SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Asırlık Bir Aşk Hikayesi: '1 Numaralı Peron'

‘1 Numaralı Peron’ kitabının yazarı Ece Yazıcı, hayat koşullarının bizim dışımızda değişebileceğini vurgularken şunları söylüyor: ’’Başlangıç noktası ne olursa olsun, değişimi görmek, kabullenmek ve ilerlemek başından sonuna bir yolculuktur. Bu yolculuğun içinde aşk da vardır, birleşmek de, ayrılmak da... 1 Numaralı Peron’dan kalkan tren gibi, hayatımızın her durağında birileri biner, birileri de zamanı geldiğinde sessiz sedasız gider.’’

- Öncelikle kendinizden bahseder misiniz?

1977 yılında Tekirdağ’da doğdum. Yaşamımın çok büyük bir kısmını İstanbul’da geçirdim. 1998 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, dönemin konjonktürü itibariyle bankacılık sınavlarına girmeye başladım. Sektöre ilk adımları böylece attım. İstanbul Ticaret Üniversitesi Uluslararası Bankacılık ve Finans yüksek lisansından dönem birincisi ve onur derecesi ile mezun oldum. Ama bir süre sonra, işin dışında başka bir dünya olduğunu fark edince, içimde ukde kalan şeylere yönelmeye başladım.

Böylece birbirinden farklı da olsa, merak ettiğim pek çok alan ile ilgilenmek ve geliştirmek için fırsat yaratacak şekilde bir hayat dizayn ettim kendime. Yaşam her dakikasından keyif aldığım daha eğlenceli ve daha enerjik bir hale geldi.  Yazmak ise hayatımda bir şekilde hep vardı. Duygu ve düşüncelerimin iniş çıkışlarında sığındığım cümleler küçük denemelerle birikiyordu. Daha önce üzerine pek gidemediğim yazma sevgisinin derinliğini ve sürekliliğini artık daha çok hissediyorum. Hatta, o farklı ilgi alanlarının izlerini 1 Numaralı Peron’da bile görmek mümkün.

- ‘1 Numaralı Peron’ nasıl doğdu?

1 Numaralı Peron’un hikayesini pandeminin ilk aylarında kaleme almaya başladım. Bizi neyin beklediğini bilmediğimiz, hayatımız için endişe ettiğimiz ve bir an önce bitmesini istediğimiz günlerdi. Sevdiğimiz herkesten ve her şeyden uzak geçen o zamanlar benim için en önemli şey üretken olmaktı.

Karşılaştığım bir online yaratıcı yazarlık atölyesi o zamana kadar odaklanmadığım hikaye anlatıcılığı ve yazma iştahını tazelemek için bulunmaz bir fırsattı. Minik hikayelerimi birleştirmek üzere teknik öğrenmeyi amaçlarken, süreç hiç aklımda olmayan yepyeni ve daha büyük bir oluşumun yaratılması ile sonuçlandı. 23 Nisan 2020 tarihinde yazmaya başladım ve temel kurgusunu dört günde tamamladım. Başından neredeyse hiç kalkmamacasına büyük bir heyecan ve zevkle çalıştığım saatler boyunca kendi cümlelerime ve hikayeme öylesine inandım ki! Takip eden yıl ise hikayenin gelişmesi, olay örgüleri ve karakterlerin derinleştirilmesine yönelik çalışmalar ve editörlük süreçleri ile yoğun biçimde devam etti. Mart 2022’de okurla buluşmaya hazırlanırken hiç beklenmedik bir başka olay meydana geldi: Rusya-Ukrayna krizi…

Aslında dünya için üzücü ve sıkıntılı günler kitabın daha ilk günlerinde ona bambaşka bir pencere açmış oldu. Çünkü Boris’in yaşamından kesitler ile başlayan hikayede, Elena’nın Ukraynalı olarak yaratımı olayların doğal akışı içerisinde şekillenmiş; Rusya’nın ilgili dönemdeki tarihini ve sosyo-kültürel yapısını anlamak ve anlatmak yönündeki çalışmalar oldukça önem kazanmıştı. Bundan iki yıl önce o coğrafyada, bir savaşın çıkacağını kim söylese inanmazdım. Bu açıdan tarihlerin böylesine denk düşmesi bana son derece kadersel ve mistik geliyor.  

- Kitapta 110 yıl önce yaşanan bir hikâyeyi kaleme almışsınız. Boris ve Elena’nın aşk hikayesinden nasıl esinlendiniz?

Aslında, her şey yazarlık atölyesinde hikayeleştirmemiz istenen o siyah-beyaz fotoğraf ile başladı! Fotoğrafa bakarken, hikayenin geçeceği döneme ve karakterlerinin kimler olacağına dair hayal gücümü çalıştırmaya başladım. İçimden bir ses bana kuvvetle; o karakterlerin en başta Elena ve Boris olacağını ve hikayenin de 1910’lu yılların başında Rusya’da geçeceğini söylemişti. 

Elena ve Boris’in bakışlarından çok etkilendim. Birinin gözleri şüphe ile karışmış endişeyi ve tedirginliği yansıtırken, diğerinin gözlerinde ise kibir ve umursamazlık vardı. Bu bakışlar bana bir kaçış hikayesini çağrıştırdı. Kaçış hikayesine, yaşanmışlıklar üzerine ortaya çıkan olaylar eşlik etti. Birbirine zıt karakterlere sahip iki insanın bir araya geldiği yerde ise aşkın doğmaması kaçınılmazdı. 

İki kişinin birbirine bakışları ve beden dili beni yazmaya iterken, fotoğraftaki diğer detaylar zaman ve mekan olgularını derinleştirdi. Böylece hikayenin çapı büyüdü, olaylar heyecanla ilmek ilmek birbirine bağlanarak genişledi ve sonunda romana dönüştü. Gerisi tamamen hayal ve yaratıcılığın gücüne kalemin hızının eşlik etmesi…

- Boris ve Elena kimdir? Nasıl bir yolculukları var? Nasıl bir olay örgüsü okuyacak okuyucu? Kitap ne anlatacak?

Boris, dönemin derebeylik sisteminin desteğini en yüksek seviyede arkasına almış, kökten zengin bir ailenin mensubu. Şartlar gereği, Petersburg- Moskova hattında ticarete atılarak yaşam mücadelesi vermeye başlıyor. Elena ise 1 Numaralı Peron’un başkahramanı. Ukraynalı bir ailenin kızı, Rusya’nın o dönemdeki koşullarına bakarsak pek çok ailenin sahip olmadığı/olamayacağı bir imkana sahip olmuş ailesi güzel sanatlar eğitimi almasına zemin hazırlamış ancak tamamlayamadan genç yaşta evlenmiş.

Kurgunun temelindeki bu iki karakterin hayatları farklı sebeplerle yön değiştirdiğinde sonuçlarına da katlanmaya başlıyorlar. Kader bir şekilde yollarını kesiştiriyor ve beraber bir yolculuğa çıkıyorlar. Ancak çıktıkları yolculuğun bir bakıma kendi gerçeklerini değiştirecek bir yolculuk olduğunun henüz bilincinde değiller. Ta ki bu yol, karakterlerin önce kendi kimliklerinin değişimi ile başlayıp bir noktadan sonra da beraber yürünen bir yol haline gelinceye kadar.  

Bu doğrultuda kitabın odağında yeni başlangıçlar yapabilmek ve yeni adımlar atabilmek yer alıyor.

- Kitabın devamı olacak mı? Bugünkü savaşın izlerini de yeni kitabınız da görecek miyiz? Buna değinmeyi düşünüyor musunuz?

Bugünkü savaş dünya tarihinde tanıklık edilenlerden sadece bir tanesi, yeni bile olsa. İnsan hayatını nasıl değiştirdiği, insanların nasıl hissettikleri, neyi nasıl kaybettikleri ya da nelerden nasıl vazgeçmek zorunda kaldıkları gerçekleri ise hiç değişmeyecek. Maalesef ki, her defasında yaşanmak zorunda kalınan göç olgusunu da unutmamamız gerekiyor.

