SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Genç Yetenek Tarık Kaan Alkan

inancım sonsuz.

Piyanoya çok küçük yaşlarda başladığını biliyorum. Piyanoya olan aşkını keşfettiğin anı merak ediyorum. Öyle bir an hatırlıyor musun?

Hatırladığım kadarıyla ilk olarak yedi yaşındayken bu duyguyu hissettim. Yedi yaşımdan önce hissettiklerimi tam olarak anımsamıyorum. Çok yetenekli bir müzisyen çocuğun hikayesini anlatan bir film izlemiştim. Film bir biyografi olmasa da gerçekten etkilenmiştim. O filmden sonra piyanoya ve müziğe olan içimdeki tutkuyu keşfettim.

Yaşıtların dışarıda oynarken saatlerce piyano başında olmak büyük bir disiplin ve aşk gerektiriyor. Hiç ‘off’ dediğin bir an oluyor mu?

Küçükken sıkılıyordum fakat şuan çok keyif alıyorum yalnızca bazen zorlandığım bir pasaj üzerinde çalışıyorsam sıkılabiliyorum.

Konservatuvarda olduğun saatler dışında günde kaç saatini piyano başında geçiriyorsun?

Hafta içi günde 2 saat haftasonu ise 4 saatimi piyano başında geçiriyorum.

Piyano dışında arta kalan vakitlerinde -ki biliyorum çok az vaktin var- ne gibi konulara ilgi duyuyorsun?

Yüzmek, kitap okumak ve komedi filmleri izlemek hoşuma gidiyor.

Tuşlarla her türlü hissiyatını dışa vurabilecek kadar güçlü bir yoruma sahipsin. Piyano başındaki duygularını merak ediyorum. Çalarken neler hissediyorsun?

Çalarken parçanın yapısına göre düşünüyorum. Aslında somut bir cevap vermek pek de mümkün değil ama müziği düşünüyorum diyebilirim.

En çok sevdiğin besteci/besteciler kimler? Besteciler senin farklı bir ruh haline bürünmene vesile oluyorlar mı?

En sevdiğim besteci Johann Sebastian Bach. Sevmemin nedeni; bestelerindeki çok melodi içindeki saf tınlayış. Besteciye göre karakter değişiyor eğer sadece kendi ruh halimi düşünerek çalarsam parça özünü kaybediyor.

Klasik müzikte kariyer yapmaya çalışan yeni bir yetenek olarak Türkiye’de eğitim görmenin avantaj ve dezavantajları sence nelerdir?

Türkiye’de klasik müzik eğitimi almanın aslında pek bir avantajı yok. Dezavantajı ise sanatçıların maddi ve manevi olarak yeterince desteklenmemesi.

Yerli ya da yabancı günümüz piyanistlerinden en beğendiklerin kimler?

Günümüz piyanistlerinden özellikle dinleyip çok beğendiğim bir piyanist yok fakat geçmişteki yorumculardan Bach konusunda Richter’i beğendiğimi söyleyebilirim. Ayrıca Rachmaninoff, Chopin ve Liszt yorumlamada özellikle Horowitz’i beğeniyorum.

En son soru olarak piyano ile ilgilenen çocuklara, üstün başarıları olan bir genç piyanist olarak ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersin?

Ben klasik olan çok çalışsınlar önerisinde bulunmayacağım bence iyi çalmalarına yetecek kadar çalışsınlar ayrıca müziği zorla yapıyorlarsa bırakmalarını tavsiye ederim çünkü müzik her sanat gibi duygu gerektiriyor özellikle meslek seçilecekse en başta içten hissedilmeli

Yazının devamı...

Türkiye’nin En Hızlı Çeken Yönetmeni; Selçuk Aydemir

ından sonra tam bir ‘uçuşa geçiş’ yaşadığımız, beyin fırtınasına dönen bu keyifli sohbet çok özeldi.

Kendinizi birkaç kişilik özelliğinizle tanımlamanızı istesem ne söylerdiniz?

Şüpheci… Ama her şeyden, her kuramdan, kuraldan, her şeyden şüphe eden biriyim. Klasik algısını ve düz yolu sevmeyen biriyim. “Bu böyle yapılır, bunun kuralı budur” denmesinden nefret eden, aşırı hayalperest biriyim. Ama aşırı, normal değil, rüya gördüğümde mesela çok kurmaca dediğim olur. Rüya görmeyi çok severim ama çok az rüya görürüm. Böyle bir şey oldu, soğuttum kendimi rüyadan. Sıklıkla rüyada olduğumu anlarım. Sonra da rüyayı yönlendirmeye başlarım. Ve “Artık uyanayım” dediğimde de, uyanırım. Rüyanın içerisinde “Yok bu gerçek değil” algısına girebiliyorum. İnatçı mıyım? İnatçıydım, ben çok inanmam insanların karakterlerinin değiştiğine ama inatçıydım. Sonra bir şeyler keşfetmeye başladım. İnatçılığın zararlı olduğunu anlamaya başladım yeteneğimle ve işimle alakalı. X kişisi oturuyor, onunla işimle alakalı bir şey konuşuyorum. O kadar garip şeyler yaşadım ki; dünyanın en boş insanında, o en boş cümlesini söylerken, bir senedir cevabını aradığım sorunun yanıtını bulduğum oldu. Bu bir olur, iki olur, sonra dedim ki, “Galiba benim burada anlamam gereken bir şey var, işimle alakalı konularda inatçılık yapmamam lazım”. İşimin dışındaki konularda inanılmaz inatçıyımdır, öyle böyle değil. Mesela sizinle şu an röportajı konuşurken de beynim hep benim işimdedir, projemdedir. Sizi hep inceliyorum mesela, “Bu konuda şöyle, kızı öyle, eşi böyle, tamam bir sürü bilgisi var, o zaman karakterlerimle ilgili bir sürü bilgi alabilirim” gibi. Ve bütün algılarım açılır. Ne varsa almaya çalışırım. Ondan sonra beynim onları işler zaten. Beynim daha sonra bu bilgileri çok garip bir anda çıkartır. “Bak Hoca böyle demişti hatırlıyor musun? Bunu gel şu kitapla kombinleyelim” gibi bir anlaşmam var benim beynimle. O yüzden inatçılığımı işle alakalı kırdım. Ama sosyal hayatımda inatçıyımdır, izoleyimdir. Sosyal olsam da, izoleyimdir. Bugün diyelim ki; 15 kişiyle görüşeceğim, dün sabah 10.00’da başladı akşam 11.00’da bitti toplantılarım. 13 saat toplantı yapıyorum. Yaklaşık 20 kişi, biri gidiyor, biri geliyor. İşimle alakalı olduğu için ne olduğu hiç umrumda değil, 13 saat nasıl geçti hiç bilmiyorum. Onun yorgunluğu nasıl bir şey hiç bilmiyorum. Ama mesela bana şunu yaptırtamazlar: “13 saat boyunca gel, bir yere gidelim, kahvaltıyı orada yapalım, oradan çıkacağız arkadaşlarla bilmem ne kampına gideceğiz, oradan bilmem ne yapacağız”. Öldürseler beni oraya sokamazlar. Daha izole, bir şekilde kendi oyun alanıma çekebileceğim sosyallikleri severim.

