SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

CEO'lara özel eğitim programı

Sorbonne Üniversitesi’nin gerçekleştirdiği International Executive MBA Programı, Eylül ayında ilk kez Türkiye’ye geliyor. Kurumların üst ve orta düzey yöneticilerini, değişen dünyanın rekabetçi ortamında vizyoner bakış açısına sahip, stratejik düşünebilen, çağdaş ve yönetim metodolojilerine hakim sıra dışı liderlere dönüştürmek için özel olarak tasarlanmış olan program, Paris ve İstanbul arasında etkileyici bir gelişim köprüsü kurmaya hazırlanıyor. Detayları, bu işbirliğini gerçekleştiren BMI Business School'un Genel Müdürü Hasan Altunkaya’dan aldım.

Türkiye’de ilk kez gerçekleşecek uzun soluklu bir MBA programını başlatıyorsunuz. Bu çok özel eğitimden bahseder misiniz?

Türkiye’de bir ‘iş okulu’ yapılanması oluşturmak istiyoruz. Dünyada özellikle ABD ve Avrupa’da son 50-60 yıldır bu okullar çok öne çıkıyor. Bir kısmı üniversitelerin içinde yer alırken bir kısmı da bağımsız olarak çalışmalarını sürdürüyorlar. Örneğin, ABD’nin en önemli üniversitelerinden biri olan Harward’ın içinde Harward Business School var. İngiltere’de Said Business School, Oxford çatısı altında yer alıyor. Ancak London Business School, Fransa’daki Insead ya da İsviçre’deki IMD üniversitelerden bağımsız olarak varlıklarını devam ettiriyorlar. Bizim de oluşturmak istediğimiz ‘business school’ yapılanması tüm bu okulların bir modeli olacak. Bununla birlikte Türkiye’de ilk kez ‘International Executive MBA’ programı başlatıyoruz. Programı Sorbonne Üniversitesi ile birlikte sürdüreceğiz. 14 aylık programda ağırlıklı olarak Sorbonne öğretim görevlileri eğitim verecek ve okulumuz mezunları ‘master’ diploması alacaklar.

- Bu eğitimler ağırlıklı olarak kimlere yönelik olarak gerçekleşiyor?

Genelde 10 yıllık ve üzerinde iş deneyimi olan yöneticilerin ve iki yıllık müdürlük tecrübesi bulunan kişileri programda tercih ediyoruz. Sorbonne, aynı eğitimleri altı yıldır Çin’de Pekin Üniversitesi ve dört yıldan bu yana da Brezilya’da MBA In Finance ile birlikte programı sürdürüyor. Türkiye’de de ilk kez bu yıl bizimle birlikte çalışma kararı aldı. Böylelikle tüm dünyada bir tarafta Amerika kıtasında, öte yanda Asya’da süren 'executive' MBA programını Türkiye’de de başlatmış oluyoruz.

- Türkiye’de bugüne dek bu programı gerçekleştirmiş olan ya da şu anda yapan başka kuruluşlar var mı?

Türkiye’de MBA programı birçok üniversite var. Executive programı uygulayan dört üniversite bulunuyor. Ancak hiçbirinin yurt dışı bağlantısı yok. Ayrıca katılımcılara da diploma değil sertifika veriliyor. Tahmin edersiniz ki, sertifika ile diploma arasında çok fark var. Ya da programın ücretine ilave bir bütçeyle yurt dışı bağlantısı sağlıyorlar.

- Sorbonne Üniversite’siyle böyle bir iş birliğine gitmenizde ne etken oldu?

Sorbonne hem dünyada çok saygın hem de Türkiye’de çok bilinen bir üniversite. Avrupa’nın en iyi 10 üniversitesi arasında yer alıyor. Dünyada da ilk 50’de… Eğitime katılanlar aynı zamanda Paris’te iki haftalık eğitim alacaklar. Eğitim programının toplam 14 modülünün 12 modülü Türkiye’de, diğer iki modülü de Sorbonne’da verilecek katılımcılara. Yine 14 modülün 8 modülünü Sorbonne’un öğretim üyeleri tarafından veriliyor, diğer 6 modülün eğitimini ise Boğaziçi, ODTÜ, Galatasaray Üniversitesi’nden yıldız seçkin hocalar verecek.

- Global bir ayağı bulunan bu birlikteliğinin eğitim programına katkıları neler olacak?

Öncelikle şunu söyleyebilirim, böyle bir eğitimi Avrupa’da iyi bir üniversitede almak isteyen üst düzey yöneticinin ödeyeceği meblağ yaklaşık 50-60 bin Euro civarında olacaktır. Ayrıca bu bütçede gittiğimiz ülkenin yaşam maliyeti de ekleniyor. Bu özel eğitim, Türk katılımcıların ayağına geliyor. Neredeyse Avrupa’nın 1/3 fiyatına bu eğitimden yararlanıyorlar. Ayrıca katılımcılar, eğitim sırasında çalışma hayatlarına da devam ediyorlar. Üstelik uluslararası düzeyde kabul gören bir diplomaya da sahip olacaklar.

- Eğitim modülleri ana başlıklarıyla neler?

Ana başlıklarda hukuk, dijital dönüşüm, ekonomi ve insan kaynaklarını kapsayan eğitimler öne çıkıyor. Özellikle dijital dönüşüme ağırlık verdiğimiz iki modül bulunuyor.

- Programda 14 eğitim modülünden bahsediliyor. Bir yöneticinin olmazsa olmazı, mutlaka alması gereken modüller size göre hangileri?

Modüller arasında özellikle dünya ve Türkiye ekonomisini kapsayan bir modül bulunuyor: ‘Ekonomi ve Finansal Piyasalar’... Yanı sıra ‘Stratejik Pazarlama Yönetimi’ ve son 5 yıldır özellikle pandemi sonrasında önem kazanan ‘Stratejik İnsan Kaynakları Yönetimi’… Hem nitelikli insanları şirket bünyesine katmak, hem de çalışanları şirkette tutmanın önemi ayrı bir meziyet olarak öne çıkıyor. Bence muhteşem olan ‘Operasyonlar ve Tedarik Zinciri Yönetimi’ modülü. Pandemi sonrasında tedarik zincirinin bozulmasıyla önem kazandı. Özellikle üretim sektöründe ve servis ağırlıklı işletmelerde öncelikli. Yine, ‘Yöneticiler İçin Hukuk’ modülü önemli. Şirket satın almalarda, birleşmelerde sırasında yöneticiler için hukuk bilgisi şart. Ayrıca son yıllarda önem kazanan ‘Dijital Dönüşüm ve Dijital Strateji’ modülü oldukça bilgilendirici. ‘Bilişim Sistemlerinin Stratejik Yönetimi’, ‘Stratejik Yönetim ve Operasyon’, ‘Girişimcilik ve Liderlik’ bir yöneticinin mutlaka alması gereken eğitimler arasında.

- Programı 30 kişi ile sınırlı tutulmasının nedeni nedir?

