SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Hepimizin öyküsündeki cümle

Bazı öyküler sihirli bir cümleyle başlar. Bazı kitap kapakları gördüğün an dokunur kalbine. Bazı cümleleri okumak kelebekleri kanatlandırır göğsünde. Şimdi kendi öykümde ilk defa yayınlanmadan okuduğum, çalıştığım, önsözünde ve arka kapağında kendimi gördüğüm ve göğsümde kelebekleri kanatlandıran ve birlikte çalışmaktan çok keyif aldığım Yazar Onur Ömer Düzgün’ün fantastik gençlik romanı Mistik Konağın Koruyucuları’ndan bir alıntı ile devam edeceğim:

Enke ağaçlara doğru koşuyordu. Göz yaşlarını, koluna silerken bir taraftan bağırıyordu:

-Bu haksızlık!

İşte bu hepimizin öyküsündeki o sihirli bir cümle, sadece kahramanımız Enke değil, her gün pek çok insan kendi öyküsünde içinde olduğu pek çok durumu haksızlık olarak nitelendirebiliyor ve evet hayatta her zaman her şey yolunda gitmiyor, hayat zaman zaman can da yakıyor. İşler umduğumuz gibi gitmediğinde “bu haksızlığın” en çok da kendi başımıza geldiği düşüncesine engel olabilmek, benzer şeyler yaşayan başka insanlar da olduğunu hatırlayabilmek öykümüzün seyrini değiştirebilecek bir sihir gibi.

Acı çektiğimizde, şefkate en çok ihtiyaç duyduğumuzda içimizdeki ses en çok “Neden ben?” diye soruyor; ne kadar suçlayıcı, ne kadar ayrıştırıcı ve ne kadar yalnız… oysa o ya da bu sebeple acıyı hepimiz misafir ederiz yani acı insanlığın ortak paydasıdır.

Ve aslında öykümüzün seyrini değiştirebilecek olan o sihir belki de şefkattir. Garmer’a göre şefkatli olma deneyimi, duygusal rahatsızlığa karşı direnme eğiliminden vazgeçmektir. Bir kişiyi, acıyı veya acıya olan tepkilerimizi kabul etmektir. Günümüzde yaşam fazlasıyla hızlı, en iyiye odaklı, enlerle, beğenilerle dolu ve sürekli değerlendirileceğimiz ve yargılanacağımız bir sisteme dönüşüyor ve gitgide şefkatten uzaklaşıyor. Devreye öz-eleştiri giriyor, bir başkasına savurduğumuz eleştirilerden daha ağır, daha incitici sıfatlarla dolu bir dille. İşte tam da bu anlarda duygumuzdan bir adım uzaklaşmak ve “Bu yaşadığım şey çok zor, neye ihtiyacım var?” diyebilmek, kendimize şefkatle yaklaşabilmek öz-nezakettir. Bu adımı Doç.Dr. Zümra Atalay kendimize yaptığımız bir barış teklifi olarak ifade ediyor. Öykümüzde artık bir de barış teklifi var.

Acının varlığını fark etmek ve kabul etmek şefkatin açığa çıkmasına sağlayacaktır. Son dönemde yapılan araştırmalar giderek artan bir şekilde olumsuz durum ve duygulardan kaçınma davranışının, sorunları yok saymanın pek çok ruhsal sorunun odağı olduğunu desteklemekte. Acıdan kaçınmak daha acı verici…

Peki şefkati yaşamlarımıza nasıl almalıyız? Alan uzmanları tarafından geliştirilen, bilimsel olarak desteklenmiş programlara katılabilirsin. Acıyı tanımlayan çok sevdiğim bir metafor var; yaşamdaki acılar bir bardak suyun içindeki kum tanecikleri gibidir, eğer kum taneciklerini bardaktan çıkarmaya çalışırsan suyun daha fazla bulandığını görürsün, oysa kendi haline bırakırsan dibe çöker, evet belki kum orada kalmaya devam edecektir ancak su berrak kalacaktır.

Sevgiyle…

Psk.Dan. Gizem Kolçak

@pskdangizemkolcak @gizemkolcak

Yazının devamı...