Bunları organize ederken bir sıkıntı yaşıyor musunuz? Sonuçlar kafanızda uçuyor mu? Yoksa klasifiye oluyor mu dosyalar?

Klasifiye ediyor tabii canım! İşle ilgili öyle bir şey mümkün değil, çünkü ortalığı dağıtırım. Örneğin şu an benim işimle alakalı bir toplantıdayız daha üçüncü cümleniz ve (diyelim ki) benimle alakalı gitmiyor olay. Saçma bir şey için ben buradayım mesela. Anladım ki benim işimle alakalı değilmiş, bizim ekipten başka biriyle görüşülmesi gereken bir şeye ben çağrılmışım mesela. Orada kıyamet kopar. Beni oraya getirtmeyeceksin. Benden o vakti yeme. Yersen ben senin bütün gününü yerim. Mahvederim senin psikolojini ve çok pis bir yönüm var. Hatta yeni dizide 5. bölümde kullandım onu. Ben halden anlarım. O yüzden bir insanı nasıl darmaduman edeceğimi çok iyi bilirim. Bende de öyle bir şey var, çok rahat çözerim karşı tarafı. Mesela sizle alakalı çok fazla bilgim var şu an, bu kadar az konuşmaya. Ve sizi demoralize edecek şeyi çok rahat bulurum. Hiçbir şekilde sezdirmeden buradan inanılmaz mutsuz kaldırtabilirim. Bir kere daha benle görüşmek istemezsiniz. Ben böyle hallederim sosyal meselelerimi. İstemediğim yerde zorla bulunayım, atıyorum, eşimin arkadaşlarıylayım. Ama istemiyorum ben o grupla bir daha görüşmeyi. Kimseyi kırmadan, dökmeden, küfretmeden, saygısızlık yapmadan, o grubun alfası kimse onu inanılmaz mutsuz ederim. Bunu benim eşim, o gruptakiler, kimse asla anlamaz. O insan benden öyle nefret eder ki, bir daha benle aynı masaya oturmaz.

Bu çok özel bir yetenek ama çok kötü, üst düzey bazı yöneticilerde olan mobingin tanımı bu…

Mobingin dibi bu (kahkahalar). Sevmediğim insanları hayatımdan çıkartmak konusunda, mobingin ete kemiğe bürünmüş haliyim.

Sette durumları nasıl yönetiyorsunuz?

Benim yönetim şeklim şudur, benle çalışan herkeste de bu bağımlılık yapar, sorun çıkmaz sette. Bunu anlamazlar, nasıl sorun çıkmıyor diye. Set dediğin şey sorundur çünkü. Benim mühendislikten öğrendiğim şudur; problemi tespit et, bu mühendisliğin yüzde 50’sidir, kalan yüzde 50’si senin işin değil. Onu teknisyen yapacak zaten. Mühendislerin temel işi problemi tespit etmektir. Bize 4 sene boyunca bunu öğrettiler. Ben problem tespit ediyorum. Set benim için çok güzel bir oyun yeri, bir sürü problem çıkıyor çünkü. O problemleri çözüyorsun, problem çözmeyi çok seviyorum, bulmaca çözmek gibi benim için. Onları çöze çöze işi yapıyorum. Bir sonraki aşamada dedim ki, “Problemleri çıkmadan da çözebilirim”. Şu an onu yapıyorum. İnsanlar anlamıyorlar bunu.

Sizin yaptığınız bu şey bir yetenek ve davranış biliminin temeli. Davranış bilimci değilsiniz ama. Farz edin ki davranış bilimiyle ilgilenen bir insan artı bu yeteneğe sahipse fark koyar. Bizim de işimiz tekniktir ama sanatsal yönün ve yeteneğin varsa özel bir hekim olursun, o yoksa sıradan bir hekim olursun.