Kısıtlı ve seçkin bir katılım olması konusunda Sorbonne Üniversitesi’nin belirlediği kurallar çerçevesinde hareket ediliyor. Sorbonne’un, birlikte eğitim verdiği diğer ülkeler de aynı kurallara tabi.

- Üst düzey yöneticilerin CV’lerinde gözüken bu eğitim, kişilerin kariyerlerini sonrasında nasıl etkileyecek?

Normal bir mühendislik ya da başka mesleki eğitim alan bir kişinin MBA yapması son dönemde kariyeri açısından bir gereklilik halini aldı. Nasıl bir diplomaya sahip olduğu katılımcının hem yeni gireceği işte kariyer planlaması anlamında hem de (yaklaşık 2-3 kat artışla) gelir anlamında da olumlu sonuçları olacaktır. Harvard Üniversitesi’nin de eğitim programı içeriğinde de bu gelir artışı bilgilerine rastlayabilirsiniz. Sonuç olarak, verilen eğitim programının sonrasında iş alternatiflerine ulaşmanın, uluslararası şirketlerin bünyesine katılmanın daha kolay olacağını vurguluyoruz.

Yazının devamı...

Kitabının esin kaynağı, babası

Ünlü ressam, eğitimci Prof. Dr. Zahit Büyükişliyen’in zorluklar ve başarılarla dolu yaşamı, kızı Burçak Büyükişliyen Gönül tarafından kaleme alındı. ‘Yel Değirmenlerine Karşı’ adını taşıyan kitap aynı zamanda çağdaş Türk resminin gelişimine de tanıklık etme fırsatı tanıyor. Burçak Büyükişliyen Gönül ile kitaptan ve babasından bahsettiğimiz hoş bir sohbet gerçekleştirdik.

- Burçak Hanım, biraz kendinizden bahseder misiniz?

1970 yılında İskenderun’da doğdum. Çocukluğumun ilk yılları orada, sonra Almanya Kassel’da geçti. Kimya Mühendisiyim. Çok kitap okunan bir ailede, sanatın içinde büyüdüm; ressam bir baba, grafik sanatçısı bir anne, çello sanatçısı bir kız kardeş… İlk gençliğimin geçtiği Ankara’dan İstanbul’a göçerek, uzun yıllar ilaç sektöründe yönetici pozisyonlarında görev yaptım. Daha sonra kurumsal yapılara eğitmen-danışman olarak hizmet veren bir firmanın yönetici ortağı oldum. Şu anda Abu Dhabi’de yaşıyorum. Evliyim ve birini doğurduğum üç evladım var.

- Kitapta Mersin, Medine, Londra gibi farklı ülkelerden çok sayıda şehirle karşılaşıyoruz. Farklı şehirlerin ve farklı kültürlerin kitabınıza etkisi nasıl oldu?

Öyküyü anlatırken insanı alıp bir yerlere götüren, şehirlerin, mekanların geçmişini yaşatan kitaplar, filmler vardır. ‘Yel Değirmenlerine Karşı’da, satır aralarına birçok şehrin kokusu sinmiş bir kitap. Okuyucuya kendisini kimi zaman İskenderun’da palmiyelerle dolu bir deniz kenarında, kimi zaman Medine’de bir çölün ortasında, veya Londra’nın puslu sokaklarında, Floransa’da bir müzenin içinde hissettiren, oradaki duyguya ortak olmasını sağlayan, öyküye zenginlik katan bir etki yarattığını düşünüyorum. Son yıllarda turist gibi değil, gezgin gibi seyahat ederek, yeni yerler keşfetmekten büyük keyif alıyorum. Kitapta geçen şehirlerin çoğunda bulunma şansım oldu. Daha önce görmediğim şehirler, gitmediğim mekanlar için ise çokça araştırma yapıp, gözümde canlandırarak yazmaya çalıştım. Araştırmalarım sırasında, bilmediğim birçok şey öğrendim, kafamda yeni gezi rotaları belirledim. Bu betimlemeler, tıpkı benim yazarken yaşadığım gibi, okuyucuyu da keyifli bir yolculuğa çıkaracak, aynı zamanda farklı kültürleri keşfetmelerine yardımcı olacaktır.

- Daha önce de yazarlık deneyiminizin olduğunu biliyoruz. Peki ‘Yel Değirmenlerine Karşı’ kitabını bir yazarın gözünden mi, yoksa babasını kaleme alan bir kızın gözünden mi okumalıyız?

Pek çok kız evlat için olduğu gibi, babam benim kahramanımdır. Hayattaki duruşuyla ve pek çok özelliğiyle hayranlık duyduğum babam olmasının ötesinde, bu kitapta, değerli bir eğitimci, akademisyen ve önemli bir çağdaş ressamın, Profesör Zahit Büyükişliyen’in yaşamı anlatılıyor. Onun kızı olarak, bazı konulardaki duyarlılığını, kaygılarını, olaylara verdiği tepkileri en iyi anlayan ve yorumlayan kişilerden biri olsam da, yazarken onun duygusunu korumaya ve değiştirmeden yansıtmaya özen gösterdim. Aklıma yatmayan yerlerde sorular sorarak onu daha iyi anlamaya çalıştım. Bu soruyla amaç, yazarken objektif olup olmadığımı öğrenmek ise, tamamen öyle olduğumu söyleyebilirim. Ancak ‘babasını kaleme alan bir yazar’ olmanın, özellikle bazı bölümlerde daha dokunaklı bir anlatıma katkısı olduğuna, okuyucunun da bunu hissedeceğine inanıyorum.

- Anlatılan aslında sizin de hayatınız. Bu noktada kitabı kaleme alırken yazmak isteyip vazgeçtiğiniz şeyler oldu mu?

Elbette benim hayatımla kesişen bölümleri olmasına rağmen, bu kitap baştan sonra Zahit Büyükişliyen’in serüvenini anlatıyor. Dolayısıyla, babamın yazdıkları veya anlattıkları dışında kendimle ilgili bir şeyler eklemeyi hiçbir zaman aklımdan geçirmedim. Her insanın yaşamı, en sıradan yaşamlar bile, doğru şekilde kurgulanırsa birer romana dönüşebilir. Bunu suya sabuna dokunmadan, tamamen kendinden yana olarak yapmak mı, ya da doğru ve yanlışları kabul ederek, filtresiz olarak gerçekleri yazmak mı? Bu kişisel bir tercihtir. Ben de eğer bir gün kendi yaşamımı anlatacak olursam, yazmak istediğim şeylerden geri adım atmayı asla düşünmem. Cesurca ve sansürsüzce yazmak isterim. Tıpkı bu kitapta yapmaya çalıştığımız gibi.

- Don Kişot, babanız Zahit Bey gibi savaşmaktan vazgeçmeyen bir karakter. Yine de sormak gerekirse neden 'Yel Değirmenlerine Karşı'? Neden başka bir karakter değil de Don Kişot?

