu antrenmanları bu egzersizler arasında sayabiliriz.

- Spor egzersizlerini seçerken kişilerin yaşları önemli midir? Hangi yaşlarda hangi spor türlerini önerirsiniz?

Küçük yaşlarda egzersiz yapmaya başlamak, çocukların fiziksel ve zihinsel gelişimleri için son derece önemli. Dünya Sağlık Örgütü, 5-17 yaş arası çocuk ve gençlerin günde en az 1 saat orta-yüksek yoğunluklu bir aktivitede bulunmasını öneriyor. Okul öncesi dönemde ise motor gelişimi destekleyecek oyun tarzı aktivitelerle başlanabilir. Okul döneminde çocuklar yüzme, jimnastik, tenis gibi biraz daha farklı branşlara yönlendirilebilir. Gelişme çağındaki çocuklar için omurgaya yük bindirecek ağırlık çalışmalarından uzak durulması gerekir. Ama siz 30-40 yaşlarınızdasınız ve daha önce hiç spor yapmadıysanız küçük adımlarla, küçük hedeflerle hareketinizi artırabilirsiniz. Size iyi gelen ve keyif veren bir yöntemi deneyerek bulmalısınız.

- Düzenli spor yapmayanlara sağlıklı ve fit olmaları için hareket ve beslenme önerileriniz nelerdir?

Bu Bu soruya “hareket şart” diyerek cevap vermek istiyorum...

- Sadece beslenme ya da sadece sporla sağlıklı bir vücuda kavuşmak mümkün müdür?

Çok mümkün değil. Bunu çok kısa bir süre belki sürdürebilirsiniz ama hareket eden yorulan, çalışan bedeninizi, doğru yakıtlarla beslemezseniz, gelişiminiz devam etmez ve hedefinizden uzaklaşmaya başlarsınız.

- Deniz kenarında spor yapmanın ne gibi olumlu etkileri oluyor?

Bol oksijen ve temiz hava egzersiz yaparken en çok ihtiyaç duyduğumuz etkenler. Deniz kenarında olmak bu açıdan oldukça verimli hareket etmenizi sağlar. Endorfin seviyemiz artar, konsantrasyon ve dikkat süremiz uzar.

- Sağlıklı bireyler olabilmek için günlük spor yapma süresi ne olmalı?

Aslında bu kişiye göre değişir fakat ideal süre 15-30 dk diyebiliriz. Önemli olan yaptığınız egzersiz türü her ne ise yürüyüş, yoga, pilates vs. öncelikle bundan keyif almanız ve bu konuda sağladığınız devamlılık. Daha sonra bu süreyi uzatabilirsiniz.

Yazının devamı...

Suyun Altında Nefes Alan Kadın

O ülkemizin gözbebeklerinden... Pek çok kez gururla bayrağımızı gönderde dalgalandıran Dünya Serbest Dalış rekortmeni Şahika Ercümen, suya olan tutkusunun yanı sıra sualtı ile ilgili sosyal sorumluluk projelerinde de gönüllü olarak yer almaya devam ediyor. Detayları kendi ağzından dinliyoruz...

Türkiye’nin ilk kadın serbest dalış eğitmeniyim fakat aktif sporcu olduğum için çok fazla eğitmenlik kimliğimi kullanamamıştım.

Yaşamını denize borçlu bir sporcu olarak, benim hayatımı değiştirdiği gibi başka gençlerin de yaşamı değişsin istiyorum.

Ayrıca her sene yüzme bilmediği için boğulan onlarca insan, deniz canlılarından ve yosunlardan korktuğu için denize giremeyenler için bir şey yapmam gerektiğini düşündüğüm için, birlikte antrenman yaptığım Polonya Rekortmeni Emilia Biala ile eğitimlere başlamaya karar verdik.