Şu an söyle bir sistem geliştirdim. 6 gün çalışır, 1 gün dinleniriz. O, 6 günün sonunda bütün ekip şeflerini topluyorum, “Var mı benle alakalı bir sıkıntı, bir şey oldu mu? Yemeği beğendin mi? Benim yapabileceğim, değiştirebileceğim şeyler var mı?” diye sorarım. Herkes teker teker derdini söyler, ben söylerim, ekipler birbiriyle konuşur. Ben notlarımı alırım, boş günde gider yapımcıyla mı halledeceğim, onunla hallederim. Ekibim bütün sorunlarını çözerim. 1 hafta sonra tekrar 6. gün tekrar sorarım: “Arkadaşım sorun çözüldü mü?” “Çözüldü”. “Seninki? Seninki hala devam ediyor”. Notlarımı alırım. Onlar yönetmenlerini sorgulama yetkisine gelirler ve derler ki “Hocam şu sahneleri çok uzun çekiyorsun”.

Sınırı nasıl koyuyorsunuz? Çünkü hadsizlikle, eleştirinin sınırını bilmeyen çok insan var.

Tam olarak çıktığım yer orası oldu Hocam. Neymiş biliyor musunuz? Benim sıkıntım özgüven eksikliğiymiş ciddi anlamda. Şu an ben bir yapımcıyla oturup, “Arkadaşım kötü yemek veriyorsun ekibe, bu yemek değişecek, yoksa ben sete çıkmam” diyebiliyorum artık. Ve o yemek değişiyor. Ya da ekipten biri bana “Hocam yavaş çekiyorsun” diyemiyor çünkü ben ülkenin en hızlı çeken yönetmenlerinden biriyim. Nasıl çektiğimi anlayamıyorlar zaten. “Nasıl kurdu, nasıl olduk? Bağlanabilir mi bu?” endişesindeyken, “Tamam ben hallettim, siz diğer seti kurun” diyorum. “Hocam kuruyoruz ama bu kadar hızlı olmasak mı?” deseler de o özgüven oturunca diyorsun ki, “Hadi sorgulayın, ne var?” O sınır davranışsal olarak geliyor, çünkü bu kadar açık ya her şey, siz beni sorgulayabiliyorsunuz. Ben sizi sorgularsam ne olacak? “Ben buna bir dersem o bana 10 deme yetkisinde zaten. Ben bu biri diyorum ve adam bir şey demiyor ama hatamı görüyor, gelip benle birebir de konuşuyor” diye düşünüyor karşımdaki. “Geç kalma, bir daha bunu yapma, söyle çocuklara sağda solda konuşmasınlar” derim, devam ederim. Başkasının yanında yapmam. Haliyle onlar şunu görür: Adamın bir ünvanı var, gücü var ve bunu kullanmıyor. Kendisinin gücünü bize verip, kendisine karşı kullandırtıyor. Bu inanılmaz bir sahiplenme getiriyor. O zaman şunu diyebiliyorum, “Arkadaşım şu mavilik var ya, onun gerçekçi olmasını istiyorum, o yüzden iki saat sonra kayda gireceğim, bir şeyler yiyip, için”. Onlar da “Bu mavi, bu adama lazım” derler. Bu kaygılardan insanları yönetebilmenin, garip vandalca yöntemlerini bulup, acı çektirerek, eziyet ederek işimi yaptırmışım. Şimdi o dönüşümü görme nedenim şu; o özgüven yerine geliyor, durumu biliyorsun, bir de insanların duygularını önemsediğim garip bir evre başladı son 3-4 senedir. Haliyle bunları da insanlara izah ederek anlatabiliyorum, onların gözünde bir saygınlığım da olduğu için hiçbir sıkıntı çıkmıyor ve onlar bu yöntemden çok da memnunlar. Birinin sivri olması bizde iyidir ama benim konumumda bir adamda ters teperdi. Şimdi başka bir yönetim biçimine evrildim. Çok daha güzel oldu. Sendikal şartlara en uygun set bizim setimiz oldu. Asla 12 saatten fazla çalışmam ben sette. Zaten seti bulmaca çözmek anlamında seviyorum evet ama sette olmayı sevmiyorum.

Çok sosyal olmak zorundasınız değil mi?

Evet, sosyal olmak zorundasınız. 300 kişi var sette.

Bu tür üretken insanlar izole olurlar. Hatta bilimsel bir çalışma da var. Çok kesin rakamlarla söyleyemesem de, özeti şu: Bu insan tipi 2 saat sosyalleşiyorsa tekrar üretken hale gelmesi için belli bir süre yalnız kalması gereklidir.

Oh ya bir türlü bunu anlatamadım. Senelerce bunu anlatamadım, “Kirleniyorum” diyorum bende. Sete girerim, o set biter, “Ailecek Şaşkınız”ı çekiyoruz. Set beş buçuk haftaysa ben birinci günden itibaren başlarım, “Hissediyorum, kirleniyorum” diye ve set biter, ben yatağa düşerim. Bir türlü teşhisi konulamayan bir hastalığım var.(gülüyor)

Dışarıdan görünen ve aslında olunan farklıdır. İnsanlara ifade etmek istediğimiz ve edemediğimiz birtakım özelliklerimiz vardır bizim. Dışarıdan farklı görünür. Sizin bir şekilde ifade edemediğiniz ve keşke çevrem tarafından da bilinseydi dediğiniz yanlarınız var mı?