Göç, gidilmek zorunda kalınan topraklarda sevdiklerini bırakmakla eş anlamlı iken, yeni varılan yerde de kimlik ve aidiyet sorununu getirdi. Ne bıraktığınız yer sizin vatanınız ne de geldiğiniz bu topraklar. Tutunmaya çalıştığınız her yerde, herkese ve her şeye yabancısınız artık.

Serinin ilk romanı anlamlı bir noktada kesildiği için devamı niteliğindeki ikinci romanda ise, dönemin tarihi koşulları etrafında şekillenecek olan yaşamlara tanıklık edeceğiz. Aşkın sevgiye ve umuda bağlanışını kuvvetle hissedecek hatta izleyeceğiz. 

- Bugünün Rusya ve Ukrayna çizgisine nasıl bir ışık tutuyor? Sizce bugün Rusya ve Ukrayna Savaşı'nda benzer aşk hikayeleri ya da yaşam kesitleri yer alır mı?

Aslında bugün tanıklık ettiğimiz Rusya ve Ukrayna savaşına gelinceye kadar, dünya birçok savaş gördü geçirdi. Nesillerin böyle üzücü tecrübeler yaşaması ve ders almaması maalesef çok acı. Ancak kitapta da değindiğim gibi, savaşlar aslında haritalar üzerinde hesap yapılmasına ve sınırların değiştirilmesine karar verilmeden önce siyasi ve ekonomik gerekçeler ile başlıyor. Savaş fiili olarak başladığında da insanlar sevdiklerinden göçler ya da kayıplar sonucu ayrılmak zorunda kalıyor.

Aşk bu büyük resmin içinde solan, yaprakları kuruyup paramparça olan bir çiçek gibi. Bir daha gözünüz kadar sakınamayacak, elinize alıp sevemeyecek ve kokusunu içinize çekemeyeceksiniz. Aşkı ayıran sadece savaşlar ya da sınırlar değil aynı ülkede yaşamasına rağmen birleşmeyi başaramayan karakterler de aşkta kalamıyor.

Her ne zorluk olursa olsun ayrı düşenlerin bir gün buluşacaklarına eminim yeter k,i sahip oldukları aşkın değerini bilip hakkını verecek cesarette olsunlar.

- Bu aşk hikayesi üzerinden okuyucuya vermek istediğiniz asıl mesaj nedir?

Benim vurgulamak istediğim, koşullar değiştiğinde nasıl hareket ettiğimiz. Koşulları kendi isteğimizle değiştirebilir, cesaret gösterip alışkanlıklarımızdan konfor alanlarımızdan çıkabiliriz. Koşullar bizim dışımızda değişebilir ve bunlara bir şekilde adapte olmaya çalışır hatta belki mücadele etmek zorunda kalırız.

Başlangıç noktası ne olursa olsun, bu bir değişimdir ve değişimi görmek, kabullenmek ve ilerlemek başından sonuna bir yolculuktur. Bu yolculuğun içinde aşk da vardır, birleşmek de, ayrılmak da. 1 Numaralı Peron'dan kalkan tren gibi hayatımızın her durağında birileri biner, birileri de zamanı geldiğinde sessiz sedasız gider.

Dışarıdan bir gözle bakmayı başarabilirsek, her şeyin bir sebebi olduğunu ve bu sebeplerin de kendimizi yapılandırmaya imkanı verdiğini fark edebiliriz. Unutmayalım ki ne tanıştığımız insanlar ve karşılaştığımız olaylar, ne de bulunduğumuz ortamların hiçbiri tesadüf değil.

Yazının devamı...

En Yardımsever Piyanist, Burçe Karaca

Burçe Karaca, 1989 yılında Ankara'da doğdu bir piyano aşkıyla doğdu. İlk oyuncağı oyuncak bir piyanoydu. Daha sonra ailesinin de yardımıyla beş yaşında piyanoya başladı. Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi flüt bölümünden mezun oldu. Başkent Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Müzik Teorisi ve Kompozisyon Bölümü’nü birincilikle ve tam bursla kazandı. Takip eden sene, ikinci dal okumak üzere girdiği piyano bölümü sınavında da başarı göstererek bu bölümde de okumaya hak kazandı. Üniversite eğitimini iki bölümden de birincilikle mezun olarak tamamladı. 3 Aralık 2020 tarihinde 6 parçadan oluşan ‘Moving Along the Blanks’ adlı ilk albümünü yayınladı. Sinematik ve minimalist tarzda yazılmış bu eserlerin nota kitabı Temmuz ayında dinleyiciler ile buluştu. Burçe, birçok yardım konserlerinde aktif rol alıyor. Özellikle sanata gönül veren ama yeterli imkanlarla sahip olmayan öğrenciler için çalışmaları devam ediyor. 

Piyano benim için eski bir dost gibi. Enstrümanların yıllar içinde elinizin kolunuzu bir parçası haline geldiği söylenir. Benim için özellikle sahnede performans sırasında bir uzantı haline gelmekten çıkıp enstrümanla birleştiğim ve bir olduğum bir duruma geliyor.

Sanatçı olmak başlı başına zor ve uzun bir süreç. Sanatı ve sanatçıyı kollayan bir sosyal düzende sanatınızı icra etmek çok daha olumlu sonuçlar verecektir. Hem maddi hem manevi olarak yıpratıcı bir süreç. 

İstanbul dünya başkentleri arasında dolayısıyla hareket yoğunluğu çok daha fazla ve uluslararası alanda sahneler kuruluyor. Ankara belki bu bakımdan biraz daha kısıtlı ama burada da kemikleşmiş bir izleyici ve dinleyici kitlesi var.

İkinci albümüm için solo piyanonun dışına çıkarak yaylı enstrümanlara da yer verdim ve hepsi piyano eşlikli olmak üzere toplam sekiz adet parçayı Galata Canavar Stüdyoları’nda dört günlük bir stüdyo kapanmasıyla birlikte kaydettik. Albümü oluştururken, dinleyenlerin ilk parçadan son parçaya kadar bir tren yolculuğu yaptıklarını imgeledim. Bu sebeple albümün adı ‘Journey on Rails’ (Raylarda Yolculuk) oldu. Albüm, Ada Müzik etiketi ile Kasım ayında dinleyiciler ile buluşacak. 

Sayısını bilemiyorum fakat çeşitli vakıflarla ve yardım kuruluşlarıyla bu konserleri olabildiğince fazla düzenlemek ve yardıma muhtaç kişiler ve hayvan dostlarımıza doğru kanallardan en doğru şekilde ulaştırmak benim için çok önemli. Hayatımda manevi olarak beslendiğim iki alan beste yaparak yeni eserler üretmek ve destek konserleri düzenleyerek yardıma muhtaç kişilere ulaşmak. Her iki alanı da olabildiğince genişletmek bana iyi hissettiriyor.

Birlikte çalıştığım çeşitli vakıflar aracılığı ile belirli aralıklarla konserler düzenliyoruz. Bu konserler özel günlerde veya özel bir durum için düzenlenmiş konserler oluyor. Bu yıl Ceren Özdemir Bursu kapsamında konservatuvarda okuyan kız çocuklarına yardımcı olmak için oluşturulmuş bir fon için sahnedeydim. 4 Kasım’da Ankara Gökyüzü Sanatsal İyilik Vakfı ile bir konserim olacak. 3 Aralık‘ta da Dünya Engelliler Günü’nde, engelli çocuklar için sahnede olacağım. Bu konserlerde amaç yardıma muhtaç, dokunabildiğimiz tüm canlara ve canlılara elimizi uzatmak ve herkesin eşit olduğu bir düzlemde engellerin önüne geçebilmek. 

Köy okullarında çocuklara çalmak, uzun süredir hedeflerimin arasında. 