Sevgili beş yıl sonraki ben

Her yeni yılda kendime mektup yazarım; hissettiklerimi, aldığım dersleri, duymak istediklerimi, duymak istemediklerimi, hatırlamak istediklerimi, unutmak istediklerimi, hayal ettiklerimi, hedeflediklerimi… Geriye dönüp yıllar içinde biriktirdiğim her şey; mektuplarım, defterlerim, anı kutumdaki eşyalar, kitaplarıma aldığım notlar ve altını çizdiğim satırlar, listeme eklediğim şarkılar, takip ettiğim ve takipten çıktığım isimler o kadar anlamlı ki… İnsan kendi evrenini yaratabileceği güce sahip ve bu özgürlüğü hissedebilmeli diyorum.

Bugün kahve içerken bir arkadaşım “Kendi sosyal çevremizi oluşturma lüksümüz var” dedi ve bir an kendimizi düşünürken bulduk, evet var, insanın özgür olma ihtiyacı bu aslında. Dünyanın en ünlü psikiyatrlarından, varoluşçu ve hümanist psikolojinin de önemli isimlerinden biri olan Rollo May özgürlük nedir sorusunu “Özgürlük insanın kendi gelişiminde rol oynamasıdır” olarak yanıtlıyor, kendi kendimize şekil verme kapasitemizdir özgürlük, benlik bilincinin diğer yüzüdür: kendi kendimizin farkında olmadığımızda tıpkı arılar gibi içgüdü ya da tarihin otomatik akışı tarafından yönlendiriliriz. Fakat benliğimize dair bilinç kazanma gücümüz sayesinde dün ya da geçen ay nasıl davrandığımızı anımsayabilir ve bu eylemlerden ders çıkararak şimdiki zamanda nasıl davranmamız gerektiğine karar verebiliriz diyor May.

Hayat gerçekten de tercihlerimizle şekilleniyor. Öyleyse ben de May gibi Kierkegaar’ın “kendini seçmek” ifadesinde ısrarcı olacağım. Kişinin kendi benliği ve varlığına karşı sorumluluklarını tasdik etmesi, kör devinim ya da sıradan bir varoluşun tam tersi bir tavırla canlı, kararlı, evrendeki yerinden haberdar, belirli bir noktada var olduğunun farkına vardığı ve bu varoluşun getirisi olan sorumluluğu kabul ettiği anlamına gelir.

Kendimi seçeceğim, çünkü varım.

Kendimi seçeceğim, çünkü hak ediyorum.

Kendimi seçeceğim, çünkü kendimi seviyorum.

Kendimi seçeceğim, çünkü hayallerim ve hedeflerim var.

Kendimi seçeceğim, çünkü beş yıl sonra ki ben yine en çok kendime ihtiyaç duyacağım.

“Beş yıl sonra olacağın insan tamamen bugün okuduğun kitaplara, zaman harcadığın insanlara, tükettiğin gıdalara, alışkanlıklara ve giriştiğin konuşmalara bağlı.” Ruben Chavez

Beş yıl sonra… diye başlayan bir mektup yaz kendine; kendinde görmek istediğin değişimi gör, bir yol haritası olsun sana, ne kadar gerçekçisin, ne kadar hayalperest, ne kadar kararlı, sebatkar ve ne kadar özgür?

Sevgiyle…

Psk.Dan. Gizem Kolçak

@pskdangizemkolcak @gizemkolcak

Yazının devamı...

Nasıl Korurum İçimdeki Çocuğu

” Kaçınılmaz ki zor duygular herkesin hayatının bir parçası. Duygularımızla elimizden geldiğince en iyi şekilde baş etmemiz gerekir, kaçmaya çalışmak beklenmedik sorunlar yaratabilir. Arabanızın beklenmedik bir anda bozulmasının yarattığı hüsran türünden zor duygular, kendiliğinden kaybolup gidebilirler. Bir araba kazasında yaşadığınız korku gibi diğer bazıları ise sizi asla terk etmeyebilirler. Huzura sadece bu duygulara taze bir bakış açısıyla baktığımızda ve bu duygularla olan ilişkilerimizde değişiklikler yaptığımızda erişebiliriz diyor Christopher K. Germer ve ekliyor duygular biraz beden, biraz da zihindir: Beden nasıl düşündüğümüzü etkiler ve düşünmek de bedenimizi…

Bedenine karşı yumuşak, sevgi dolu bir yaklaşım içinde olmak ise farkındalığa atılmış ilk adım gibidir. Yumuşama, izin verme, sevme, bırakma, akışta olma bu kavramları zihnine, bedenine ve hayatına almayı dene.