Yok. Nedeni de şu, bir insan kendini ifade etmek isterse, eder. Ben bunun istisnasını görmediğim için bu kadar kesin konuşuyorum. Hele hele benim konumumda biri. Twitter’da bir şey yazarsın, yüzbinlerce insan onu görür, Instagram’da bir şey koyarsın görür. Kendi işinle alakalı röportaja çıkarsın, anlatırsın. Benim kendimi anlatmak için inanılmaz bir potansiyelim var, ben anlatmamayı seçiyorum. Dünyada da bütün kalburüstü senaristlerin hocası olan Robert Mckee’nin çok güzel bir teorisi var, Türkiye’ye geldiğinde seminerine gitmiştim, hala online derslerine girerim, kitabını başucu kitabım gibi her sene okurum. Der ki; “Ne yaparsa yapsın, ne kadar yetenekli olursa olsun, ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın, kişinin yazdığı şey kendisidir. Asla kendinin dışında bir şey yazamazsın”. Kendini düzelt, yazdığın şeyi düzeltmeye çalışma. Sen kendini düzelttikçe şaşırılacak bir şekilde göreceksin ki, ortaya çıkan şey bambaşka bir yere gidiyor. Instagram’da benim işim dışında bir şey göremezsiniz Hocam, Twitter’da da öyle.

Siz çok fazla sevmiyorsunuz sosyal medya kullanmayı.

Hiç sevmem, kahvehane gibi görüyorum orayı. “Ne konuşuluyor, şu an ne var, çok koptum mu dünyadan?” diye bakarım. Mesela Van’a gittim. İnsanlar tatile gittim de tatil fotoğrafı koydum diye düşünüyor. Tatilde neden Van’a gideyim? Misak-ı Milli sınırları içerisindeki her yeri çok seviyorum da, en azından Sivas’a giderim, Sivas’lıyım sonuçta. Van’da film yapmaya çalışıyorum bir süredir. Ve orayı yerinde göreyim istiyorum. Aslında o işimle alakalı. Ama farkında değil diğer taraf. İki-üç sene sonra vizyona girdiğinde o film, bu da işiyle alakalıymış olacak. İşim dışında hiçbir şey koymam, orayı vitrin olarak kullanıyorum. Amacım da hep şudur, tanımak mı istiyorsun; izle, oku! Zaten tanıyacaksın. Çok başka bir yere gidemiyorum zaten ben.

Tanınır olmak hangi kişilik özelliğinizle örtüşmüyor?

Sosyal hayatı çok sınırlıyor. Ben onu bir ara yaşadım, kâbustu benim için. Bir de benim arkadaşlarım Ahmet, Murat, Şinasi, Sadi biz beraber başladığımızda birçoğu tanınmıyorlardı. Ve yavaş yavaş onlar tanındıkça, nelerin ellerinden alındığını gözümle gördüm ben. Kendi filmlerimde, dizilerimde görünmeyi severdim. O ufak görünmeden bile tanımaya başladılar. Sonra bir yere girdiğimde, bir kafeye oturduğumda yan taraftakilerin konuşmasını değiştirdiğini fark etmeye başladım. Oradan birinin bana bakıp, benimle fotoğraf çektirmek istediğini anlıyordum. Zaten işinin dışında sosyalleşmeye kirlenmek gözüyle bakan adam, bir de üstüne üstlük onu da yaşayamayacak.

Kirlenmek olarak gördüğünüz için ünlü olma durumunu sizin yaşamanız çok zor olsa gerek.

En son filmimiz 4 milyon küsur izlendi. Bir tane röportajım yok. En son röportajlarım kitaplarımla alakalı, onların da manevi bir yönü var. Bunların hepsi bağış ve bir yerlere dokunuyor. O nedenle “Bunları iş görme Selçuk, git bunların tanıtımını yap!” diyorum kendime. Diğer tanıtımları da benim oyuncu arkadaşlarım yapsın, ben niye yapayım. Ben görünmeyeyim. Arkadaşlarıma da bunu anlattım. “Benim yapıma çok ters bir yer burası. Sizin de özgürlüğünüzün elinizden ne kadar alındığını gördüm. Ben bunu istemiyorum. Yapamam, yaparsam yazamam. Yaparsak hepimizin hayatıyla ilgili iş sıkıntıya girecek” dedim. Hepsini geçtim, ben THY’de uçak mühendisliği yaparken de yazıyordum. Ben kendimi bildim bileli yazıyorum, bana para vermeseler de yazıyorum. Çok acayip bir şey elimden alınmış olur o zaman. Suni bir şeyin içine girmiş olacağım tanınırlık durumunda.

Ben bir hekim olarak şöyle bir şey yaşıyorum; her yaklaşan bir hastadan bahsediyor. Benim mail kutum “Hocam unutuyorum, ben ne yapayım?” sorusuyla dolu. Sizi her gören de “Oynayabilir miyim?” diyordur.

“Benim yeğenim şu işlerle ilgileniyor, şu var, bu var, rol yapabilir miyim?” 33 yaş öncesi diyorum ya, öncesinde çok sert çıkardım, annem babam bile itelemeye çalışsa birini, çok sinirlenirdim. Sonra dedim ki, “Öğrenemezsin böyle, anlayamazsın. Aç kapıyı”. Baktım ki çok büyük bir mesai alıyor, ikisinin ortasını yapmaya başladım. Kıramayacaklarımla konuşup, neden olmayacağını anlatıyorum. “Biz aynı aşiretteniz diye sen burada çalışmazsın, böyle olmaz” diyorum. Gördüm ki tanınmış olmanın yönetmen ve senarist için hiçbir faydası yok. Diğer tarafta insanın atladığı şey şu, tanınmamak istediğim yer burası, yaşam alanım, ülkem. Evet, burada tanınmak istemiyorum. Ama sektörümde tanınmak istemiyorum diye bir durum yok. Sektörümde beni tanımayan bir Allah’ın kulu yok. Sektörümde fazlasıyla bilinen biriyim ama işim benim burası ve para kazandığım yer burası. Bu işi yaparken birine satarken, kanalla görüşürken ünlüyüm zaten. İşime yarayan kısım burası.