Don Kişot, Daumier’den Picasso’ya kadar birçok ressamın yorumladığı bir düş kahramanı. Zahit Büyükişliyen’in de, bu karaktere yoğunlaşarak farklı dönemlerde çalıştığı resimlerden oluşan sergisi çok ses getirmişti. Kitap kapağında kullanılan resim bu seridendir. Neden başka bir karakter değil? Çünkü Don Kişot, insanı birşeyleri degˆis¸tirme gu¨cu¨yle donatan, durdurulamaz idealizmin o¨ncu¨su¨dür. Mazlumun yanında yer alıp ko¨tu¨lerle ugˆras¸ırken yıkılsa da s¸evki hic¸bir zaman kırılmaz, o hep davasının pes¸inden gider. Don Kişot gibi, doğru olduğunu düşündüğü yolda, bazen akıntıya kürek çektiğini bilse de savaşa devam etmek, Zahit Büyükişleyen’in yaşam düsturuydu. Eğilip bükülmeden, kimsenin elini eteğini öpmeden onurlu bir yaşam sürdü, bunun için bedeller ödedi. Babam renklerin ritmi ve dinamizmiyle Don Kişot’un serüvenlerini anlatırken, ben de kelimelerle ve kitabın isim babası olan eşimin de katkısıyla, onun yaşama dair bakış açısını yansıtmak istedim.

- Kitapta da görüyoruz ki babanızın hayatı bir mücadelenin hikayesi ve içerisinde gençlere de örnek olacak anekdotlar var. Babanızın hayatından ve bu kitaptan yola çıkarak gençlere neler önerirsiniz?

Don Kis¸ot’u okuyanlar bilir. Kitabın sonunda ‘akıllanır’ Don Kis¸ot. Ancak yel degˆirmenleriyle savas¸ını kaybetse de onlarla savas¸ılabilecegˆini herkese go¨stermis¸tir ve yeni Don Kis¸ot’lara esin kaynagˆı olur. Umarım bu kitap da, gençlerin korkmaması, umutsuzlugˆa, yalnızlıgˆa kapılmaması için onları yüreklendirir. Sadece akademik dünyada değil, hayatın pek çok evresinde, haksızlıklar, yanlışlar, adaletsizlikler var. Bütün bunların karşısında yine de motivasyonu kaybetmemek, yeni başlangıçlar yapmak, keşfetmeye, üretmeye devam etmek için gerçekten kuvvetli bir yaşam enerjisi gerekiyor. Bence Zahit Büyükişliyen’in örnek alınması gereken en güçlü yanlarından biri bu. Ayrıca daha gencecik bir sanatçı adayı iken okuyarak, gözleyerek, düşünerek geliştirmeye başladığı vizyonu, o yıllarda bile ve zor koşullara rağmen bir dünya vatandaşı olmak için çabalaması, vatanseverliği ve vefası, çevreye duyarlılığı, doğa, insan ve hayvan sevgisi, herkese karşı özverili tavrı, sanatın her dalına karşı ilgisi ve saygısı, kendisine limit koymadığı gibi öğrencilerine de alan bırakan ilerici bir eğitimci olması gibi pek çok özelliği de gençlere esin kaynağı olacaktır kanısındayım.

Yazının devamı...

İçimizdeki şifa, homeopati

Kadının iyileştirici gücüne inanan, mesleğini aşkla yapan Eczacı, Homeopat, Aromaterapist Ezgi Nevçehan, homeopati mucizesini bizlerle paylaştı.


- Bitkilerle olan deneyiminizi anlatır mısınız?

Çocukluğumda çok şehir dolayısıyla çok okul değiştirmiş ve bu sayede çeşitli coğrafyalara dair renkli bir insan kültürüyle büyümüş biriyim. Belki de bu sayede insanlarla hızlı iletişim kurabilme, olayları hızlı analiz edebilme yetisi kazanabildim. Çocukluğumdan beri ilaç içmeyi sevmem. Babama, ‘ilaçsız iyileşmenin bir yolu olmalı’ diyordum ve ilaç içmemek için her yolu deniyordum. Kaçtığınız her neyse yaşam sizi hep onunla kavuşturur ki aslında kaçmayı bırakın diye… Misal ben kendimi Marmara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde buluverdim.

Tam 22 yıldır serbest eczacılık yapıyorum. Geçen bu sürede mesleki yaklaşımım, mesleğimin ilk gününden bu güne ilaçsız iyi olma, kaliteli ve sağlıklı yaşamın doğadan gelen ve kadim bilgilerle harmanlanmış sırlarını danışmanlarımla paylaşmaktı. Bu uğurda hastalıkların kök nedenleri üzerine, geniş bir yelpazede çeşitli eğitimler aldım ve almaya da devam ediyorum.

- Homeopati ile yolunuz nasıl kesişti?

Niyet ve emek güçlü olunca yaşamda arkanıza güzel esintiler veriyor ki, gitmek istediğiniz yere kolaylıkla varabilesiniz. Hocam onkolog ve bütünsel tıp uzmanlığının Türkiye’deki en büyük savunucu ve eğitmeni Murat Baş, beni homeopati ile tanıştırıp bu konuda eğitimler almam için destekledi. Sürecin sonunda kendimi Hindistan’ın kadim topraklarında ve Londra’daki eğitim sıralarında buluverdim. Şimdi anlıyorum ki ,çocukluğun saf ve içsel biliş haliyle ilaçsız iyileşmek mümkün diye tutturmamın altında aslında doğanın bilgeliğine olan inancım yatmaktaymış.Ben eczacıyım ama evimde bir ecza dolabım yoktur, ağrı kesici de yoktur. Tatillerde yanıma homeopatik kitimden başka hiçbir şey almam buna gerek de duymam.

- Homeopati nedir, kimlere uygulanabilir?

‘Benzer, benzeri iyileştirir' ilkesine dayanan homeopati yöntemi yaklaşık 200 yıl önce geliştirilmiş ve bugüne kadar uygulanmaya devam tamamlayıcı bir tedavi yöntemi. Günümüzde de birçok ülkede başarı bir şekilde uygulanıyor. Homeopati özünde bir enerji tedavisi. Bedene ihtiyacı olduğu türde enerji yükleyerek onun iyileşme kapasitesini arttırır ve genişletir, kişi sahip olduğu bütün hastalıkları iyileştirecek güce kavuşur. Çok düşük dozda verilen homeopatik ilaçlar yani remediler ile hastaya herhangi bir zarar vermeden onu tamamen doğal yollar ile iyileştirmek bir homeopatın edindiği amaç Bu yüzden lütfen bu tedavi yöntemini tercih edecekseniz, homeopatınızın uzman olmasına dikkat edin.