“Duyguların için uygun sözcükleri bulmayı dene. Beyin üzerine yapılan araştırmalar, duyguları ifade etmek için sözcükler bulmanın, beynin stres tepkisi veren bölümünü devre dışı bıraktığını göstermiştir. İşte farkındalık meditasyonlarının tam olarak yaptığı şey bu.

Acı çekmenin doğasını açık bir şekilde görebilme becerisidir, acının doğasını anlamaktır şefkat. Güçlü durabilmek ve ben bu acının bir parçasıyım diyebilmektir ve her şey gibi “öz” de başlar. Germer’a göre şefkatli olma deneyimi, duygusal rahatsızlığa karşı direnme eğiliminden vazgeçmektir. Bir kişiyi, acıyı, veya acıya olan kendi tepkilerimizi kabul etmektir. İşler iyi gitmediğinde kendimizi kendimizi yargılamak ve acımasız olmak gibi bir alışkanlığımız vardır. Ancak öz şefkatli olan birisi bu güçlüklere ve engellere katı eleştirilerle değil, anlayışla yaklaşır. Yaptığı şey bu acıları ve engelleri görmezden gelmek değildir. Tutumu farklılaşır, iyileştirir…

Tadını çıkarmak terimi ile başlayalım: “kişinin hayatındaki olumlu deneyimlerle ilgilenme, onlar için müteşekkir olma ve onları misliyle arttırma yeteneği”ne sahip olanların ruh halini anlatmak için kullanılan bir terimdir. Evet bu keyifli eylem bir tür öz şefkattir. Sana yapılan bir iltifatın tadını çıkarıyor musun?Son zamanlarda lezzetli bir şeyler yerken tadını çıkarmak için gözlerini kapatıp yavaşça çiğnedin mi? Belirli kişilere karşı duyduğun sevginin keyfini sohbet aralarında çıkarabiliyor musun? Taze sonbahar havasını derin bir nefesle içine çekmeye eğilimli misin? Mutlu olduğunda yüksek sesle kahkaha atar mısın? Elde edilen bir başarı nedeniyle hakkını vererek gurur duymakta bir mahsur var mıdır? Neden olsun? Saklanma.

İçimizdeki çocuk kavramı ile devam edelim: öz şefkat algımız erken çocukluk deneyimlerimizle tabi ki ilişkili. Aslında kendimizle olan ilişkimiz kısmen ebeveynlerimizin/bakım veren kişinin bize nasıl davranmış olduğuna bağlıdır. Psikolojinin en popüler kuramlarından olan “Bağlanma Kuramı” hayatın şifresini çözmüşçesine sorularımızı yanıtlamaya devam ediyor. Küçükken bize bakan ve önem veren kişilerin imgelerini içselleştiriyoruz. İçindeki çocuğa bir de bu gözle yaklaş.

Doğa herkesin yüreğine dokunup ısıtabilen, gülümsetebilen, şifa olabilen bir diğer yandan da sürekli olarak ölüm, kuraklık, çetin şartları ile acımasız olabilen bir insan psikolojisi metaforu gibi gelmiştir bana. Her şeyin geçiciliğini çok iyi yansıtır bir diğer yandan da. Evet çok iyi bir öğretmendir ama. Biraz yürüyüş, biraz deniz kenarı, biraz kafanı kaldırıp sonsuzluğa uzanan ağaçları seyret, çıplak ayakla bas toprağa, çimene… Sadece temas et ve hisset. Ol.

Sevgiyle…

Psk.Dan. Gizem Kolçak

@pskdangizemkolcak @gizemkolcak

Yazının devamı...

Duygusal Zeka ve Pandora

Çocukluğumdan bu yana tarih ve mitoloji hakkında okumayı, dinlemeyi ve seyretmeyi çok severim. Bu yazının ilham kaynağı da en popüler mitoloji prenseslerinden Pandora.

Bilinen efsaneye göre, eski Yunan prensesi olan Pandora’ya güzelliğini kıskanan tanrılar tarafından gizemli bir kutu armağan edilir ve hiçbir zaman açmaması gerektiği söylenir. Ancak bir gün, merak hissinin baştan çıkarıcılığına kapılan Pandora kutunun içine bakmak için kapağını kaldırır ve dünyaya hastalık, keyifsizlik ve çılgınlık gibi büyük belaları salmış olur. Fakat ona acıyan bir tanrı hayattaki tüm dertlerin tek devası olan Umut’u kutuda tutacak bir şekilde kapağı kapatmasını sağlar. Umut teknik anlamda her şeyin er-geç yoluna gireceğine inanan aşırı iyimser görüşten öte bir şeydir. Snyder bunu kesin bir biçimde şöyle tanımlar: “hedefler ne olursa olsun onlara ulaşmak için gerekli irade ve yönteme sahip olduğunuz inancı.” Duygusal zeka açısından iyimser bir tutum, zorluklar karşısında kişileri kayıtsızlığa, umutsuzluğa ya da depresyona karşı koruyan bir tavırdır ve yakın akrabası umut gibi iyimserlik de hayatta kazanç sağlar.