Düşünsel süreçlerinizin evrimini merak ediyorum. Bu sorum yaşama yüklediğiniz anlamın şekillenmesiyle alakalı. Çocukluğunuzda yaşamla ilgili ilk tespitinizi hatırlıyor musunuz?

Benim garip bir huyum vardı. Biraz uyuz bir çocuktum, tahmin edersiniz, hele hele annem babam için eziyettim. Hala babam da der; “Bize garip bir tane model denk geldi, normal bir çocuk denk geleydi aslında ben çok iyi bir babayım”. Ben çok ciddi bir variyet de elde edebilirim, suni bir saygı da elde edebilirim, güzel bir hayat da elde edebilirimi çok küçük yaşta fark etmeye başlamıştım. Değer yargılarını sorgulamaya başlayınca, insan olabilme, iyi insan olabilme, insanların birbirlerine bağlı olduğu gerçeğini kabullenebilme, yırtıcı değil, yapıcı ve kolektif olunması gerektiğini anlamaya başladığım yaş 9-10 falandı benim. Çok kafayı takıyordum “Ben ne yapacağım?” diye. “Böyle bir hayat da olabilir, öyle bir hayat da olabilir. Tamam ya, gerekirse de babam gibi orta halli bir ailem olsun ama ben düzgün bir insan olarak yaşamak istiyorum” diye düşünüyordum.

O dönem iyilik ve kötülük kavramlarınız vardı ve sorguluyordunuz yani?

Evet, ondan sonraki dönemde bilinç takıntısı başladı. Dedim ki, insan bilincinin yok olabileceğine inanmıyorum her şeyden bağımsız olarak söylüyorum. Önce bir tanımlamanı yap, sonra bir yerlere koyarsın. Benim bu yaşadığım şeylerin ve bu edindiğim bilincin yok olabilmesine beni biri inandıramaz. Dünyanın en bilimsel araştırmasını getirin, koyun karşıma inanmıyorum. Bilinç yok olamaz. İnsan çok çok değerli, bu bilinç bir şekilde bir şeye dönüşmek zorunda anlayışı yavaş yavaş oturmaya başladı bende. Nereden bakarsan bak, ister metafizik de, ister dinler de, mitolojiler de… Şu beş duyunun algıladığının dışında da bir sorumluluğum olduğu ve görmem gereken, yakalamam gereken bir gerçek olduğunu anladığım, sorguladığım dönemler oldu, ortaokul lise zamanlarında. Sonrasında da bambaşka şeyler başladı. Her şeyi sorgula, varoluşun dibine gir, o da olmasa, bu da olmasa de, sonra da yapboz. Hayatımın belli dönemleri vardır benim mesela. Bir sene boyunca, sadece bir sorunun peşinden koşarım.

Bilinçle ilgili şu an ne düşünüyorsunuz?

Ben bilinçle ilgili yine aynı yerdeyim, orası asla değişmiyor. Onun üzerine inşa ediyorum kalan bütün her şeyi. Bilincin hiçbir şekilde yok olabileceğine inanmıyorum. Bilincin ne olabileceğiyle alakalı birçok şeyi çözemediğim gibi, bu da çözemediğim muammalar arasında.

Birçok filozof da tartışıyor, “Bilinç nedir?” diye. Nörolojide teknik tanım var ama sonuçta bu bir felsefe konusudur.

Bence ötesinde. Felsefenin de tanımlayabileceği şeyler, varoluşsal ide bağlı düşünce yapısında şu eksik, tanımlamamda hep şunu derim, “İnsan duygusal. Bu duygunun da bir izi var. Benim sesimin şu an bir dalgası var. Benim sesimin içindeki duygu değişiminin de bir frekansı, dalgası var. Benim düşünce yapımın bir frekansı var”. İnsanı anlamaya, bilincini tartışmaya çalışırken de asla atlamamamız gereken şey şu; o duygu dalgaları da o insanı bir şey yapıyor. Onun kümülatif toplamında benim yüzümdeki mutluluk veya mutsuzluk veya depresif hal gibi durumlarımı şekillendiren duygu dünyam da var. Bilinci duygu dünyasından ayrı tutamıyorum ben hiçbir şekilde. İnsan bilinci ve yaşanmışlık bir yanda, duygu bilinci gibi adı konmamış bir şey var. Tanımlamaya çalışıyorum, hala adını bulamadım. İnsan bu duygulardan da kümülatif bir şeye evriliyor. Senaryo kuramlarında da bu hep böyledir. Siz bir karar alacağınızda travmatik bir şey olur, dönüşüm olur, diye anlatılır. O dönüşüm değildir. Gerçek de değildir. O bir şeye küsme halidir. “Ben bu zamana kadar bunu böyle yapıyordum, o olmadı, o zaman tam tersini yapayım”. Bu travmalarda elde edilen şey gerçek dönüşüm değil, dönüşümün hep deriz ya bir kırılma anı olur ve hadise değişir. Bir kırılma anında değişmez. Kırılma fayın boşalması gibidir. O faydaki enerji boşalır. O fay hattına gelen bütün yoğunluk, sizin duygu yoğunluğunuz ve bilincinizle beraber almanız gereken bir karara getirir sizi. Sizin o yaşadığınız süreç içerisinde bilinçlenmeniz birdir, bir de artı bir var diyorum ben, o süreç boyunca yaşadığımız duygudur artı bir. Çünkü bir karar vermeniz gerekiyordur, örneğin bir sözleşme imzalatacağım ben size, hayatınız için çok önemli bir şey. Bu kararı bilinciniz ne kadar belli bir olgunluğa gelmiş ve bunu istiyor olursa olsun, duygu dünyanız orada değilse kararı aldırmaz size. Çünkü bence bilinç abartıldığı kadar üst perdede değil. İçinden çıkamadığım ve karşı geldiğim yer burası. Yani bilinci yöneten insanın kendi duygu dünyası, duygu dünyası da insanın kendi varoluşunu şekillendiren ve bilincini de yöneten bir şey. Mutsuz bir çocukluktan sonra bir fırsatı yakalamakla, mutlu bir çocukluktan sonra o fırsatı yakalamak arasındaki fark gibi bir şey. Bizi duygularımız da yönetiyor, bilincimiz de yönetiyor. Haliyle bilinci diğerlerinin koyduğu yere koyamıyorum henüz.