'Hasta vardır, hastalık yoktur' düşüncesi ile uygulanan homeopati tedavisinde hastaya verilen remedi tek dozdur ve kişinin karakterine, yapısına uygun olmalı. Öyle ki, hastaya remedinin doğru bir şekilde verilebilmesi içinde homeopatın hastaya dair her bilgiyi en ayrıntısına kadar bilmesi gerekiyor. Çünkü remedi seçimi hastalığın patolojisine göre değil, hastanın kişisel bulgularına, semptomlarına, hayata bakışına, verdiği tepkilere, içinde bulunduğu duruma göre yani hastayı yaşadığı ortamla ve benliğiyle bir bütün olarak ele alıp tedaviye giden yolda yepyeni bir pencere açmakla başlıyor. Çünkü homeopati hastalığa değil, hastaya odaklanır. Ve işin en güzel yanı bu tedavi şeklinden herkes faydalanabilir.

Homeopati bulguları bütüncül ele aldığı için anne karnından itibaren her yaş ve dönemde kullanılabilir. Yeter ki, hasta içinde iyileşme inancını taşısın. Çünkü iyileşmeyi istemek, iyileşmenin yarısı. Size daha güzel bir şey söyleyeyim, homeopatinin yaygınlaşması ile kullanım alanlarının kesinleşmesi ve artması da doğru orantılı olarak gelişmektedir. Yan etkilerinin yok denebilecek kadar az oluşu, özellikle kısıtlamanın olduğu gebelik, yeni doğan, yaşlılık, organ yetmezliği gibi durum yaşayan, bedeni daha hassas kişiler bile homeopatiyi güvenli bir şekilde kullanabilir, uzman bir homeopattan destek alabilir.

- Homeopati, hangi hastalıkların tedavisi için kullanılıyor?

Aynı homeopatik ilacın farklı sistemler üzerinde etkin olabilme özelliğinden yararlanılarak yapılan duyarlı ve doğru bir seçim, hastayı hem bir kaç ilacı birden kullanarak ilaç etkileşimi ve yan etki yaşamak, hem de maddi olarak gereksiz yük altına girmekten kurtarabilir. Özellikle dikkat eksikliği, hiperaktivite bozukluğu, kronik astım, solunum sistemi ve gastrointestinal sistemde yaygın olarak görülen gastrit, reflü; gebelik, doğum ve doğum sonrasında görülen şikayetlerde, çocuklarda, bebeklerde, idrar kaçırma, parmak emme gibi sorunlarda kullanılan bir tedavi yöntemi olmuştur.

Aynı zamanda günlük hayatta bir ağrı kesici bir kas gevşetici ilaç kullanıp, sorunun temelini çözmeden anlık rahatlama sağladığımız karın, sırt ağrıları, kas spazmları, baş dönmesi, çok sık idrara çıkmak, hipertansiyon, hemoroid, uyku sorunları, cinsel problemler, varisler, vajinal kanamalar ve akıntıların tedavisinde de güvenilir bir şekilde kullanılmaktadır. Bilirsiniz, bizim için bebekler pamuklara sarıp sarmaladığımız kıymetlilerimiz, onlara hiçbir şekilde zarar gelsin istemeyiz. Homeopati bebeklerde çok sık görülen; kolik ağrısı, diyare, uyku sorunları, diş çıkarma ataklarının tedavisinde de güvenli bir şekilde kullanılmaktadır.

Daha burada bahsetsem sayfalar dolusu yazmamız gerekecek birçok hastalığın tedavisini homeopati ile yapabilmekteyiz. Toparlayacak olursak; homeopati şu an modern tıbbın tedavi ettiği tüm hastalıkların tedavisinde güvenle kullanılabilir. Modern tıp hastalık tablosundaki belirtilerin tümüne hastalık adını koyarken, homeoapti bu belirtileri bir bütünde ele alır, ve her bireyi kendi yaşam gücü çerçevesinden değerlendirir. Hastalığın başka bir boyutta olduğunu savunur. Akut ve kronik olarak teşhis almış tüm hastalıkların tedavisinde gönül rahatlığı homeopatiden destek alabilirsiniz.

- Homeopati sırasında kullanılan remedi nedir, remedi kullanımı sırasında görülen rüyalar neden çok önemlidir?

Homeopatide kullanılan ‘ilaçlara’ remedi adı verilmektedir. Remediler yüksek oranda seyreltilmiş bitkiler (arnica, papatya, sarı kantaron), hayvanlar (arı, yılan zehri, tarantula..), mineraller (arsenik, civa, altın, platin), insan dokuları (karaciğer hücresi, anne sütü) kullanılarak elde edilir. O kadar çok seyreltme ve çalkalama işlemine tabii tutulur ki en nihayetinde etken maddenin aslında bir yansıması, enerjisi ve ruhu kalır. Seyreltme işlemi ne kadar fazla olursa enerji o kadar yüksek yani doz o kadar yüksek olacaktır. Tedavi boyunca takip edilen protokollere göre en düşük dozdan en yüksek doza kadar çıkarak hastanın yaşam enerjisi yükselmekte, canlılığı artmakta ve bedenin kendisini iyileştirme süreci başlamaktadır. İyileşme sürecinin başladığını, doğru remediyi verdiğimizi ve bir sonraki remedi seçiminde bize yol gösteren en önemli şeylerin başında rüyalar gelmektedir. Rüyalar bilim dünyası için hala gizemini korumaktadır.

Bilim dünyası gerekli olan çalışmaları yapmaya devam etse de rüyalar homeopat için mükemmel bir yol göstericidir. Hepimiz yaşamı boyunca öğrencilik dönemlerini geçmiş olduğu halde sınava geç kaldığını, sınavı kaçırdığını, sınıfta kaldığını ve bunun benzeri gibi durumları mutlaka rüyasında görmüştür ama uyanınca pek bir anlam ifade etmediğini düşünmüştür. Aslında belki de gördüğümüz bu rüya o an yaptığımız iş için hazırlıksız olduğumuzu ya da yeterince çalışmadığımızı bize gösteriyor olabilir. Remedi sonrasında görülen rüyalar, bastırılmış arzuları ve duyguları ortaya çıkarır ve biz homeopatlar için repertorizasyon için yeni rubrikler için fikir verir. Dediğim gibi bir homeopat hastanın her halini inceler onu bir bütün olarak ele alır. Bu yüzden homeopat hastasından ayrıntılı bir özgeçmiş aldığında sıklıkla gördüğü, tekrara düştüğü rüyalarının var olup olmadığını mutlaka sormalı ve bunları bir avcının iz sürmesi gibi adım adım takip etmelidir. Carl Gustav Jung’un dediği gibi

- Tüm bu anlattıklarınızdan yola çıkarsak, ilaçsız bir yaşam mümkün müdür?

Tabii ki mümkün. Düşünsenize insanoğlu dünya var olduğundan bu yana on binlerce yıl ilaçsız bir şekilde yaşadı. Birçok devlet kuruldu, medeniyetler gelip geçti hepsi doğanın bilge gücünü kullandı ve ilaçsız bir yaşam inşa etti. Doğayı, hayvanları, iklimi gözlemledi. Ve ırklar bugüne varlığını taşıdı, soylar devam etti. Ve tüm bunlar olurken insanoğlu bitkileri, hayvanları tedavi etmek için kullandı bunlardan karışımlar hazırlayarak hastalarını iyileştirdi. İlaçsız yaşam mümkündür bu düşünce on binlerce yıldır uygulanmış ve ispatlanmıştır.