Aslında tüm duygular harekete geçmemizi sağlayan dürtülerdir; evrim, yaşamla baş edebilmemiz için bizi acil plan yapabilecek şekilde programlamıştır. Duygu (emotion) sözcüğünün kökü dir. Latince hareket etmek anlamına gelen fiile “e-“ ön eki getirildiğinde anlam uzaklaşmak olur ki bu, her duygunun bir harekete yönelttiği fikrini vermektedir diyor Duygusal Zeka kitabında Daniel Goleman ve örneklerle açıklıyor:

hissedildiğinde, kan akışı bir silahı tutmayı ya da düşmana vurmayı kolaylaştırıcı şekilde ellere yönelir, kalp atışı hızlanır, adrenalin gibi hormonların hızla salgılanmasıyla birlikte çevikçe hareket etmeye yetecek güçte enerji meydana gelir.

oluşturduğu başlıca biyolojik değişiklikler arasında, beyin merkezinde olumsuz duyguları engelleyip bir enerji artışına yol açarak kaygı verici düşünceleri durduran bir etkinlik yer alır. Ancak bedeni rahatsız edici duyguların yarattığı biyolojik uyarılmadan kurtaran sükunet hali dışında, belirli bir fizyolojik değişim görülmez. Bu konfigürasyon bedene genel bir dinlenme sağlar, ayrıca kişiyi elindeki işi yapmaya, çeşitli hedeflere doğru ilerlemeye hazır ve istekli hale getirir.

Kötü haber: Uluslararası veriler, modern hayat tarzının dünyanın her yerinde benimsenmesiyle birlikte yayılan bir depresyon salgınına işaret ediyor. Yüzyılın başından beri birbirini takip eden her kuşak, ebeveynlerine kıyasla daha yüksek ağır depresyon riski taşımıştır; hem de yalnızca üzüntü değil, aynı zamanda kişiyi felç eden bir halsizlik, keder, kendine acıma duygusu ve baskın bir umutsuzluk halinde erken yaşlardan itibaren başlamaktadır.

İyi haber: Çocuklarla yapılan bir çalışmada sorunlara daha olumlu bir açıdan bakmayı öğrenmenin depresyon riskini azalttığını gösteren her türlü işaret mevcuttur. Yapılan araştırmaları incelediğimde dikkatimi çeken en temel iki şey katılımcılarla yapılan çalışmaların tamamının özbilinç ve umut duygusu ile ilgili olduğu oldu. Şaşırtıcı değil.

Özbilinç, kendini tanıma -bir duyguyu fark edebilme- duygusal zekanın temelidir. Duyguların her an farkında olma yeteneği psikolojik sezgi ve kendini anlamak bakımından şarttır. Duygularını tanıyan kişiler, hayatlarını daha iyi idare ederler; kiminle evleneceğinden hangi işe gireceğine kadar kişisel karar gerektiren konularda ne düşündüklerinden çok daha emindirler.

Duygusal özbilinç kavramını çok iyi anlamak gerekiyor. Kendi duygularını tanımlamak ve adlandırmakta ne kadar iyisin? Günlük hayatında kendini hangi duygularla ifade ediyorsun? Hislerinin nedenlerini daha iyi anlayabiliyor musun? Hisler ve hareketler arasındaki fark senin için bir anlam ifade ediyor mu? Duygu yönetimin nasıl? Duygularını verimli bir şekilde kullanabiliyor musun? Hangi duyguyu hangi yoğunlukta yaşıyorsun? Soruları sordum umarım belki bir fincan çay ve kahve eşliğinde bir kalem ve kağıtla üzerine düşünerek duygularınla buluşursun.

Sevgiyle…

Psk. Dan. Gizem Kolçak

@pskdangizemkolcak @gizemkolcak

Yazının devamı...