Yeni eserler üreterek albüm çalışmalarıma devam edeceğim. Türküler düzenlemelerimle birlikte yeni eserlerin bulunduğu bir Anadolu albümü yapmak var aklımda. Festivaller ve konserlerde yer alarak yeni dinleyicilere ulaşmak da hedeflerimin arasında

Yazının devamı...

Müziğiyle toplumsal mesaj veriyor

Arda Foster, genç bir müzisyen. Henüz yolun başında ama müzik adına geleceğe dönük pek çok hayali var. İlk single çalışması ‘Gına Geldi’ye çok inanıyor ve dinleyicileriyle müzik aracılığıyla sıkı bir bağ kurmak istiyor.

- Öncelikle kendinizden bahseder misiniz? 


Çocuk yaşlarımdan beri müzikle uğraşıyorum. Müzik her zaman tutkularımdan biri oldu. Hem popüler müzikle ilgileniyorum hem de geçmiş yılların klasiklerini seviyorum. Uzun dönem profesyonel olarak voleybol oynadım. Hala da voleybolun sıkı bir takipçisiyim. Şu anda, yeni şarkım ‘Gına Geldi’ ile büyük bir heyecan yaşıyorum ve bu heyecanımı herkesle paylaşmak istiyorum.


- Müzik eğitimi aldınız mı?


Formal bir eğitim almadım. Ancak okul hayatım boyunca yeteneğimi fark eden öğretmenlerimden özel destek gördüm. Ayrıca son dönemde akademik olarak müziğin içinde olan hocalardan ders alıyorum. Beni geliştiren çalışmalar yapıyorum.


- Müzik yeteneğinin sonradan kazanılmadığını biliyoruz. Siz, müzikle olan ilişkinizi keşfettiğiniz ilk anı hatırlıyor musunuz?

Daha ilkokula başlamadan önce evde babaannemin plakları ilgimi çok çekerdi. Türkülerden oluşan bir plak koleksiyonu vardı. Ayrıca akrabalarımız arasında çok iyi kemençe üstatları var. Ailemizde müzisyen çok. Benim de müzik aşkım bu plaklarla başladı aslında. Şarkı söylemeye başladığımda ise herhalde 4-5 yaşlarındaydım. İşin özeti, beni daha çok ailem keşfetti diyebilirim.


- Müzik adına yaşadığınız zorluklar oldu mu, halen karşılaşıyor musunuz?

Türkiye’de iyi bir şey yapmak istiyorsanız mutlaka zorluklarla karşılaşırsınız. Müzik piyasasında bir yer edinmek istiyorsanız, uzunca bir dönem yapımcılara muhtaçtınız. Benim de tatsız şeyler yaşadığım, kariyerimi yavaşlatan olaylar oldu. Ama bunların hepsi geçmişte kaldı. Zor dönemlerime odaklanmak yerine; yapabileceklerime, potansiyelime ve geleceğe vermek istiyorum tüm enerjimi. Bu enerji ve beni destekleyenlerle birlikte tüm zorlukları aşacağımı düşünüyorum.


- Yeni single’dan bahseder misiniz? İlk çalışmanız mı?

Müzikal geçmişim için ikinci, solo kariyerim için ilk çalışmam ‘Gına Geldi’. Söz ve müzik Efe Burak'a ait. Aranjesini ise Baran Etik yaptı. Şarkımın klibi için de Buğra Karaçam'la çalıştık. Ve ilk solo single’ımda desteğini hiç esirgemeyen yakın dostum Naz, güçlü sesiyle şarkıma vokal yaptı. 

- Şarkı sözlerini kendiniz mi yazıyorsunuz? Nelerden besleniyorsunuz?

Bu şarkının sözleri bana ait olmasa da benim hayat felsefemi ve söylemek istediklerimi ifade ettiği için kaydetmek ve bu sözleri haykırmak istedim. Kendi yazıp bestelediğim şarkılarım da var. Onlara da sıra gelecek... Önümde uzun ve açık bir yol olduğunu düşünüyorum. İlerleyen zamanlarda bunları dinleyicilerimle buluşturmak istiyorum. Bu şarkıyla amacım, toplumsal bir mesaj vermek. İnsanların kendi yaşam alanlarında başkaları tarafından özgürlükleri kısıtlanmadan özgürce yaşadıkları bir dünya hayal ediyorum. Ve ‘Gına Geldi’ ile bu dünya için bir adım atıyorum. Çünkü önce ‘Dur’ dememiz gereken şeyler, ‘Dur’ dememiz gereken birileri var. 


- Her müzisyen kendi tarzını yaratmak ister. Sizi diğer müzisyenlerden ayıran en önemli özelliğiniz nedir?

Her insan özeldir, herkes kendine özgüdür ve farklıdır. Sırf ‘Arda’ olmak bile beni farklı yapıyor. Benim söylemek istediğim aynı şeyleri başkası söylese o da başka bir şey olurdu. Ben bir tarza bağlı kalmak istemiyorum. Zaten belli bir kalıbın içine kendimi sokmak ruhuma ters. Bugün pop müzik yapıyorsam, bir sonraki çalışmamda rap de yapabilirim. Ben genel anlamda müzik yapmayı seviyorum. 

- Kariyerinizde gelecek için hayaliniz nedir?

Müzik camiasında Arda Foster dendiği zaman akla güzel şeyler gelsin istiyorum. Yaptığım işin değer görmesini, takdir edilmesini arzu ediyorum. Ve en önemlisi de sevdiğim işi, hiçbir beklenti içinde olmadan, ticari kaygılar gütmeden yapıyorum. Kendimi iyi ifade etmeyi başararak, dinleyicilerimle sıkı bir bağ kurmayı hedefliyorum. Ben bunu başardıktan sonra zaten bütün hayallerimin gerçekleşeceğine inanıyorum.

Yazının devamı...

Gençliğin mucizesi, kolostrum

Halk arasında ilk ağız sütü olarak bilinine ve doğumdan sonraki ilk 24 ila 72 saat arasında salgılanan ‘kolostrum’, içeriği itibariyle cilt için de inanılmaz bir bileşen… Tüm canlılar için bağışıklığı güçlendiren adeta bir ‘ilk aşı’ etkisi, yaşlanma etkileriyle savaşıyor. Detayları, Dermalista Laboratories kurucusu Bengühan Bora Usta’dan dinledim…

- Kozmetikteki yolculuğunuz nasıl başladı?

İki çocuk sahibi bir anneyim. 15 yılı aşkın süredir reklam sektöründe yer alan bir iletişimci olmanın yanı sıra, ulusal ve uluslararası alanda sektöründe öncü birçok markayla çalışan bir kreatif ajansın kurucu başkanıyım. Hayatım boyunca yeni başarılara imza atmak ve fark yaratmak odağıyla bir keşif arayışında oldum. Hep aklımda olan bir hedef olmasa da cilt bakım alanında bir marka yaratmak bu arayışla ortaya çıktı diyebilirim. Bu noktada yeni bir şeyler üretmek, mesleki bir yatkınlık diye düşünüyorum.

- ‘Kolostrum’ nedir?

Halk arasında ilk süt, ağız sütü veya altın süt olarak da bilinen kolostrum, doğumdan sonraki ilk 24 ile 72 saatler arasında salgılanan çok kıymetli bir bileşendir. Her yeni doğan memeliye ilk gıdayla birlikte geçerek büyümeyi ve gelişmeyi destekler, bağışıklık sistemini güçlendirir ve hastalıklardan korur. Olağanüstü faydaları sebebiyle adeta canlılar için bir ilk aşıdır. Kendi doğumumda yanımda yer alan ebenin bu sütü yüzüme sürdüğümde yaşayacağım mucizelerden bahsetmesiyle ilk farkındalığa ulaştım.

- İlk ağız sütü ya da kolostrumun faydalarından bahseder misiniz?