100 yıldır var olan ilaç tarihi bize her ne kadar bunun aksini dayatsa da örnekleri tarihin sayfalarından, kadim bilgilerden bizlere aktarılmıştır. Ben bir eczacıyım ama inanın uzun zamandır eczanemde bir ağrı kesiciyi hastalarıma ne zaman önerdim hatırlamıyorum bile. Ben ilaçsız bir yaşamın var olduğuna inanıyorum, insan bedeni bir bütündür. Sağlığın tanımında bile her türlü iyilik hali diye bahsederiz.

İnsan bedeninin yaşam gücü arttığında hastalıklardan korunabilme ve hasta olduğunda ise kendi kendini iyileştirebilme yeteneğinin artacağını, böyle bir güce sahip olduğunu biliyorum. Kızım Azra, bu yıl tıp okumak üzere yola çıktı. Ben inanıyorum ki o da kendi deneyimleriyle doğanın bilgeliği olan homeopatiyi kullanan hekimlerden biri olacak. Gerçek yaşam ilaçsız bir yaşam ile ve ilaçsız bir yaşam ise homeopati ile mümkün.

Yazının devamı...

Tırnaklarda 2022 trendi

Feminen ama aynı zamanda maskülen… Sade ama aynı zamanda temiz ve şık görünümlü… 2022 yazının tırnak trendi doğal renkler, boyut ve desenlerle modaya ilham olmaya devam ediyor. Buk Beauty kurucu Buket Acar Önal, tırnak modası hakkında bilgi verdi.

- 2022 yaz mevsiminde bizi tırnaklarla ilgili hangi yenilikler bekliyor olacak?

Nasıl ki, moda sektöründe 80’ler 90’lar tarzı geri geliyorsa, tıpkı tırnaklarda da aşırıya kaçılmamış, daha feminen ve aynı zamanda maskülen diyebileceğimiz, sade fakat oldukça temiz ve şık duran, her insanın el ve tırnak tipine uygun, doğal görünümü bozmayan renk, boyut ve şekiller tercih ediliyor.

- Renkler, desenler ve tırnak formları hakkında bilgi verir misiniz?

Son zamanların trend renkleri tırnaklar için de her zaman ilham oluyor. Örneğin yazın bronz tenlerde, kimi kullanıcı neon renkleri tercih ederken, kimisi de kireç beyazı, süt beyazı gibi klasiklerden vazgeçmiyor. Tırnak şekilleri kişinin tırnak yapısına uygun formda seçiliyor. Bilinen küt ve oval tırnak şekilleri haricinde de son yıllarda birçok tırnak şekli türü ortaya çıktı. Uzmanlar bu konuda en doğru seçeneği sizin için sunuyorlar. Desenlere gelecek olursak eğer, tırnak desenleri çoğunlukla konseptlere göre belirleniyor. Örneğin ilkbaharda tırnaklarda çiçekler açarken, gelinler sadelikten yana olup, Fransız manikürü tercih ediyor. Desenler ise farklı boya ve malzemelerle uzmanın yaratıcılığı ve kişinin tercihine uygun bir şekilde yapılıyor.

- En çok hangi ünlü ismin tırnaklarından esinleniyorsunuz?

Kylie Jenner’ın tırnakları müşteriler tarafından yoğun ilgi görüyor. Yaptırdığı desenlerden, kullandığı tırnağın form ve şekline kadar kadınların ilham kaynağı oluyor.

- Protez uygulamalarında tırnak bakımı nasıl olmalı?

Protez tırnak yaptırıldıktan üç hafta sonra bakımı uygulanmalı. Bu süre uzmanlar tarafından belirlenen genel süredir. Kişinin tırnak yapısı, yani tırnak uzama hızına göre bu süre değişiklik gösterebilir. Sağlıklı bir görünüm için protez tırnak bakımı aksatılmamalı. Bakım yapılırken tırnağın uzayan kısmına aynı malzeme ile yenileme işlemi yapılır. Tırnağın şekli düzeltilir, manikür yapılır, ardından oje değiştirme aşaması ile sonlandırılır.

Yazının devamı...

Kız kardeşlik gardırobu

Moda tutkunu iki üniversite arkadaşı olan Neslişah Aygören ve Duygu Peker Tunçyürek'in bir araya gelerek oluşturdukları bir kolektif kiralama platformu olan Modaloop'te hem ünlü tasarımcıların kıyafetlerine erişebilir hem de kendi gardırobunuzu paylaşarak gelir elde edebilirsiniz. Detaylar, sohbetimizde...

- Öncelikle sizi bir araya getiren ‘Modaloop’ fikri nasıl doğdu?

Duygu: Kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda bir araştırma yaparken, yurtdışındaki yükselen trendleri keşfetmemizle doğdu. Neslişah ile Koç Üniversitesi’nden tanışıyoruz. Fark ettik ki, hem yeni trendleri denemek istiyoruz hem de tasarım ve lüks markalardan giyinmek istiyoruz. Ancak, hem lüks markalara ulaşım artık ekonomik nedenlerle çoğumuz için çok zor, hem de sürdürülebilir modanın etkisiyle fazla tüketimden de kaçınıyoruz. Globaldeki trendleri ve yeni girişimleri araştırırken, kullanıcılar arası ikinci el satış ve kiralama sistemlerinin ne kadar yükselişte olduğunu keşfettik. Bu sistem bizi çok heyecanlandırdı ve modada bir değişim yaratabileceğimizi düşündük. Ve Türkiye’nin ilk kullanıcılar arası, 2. el lüks, kendi kolektif moda kiralama platformumuzu hayata geçirdik.

Neslişah: Motto'muz devasa bir kız kardeşlik gardırobu oluşturarak, paylaşım ekonomisinin ve döngüsel modanın bir parçası olmak. Paylaşmanın ve özellikle 'Pre-loved' akımının Türkiye’de daha çok önemsenmesini istiyoruz.

- Bu kolektif moda kiralama platformunun işlevi nedir? Nasıl çalışıyor?

Neslişah: Platformumuz, gardırobundaki lüks, tasarım ve iyi durumdaki parçaları kiraya vermek isteyenlerle, bu parçaları kiralamak isteyenleri buluşturan bir aracı gibi. Dolayısıyla sistemde hem kıyafet sahipleri var, hem de kiralayanlar var. Biz kullanıcılarımıza 'looper' diyoruz ve özel ve eşsiz bir hizmet sunmak için, looper’ların tüm operasyonel süreçlerini üstleniyoruz. Yani, diyelim ki, siz sistemde ürünlerinizi kiraya vermek istiyorsunuz, bizimle whatsapp hattımız, e-mail adresimiz ya da web sitemizde bulunan form üzerinden iletişime geçiyorsunuz ve yüklemek istediğiniz parçaların görsellerini atıyorsunuz. Size mutlaka 24 saat içerisinde dönüş yapıyoruz. Eğer, ürünleriniz platformda kiraya vermek için uygunsa, evinizden aldırıyor, depomuza çekiyor, fotoğraf çekimini yapıyor, sizin adınıza gardırop oluşturarak sisteme yüklüyoruz. Kuru temizleme, terzi ve kurye gibi süreçleri de biz yönetiyoruz. Tüm bu işlemler karşılığında kiralama başına komisyon alıyoruz. Yani bizim platformumuzda ürün sergilemek ücretsiz. Sizin kazandıkça, biz de kazanıyoruz.