Duygularım Ters Yüz

Anı:

Bilmiyorum senin var mı ama benim bir anı kutum var; fotoğraflar, küçük objeler, gelen kartlar, alınan biletler ve daha bir sürü şey… senin de olsun isterim. Çünkü zaman zaman, o kutudaki objelerin anılara dair sihirli güçleriyle herkesten daha yakın bir peri gibi elimi tuttuğunu, gülümsettiğini, sırtımı sıvazladığını, gözlerimi doldurduğunu ve içimi ısıttığını söyleyebilirim. Eski günlükleri okumaktan daha farklı ve yoğun bir etkisi var diyebilirim.

Çok severek defalarca seyrettiğim ve ebeveynlere hem kendileri hem de çocukları için önerdiğim, yüksek ihtimalle bildiğin bir animasyon filminden bahsetmek istiyorum; Ters Yüz (Inside Out) ve 11 yaşındaki Riley’nin ailesinin taşınma kararı üzerine yaşadıkları, iç dünyası ve duygularını konu alıyor. Hem çok eğlenceli hem de sağlıklı duygusal gelişim için duygular o kadar güzel anlatılıyor ki çok da bilgilendirici. İşlenen duygular neşe, üzüntü, öfke ve tiksinti olarak birer karakter olarak Riley’nin zihninde karşımıza çıkıyor ve bütün bu olumlu ve olumsuz duyguların birlikte dengeli olmasını ve normal olanın bu olduğunu söylüyor tüm bu sadece ‘mutlu olmalısın’ trendine karşı.

Son dönemde çevremdeki pek çok kişi ile mutluluk üzerine sohbet ediyor ve düşüncelerini merak ediyorum. Mutluluğu nasıl tanımlıyor, en mutlu olduğu an neydi, anıları genelde mutluluk duygusu mu barındırıyor, kendisini mutlu olarak mı değerlendiriyor… gibi bir sürü soru geçiyor zihnimden. Ancak danışanlarım ve sohbet ettiğim insanların aksine insanlar üzerinde etkili olabilecek sosyal medya herkese ‘mutlu olmalısın bak ben ne kadar da mutluyum’ diyor gibi geliyor. Tatilin ilk günü bir karar aldım ve sosyal medyayı asgari düzeye çektim, bildirimleri kapattım, gerçekten takipçisi olmaktan keyif almadığım hesapları takipten çıktım, fikir veren, öğreten, ilham olan, gerçekten ilgimi çeken hesaplarla devam ediyorum, daha az paylaşıyorum, çok paylaşanı da kabul ediyor ve anlıyorum. ‘Şöyle olmalısın’ imajı veren her şeyden uzaklaşıyor sadece ‘olmak istediğim gibi oluyorum’ ve gerçekten iyi hissediyorum.

Belirli bir kitleye erişince içerik üreticilerinin fikirlerinin ve paylaşımlarının önemli olduğunu düşünüyorum çünkü insanlar üzerindeki etkisi artık kanıtlanmış bir gerçek diğer yandan tabi ki herkes istediğini paylaşmakta özgür ancak ruh sağlığı alanı ile ilgili yapılan paylaşımlarda daha dikkatli olunması lazım. Sadece mutlu olmaya çalışmak ve instagram gönderileri maalesef ki mutluluk getirmeyecektir. Fark edilmesi gereken şey şu ki duygular engellenmemelidir, iyi ya da kötü değillerdir, sen yoğunlukla hissettiğin duygulara kulak ve tüm duygularına kucak aç, kendine farkındalıkla yaklaş çünkü düşüncelerin ve davranışların duygularından etkilenir.

Riley’nin hikayesinde özellikle çok beğendiğim bir bölüm var; duygular kontrol panelini yönetiyorlar ve verilen her bir kararda duyguların renginde kürecikler birikiyor. Bir de en önemli anları betimleyen çekirdek anılar var. Her bir çekirdek anı kişiliğin farklı yönlerinden temel alan adalar yaratıyor. Yani Riley neşeliyse sarı kürecikler, üzüntülüyse mavi kürecikler birikiyor ve konularına göre bu duygu kürecikleri örneğin arkadaşlık veya aile adasında birikiyor. O kadar güzel bir şema yapısı anlatımı ki bu… Temel inançlarımız varlığımızın en derininde olan zihinsel yapı taşlarıdır. Yapılan çalışmalar şemaların köklerinin ilk yaşam deneyimlerimizden de eski olabileceğini gösteriyor. Çocukluk ve ergenlik döneminde oluşmaya başlayan şemalar hayatımız boyunca bizimle birliktedirler. O kadar ki kendimiz ve çevremizle olan ilişkilerimizin de yapı taşlarıdır.