Zihinsel işlevlerinizi bütünsel olarak kullanımındaki farklılığınızın yanı sıra vicdani yönünüzün kuvvetli olduğunu da gözlemliyorum. Vefa duygunuz çok yüksek mesela. Sizce vicdan nedir ve toplumda ne şekilde tezahürü kıymetlidir?

Geldiğimiz ana eksen hep vicdan oluyor. İnsanı kalan tüm canlılardan ayıran belli bir özelliği var. Ve bunun adına siz ister bilinç deyin ki, o yönetir, ister hazzı erteleme yetisi deyin. Bir mutluluğu başka bir zamana erteleyen başka bir canlı yok benim bildiğim. “Tamam, bunun cefasını şu kadar çekeyim, sonra buna kavuşayım, şu an değil de intikamımı şu saatte alayım” gibi. Çevremizde gördüğümüz canlılar olayı o an yaşar. İnsan hazzı erteleyebilen bir mekanizma içerisinde bilinciyle yürüyor. Kalibrasyon noktası vicdandır. İnsanın varoluşunda özünde olması gereken “fabrika ayarlarına dönüş” gibi bir ayar var ve o ayara da vicdan diyebiliriz ya da buradaki sapmayı yöneten ayara da vicdan diyebiliriz. İnsan vicdanlı olmak zorunda ve o vicdan kumpasına da bir şekilde pusulasını şaşırdığı zaman kendisini rahatsız eden şeyden fabrika ayarlarına dönmüş olarak ayrılabilir. Fabrika ayarına dönmeye çalışıyor insan sürekli. Benim vicdanla alakalı bütün şeyim, fabrika ayarım. Özünde olman gereken bir yer var, bir model var. O model senin vicdanın. “Vicdanım sızlıyor” deriz ya hayır özlemektir o. Evi özlemektir. Ben mesela Çekmece’yi çok özlerim. Vicdan da o evdir.

Korumak için çaba göstermek gerekir mi? Yoksa biz vicdanımızla doğarız aslında mı diyorsunuz? Ama genlerle belirlenince bazı insanlar kötücül olabiliyorlar. Yol boyunca o vicdanı korumak için bir çaba gerekir mi sizce? Yoksa varsa vardır, yoksa yok mudur vicdan?

Vicdan her insanın özünde tanımlıdır. Çok sübjektif bir şeyden giriyoruz ama bence kesinlikle tanımlıdır. Vicdanını kaybedebilir misin? Vicdan noktanı şaşırabilir misin? Bence şaşırırsın. Çok nettir bu da, çünkü şundan dolayı şaşırırsın; değer yargıların değişir. Değer yargıların kanıksanmaya başladığında mesela bizim işin business dediğimiz kirli bir dünyası vardır bizim için. Orada mesela biz bu şok dalgasıyla karşılaştığımızda kâbus gibi gelmişti bize. “Biz bu dünyanın içerisinde nasıl var olacağız?” demiştik. Sonra sektörde yol aldıkça “Tamam ben bunu tercih etmiyorum ama burası bu işin gerçeğiymiş” derken yakaladık kendimizi. Bir süre sonra şuraya geldi “Evet sektör böyle ama ben bunu böyle yapmıyorum”. Kabullendik. Ve benim için inanılmaz yanlış olan “Bu adam dünyanın en kötü insanı” dediğim adamı anlayıp, o adam için “Bir yandan da mantıklı bir şey yapıyor” derken yakaladım kendimi. En son nokta da şu oldu: “Adamın doğrusu bu, böyle yapıyor, ben öyle biri olmak istemiyorum”. Ama sistemin içerisine girsem artık, yadırgamayacağım bir hale getirdiniz siz bu sistemi. Ben haliyle diğer tarafta tutarsam kendimi en azından şu vicdan duygumu koruyabilirim mücadelesini verirken gördüm kendimi. Özellikle son 2-3 senedir. Bir süre sonra sizin o yaşanmışlığınız kanıksanıp, ortak bir şuurla “Bu çok normal, bunun gereği bu” durumuna gelirsek kötü. Doğal seleksiyon için de bu söylenir ya. İnsanda doğal seleksiyondan bahseden bir zihniyet var. Ekosistemi tanımlıyorsun ya doğal sistem derken her şeyden önce. Dünyanın en büyük dolandırıcısı kendisi hakkında şunu söyler “Tamam, güçlü olan ayakta kalsın, bunu zaten biri çarpacaktı, ben çarpmışım da ne olmuş?”

Negatif seleksiyon oluyor ya bir taraftan. Bence insan çok kötü bir yere eviriliyor.

Bir süre sonra kendi aralarında “Bizim yeni kurallara mı ihtiyacımız var acaba?” diye tartışmaya başlayacaklar. Çünkü yamyamlar bir araya geldi.