- Sizi diğer kıyafet kiralama platformlarından ayıran en önemli özelliğiniz nedir?

Duygu: Diğerlerinden ayıran en önemli özelliğimiz, kullanıcılar arası bir kiralama sistemine sahip olması. Yani sıfırdan bir satın alım yapmadan, zaten dolaplarda duran parçaları başkalarıyla buluşturuyoruz. Biz sadece aracı konumdayız, kıyafetin asıl sahipleri gardıroplarında öylece duran parçalar üzerinden para kazanıyor. Bu yönüyle de hem paylaşım ekonomisini, hem de döngüsel modayı destekliyor. Bir de, belki Türkiye’de hiç karşılaşmayacak kişilerin, birbirlerinin hikayesine kıyafetler üzerinden ortak olması çok heyecan verici. Örneğin, yıllar önce birinin nişanında giydiği bir elbise, bir başkasının mezuniyet elbisesi olabiliyor. Bu da bizim yaratmak istediğimiz kız kardeşlik dünyasıyla çok iyi bir uyum yakalıyor.

- Kiraladığınız kıyafetlere hangi kriterlere göre platformunuzda yer veriyorsunuz?

Neslişah: Hem global hem de lokallerden oluşan belli bir marka ve tasarımcı listemiz var, her ürünü ve markayı kabul etmiyoruz. Bir de ürünün perakende satış fiyatının 1000 TL ve üstü olması gerekiyor. Trendy, eğlenceli, zamansız ya da 'vintage' ama en önemlisi iyi durumda olan ürünleri sergilemek istiyoruz. İçeriye ürün seçerken de aslında bir markadaki satın almacı gibi hareket ediyoruz, ürün marka listemizde olsa dahi kiralamaya uygun olmadığını düşünüyorsak ya da iyi durumda değilse maalesef kabul edemiyoruz.

- Yerli markalara da yer veriyor musunuz?

Duygu: Elbette, yerli markalar bizim için çok kıymetli. Ülkemizde harika markalar ve tasarımcılar var, onları da mutlaka sisteme dahil ediyoruz. Hatta yerli markaları da dolaplarını açarak, looper olmalarına teşvik etmek istiyoruz. Böylece onlar da, dilerlerse yeni sezon, dilerlerse geçmiş sezon parçalarını kiralama yöntemiyle yeniden değerlendirme ve daha geniş bir kitleye ulaştırma şansı yakalıyorlar. Yani, yerli markalara kapımız her zaman açık.

- Dünyada da bir süredir var olan bu ‘kıyafet kardeşliği’ aynı zamanda sürdürülebilirlik açısından da aynı zamanda bir sosyal sorumluluk projesi olarak değerlendirilebilir mi? Bu konuda sizin görüşleriniz nedir?

Neslişah: Sosyal sorumluluk projesi demek iddialı olur, ama sürdürülebilir modanın bir parçası olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Şöyle düşünün, “daha az satın al, daha çok kirala” diyerek hem tüketimi azaltmaya teşvik ediyoruz, hem de gardıroplarda bekleyen parçaları yeniden döngüye sokarak, onlara değer kazandırıyoruz. Tek bir parça onlarca kez kiralanıp giyiliyor. Bu taz sistemler büyüyüp yayıldıkça üretimin de azalacağını düşünüyoruz. Tekstil maalesef dünyayı en çok kirleten sektörlerden biri, böyle giderse McKinsey raporlarına göre 2030 yılına kadar 2.7 milyar ton karbon emisyonundan sorumlu olacak. O yüzden alışkanlıkların değişmesi gerekiyor. Şu an kesinlikle tamamen sürdürülebiliriz diyemeyiz, ama daha sürdürülebilir olmak için yenilikleri sürekli takip ediyor ve uygulamaya çalışıyoruz. Mesela kutularımız geri dönüştürülebilir materyalden üretildi. Kiralayanlara ise aynı kutuda geri göndermelerini ve kutuyu atmamalarını sıkı sıkı tembih ediyoruz ki, kutumuz da birçok kez kullanılabilsin.

Yazının devamı...

Kitapseverlerin platformu

Her gün yeni bir alanda kendini göstermeye başlayan blok zinciri teknolojilerine bu kez yayıncılık sektörü de dahil oldu. Yenilikçi e-kitap ve sesli kitap platformu Boodio tarafından geliştirilen yeni platform BODI Coin, tüm yayıncılık ekosistemini blok zincir üzerine taşımaya hazırlanıyor. Tam 12 ülkeden 150 yayınevinin dahil olduğu ve yayınevlerinin yanında yazarların da bağımsız olarak yer almasına imkan tanıyan bu platformu ve bu alanın nasıl işlediğini platformun Teknoloji CEO’su Niyazi Yılmaz’dan dinledik.

- Kitapseverleri ve yayıncılık sektöründeki bu yeni projenizi anlatır mısınız?

Son dönemde hayatın birçok alanında önemli avantajlar sağlayan blok zinciri teknolojisinin avantajlarını yayıncılık ekosistemine getiriyoruz. Global yayıncılık sektörünü merkeziyetsiz blok zincir üzerine taşımayı amaçlıyor. Amacımız, yayıncılık sektörü ürünlerinde yüzde 60'ın üzerine çıkan satış komisyonlarını ortadan kaldırarak, kitapseverleri uygun maliyetli ve benzersiz kitaplarla buluşturmak... Yayıncılara da 1 dakikanın altında tahsilat imkanı sağlayarak yayıncılara güç katmayı hedefliyor.

Şeffaf bir hak yönetim sistemi sayesinde eserlerde emeği geçenlerin haklarının korsan yayınlar ile engellenmesinin önüne geçmek gibi temel sorunlara çözüm olarak doğmuş bir uluslararası blok zincir projesi (IPBP) olduğunu söyleyebilirim. Buna ek olarak, yayıncılık dünyasında daha önce var olmamış bir gelir kaynağı yaratacak olan NFB (non-fungible books) sayesinde de kitap üzerindeki tüm hak sahipleri ikincil satışlardan da gerçek zamanlı kar elde edecek. Proje kapsamında takas edilemez benzersiz kitaplarla, yepyeni bir yayıncılık ekosistemi yaratılacak.