Kolostrum, probiyotik bir içeriğin ötesinde çok daha komplike bir bileşen. Yüksek immunoglobulin, hyalüronik asid, K2 vitamini, D vitamini, C vitamini, silika, probiyotik ve protein içeriğine sahip. Ciltte, büyüme faktörlerinin sayısını artırır, anti-aging etki sağlar ve cilt bariyerini onarır. Antimikrobiyal etkisi ile de ciltte inflamatuvar oluşumunu da azaltır. Bu sayede hassas cilt şikayetlerini gidermeye de yardımcı olur. Her yönüyle iyileştirici güce sahip olan kolostrum, vücudumuzun doğal yaşlanma etkileriyle mücadele etmek için ihtiyaç duyduğu birçok aktif maddeyi içerir. DNA yaşlanmasını yavaşlatmaya yardımcı olabilecek, sadece kolostrumda bulunan enzim olan telomeraz, DNA zincirlerinin kısalmasını önleyebilir ve hasar görmemiş cilt hücrelerinin kendilerini tekrar tekrar kopyalamasını sağlayabilir.

- Güzellik dünyasında bugün gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her yıl piyasaya yeni ürünlerin giriş yaptığını görüyoruz; fakat kozmetik pazarı genişlese de bu ürünlerin aşağı yukarı bileşenleri hemen hemen aynı. Ciddi anlamda bir tekrara düşme durumu var. Ancak kolostrum ciddi bir farkla ayrışıyor; ilk kez bebekliğimizde tek seferlik olmak üzere karşılaştığımız ve bağışıklık sistemimizi kurarak bizi hayata hazırlayabilecek güce sahip bir bileşen. Bu sebeple yaşlanma karşıtı birçok biyoaktif maddeyi içeren kolostrum, gelecek yüzyıla damga vuracak diyebilirim.

- Son dönemin en favori güzellik içerikleri neler?

Son dönemin en favori içeriğinin, doğal ürünler olduğunu söyleyebilirim. Doğala olan ilgi, her geçen gün artarak devam ediyor; ki, bu bizi fazlasıyla sevindiren bir gidişat. Doğadan gelen bitki özleri, güzellik içeriklerinde hala popülerliğini koruyor. Ben de bu ürünleri çok seviyorum.

- Siz kişisel bakımınızı nasıl yapıyorsunuz?

Genel olarak dermokozmetik ya da doğal içerikli ürünler kullanmaya özen gösteririm. Eczacı olan bir anneyeve ve teyzeye sahip olmanın avantajıyla her zaman doğal ve dermokozmetik ürünler tercih ettim. Hatta, annemi eczanemizdeki laboratuvarında cilt ürünleri hazırlarken merakla ve hayranlıkla izlerdim. Yaşım ilerledikçe de bu ürünleri deneyimleme şansım oldu. Annemin de yönlendirmeleriyle, hep bilinçli bir tüketici oldum. Rutin cilt bakımımda serum ve nemlendiriciler önemli bir yere sahip oldu. Tüketici olarak hep var olmayanı aradım çünkü tatmin noktam, gerçekten fayda sağlayacak etkinlikte ürünleri deneyimlemek.

- Doğal ve temiz içerikli kozmetik konusunda düşünceleriniz neler?

Doğal ve temiz içerikli kozmetik, zararlı kimyasal ve katkı maddesi içermeyen ürünlerden oluşur. Özellikle son dönemde, kullanıcıların dermokozmetik alanında daha da bilinçlenmesi, temiz içerikli kozmetiğe yönelmeyi arttırmış durumda. Günümüzde üretilen yüzde 100 doğal ürünlerin, aynı zamanda çevre dostu olmasına da özen gösterilmesi gerekiyor. ‘Temiz içerikli’ markalar, camdan, geri dönüştürülmüş veya geri dönüştürülebilir plastikten kozmetikler için kaplar ve ambalajlar üretmeli. Birçok marka, yenilikleri yakından takip ederek ürün portföyünü bu yönde geliştirme yolunda ilerliyor. Ayrıca tüketiciler, ürün satın alırken üzerinde yazan “doğal” ya da “bitkisel” kelimelerine aldanmadan, ürünlerin sertifikalı olup olmadığı konusunda dikkatli davranmalı.

Yazının devamı...

Aile Dizimi Hakkında Her Şey

Aile dizimi konusu son günlerin en konuşulan ve en deneyimlenmek istenen konularından bir olarak karşımıza çıkıyor. Hatta uygulamayı merak edenler kişiler aynı zamanda bu deneyimi yaşamak istiyor. Yöntemi destekleyenler olduğu gibi karşı çıkanlar da var. Aile dizimi uygulamasının temelini, bilimsel yanlarını, kimlere, nasıl güveneceğimize dair aile dizimi eğitmeni Devani Dilek Yıldız Işık ile konuştuk.

- Bize öncelikle aile dizimi nedir anlatabilir misiniz?

Aile dizimi, benim de uzun yıllar eğitim aldığım hocam, Alman psikoterapist Bert Hellinger tarafından geliştirilmiş, kişiyi içine doğduğu aile sistemi (önceki kuşaklar dahil) ve orada fark edilmeyen gizli bağları da dahil ederek daha bütünsel şekilde ele alan bir yöntem. Psikoterapist Virginia Satir'in Aile Heykeli, Moreno'nun Psikodrama, Transaksiyonel Analiz gibi kendisinden önceki pek çok başka yönteminden de esinlenmiş. En basit anlatımla, biz ailelerimizden sadece saç, göz rengi gibi fiziksel özelliklerimizi, yeteneklerimizi miras almıyoruz, aynı zamanda ebeveynlerimiz ve onlardan önceki ebeveynlerinin kendi yaşam süreçlerinde, çok zor olduğu için sinir sistemlerinin sindiremediği, tamamlanmamış duygularını da (korku, acı, öfke vb gibi) miras alıyoruz der. Bu aile diziminin kuşaklar arası travma aktarımı diye bilinen bölümü.

- Bu aktarımlar üzerine bilimsel bir kanıt var mı?

Pek çok farklı bilimsel araştırma var. Mesela, Atlanta'da Emory Üniversitesi’nde fareler üzerinde araştırmalar yapılmış. Erkek farelere kiraz çiçeği koklatırken aynı zamanda elektro şok verilmiş, sonra bu erkek farelerden alınan spermlerle hiç şok ve travma yaşamamış dişi fareler döllenmiş. Bu dişi farelerden doğan çocuklara kiraz çiçeği koklatıldığında (bireysel deneyim olarak kendi hayatlarında daha önce hiçbir korku unsuru ile karşılaşmadıkları halde) sanki elektro şok veriliyormuşçasına çok büyük endişe ve korku deneyimledikleri saptanmış (beyinlerinin ve burunlarının korkuyla ilgili bölümlerinde büyük tepkiler ve değişimler ölçümlenmiş). Epigenetik aktarımla ilgili uyanışın başlaması açısından bu deneyler jenerasyonlar arası aktarımı görebilmemiz için çok çarpıcı bir başlangıç oluyor.

Çok sevdiğim bir diğer çarpıcı araştırma, New York’ta bir tıp fakültesinde Psikiyatri ve Nörobilim alanlarında uzman olan Profesör Dr. Rachel Yehuda’ya ait. Kendisi aynı zamanda travma sonrası stres bozukluğu konusunda da dünyada önde gelen uzmanlardan. Yehuda, pek çok çalışmayla savaş gazilerini, soykırımdan kurtulanları ve onların çocuklarındaki hatta torunlarındaki nörobiyolojik durumu inceliyor. Sonrasında araştırmalar ispatlıyor ki bu kişilerin sonradan gelen kuşakları, kendi hayatlarında böyle travmalar yaşamamış oldukları halde, ‘Travma Sonrası Stres Bozuklukluğu’ belirtilerine sahip oluyorlar. Bunlara benzer pek çok başka bilimsel araştırmalar da mevcut.