Üç tarafı denizle çevrili ülkemizde hala her sene onlarca boğulma vakası yaşanıyor. Bu eğitimleri, herkesin suda kendini rahat hissedebilmesi, acil bir durumda kendini kurtarabilmesi veya müdahale edebilmesi amacıyla planladık.12 yaş üstü yüzme bilen herkes katılabilir. Sıradaki eğitimimiz Eylül’de Kaş’ta olacak.

Çocukluğumda astım hastasıydım ve evden dışarıya bile çıkamıyordum. Fakat ilkokul sonrasında sualtı ile tanıştığımda her şey değişti, adeta suyun altında nefes alabiliyordum.

Masmavi, yer çekimi olmayan, sınırsız özgür bir dünya, rüya gibi.

Tüm sporculuk hayatım boyunca hep bir sosyal sorumluluk projesinin içinde oldum. Bundan 15-20 sene önce sosyal sorumluluk projesi kavramı da çok yaygın değildi. Fakat içimde hep başka yaşamlara dokunma ve dünyamızı koruma içgüdüsü vardı. Yaşamını suya borçlu bir milli sporcu olarak, su kaynaklarımızın ve denizlerimizin nesli tehlike altında olan canlıların korunması, çocukların eğitimi gibi pek çok projeyi aktif olarak yürüttük.

Şimdi ise ‘Sıfır Atık Mavi’ projesinin bir parçasıyım.

Kesinlikle! Sağlıklı beslenme hem fiziksel hem psikolojik durumumuz için çok önemli. Ayrıca sporda performansıma çok katkı sağlıyor.

Her rekorun bambaşka unutulmaz hikayeleri var. Örneğin buzun altında kırdığımız Dünya Rekoru benim ilk rekorumdu. Su 1 derece, buzun altı klostrofobik. Kadınlar rekoru 70, erkekler rekoru ise 100 metreydi. Hedefim hem erkekler hem kadınlar rekorunu geçerek Guinness Rekorlar kitabına girmekti. Rekor denemesi öncesi başka bir dalgıç erkekler rekorunu kırmıştı. Ama birçok zorluğa rağmen 110 metre sualtından giderek rekoru kırdık. Bu tecrübenin beni çok güçlendirdiğine inanıyorum.

Aslında bir hayalim vardı ve o gerçek oldu. Bu sene Antarktika’da daldım ve Antarktika kıtasında tüpsüz dalış yapan ilk Türk Kadın oldum. Şimdi Galapagos ve Tonga’yı çok merak ediyorum.

Yazının devamı...

Sezgisel Yemek Nedir?

Gittikçe hızlanan günlük yaşam, anı yaşamaya fokuslandıkça anda kalmakta zorlanan bireylerin bozulan yeme alışkanlıkları ile ilgili dünya şimdi yepyeni bir akımı tartışıyor: ‘Sezgisel Yemek’...

Tüm dünyada trend olan bu akımla fazla kiloların ve bilinçsiz tüketimin önüne geçmek artık mümkün. Uzman Diyetisyen Seba Sarıtepe, sezgisel yemek disiplinini şöyle açıklıyor, "Sezgisel yemek ile her birey birer ‘sezgisel yiyici’ye dönüşüyor. Aslında her birey bebeklik döneminde birer sezgisel yiyici olarak yiyecek tüketimini sağlıyor. Bebeklerin acıktıklarında ağlaması ya da yemekleri fazla yememesi gibi özellikleri de sezgisel olarak hareket ettiğini gösteriyor. Zamanla kalıplara sığdırılan bu durum bozuluyor. Örneğin, 'Öğlen yemeği saat 12.00-13.00 arasında yeniliyor' kalıbına kendimizi sokarak, acıkmasak bile yemek yiyebiliyoruz, o kalıba uyum sağlayarak ona göre hareket ediyoruz. Oysa ki sezgisel dürtülerimizi kullanarak, acıktığımız zaman yemek yemeği tekrar öğrenmeliyiz. Bozduğumuz sezgiler yüzünden kişi yemek yediğinde, doyduğunu ya da acıktığını da anlamıyor. Kişinin kendisini dinlemesi gerekiyor. Yemeği yerken o ana beynimizi odaklamalıyız. Yediğimiz yemeğin farkına vararak kokusunu, dokusunu anlayarak tüketmemiz gerekiyor. Sezgisel beslenmede tam bu noktada devreye giriyor" diyor.