- Şu anda kaç yayınevi yer alıyor? Ya da yazarlar yayınevi olmaksızın kişisel kitabı ile yer alması mümkün olacak mı? Katılım şartları var mı?

Platforma katılan yayınevleri arasında Pusula, Kanat Kitap, Virgül Kitap Eleştiri Dergisi, Hayy Kitap, Maya Kitap, Librum Kitap, Yediveren Yayın Grubu gibi Türkiye’nin değerli yayınevlerinin yanında 12 ülkeden 150 yayınevinin dahil olduğu bir düzen var. Platformun yayınevlerinin yanında yazarların da bağımsız olarak dahil olmasına imkan sağlayacak alt yapısı bulunuyor. Ancak önceliğimiz finansal kriz döneminde olan yayınevlerinin sorunlarını ortadan kaldırmak olduğu için şimdilik bu kısmı canlıya almadık. Projemiz kendi blok zinciri altyapısı sayesinde yayıncı ve yazarlara ‘token’ üretme imkânı ile katma değerli gelirler yaratmayı da hedefliyor.

- Yayıncılık sektörüne nasıl bir artısı olacağını düşünüyorsunuz?

Yatırımcısına büyüyen yayıncılık ekosistemindeki fırsatlara ortak olma şansı verirken, yayıncılık dünyasında ise eşitlik ve kolaylık getiren bir yatırım aracı olmayı hedefliyor. Projeyle, sisteme üye olan yayıncılara blok zinciri temelli, tamamen şeffaf bir telif hakları yönetim modeli sunuyoruz. Oluşturulan blok zinciri temelli ‘içerik dağıtım ağı’, dünyada ilk niteliğinde yenilikler getiriyoruz.

Uluslararası alanda tüm kullanıcıların hizmet alımından hizmet üretimine kadar birçok alanda onaylı, hızlı ve güvenilir bir ağ kurmasına yardımcı olurken, yayıncılığın mali tarafında ise eşitlik ve kolaylık getiren bir yatırım aracı olmayı hedefliyor. Sisteme üye olan yayıncılara blok zinciri temelli, tamamen şeffaf bir telif hakları yönetim modeli sunuyor. Eser içeriklerinin ürettiği toplam gelirden paylarını diledikleri zaman anlık olarak görüp yararlanabilecek olan yayıncılar, daha fazla içerik üretimini teşvik edecek biçimde dijital varlık yatırımcılarının desteğini de alabilecek.

Bu sayede fikri mülkiyet ve telif haklarına tamamen uygun, geleneksel yayıncılık sektörünün müzmin hale gelen geç ödeme, bekleme, telif sorunları, yabancı pazarlara ulaşma zorluğu gibi birçok soruna teknoloji destekli bir çözüm getiriliyor. Bunlara ek olarak, yayıncılık dünyasında daha önce var olmamış bir gelir kaynağı yaratacak olan NFB (non-funglible books) sayesinde kitap üzerindeki tüm hak sahipleri ikincil satışlardan da gerçek zamanlı kar elde edecek. Bu yüzü ile dünyada bir ilk olan proje kapsamında takas edilemez, benzersiz kitaplarla, yepyeni bir yayıncılık ekosistemi yaratılacak.

Yazının devamı...

Yaşamının anahtarı, iyilik

Cengiz Yatağan, hem dünyada hem de Türkiye'deki önemli galerilerde çalışmaları sergilenen bir isim. Aynı zamanda çalışmalarıyla sık sık sokak hayvanları yararına projeler gerçekleştiriyor. Sanatçıyla projeleri hakkında konuştuk...

- Sosyal sorumluluk projeleriniz çerçevesinde şu sıralar Çevre ve Sokak Hayvanları Derneği yararına bir projeniz oldu? Bu proje nasıl gelişti?

Yaşamım boyunca hayvanları insanlardan hiç ayırmadım. Hepimizin yaradanın mucizesi olduğumuza inanıyorum. Geçtiğimiz yıl Çevre ve Sokak Hayvanları Derneği yararına sanatçı arkadaşlarımla beraber karma bir sergide yer aldık. Çalışmalarımızı da dernek yararına bağışladık. Çok başarılı oldu, inanılmaz bir etki ve katkı sağladık. Bu yakaladığımız sinerjiyi bu yıl da sürdürülebilir kılarak devam ettirmek istedim. Beyoğlu’ndaki atölyemde Mart sonunda bir etkinlik gerçekleştirdim ve gelirini de sokak hayvanlarına bağışladım. Elde edilen gelir Çevre ve Sokak Hayvanları Derneği vasıtasıyla var olan barınakların geliştirilmesi, büyütülmesi, mama ve tıbbi giderleri ile veteriner masraflarının karşılanmasına yönelik.

- Sosyal sorumluluk projelerine sanatçıların destek olması konusundaki düşünceleriniz nelerdir?

Sanatçılar halk ve medya tarafından yoğun takip edilen öncü insanlar. Bu yüzden sanatın her dalında takip edilirler ve örnek alınırlar. Ben de yaşamdan besleniyorum. Bunun içinde insan, hayvan, doğa gibi birçok unsur var. ‘İyilik yap iyilik bul’ felsefesi benim yaşamımda bir anahtar. Herkese bu bakış açısıyla yaşamasını öneriyorum mucizeler bence bu yolla gerçekleşiyor.

- Dünyada ve Türkiye’de çok önemli galerilerde sergileriniz ve çalışmalarınız yer alıyor. Bu çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

İstanbul’un sanat merkezi sayabileceğimiz Beyoğlu’nda bir atölyem var. Çalışmalarımı burada sürdürüyorum. Son dönemde biraz gece karanlığında ve mum ışığında da algılanabilir olabilmesi için neonlu ve ışıklı işler tercih ediyorum. Bunları biraz 3 boyut niteliğinde organize edip, sonsuzluk ifadesiyle dünyevilik ile ruhanilik arasındaki hissiyatı yaşatmak istiyorum.

Uluslar arası sergilerime gelince, 2021 yılı içerisinde Saatchi Gallery, TA Turkish Art Week / Londonve Sonia Monti Galeri Kış Koleksiyonu Sergisi Paris’te yer aldım. Akabinde Türkiye’de son 15. İC Contemporary / Lütfü Kırdar İstanbul’da çalışmalarım yer aldı. Önümüzdeki dönem ise Londra ve Dubai’de ‘Purgatory’ isimli sergimle çalışmalarıma devam edeceğim.

- Önümüzdeki dönem sergileriniz neler biraz bilgi verebilir misiniz?

İlkbahar ve sonbahar, sanat piyasasının en hareketli olduğu zamanlar. Benim de bu ay sonuna doğru ya da Mayıs ayında Dubai’de ve Londra’da bir sergim olacak. Yeni sergimin adı ‘Purgatory’… İnsan hayatının dengesi ana tema olarak kullandım. Doğum ve ölümü kapsayan dünyevilik sürecinin bedensel ve ruhani özümsemesi ve bu her iki kavramda dengede ve terazi içinde yaşamak gerekliliğini ele aldım. Dünyevi hayatın her an karşımıza çıkan sınavını pes etmeden sabırla vermek hayallerimizden ve arzularınızdan vazgeçmeyip ruhani tarafa yoğunlaşmayı sanatımla anlatmaya çalıştım.