Aile diziminin kapsadığı ve vurguladığı diğer önemli açı ise Jung’un da çok önemsediği kolektif vicdan konusu; içine doğduğumuz aileye aidiyet duygumuz ve sadakatimiz üzerinden bizi etkiler. Örneğin, annem mutsuz bir kadın ise ben de mutlu olmaya cesaret edememem, mutluluğa her yaklaştığımda belki de farkında olmadan kendimi sabote ederim. Bu aidiyet duygusu ve sadakat etkisi ile önceki kuşaklarda yaşanan zorlukları tekrarlamaya meylimiz olur. Mesela köklerimizde göç varsa, atalarımız göç ederken malını, mülkünü, toprağını, sevdiklerini orada bırakıp kaçmak, ayrılmak zorunda kaldıysa, biz de hayatımız boyunca onlara olan sadakatimizden; para kaybetmeye, sürekli taşınmaya ve hayatımızı her seferinde yeniden inşa etmeye çalışmak gibi zorlukları hayatımıza çekmeye meyilli olabiliyoruz.

- Aile dizimi kişiye nasıl uygulanıyor?

Bu metod, genellikle bir grup içerisinde uygulanır. Belki de hiç tanımadığınız diğer grup üyelerinin ve uygulayıcının yardımıyla oluşturduğunuz dizim, aile sisteminizdeki gizli dinamiklerin ışığa çıkmasına yardım eder. Siz diziminiz açıldığı sırada çoğu zaman sadece oturup seyredersiniz; bir iç görü, anlayış kazanabilmek için.

Diyelim ki, anneniz kendi annesini daha küçük bir çocukken kaybettiyse, bu bir çocuk için çok büyük bir travma olduğundan büyük olasılıkla bu kayıpla yüzleşmek çok zor gelecek ve anneniz çocukluğundan itibaren kendi annesine bakmamaya başlayacaktır. Bu durumda genellikle siz dünyaya geldiğinizde o boşluğu doldurmak için, sanki kendi annenizin annesi imiş gibi hissetmeye başlayıp ona annelik yapmaya çalışabilirsiniz.

Ya da onun geçmişte tutamadığı yası, acıyı, öfkeyi hissetmeye başlayabilirsiniz. Kendi bireysel yaşamınızda bir kayıp, yas konusu olmasa bile içinizde hep bu yas duygusunu taşıyabilirsiniz. Bu kişi ile dizim açıldığında ise uygulayıcı o anneannenin daha görünür olabilmesi için yardım eder. Bu konuda adımlar atılabilirse biz annemiz için günlük hayatımızda da bir şeyler yapmaya çalışmayı bırakırız, ona annelik yapmayı da… Anneannemizin yerini ve yaşamın ondan bize aktığı, annemizin de her şeye rağmen vazgeçmeyip hayatta kaldığı ve bize hayat verdiği gerçeğini onurlandırılabiliriz. Bu basit iç görü bile inanılmaz güçlü bir etki yaratabilir. Taşıdığımız yas ve acının da aslında bize ait olmadığını daha net gözlemlemeye ve farkına varmaya başlayabiliriz, o zaman kendi hayatımıza gitmek daha kolay ve özgür hale gelir.

Aile dizimi, enerjetik bir çalışma gibi görünse de her şeyden önce bize farkındalık getiren, olaylara çok daha geniş açıdan bakmamıza yardım eden, bizi köklendirip, güçlendiren ve kalbimizi sevgiye ve olana daha çok açmamıza yardım eden bir yöntemdir.

- Siz bu alana nasıl yöneldiniz ve bu uygulamaları yapmak için nasıl eğitimler aldınız?

Ben bu yöntemle tanıştığımda çocukluktan itibaren çok derinlerde, hep suçluluk hissederek büyümüş bir insandım. Aldığım hiçbir eğitim ya da yardım ne olursa olsun bu duygumu hafifletememişti. Sonra, bundan yirmi yılı aşkın süre önce bir gün, ilk kendi dizimim açıldığında; annemin pek çok kürtajı olduğunu ve hem doğmamış kardeşlerim adına, sanki annemmişim gibi sorumluluk ve suçluluk taşıdığımı hem de kardeşlerim yaşamazken bu dünyada var olmaktan da çok derin suçluluk hissettiğimle ilgili büyük farkındalık yaşadım. Benim için çok etkileyici ve derin bir çalışmaydı.

İşte tam bunun üzerine yıllardır hem danışmanlığını hem ortaklığını yaptığım anaokulumu, arkadaşlarımı, sevdiklerimi, evimi bıraktım. Elime bavulumu alıp dünyayı dolaşmaya başladım. Özellikle birlikte on yılı aşkın bir süredir aile dizimi uygulayıcılık eğitimleri de verdiğim, kendi alanında uluslararası saygın ve özel bir yere sahip Alman psikolog Svagito Liebermaster’ın İspanya, İtalya, Hindistan, Bulgaristan gibi pek çok farklı ülkede verdiği eğitimlerde önce defalarca katılımcı oldum ve sonra asistanlık yapmaya başladım.

Bu yöntemi geliştiren kişiyle daha çok vakit geçirebilmek, ondan daha çok şey öğrenebilmek için sevgili hocam Bert Hellinger’in Avusturya’da yaptığı yoğun, ileri seviye eğitim kamplarına katıldım. Onun her şeyin ötesinde bir insan olarak duruşu, varoluşuyla bana dokunması da çok kıymetliydi. Denk getirebildiğim her an onun Çin (biraz çılgıncaydı, çünkü lisanla ilgili zorluklar yaşadım ama vazgeçmedim), Meksika ve sıkça gittiği İspanya gibi ülkelerde yaptığı daha kısa eğitimlere, atölyelere de katıldım. Sekiz yıl boyunca Türkiye’ye yalnızca yılda 1- 1.5 ay geri geliyor sonra dünyayı dolaşmaya devam ediyordum. Sadece eğitim ortamları ya da inzivalarda kalarak geçen inanılmaz besleyici ve çok derinleştirici bir dönemdi benim için… Hem bir eğitmen ve uygulayıcı olarak hem de aynı zamanda bir insan, bir var oluş olarak... Bunun için şükran doluyum.

Tüm bu süreçlerde Travma ve Sinir Bilimi’yle ilgili donanımın hayatımızda ne kadar önemli olduğunu fark edip Almanya da Dr. Peter Levine'in enstitüsünde 3 yıl somatik deneyimleme eğitimi aldım. O zamanlar bu eğitim Türkiye’de henüz başlamamıştı. İtalya’da 3 yıl Psikiyatrist Wilhelm Reich'in öğrencisi Dr. Alexander Lowen'in yarattığı sistem olan biyoenerji eğitimimi tamamladım. Ayrıca kurucusu Harward'lı psikiyatrist Dr.Thomas Trobe’un merkezi Sedona’da olan Lerning Love Enstitüsü’nün yaklaşık 15 yıldır sertifikalı eğitmenlerindenim ve eğitmenleri olabilmek için yaklaşık 5 yıl da onlardan da eğitim aldım.

Benimki gerçekten biraz çılgın adanmış zamanlardı. Hem kendim hem yaptığım işle ilgili daha farkındalıklı ve bilinçli olabilmek ve kendi gerçeğimi de daha derinden bulabilmek için. Buna çok inanıyorum kendiniz geçmediğiniz bir yere sizinle çalışan kişiyi davet edemezsiniz, bu yapay olur. Aile dizimi şimdilerde dikkat çekti ve bu konuda bilgi almak isteyen, uygulamak isteyen çok kişi var.

- Aile dizimi ile ilgili olarak son dönemde bir bilgi kirliliği olduğunu düşünüyor musunuz?