Mutlu çocukluk anıları mutlu yarınlar…

Biliyoruz ki çocukluk anıların bireyin duygusal gelişimi üzerinde çok büyük ve önemli bir etkiye sahip çünkü bireyin benlik, kişilik ve psikolojik iyilik hali üzerinde etkililer ve özellikle ilk 6 yıl anılarını temel anılar olarak kabul edebiliriz. Klinik alanda çalışan ruh sağlığı profesyonellerinin çocukluğa inme fikri işte buradan temel alıyor. Eğer çocukluk dönemimizde ailemiz tarafından desteklenmişsek, değerli hissetmişsek ve ihtiyaçlarımız karşılanmışsa her şey daha iyi ilerliyor. Freud’a göre olumsuz çocukluk dönemi anıları bir gün beklemek üzere bilinçdışında tutuluyor ve uygun ortam bulduğunda karşımıza çıkıyor. İşte burada da anne baba tutumları devreye giriyor ve biliyoruz ki anne baba tutumları demoktratik bir yapıdaysa eğer bu çocuğun tüm gelişim dönemlerinde büyük bir avantajı oluyor.

Tabi ki geçmiş yaşantıları değiştiremeyiz ancak bu yaşantılar hakkındaki duygu ve düşüncelerimiz davranışlarımızı etkiliyor ve bugüne, ana ve hatta gelecek yaşantımızı etkiliyor olabilir mi? Duygularının ne kadar farkındasın? Geçmişte yaşananlar ve bugüne, yarına etkileri hakkında ne kadar kabule açıksın?

Unutma hayat bir hikaye ve sen de Riley gibi bir kahramansın…

Anı kutusunun zaman zaman sana hissettirmesine izin ver.

Sevgiyle...

Psk. Dan. Gizem Kolçak

@pskdangizemkolcak @gizemkolcak

Yazının devamı...

Usta veya Acemi Heykeltraş

Heykeltraş August Rodin'den 1880 yılında şair Dante'nin İlahi Komedya’sını betimleyen bir kapı yapması isteniyor.Rodin, bu sipariş üzerine uzun süre kafa yorduktan sonra "Cehennem Kapıları”nı yapmaya karar veriyor. Kapı birkaç bölümden oluşuyor, araf bölümünde "Düşünen Adam" var ve tüm gözleri kendi üzerine çekiyor. Rodin’in cehennem kapısını oluşturması 10 yıl sürüyor. Rodin'in atölyesine gelen bir İngiliz alınlıktaki bu heykeli satın alıyor ve ona "Düşünen Adam" ismini veriyor. Rodin öldükten sonra 1922'de Rodin Müzesi'nin bahçesine taşınıyor ve günümüzde de orada sergilenmeye devam ediyor. Düşünen Adam, önceleri ilahi komedya gibi bir konunun parçasıyken daha sonra bağımsız bir konu oluyor. Ülkemizde ise bilindiği üzere "Düşünen Adam" kendisine ancak Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nin bahçesinde yer buluyor ki bu da bambaşka bir hikaye…

Sanırım günümüzde hepimiz ruhumuzun, zihnimizin ve bedenimizin ihtiyaçlarını keşfetmek için daha farkındalıkla bir yaşam sürmeliyiz ve fark ettikçe, keşfettikçe de bir heykeltraş gibi önce sabırla, incelikle bazen de keskin olabilen darbelerle ilerlemeliyiz.

diyor Oytun Erbaş Psikiyatrinin Kara Kitabı isimli kitabında. İnsan beyni 2019 yılında hala gizemini koruyor olsa da pek çok çalışma ve bilimsel veri gösteriyor ki insan zihni gerçek bir heykeltraş gibi somut farklılıklar yaratacak derecede etkili. Evet zor duygular varlar. Ancak herkes için varlar. Peki aynı durum karşısında hissedilen zor duygularla baş etmede neden iş arkadaşın senden daha rahat, daha kolay atlatabiliyor veya senin kadar etkilenmiyor?