Yazının devamı...

Hint Okyanusu’nda sergi

Hayatındaki ada teması Bozcaada'daki çocukluğuyla başlayan ressam Pınar Tınç kariyeri boyunca ada, doğa, deniz, bitki örtüsü, kuşlar, gece ve gündüz temasını işledi. Yurt içi ve dışında defalarca eserlerini sergiledi. Ressam, Hint Okyanusu’ndaki Fransa’ya bağlı Reunion adasında, 2014'te sanatseverlerle buluşturduğu 'Adaların Renkleri' sergisinden tam 8 yıl sonra 26 Mart’ta bu adaya yeni sergisi 'Adaların Rüyaları' ile geri döndü.

- Yolunuz nasıl Hint Okyanusu'ndaki bir adaya düştü?

Aslında hiç beklemediğimiz bir zamanda böyle bir fırsatımız çıktı. Hint Okyanusunda tropikal kuşağın en ucunda Madagaskar’ın hemen güney doğusunda tropikal bir Fransız adası olan Reunion, Fransız Hukuk Profesörü eşimin işi dolayısıyla birden gündemimize girdi. Bütün ailemizin arkadaşlarımızın yani çevremizdeki herkesin karşı çıkmasına rağmen 3 valizle Türkiye’den 10 bin km uzaklıktaki adaya taşındık. Oğlum Kerem 3 ay önce doğmuştu. Ardından kızımız Ada’ya hamile kalmıştım. Ada Reunion’da doğan ilk Türk – Fransız oldu sonrasında. Tropikal bir iklimde Hint, Çin, yerli kültür olan Creol ve Afrika kültürünün harmanlandığı muhteşem bir ada. Jurassic Park platolarında film çekiminde gibi hissediyorsunuz kendinizi. Okyanus inanılmaz bir canlı vejetasyonu ve çeşitliği gösterirken, adanın hemen doğusunda her sene patlayan bir yanardağ, koruma altında canlılar, bitkiler, endemiklerin olduğu inanılmaz bir dünya.

- Oradaki yaşam Bozcaada'dakine hangi yönlerden benziyordu, hangi açılardan farklıydı?

Coğrafi, iklim koşulları, insan hikayeleri olarak çok farklı olmasının yanında, dışarıya kapalı ve kendi içinde bir kozmosu, akışı, ritmi olması açısından çok benziyor. Doğadaki her ağacın, çiçeğin göçlerle gelen hayvanların zamanlarını öğreniyorsunuz, yaşamı aslında bu değişimlerle fark ediyorsunuz. Bozcaada’da nasıl bağbozumu yılın en hareketli zamanlarıyla, Reuinda’da da şeker kamışı hasattı olurken yine aynı coşku ve tatlı heyecan koşturmaca bütün adada yaşanıyor. İnsan hikayeleri temelde çok farklı olsa da yine kadınların, çocukların hikayeleri ön plana çıkıyor. Renkler ve doğa inanılmaz bir ilham veriyor sanatçılara. Her iki adada da yazarlar, araştırmacılar, sanatçılar doğadan çok besleniyor. Katmanlı tarih ve kültürel birikim, doğal zenginliklerle birleştiğinde mücevher kutusundaki en güzel ve parlak elmas haline geliyor.

- Ada, deniz ve genel olarak doğa etkileri resimlerinizi nasıl şekillendirdi?

Deniz benim içinde doğduğum ve kişiliğimi şekillendiren bir unsur. Kuzey Ege’de Rumların ve Türklerin bir arada yaşadığı minicik harika bir doğası ve katmanlı kültürel, tarihsel birikimi olan Bozcaada doğdum ve büyüdüm. Sanatsal ilham depolarımı doldurduğum, duygusal olarak beni zenginleştiren yerdir. Rüzgarın kokusunu duyabildiğiniz mevsimler olurdu, üzümün hasat sırasında şarap fabrikalarında ezilirken ve bütün adayı kaplayan şıra kokusu gibi. Her mevsim açan çiçekleri, bitkileri, mantarları, otları ile kocaman bir ‘micro cosmos’. Mavinin tonlarını, ışığın hangi ayda denize nasıl düştüğünü, güneşin dün içindeki değişimiyle denizi ve adayı nasıl değiştirdiğini empresyonistler gibi hep izlemiş ve kaydetmişimdir. Bu kayıtları resimleri yaparken sezgisel olarak başlayan yaratım süreci, bir süre sonra çocukluğumda gördüğüm ışık, gölge ve form dünyasına doğru yol alıyor.

- Çini mürekkebi niçin ülkemizdeki ressamlar arasında yaygın değil ve bu tekniğin önemi nedir?

Bence yeni bir şey denemek gerçekten emek ve zaman isteyen bir şey. Çini mürekkebiyle yıllarca çalışmak ve kendine ait bir dil yaratmak gerekiyor. Kendi dünyanı yaratırken renkler ve ışık çini mürekkebinde sihirli bir şekilde hareket ediyor. Çok bilinen ve çalışılan tamimiyle benim yaptığım gibi çini mürekkebi olan işler ne yazık ki etrafta yok. Dolayısıyla yeni bir şey üzerinde uzun yıllar çalışıp ve geliştirme gerekiyor. Ben bu tekniği yıllardır kullanıyorum. Hala gidebileceğim sınırlara ulaşmış değilim. Çok fazla teknik imkanı olduğunu düşünüyorum. Duygusal ve ve kavramsal olarak bir ressam için özgür olup, yeni keşifler yapılabilir diye düşünüyorum.

- Yıllar sonra La Reunion'da ikinci serginizi açıyorsunuz. Aradan geçen zaman eserlerinizde ne değiştirdi? İki sergideki eserlerin sizin açınızdan farkı ne?

İlk sergimde daha mitolojik ve okyanusya motiflerini kullanmıştım. Etrafımdaki insan hikayelerini anlatmıştım. Komşumuz olan köpekbalığı avcısını, çok küçük yaşta evlenen Madagaskarlı kız arkadaşlarımın hikayeleri. Şimdi tamamıyla Reuion’dan çıkarak, ilham alarak yarattığım Reuion doğasının içinde ruhumu özgür bir şekilde gezdiriyorum. Bazen okyanusta azurun içinde, bazen korma altındaki bir orkide ormanın içinde, bazen de bir kaktüs parkının içinde kendi gerçeğimi resmediyorum.

- Sonrasındaki projeniz nedir?

İstanbul’da 14 Mayıs’ta ‘Hayatın Renkleri’ isminde solo bir sergi açacağım. Arnavutköy Art Gallery’de. Renkli, hayat dolu, yüksek enerjili bir coğrafya olan Okyanusya temelli bir sergi olacak.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.