Kendi sonunu getirecek. “Yapay zekâ” insanları adam edecek.

Korunmazsa çok büyük bir kâbusa dönüşebilir, yeni vicdanını tanımlıyorsun çünkü aslında. Ve o kalp katılaşmaya başladığında, vicdandan bir süre sonra ışık sızmamaya başlıyor ve sen onun yoksunluğunu hissetmediğin için vicdani bir sorumluluğun kalmamış gibi hissetmeye başlıyorsun. Beslemezsen o sistemi gider ve senin normalin olur, en büyük kâbusum o. Bu gerçekten uykumu kaçıran bir şey.

Uzaysal, mekânsal işlevleriniz çok iyi düzeyde. Yani bu “Uzay/boşluk içerisinde yerimi biliyorum ve konumlandırabiliyorum” demek. Ama siz uzay içerisindeki her şeyi çok iyi konumlandırabiliyorsunuz ve harika çekimler ortaya çıkıyor. Bu beynin özel bir fonksiyonu. Bunun çocuklukta bir belirtisi var mıydı? Bunu görsel kompozisyon yeteneği olarak da Türkçeleştirebiliriz.

Yazı dışında yöneldiğim tek şey resimdi. Başka hiçbir şeye de ilgi duymadım. Bir ara trafik kazası geçirmiştim babama org aldırdım, denedim. “Bende bu yok” dedim. Resmi de bırakma sebebim şudur, Beşiktaş’ın alt yapısında oynayan Süleyman diye bir arkadaşım vardı, inanılmaz yetenekliydi. O bizim okula gelene kadar okulun en iyi resimlerini ben çizerdim, onun çizdiği resmi gördüm, utandım. Bir daha da elime kalemi alamadım.

İşte o farkındalık insanı mahvediyor özellikle yetenekli insanları.

Görsel kompozisyon dediğimiz ve çocukluktan beri yaptığım oyun da şudur: Bir şeyi tarif ederken kuşbakışı tarif ederim. Yaptığım oyunlarla da -ki çocuklukta oyun icat ederdim arkadaşlarımla bizde Lego falan yoktu- hep böyle konumlamalar kullanırdım. Mesela Sims’i ilk gördüğümde çok şaşırmıştım, burada köpek var, o köpeği sen besleyeceksin. Biz bunu çocukken yapıyorduk. Bahçeye şehir çizip, oyun oynuyorduk onun içinde. Diğer taraftan sinemanın içine doğdum. 5-6 yaşındaydım sinemada mısır satardım. Babamın yazlık sineması da vardı, babam sinemada her işi de yaptı. Yer göstericilikten büfe işletmesine kadar. İçine doğdum ve ilk günden beri oradaydım. Alt yazı okuyamıyordum ben ve şunu gördüm, bu duygu ve bilinç arasındaki ayrıma çok kafayı takmama sebep olan şey şudur; beni sinemaya iten oradaki resmin güzelliği, hikaye anlatımı falan değil, dili bile anlamıyorum, sinemadakiler filmin sonunda Süperman’i alkışlamıştı. “Alkışlamak ne?” demiştim. İnsanların aynı anda çığlık atmaları, aynı anda şaşırmaları, aynı duyguyu yaşamaları 5 yaşındaki çocuğu öyle bir etkiliyor ki. “Benim duygu dünyam gülmeye ve eğlenmeye dayalı ise bir sinema dolusu insanı sonunda güldürebilecek miyim, böyle bir yetenek mi var?” dedim. Sonra da Jim Carrey diye bir adam girdi zaten çocuk yaşta hayatıma. Ve ben o filmlerin hiçbirini tek başına izlemedim, birkaç sene öncesine kadar. Hepsini sinemada defalarca kere insanlarla izledim. Aynı andan gülüyor insanlar. Bırakıyordum artık ekranı, insanları izliyordum.

Ahmet Kural’da Jim Carrey’yi mi gördünüz?

O da çok izlemiş. Babası emniyet müdürü, terör zamanı, Silopi’de lojmanlarda yaşıyorlar. Onda mizah aslında bir kaçış.

Ahmet Kural’daki de kinestetik zekâ yani bedensel. O da ayrı bir zekâ türü.

Bir salon insanı güldürebilme gücü var sinemanın, bu gerçeği gördüm. Hayatımda hiç Jim Carrey olmak istemedim ama “Bunun arkasında bir şey var, oyuncuları oynatan bir adam var” diye düşünüyordum. Adını bilmiyorum, yönetmen diye biri olduğunu bilmiyordum. Senarist nedir, bilmiyorum. Mizah dergilerini takip ettiğim için bunun bir yazarı var diyebiliyordum sadece. Yazıya yönelmemin sebebi budur mesela. Bir şeyler yazacağım ve insanlar okuyup, gülecek. Yönetmeni hala bilmiyordum. Sonra “Bu, yani yazdıklarım ekranda olursa yönetmen diye bir adam varmış ne iş yapıyormuş?” diye araştırdım. İnsanların benim esprilerimi anlamaları için yönetmenliğe yönelmem gerektiğini fark ettim. Ve bunlar peşi sıra gelmeye başladı. Önce kurguyu öğrendim. Sonra yönetmenliği denemeye başladım. Bunlar bir araya gelince, ben kendi esprimi ekranda görüp, insanların gülmesini tadabilmeye başladım. Böylece mevzumu bulmuş oldum. “Ben niye buradayım?” sorusunun birinci ayağını çözmüş oldum. Ben dünyasal hazzı böyle yaşıyorum.

Kendi varoluşunuza bir anlam yükler misiniz?