Endüstri toplumu ve bu yaşamın getirileri maalesef beyindeki pek çok bölge üzerinde etkili. Kalabalıklar içinde yalnızlaşan, sosyal medyanın deyim yerindeyse hayatını işgal etmesinin farkında olmayan, istemsizce ve kontrolsüzce gereksiz veriye maruz bırakılan, az veya çok yeme kaygısı taşıyan, trafikte geçirilen zaman, iş hayatında performans kaygısı yaşayan, egzersizi abartıp daha yoğun stres yüklenen, sosyal paylaşımın yüzeysel kaldığı bir insan profili hayal edelim ki pek çoğumuza yakın bir profil değil mi? Bugün kırsalda yaşayan insanlar ile şehirde yaşayan insanlar arasında ölçülen depresyon vakalarını sayısındaki artışın bir sebebi de maalesef ki endüstriyel hayatın getirileri. Ancak bir yandan da araştırmalar gösteriyor ki entelektüel donanımı daha yüksek kişilerin zor duygularla ve depresyonla baş etmede ve hatta tedavi sürecinde etkililiği daha fazla.

Entelektüel kabiliyet eşittir zengin nöronal ağ. Yani beyninize çalışması ve gelişmesi için sürekli veri vermelisin. Dil öğrenmek, spor yapmak, sanat faaliyetleriyle uğraşmak, okumak, yazmak, çizmek, sergi görmek, seyahat etmek, yeni bir hobi edinmek, meditasyon yapmak, sosyal çevreni kendini geliştirebileceğin şekilde yeniden yapılandırmak. Bu çeşitliliğin haricinde de bir konuyla ilgili 10.000 saat emek vermek. Eminim 10.000 saat kuralını duymuşsundur;

Entelektüel donanımı arttırmanın stres üzerinde ki etkileri somut verilerle kanıtlanırken; stresin üzerimizdeki olumsuz etkilerini artık tartışmaya dahi gerek yok diye düşünüyorum. diyor Oytun Erbaş Psikiyatrinin Kara Kitabı isimli kitabında.

Ve evet, doğru hepimiz birer heykeltıraşız... Usta veya acemi kendi hayatlarımızın heykeltraşı…

Sevgiyle…

Psk.Dan.Gizem KOLÇAK

@pskdangizemkolcak @gizemkolcak

Yazının devamı...

Gün Batımı Kadar Harika

Carl Rogers’a ait bu sözler, en sevdiğim sözleri olabilir. Zaman zaman ihtiyacım oluyor duymaya.

Zamanla daha duyarlı oluyorum galiba; küçük bir parçası olduğum büyük bir bütünü görmek daha da kolaylaşıyor, kendimi koşulsuz kabul etmek için gösterdiğim çaba ve sevdiklerim tarafından da aynı şekilde kabul edilmek daha önemli ve öncelikli oluyor mesela, benim de töleransım artıyor sevdiklerime karşı, sahil yolunda trafikte kaldığımda daha sakinim çünkü güneşin batışını, denizi ve adaları seyretmek için daha çok vaktim oluyor. Gerçekten bu şekilde düşünebilmek birileri için kolayken birileri için çok zor olabilir. Hayatın paradokslarından bir tanesi daha işte.

Carl Rogers

Kendimi tanımakla başlıyorum her zaman, isteklerim, ihtiyaçlarım yol haritam oluyor. Daha duyarlı olmaya çalışıyorum çünkü daha yaşanılabilir bir yaşam sunuyor bana. Hepimizin ihtiyacı bu değil mi? Daha yaşanılabilir bir hayat. Duyarlılığımdan zevk alabilmek için kendime yer açıyorum. Gerçekten istiyorsam ‘hayır’ demiyorum. Doğanın keyfini çıkarmak, sadece düşünmek, hayal etmek, bedenimin ihtiyaçlarına kulak vermek, elimi kalbime götürmek, derin bir nefes almak, nefes vermek, duyularım için bir şeyler yapmak, hoş bir koku, en sevdiğim çikolata, bir sokak kedisi, bir sergi gezmek, bir şeyler yazmak, çizmek, yeni bir yazar, derin bir sohbet, ilham almak… Benim listem uzadıkça uzayanlardan hep.

Evet listenin bir de diğer tarafı var; öfkem var mesela, hayal kırıklıklarım, başarısızlıklarım, yalnızlıklarım, anlatamadıklarım, kaçtıklarım… Hala aynı kişiyim, benim ya bu listem de uzuyor tabi, yazdıkça silesim, defteri kapatasım geliyor. Ama kaçmıyorum ve kabule daha açığım. Çünkü biliyorum ki kabul yaşamımı olduğu gibi fark etmemin ön koşulu.