Aile dizimine ilgi dürüstçe söylemek gerekirse, beni biraz endişelendiriyor. Öncelikle birden bire çok fazla insan eğitim almak için bize başvurmaya başladı ve hızla sonuca ulaşıp bir an önce uygulayıcı olma sevdası var. Maalesef daha kendisi insanlarla çalışma konusunda yeterli eğitim almamış, pişmemiş pek çok kişi eğitim vermeye başladı. Bu çok tehlikeli olabilir. Bir de dizi, sanki aile dizimi kişinin destek alabileceği, farkındalık geliştirebileceği, dönüş yaşayabileceği tek yöntem gibi bir his yaratmış olabilir. Bu da tehlikeli, çünkü tüm sistemlere bütüncül bakmak lazım. Kişinin ihtiyacına bağlı bilimin, psikolojinin bize sunduğu pek çok yaklaşım ve yöntem var. Kendi zorlandığım konulardaki tecrübemde de böyle; birkaç farklı yöntemden destek aldığımda yaşamımda pek çok şey daha rahat dönüştü.

Diğer bir konu ise diziden dolayı aile dizimi sanki medyum gibi birinin geçmişte hangi yaşta, bizim başımıza ne geldiğini bilme metodu gibi hissedilmiş olabilir. Bunu da tehlikeli buluyorum. Umarım medyum tarzı yaklaşımlar artmaz bu dönemde. Çünkü aile dizimi temelde olgular, gerçekte olmuş önemli olaylarla çalışır. Zaten birinin beş yaşında başına bir şey geldiğini bilmesi değil, o başına gelen şeyle başa çıkabilecek kaynaklarla bağlanması, sinir sistemini regüle edebilmesi ya da o olaydan kendisini uzaklaştıracak, daha sağlıklı bir duruşa taşıyacak desteği alabilmesi önemli. Dönüşümler bazen hızlı olsa da genel olarak bir prosese ve zamana ihtiyaç duyarlar, bunu mutlaka hatırlamak lazım.

- Herkes bu uygulamadan yararlanabilir mi? Ya da sakıncalı durumlar söz konusu mu?

Eğer bu yöntemin yardımcı olabileceği, sizi destekleyebileceği bir konunuz varsa bile yaşamınızda hangi noktada olduğunuz, sinir sisteminizin gücünün hangi ölçüde bir yüzleşmeyi kaldırabileceği, fiziksel sağlığınızın nasıl olduğu gibi konular çok çok önemli. Bu günlerde bana son dönem kanserim hemen dizimimi açar mısın diye yazan kişiler var. Oysa çok büyük olasılıkla bu kişilerin öncelikli ihtiyaçları kemoterapi sonrası bedenlerini toparlamak, sinir sistemlerini güçlendirici belki travma iyileştirici ya da paylaşım desteği alabilecekleri çalışmalara katılmak olabilir.

- Birçok kişi aile dizimine inanmıyor ve karşı çıkıyor. Hatta buna bilim dünyası da dahil diyebilir miyiz?

Evet, bilim insanları bu konuda ikiye ayrılıyor, yeni gelişimle epigenetik ve travma araştırmaları birçok açıdan bu kuramları doğrulasa da henüz elle tutulup somut hale getirilmemiş konular ve tartışmalar da var. Gen bilimi ya da genel olarak bilim, insanı ve insanın psişesini araştırmaya devam ediyor, pek çok konuda daha bilinmeyen pek çok gizem var. Bununla beraber aile dizimiyle ilgili doğrulanmış yadsınamayacak kadar çok gözlem olduğu gerçekliğini de unutmamak lazım. Bu yöntemi yasal olarak mahkemelerde bile kullanan ya da sağlık sigortalarında ödeme yapılan sağlık yöntemlerine dahil eden ülkeler olduğu da bir gerçek.

- Aile dizimi almak isteyen kişilere tavsiyeniz nedir? Kimden alacaklarına nasıl karar vermeliler?

Öncelikle iyi araştırmalılar. Bu kişi eğitimlerini kimden almış, eğitim sürelerini gösteren sertifikalar var mı, eğitimlerini aldığı kişilerin bu konudaki yetkinlik düzeyleri ve tecrübeleri neler? Bu kişi sadece aile dizimi yöntemini mi biliyor, yoksa aynı zamanda başka eğitimleri de var mı? Özellikle ‘Somatik Deneyimleme’ gibi sinir bilimi temelli, travma farkındalığı olan eğitimler almış mı? Çünkü eğer uygulayıcının yeterli farkındalığı yoksa dizimi açılan kişiyi yanlış noktalara götürebilir ya da yeniden travmatize edebilir. Tüm araştırmalardan sonra da hemen gidip bir dizim açılmasını istememeliler. Önce gidip bir grup çalışması izlesinler, hissetsinler. Bu kişi yeterince şefkatli mi, güvenilir mi? Farkındalıklı mı? Bu yöntem gerçekten bana uygun mu? Bu kişiye güvenip kendimi açabilir miyim? Tamamen teslim olmadan önce kişi gözlemci pozisyonunda bir daha da iyisi birkaç kez, dizim açılımı yaptırmak istedikleri kişiyi ya da benzerlerini pasif katılımcı olarak gözlemlemeliler.

Yazının devamı...

Hepsi grubundan Yasemin Yürük yıllar sonra müziğe geri döndü

Uzun bir süre önce dağılmalarına rağmen hala popülerliğini koruyan Hepsi grubunun sportif üyesi Yasemin Yürük, ‘Düştüm Gülüşüne’ adlı teklisiyle müziğe geri döndü. Prodüktör Selami Bilgiç ile stüdyoya giren Yasemin Yürük, yaz aylarının dinamizmini yansıtan bir dans şarkısı olan ‘Düştüm Gülüşüne’ ile sevenlerinin karşısına çıkıyor. Geri dönmesi konusunda şarkının süpervizörlüğünü de yapan Yasemin Şefik’in kendisini ikna ettiğini söyleyen Yasemin Yürük, parçanın hikayesini şöyle anlatıyor: “Her şey Yasemin’in ‘Hadi gel, Selami’nin şarkısını sen oku’ demesiyle başladı. ‘Yok yapamam, kaç yıl oldu’ dedim ama kendimi bir anda stüdyoda buldum’ diyor. Hikayenin devamı sohbetimizde…

- Hepsi grubundan sonra uzun bir soluklanmanın ardından yeni single’ınızı yayınlandınız? Neden bu kadar ara verdiniz?

Hmmm, aslında kendimle kalmayı seçtim… Ne istediğimi bulmalıydım. Ama neleri istemiyorum onları da çok iyi biliyorum artık.

- Müzik olmadan geçirdiğiniz o uzun sessizlik döneminde neler yaptınız?

Bu süre için de kişisel spor eğitmeni oldum. Fiziksel olarak kendimi geliştirdim. Biraz hareket odaklı biriyim. Beden ve zihin farkındalığına odaklandım diyebilirim.

- Spor koçluğu hobi miydi? Profesyonel olarak hep yaptığınız bir şey miydi?

Ben zaten konservatuar, klasik bale eğitimliyim. Fiziksel hedeflerde disiplin sistemine hakimim. Ama pek tabii yeni bilgiler edinmek gerekti. Eğitimler aldım ve aslında 6-7 yıldır eğitmenlik yapıyorum. Bu iş biraz kilometre meselesi. Tecrübelenmek gerekiyor. Ders vermeyi bırakmak istemiyorum, çok keyif alıyorum çünkü.

- Yeni teklinizde kimlerle çalıştınız? Biraz onu anlatın?

Selami Bilgiç, şarkının sahibi aslında, sözler Atilla Cem… Bu süreçte de Sony Music ile yol aldık.

- Şu andaki hisleriniz neler, ne hissediyorsunuz şu anda?

Biraz tek olmak garip geliyor açıkçası. Kızlar olmadan ilk kez müzik yapıyorum. Ama bu süreçte çok destek oldular bana.

- Bu projenin ardından neler olacak?

Açıkçası biraz kendimi hatırlatmaya çalıştım. Bundan sonra biraz daha kendi istediğim gibi müzik yapmayı planlıyorum. Ama sadece müzik alanında da sınırlı kalmak istemiyorum. Dizi ya da film projeleri de olabilir.