Sezgisel Beslenmeyi Öğreten ‘Üzüm Egzersizi’

Tüm dünyada yeni bir akım haline gelen ‘Sezgisel Beslenme’ bireylerin yiyecekleri farkında vararak tüketmesini sağlıyor. Bu sayede kilo kontrolünü de eline alan bireyler, birer sezgisel yiyiciye dönüşüyor. Sezgisel beslenmeyi öğreten 'üzüm egzersizi’ni bireylere uygulayan Seba Sarıtepe, "Sezgisel beslenmeyi sağlayan üzüm egzersizi aynı zamanda anda kalmayı ve bunu fark ettirmeyi de sağlayan bir egzersiz. Bu egzersiz basit adımlarla yapılıyor. Öncelikle kişi konunun uzmanıyla birlikte bir üzümü ağzında uzun dakikalarca tutup yedikten sonra, aynı şekilde başka bir üzümü çok hızlı şekilde yiyor. Bu egzersiz birçok kez tekrarlanıyor. Yavaş şekilde yenildiğinde kişi farkına vararak, ‘Aradaki fark nedir, görüntüsü, üzerindeki dokusu nasıl, rengi nasıl’ diyerek sorgulamaya başlayıp üzümü inceleyerek tüketiyor. Buradaki amaç ise meditasyon prensibindeki gibi bir yiyeceğin farkına vararak tüketilmesinin ve bilinçli beslenmenin sağlanması. Özellikle yoğun iş hayatındaki kişiler, hızlı yemek yeme alışkanlığını bu egzersizler ile değiştirebilir. Üzüm egzersizi ile kişiye verilmek istenen farkındalık mesajı, davranışlarımızı alışkanlık haline getirmemizi sağlıyor. Bu egzersiz ne kadar çok yapılırsa, kişinin davranış alışkanlıklarında o kadar fark yaratıyor. Biz kişiye özel analizler yaparak üzüm egzersizi gibi farklı egzersizlerle kişisel bir yol haritası çıkarıyoruz. Gelişen dünya düzeni ve hızlanan yaşamda farklı beslenme alışkanlıkları ile tek tip sağlıklı beslenme yolu olmadığını düşünüyoruz. Her bireyin sağlıklı beslenme düzenini yaşına, çalışma koşullarına göre özel tasarlıyoruz" diyor.

Zihnimizde Yarattığımız Besin Polisi’ni Susturmanın Yolu

Sezgisel beslenmenin hayatını diyet ve kalori hesabı yaparak geçirenler için öneminden bahseden Uzman Diyetisyen Seba Sarıtepe, “Çok fazla diyet yapmış ve çok fazla kilo alıp veren kişilerde sezgisel beslenme çok zayıftır. Kilo problemi olan ve diyet yapan kişiler yedikleri yemeklerde genellikle kalori hesabı yaparak hareket ediyor. Kendi zihinlerinde fazla kalorili yemek yiyenlerin iç seslerindeki ‘besin polisi’ harekete geçiyor. Kişi kendisini suçlamaya başlıyor. Sezgisel beslenmede ise koşulsuzca yemek yemeğe izin veriliyor. Yasaklar genel olarak insanları yemek yemeğe yönlendiriyor. Buradaki amaç ise kişinin yemeğin tadına varması, hissetmesi ve yediği miktarın kendisine yetip yetmeyeceğinin farkında varmasını sağlayarak her insanın sezgisel beslenerek birer sezgisel yiyici olması" diyor.

Yazının devamı...