Bilinçli farkındalık (mindfulness) kavramının ülkemizdeki çalışmalarına yön veren, kendisiyle bir eğitiminde tanışma fırsatı bulduğum için çok mutlu olduğum çok Sevgili Doç.Dr. Zümra Atalay’ın son kitabı Mindfulness Bilinçli Farkındalık Farkındalıkla Anda Kalabilme Sanatı’ndan: “

Duygular ve düşünceler karşılıklı etkileşim içindedirler. Ama onlar da biricikler. Her birimiz farklı algılıyor, farklı deneyimliyoruz. Hissedilen duygu ne olursa olsun, eşlik eden bir iç ses, düşünce olabilir hatta belki de yargılayan, acıtan… işte tamda burada kendime karşı daha şefkatli olmalıyım, daha anlayışlı ve daha nazik. Çünkü önce benimle başlayacak, önce ben iyi hissedeceğim ki hayallerim, hedeflerim ve sevdiklerim için orada olabileyim, ışık yayabileyim, yaşayabileyim.

Sevgiyle…

Psk.Dan.Gizem KOLÇAK

@pskdangizemkolcak @gizemkolcak

Yazının devamı...

Arkadaşım Martı Jonathan

Çok okuyanlar bilir bazı kitaplar vardır; vakti zamanı gelir, her buluşmada başka şeyler öğretir, öğretmendir, yol arkadaşı gibidir… İşte bu kitaplardandır Martı Jonathan Livingston’ın öyküsü. Onunla ilk ne zaman tanıştığımı hatırlamıyorum ama belirli dönemlerde buluşuyoruz; önce kitaplıktan gözüme çarpıyor, sonra başucuma geliyor ve sonra bir soluktan ama uzun uzun anlıyorum onu. Bu ziyaretinde pazar sabahı erken saatte demlediğim kahvemin yanında arkadaşlık ediyor bana. Bu yazıdaki tüm alıntılarım da ona ait.

Son dönemde yakın çevremden, mesleğimden dolayı görüştüğüm kişilerden, okuduğum yazarlardan, gündemdeki konulardan anladığım şu ki modern çağ insanı artık yorgunluğunu kabul etmeye başladı ve bir adım atmak istiyor. Konuyla ilgili basit bir Google araştırması bile size içinizi karartacak derecede olumsuz başlıklar veriyor örneğin modern çağ insanı neden yalnız, modern çağın psikolojik problemleri, modern çağ tutsaklık mı, kırsala yerleşim artıyor, yoga ve meditasyondaki yükselişin sebebi ne, modern tutsaklık gibi başlıklar. Kabul etmeliyim ki modern tutsaklık başlığı ilgimi çekiyor, düşünüyorum da en son ne zaman cep telefonumu yanıma almadan bir yere gittim; yazar burada gülümsüyor ve cuma günü cep telefonunu almadan evden çıktığını fark ettiği an küçük ama tatlı bir panikle otoparktan geri dönüşünü anımsıyor.

Daha özgür olmak için daha tutsak hayatlar yaşayan bir kitle var. Bu durumun yanlış olduğunu, özgürlüğü, yaratıcılığı ve sonunda da mutluluğu kısıtladığını, baskıladığını fark edip bir şeyler yapması gerektiğini hisseden ama ne yapması gerektiğini bulamayan bir kitle var. Bir de arkadaşım Martı Jonathan Livingstone ile daha önce karşılaşanlar var.

Durum ve şartlar ne olursa olsun kendimizi hiçbir zaman sınırlandırmamalıyız. İnsan çok yönlü ve biricik bir varlık. Sen çok değerli ve özelsin. Kendine şans ver. İste, dene, tekrar tekrar dene.

Peki sen? Seni özgür kılan şeyi bulabildin mi? Bu istifa edip bir sahil kasabasına yerleşmek de olabilir, kendini notaların arasında kaybetmek de, her sabah 5.00 da uyanıp bir saat koşmak da, kimseyle paylaşmadığın bir şiir defteri de, tiyatro sahnesidir belki, aynı filmi defalarca seyredip o karakterin gerçek olduğuna inanmaktır belki de… her neyse denemekten asla vazgeçme ve bul onu.

Sevgiyle…

Psk.Dan.Gizem KOLÇAK

@pskdangizemkolcak @gizemkolcak

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.