- Müzik dünyasında bir farklılık gördünüz mü çok uzun süreden sonra?

Ooo, bayağı hem de… Çok şey değişmiş. Eskisinden daha zor olmuş bir şeyler yapmak özellikle de kadın olarak…

- Neler değişmiş sizce müzik piyasasında?

Eski tadı yok...

Yazının devamı...

Davet sofrası nasıl hazırlanır?

‘Davet Sofraları’… Doğan Solibri’den yayınlanan kitap, mevsimler hatta aylara göre evde arkadaşlara, dostlara verilecek bir davet için menüler sunuyor. Tariflerin yanı sıra masa düzenleri de yer alan kitapta 8 kişilik ve her ay için 10 farklı sebze, meyve ve et yemeklerinden oluşan yemekli davet menüleri bulunuyor. Her mevsimde raflarda yer alan taze sebzelere göre hazırlanan menüler, yemeklerin birbiriyle uyumunun yanı sıra, dengeli beslenme esasları da gözetilerek kaleme alınmış. Tüm menüler; 1 çorba, 4-5 soğuk meze, 1 sıcak meze, 1 ana yemek + yan yemek ve son olarak da tatlı servisi içeriyor.

Ancak kitabın yazarı Pet Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı, KEV (Köksal Eğitim Vakfı) Başkanı Zeynep Köksal Yaykıran, bu ikinci kitabıyla aynı zamanda ülkemizde olmayan bir konuya da el atıyor. Kitap, Köksal Eğitim Vakfı’nın başarılı çalışkan öğrencilerine burs fonu oluşturan bir sosyal girişimcilik projesi. Yaykıran, tüm telif hakkını Yönetim Kurulu Başkanı olduğu, Köksal Eğitim Vakfı’nın burs fonuna bağışlıyor. Yani bir kitap satın alarak aynı zamanda onlarca üniversite öğrencisine de fayda sağlıyorsunuz. 2020 yılında Fortune dergisi tarafından Türkiye’nin en güçlü 50 iş kadını arasında gösterilen yazar, iş insanı ve sporcu kimlikleriyle pek çok şapkayı bir arada taşıyan Yaykıran ile iş insanlığı, yemek merakı ve tabii yeni kitabı üzerine konuştuk.

- ‘Davet Sofraları’, ‘Eline Sağlık Anneciğim’den sonra ikinci kitabınız. Yemek kitabı yazan patronlar azdır iş hayatında. Bu kitabı neden yazdınız?

İlk kitabımı Köksal Eğitim Vakfı Başkanlığı’nı devraldıktan sonra yazdım. Esas gayem vakfın bilinirliğini artırmak ve de vakfa kaynak sağlamaktı. Her iki kitabımın geliri ile onlarca üniversite öğrencisinin bursunu karşıladım. İlk kitabımdan sonra yazamaya devam ettim. İkinci kitabı ise evde davet vermenin pek çok insanın alışık olmadığı bir konsept olduğu ve Türkçe literatürde benzer kitap olmadığı düşüncesiyle yazdım. Annem bestekar Pınar Köksal inanılmaz zevkli, güzel, şık sofralar hazırlardı. Yurt dışından taşıdıkları bin bir çeşit takım ile ikramlar yapılırdı. El işi örtüler, el boyaması tabaklarda servis edilen yemekler görüntüleri kadar şık ve lezzetli olurdu. O zamanlar dışarıda yemek davetleri verilmezdi. Misafirler hep evde ağırlanırdı.

Doğduğum evde belki yüzlerce defa uluslararası pek çok heyetin ağırlandığını gördüm. Çocukluğumdan kalan bu alışkanlığımı, sofra adabını, farklı lezzetleri ve yıllar içinde gelişen damak zevkimi de bu kitaba aktarıyorum. Uzun yıllar yurt dışında yaşadım; aynı zamanda gerek iş gerekse turistik amaçlı çıktığım seyahatlerde edindiğim farklı lezzetleri Türkiye’ye uyarlıyorum. Davet sofraları, dostlarla bir araya geldiğimiz, iş görüşmeleri yaptığımız, insanları yakından birebir tanıma imkânı yakaladığımız ortamlar. Hele ki insanları evimizde ağırlıyorsak, bu birliktelikler çok daha sıcak ve mutlu geçiyor. Hiçbir restoran insanın evinin yerini tutmuyor.

- Peki, yemeğe ilginiz nasıl başladı ve bu ilginizi kitaplarla nasıl birleştirdiniz?

Çocukluğumdan beri mutfağa ilgim her zaman çok olmuştur. Ben Bilkent Üniversitesi Turizm ve Otel İşletmeciliği mezunuyum. Üniversitede mutfak, yemek, servis ve gıda sağlığı dersleri aldım. Daha sonra da Londra European Business School ve Webster University’de, sırasıyla, girişimcilik ve işletme master’ları yaptım. Mutfak benim için her zaman hobi alanı, sınırsız yaratıcılık ve aynı zamanda klasik lezzetlerin yaratılma atölyesi. İşte buradan yola çıkarak 2018’de çocuk beslenmesine yönelik yemek kitabı çıkardım. Oğlum katı gıdalara başladığında çocuklar için bir yemek kitabı, kaynak aradım Türkiye’de bulamadım. Mutfakla aram iyi olduğu için kendi tarzımda yiyecekler hazırlamaya başladım çocuklarıma. O dönemde vakıf için de gelir getirecek bir şeyler yapmayı tasarlıyordum. Aklıma çocuklarıma hazırladığım yemekleri kitaplaştırmak geldi. Uzmanlardan destek alarak çalışmaya başladım. Sonra İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıktı kitabım.

- Bir de çok önemli bir vakfın başkanısınız; Köksal Eğitim Vakfı… Vakıf sizin için ne ifade ediyor?

KEV, Pet Holding Yönetim Kurulu Başkanı babam Prof. Dr. Güntekin Köksal tarafından bağımsız, dinamik, şeffaf, güvenilir ve istikrarlı bir kurum olma vizyonuyla kuruldu. KEV başarılı ancak maddi imkanı kısıtlı, çalışkan, güvenilir, dürüst, Atatürkçü düşünce yapısına sahip ve öncü gençleri öğrenim süresince desteklemek misyonuyla çeyrek asırdır yoluna devam eden çok kıymetli bir vakıf. Kurulduğu günden bugüne, binden fazla üniversite öğrencisine burs imkanı tanımış ve çeşitli yardımlarda bulundu. Bursiyerlerine aylık maddi desteğin yanında kültürel ve sosyal gelişimlerine katkı sağlamak gayesi ile Ankara’nın kültür ve sanat etkinliklerine katılımına, eğitim programları ile sertifika almalarına, yaz dönemlerinde staj yapmalarına ayrıca imkan sunuyor. Bu zamana kadar birçok mühendis, avukat, idareci, hakim, doktor, sanatçı ve iş insanının yetişmesine ön ayak olmuş ve olmaya da devam ediyor. Vakıf çalışmalarım benim için çok büyük bir huzur kaynağı, gelecek nesillere borcum gibi görüyorum. - Son olarak da tutkunuz sporla bitirelim.

- Spora devam mı? Hangi sporları yapıyorsunuz?

Çocukluğumdan beri her zaman spor yaptım. Özellikle açık denizde ve havuzda yüzmek benim kendimi en mutlu ve özgür hissettiğim spor. Açık havada, ormanda koşuyorum, kayak yapmayı seviyorum. Özellikle açık havada yapılan sporlar benim için hayatın stresinden uzaklaşabildiğim anlar olduğu için çok kıymetli. Haftada 4-5 gün spor yapıyorum.

Yazının devamı...