Dünya Bu Bitkilerle İyileşiyor

Boğaz ağrısına karşı ahududu, uykusuzluğa karşı lavanta yağı, baş ağrısına karşı anason… Dünyanın pek çok noktasında insanlar ağrılara karşı hala kendi doğal yöntemlerini kullanıyor.

Mısır: Baş Ağrısına Anason
Doğu Akdeniz’e özgü anason bitkisi, geleneksel yöntemlerle kurutularak kullanılıyor. Özellikle baş ve mide ağrılarında çay olarak içiliyor. Merkezi sinir sistemi aracılığıyla hem beyin hem de sindirim organlarını rahatlatıcı etkisi bulunuyor. Aromaterapide de anason kullanılan üst notalardan biri. ½ çay kaşığı anason kaynar suyun içinde 10 dakika bekletildikten sonra içiliyor.

Rusya: Boğaz Ağrısına Ahududu
Rusya’da hemen hemen her bahçede yetişen ahududu meyvesi, boğaz ağrısına bire bir. Kırmızı meyvelerin hemen hemen her yerde yabani olarak büyüdüğü bu ülkede hatta Sibirya'da bile, ahududu boğaz ağrısına karşı klasik bir çözüm olarak yüzyıllardır kullanılıyor. Ahududu, tahriş olmuş ve faranjite dönüşmüş mukozanın üzerinde koruyucu bir film etkisi yaratıyor. Ahududu meyveleriz yaprağıyla birlikte taze ya da kurutulmuş olarak sıcak içildiğinde oldukça etkili.
Bir avuç kurutulmuş ahududu meyvesini 250 ml kaynar suya atın, 5 dakika birlikte kaynatın ve soğumaya bırakın. Bitkinin tanenleri yutkunma sorununu hafifletiyor.

Finlandiya: Burun Akıntısına Frenk Üzümü Suyu
Finliler, burun akıntılarını geçirmek için sıcak Frenk üzümü suyu içiyor. Bu siyah üzüm, Laponya'nın geniş Moor orman bölgelerinde bolca bulunuyor. Bu tatlı meyve C vitamini bakımından oldukça zengin. Özellikle alerjik soğuk algınlığı ve ona bağlı olarak burun akıntısında etkili olduğu biliniyor. Kaynadığında vücutta iltihabı önleyen ve alerji semptomlarını azaltan bikti pigmenti ‘quercetin’ serbest kalıyor.

Portekiz: Kuru Öksürüğe Bal ve Yumurta Sarısı
Portekiz’de her çocuk ‘mézinhas’ın bal ve yumurta karışımı öksürüğü karşı özel bir sağlık kürü olduğunu çok iyi bilir. Bunun için 2-3 yemek kaşığı bal bir adet yumurta sarısı ile iyice karıştırılır. Yumurta içerdiği lesitin, protein ve zengin yağ asitleriyle bal da antiviral ve antibiyotik etkisi bulunan glukoz oksidaz enzimiyle, mukozal florayı yatıştırır ve güçlendirir. Ayrıca balda çoğunlukla arıların çiçeklerinden faydalandığı yabani biberiye, kekik ve ağaç kabuklarının iyileştirici yağları da bulunmaktadır.

Fransa: Uykusuzluğa Lavanta
Fransızlar, ülkenin en önemli bitki örtülerinden biri olan lavantanın iyileştirici gücüne sonuna kadar inanıyor. Her şeyden önce lavantanın otonom sistemi üzerindeki rahatlatıcı özelliği bilimsel olarak da kanıtlanmıştır. İçeriği linalool ve linalil asetat, tüm sinirlilik ve yorgunluk belirtileri üzerinde dengeleyici bir etkiye sahip. İyi bir uyku için yastığın üzerine birkaç damla lavanta yağı damlatın. Lavanta kokusu serotonin seviyesini artırıyor ve uykuya dalmayı kolaylaştırıyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.