Kozmetikte temiz içerik dönemi

Kimya mühendisi annesi ile birlikte Türkiye’nin zeytin cenneti olarak bilinen Ayvalık’ta sentetik kimyasal içermeyen, doğal ve temiz kozmetiğin gücüne inanarak yarattığı Misbahçe markasının sahibi Serra Göney ile temiz kozmetik, aromaterapi, dermokozmetik, yeni içerikler ve trendler üzerine konuştuk…

- Doğal ve temiz içerikli kozmetik son zamanlarda bir hayli önemli bir konu. Bu konuda sizin düşünceleriniz neler?

Temiz kozmetik ya da temiz içerikli kozmetik, organik besinler gibi bazı zararlı katkı maddelerini içermeyen kozmetiklerdir. İster cilt ürünleri ister renkli kozmetik olsun, kadınlar temiz içerikli ürünleri güzellik lügatının içine dahil etti. Temiz içerikli ürünler zararlı kimyasallar içermediği için son zamanlarda bir hayli ön plana çıktı. Özellikle dermokozmetik markalar yenilikçi içeriklerle bu yolda ilerlediklerinden dolayı ön plana çıkıyorlar. Artık yüzde yüz doğal ve toksik olmayan ürünler yalnızca kanıtlanmış sonuçlar sunmakla kalmıyor, aynı zamanda çevreye de özen gösteriyorlar. Yenilikleri yakından takip ederek ürün portföyünü bu yönde geliştirmeye devam edenler, temiz içerikli ürünler sunarak bundan sonra da hızla ilerleyecektir.

- Dijital bir çağda yaşadığımızı göz ardı etmezsek, artık dünyada aromaterapik ya da doğal içerikli ürünlere doğru bir yönelme olduğunu düşünüyor musunuz?

Günümüzde doğallık her alanda aranan bir özellik oldu, belki de dijitalleşen hayatımızda doğala daha çok ihtiyaç duyduğumuz içindir. Aromaterapi değer verdiğimiz bir bilim dalı haline geldi. Farklı aromaterapi uçucu yağlar da ön planda. Bu yağlar, ürün formülasyonlarında da sıklıkla kullanılan ham maddeler arasında yer alıyor. Cilt için faydalarını cilt bakım ürünlerinin içeriklerinde görüyoruz. Tabii ki diğer taraftan da kullanıcılar aromaterapi deneyimi yaşamış oluyor. Kullanıcılara aromaterapi yağlarının etkileri ile bir keyif ritüeli ve imkanı sunarken aynı zamanda etkili, temiz ve sürdürülebilir bir güzellik sağlıyorlar.

- Özellikle kadınlar yeni içerikleri merak eder bir hale mi geldi? Sadece yeni trendleri mi takip ediyoruz yoksa bu konuda bilinçli miyiz?

Hem dijital satış platformları (market place’ler) hem de artan sosyal medya kullanımı sayesinde artık hepimiz dünyadaki trendleri takip ediyoruz. Takip ederken de satın alıp ürünlere/markalara bir şans veriyoruz. Ancak özellikle kozmetik sektöründe söz konusu cilt bakımı olunca biraz daha istikrarlı/sürdürülebilir seçimler yapıyoruz. Cilt endişelerimize en iyi faydayı sunan ürünleri bulmaya çabalar, bulduktan sonra da kolay kolay vazgeçemeyiz.

- Sürdürülebilir olma konusunda sizin de çalışmalarınız mevcut. Bu konuda neler yapıyorsunuz?

Çevresel ayak izini en aza indirmeyi ve sürdürülebilir, çevre dostu, temiz içerik ve ambalajlar seçmeyi taahhüt ediyor ve bu konuda yol haritamızı çiziyoruz. Geri dönüştürülebilir cam şişeler dış ambalajlarda tamamen geri dönüştürülmüş kağıt önemli. Malzemeler mümkün olduğunca yerel olarak temin ediliyor ve üretimin bazı alanlarında güneş enerjisi kullanılıyor.

- Gün geçtikçe güzellikte yeni içerikler duyuyoruz. Son zamanların en trend içerikleri hangileri ve faydaları neler?

Doğala ilgi arttıkça sentetik içeriklerin doğal alternatiflerini de daha çok görmeye başlıyoruz. Saç bakım ürünlerinde vegan ve keratin alternatifleri, cilt bakımında doğal ‘niacinamide’ içeriği ön plana çıkıyor. Bir yandan da renkli kozmetik bakım ürünleriyle birleşerek makyaj ve cilt bakımı konseptini birlikte sunuyor. Aslında 2023 yılı için amaç; temiz içeriklerle fonksiyonel ürünler yaratmak. Sevdiğiniz bir ruj rengini dudak bakım yağı formunda görebilir veya fondötenlerde probiyotik içeriklere rastlayabiliriz.

- Özellikle yaz aylarında kadınların yanından ayırmak istemediği ürünler neler olmalı/olacak?

Yaz aylarının vazgeçilmezleri tabii ki güneş ürünleri ve güneş koruyucular. Doğal bronzlaştırıcı yağlar ve güneş sonrası bakım spreyleri sıklıkla tercih edilen yaz ürünleri arasında. Kadınların sürekli çantalarında olması gereken ve yaz kış kullanmaları gereken bir başka ürün de nemlendirici güneş koruyucu kremler olmalı. Ayrıca ferahlatıcı etkisi sayesinde su bazlı serumlar, aktif yüz suları da kadınların tercih ettiği ürünler arasında yer alıyor.

- Yaz aylarında malum güneş ürünleri de ön planda… Doğal içerikli ürünler güneş konusunda yeterli mi?

Güneşten korunmanın önemli bir adımı güneş koruyucu kremleri sıklıkla tekrar uygulamak olmalı. Doğru formülasyon ile yeterli koruma sağlayan doğal güneş ürünleri yaratmak artık mümkün.

- Hangi yaş grubundaki kadınlar doğal içerikli ürünleri yakından takip ediyor? Özellikle Z kuşağı bu konuya açık mı, meraklı mı ya da iyi bir tüketici mi?

Z kuşağı kişisel bakım konusunda oldukça bilinçli. Doğal ürünleri yakından takip etmek ve tercih etmek özellikle Y ve Z kuşağının davranış biçimi. Dermokozmetik ürünler genellikle cilt sorunlarına değiniyor. Bu noktada fiyat skalası daha yüksek olan bu ürünleri yaşlanma karşıtı bakım için Y kuşağı tercih ederken, gittikçe artmakta olan hassas cilt problemine veya akneye yatkın cilde yönelik ürünleri ise Z kuşağının tercihleri arasında görebiliyoruz.

- Ar-ge çalışmalarıyla hergün yeni formüller karşımıza çıkıyor, bu konuda neler söylersiniz?

Daha önce de belirttiğim gibi aslında trendler çok hızlı değişiyor. Bir yandan trendleri takip ederken özellikle farklı cilt ihtiyaçlarına yönelik, çözüm odaklı ürünler geliştirmek Ar-ge çalışmalarının dahilinde olan bir konu. Kullanılan aktif içerikleri değiştirmektense formülasyonları güçlendirmek ve daha güçlü içerikler yakalayabilmek bunları da mevcut formüllere eklemek bana daha doğru geliyor.

- Coğrafi konumundan dolayı Türkiye bir Akdeniz ülkesi… Güneşin bize etkisi ile cilt yaşlanması da önce gözlere etki ediyor. Siz, Türk kadınları ve ciltleri ile ilgili neler söylersiniz ve hangi içerikleri tavsiye edersiniz?

Türk kadınları çoğunlukla hassas ve karma cilt tipine sahip. Bununla birlikte dediğiniz gibi güneşe maruz kalmak ve yeterince korunmamaktan ötürü leke problemine sıkça rastlıyoruz. Bu durumda leke karşıtı ürünleri düzenli kullanmak önemli. Pürüzsüz ve eşit tonda cildin anahtarı, lekeler oluşmadan leke bakımını yapıyor olmaktan geçiyor. Güneşten yüzünüzü korumak da en az bu kadar önemli. Türk kadınlarına hassas ciltlerinin de kullanabileceği, hafif formüllerle leke bakımı ürünleri kullanmalarını öneririm.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.