Komedinin çok özel bir yeri var insan hayatında. “Güldüren de ağlatan da Allah’tır” diye bir ayet var. Bir şeyin sıralamasına öncelik veriliyorsa bir ayette o daha önemlidir. Düşünün ki Allah ağlamayı ve gülmeyi aynı anda bir ayetin içinde kullanırken gülmeye öncelik vermiş. Burada çok başka bir şey var insanlara anlatamadığım. Gülmenin, güldürmenin, insanları o mizah frekansına sokabilmenin bende tarifsiz bir hazzı var. Öyle böyle değil. Bir delilik haline sokabiliyor beni. Üç ay bir yere kapatıp, bir şey yazdırabilir. Sette istemediğim bir ortama beni sokup, aylarca o sette uğraştırtabilir. Çok para kaybettirtebilir. Çok para kazandırtabilir. Bir sürü insanla ilişkimi bozabilir. Bin tane şey yaptırtabilir bana. Yapmak istemediğim şeyleri bana yaptırtan budur, mizahın gücüdür bu. Ben birbirini hiç tanımayan insanları karanlık bir odaya sokup, o insanlara aynı eğlenme duygusunu yaşatmayı seviyorum. Ve varoluşumla alakalı baktığımda da evet buymuş diyorum çünkü bundan daha çok haz veren başka bir şey yok benim için. Haz da değil tam tanımı. Çünkü bunun bir eşdeğeri yok.

Bu tutku demek bence, bazen acı da verebiliyor. Çocukluğunuzdaki hayal dünyanızı merak ediyorum ben. Hayalci bir çocuk muydunuz?

Çok hayalciydim. Dönüp baktığımda kendime en sinirlendiğim yer şudur; “Çocukken kurduğun hayalleri neden şimdi kuramıyorsun?” Çünkü kirleniyorsun, sektörün gerçeklerini öğreniyorsun, işin içine para giriyor, toplum giriyor, insanlar giriyor. Sinema ve televizyonların genel kuralları giriyor ve sen artık eskisi gibi hayaller kuramıyorsun. Gerçekçi hayallere yöneliyorsun, o da hayal değil artık benim için. Zaten bir şey düşünüyorsun ve yapıyorsun, bu aslında işi planlamak sadece. Ben hayal kurma kısmıyla ilgili çok şey kaybediyorum her gün, çocukluğumdaki halimle kıyasladığım zaman hele. Bir savaş çıkar dünyayı da kurtarırdım, Küçükçekmece Gölü bütün Çekmece’yi içine alırdı, yüzme bilmeden Çekmece’yi de kurtarırdım. Küçükken yoksulluk içinde yaşayan komşumuza piyango vururdu, dönüp bakmazdı bile parayı alır giderdi ama çok mutlu olurum. “Sana buradakiler bir bardak su mu verdi en iyisini yaptın” der, yargıyı da koyardım. Belli bir dönem inanılmaz suskun bir çocuktum, çünkü hiçbir zaman tek bir iş yapmadım. Uzunca bir süre belki 30’lara kadar. Ben şu an burada diyelim ki bir dizinin setindeyim ve yönetmenlik yapıyorum, kafada hep ikinci ve üçüncü bir şey olurdu. Çocukken de o birinciyi de harcamazdım, durup dalar, oradan oraya giderdim. Bu kendimde bir şeyi öğrenmeyle alakalı keşfettiğim bir yerde olmuştu mesela. Sözel derslerde özellikle ezber yeteneğim benim çok kötüdür. Ama sözelden netim çok yüksektir ÖSS’de. Yöntemini şöyle bulabilmiştim; tarih hocası bir şey anlatıyor, hayal etmeye başlamıştım anlattığı şeyi. “İzle o zaman unutmazsın” demiştim kendi kendime. Harfler var, rakamlar var, onları unutmama şansın yok ki. Ama diğer taraftan yaslan arkana, o bir anlatsın bakalım. “Mercidabık Savaşı’nda ne oldu? Yavuz Sultan Selim nereden nereye geldi? Nasıl bir insan?” bir resmet önce kafanda. “Giyimi, kuşamı, atı nasıldı?” Benim tarih dersinden evvel araştırdığım şeyler bunlar olurdu. Daha sonra derse girerdim ve hoca bana bir filmi anlatırdı. Hala unutmam mesela.

Öğrenme mekanizmalarında salt bilgi öğrenme, bellekte kısa süreli kalır. Bilgiyi duyguyla etiketleyip raflara kaldırdıklarınız uzun süre kalır. Demanslarda da, “Aynı dönemde olan şu olayı unuttu ama bunu çok net anlatıyor, nasıl oluyor bu?” diye sorarlar çok sık bana. Çünkü hatırladığını duygu etiketlemesiyle kaldırmış.

Bu da sinemadaki insanların bir duyguyu aynı anda yaşayabilmelerinden çıkıp, bulduğum bir şey.

“Head Hunter” denen yetenek avcılığı da çok önemli bir özellik aslında ve bu da sizde var. Ekip oluşturmuşsunuz, hiçbir fire yok. Sizin kitaptaki çete lideri İsmet’teki yeteneği de görmüşsünüz. Bunun emareleri geçmişte de var mıydı, sonradan mı fark ettiniz? Bu yani yetenek avcılığı sizin insanları anlama yeteneğinizle de ilişkili olabilir.

Çok ilişkili ancak orada iki tane şey var. Birincisi birine inanmak ve bende genelde şöyle olur: Hayatta şuna inanırım, arkadaşlarım vardır çok yetenekli, yanlarında kendini geri zekalı gibi hissedersin ama dersin ki; “Bu adamdan niye bir şey olmuyor, niye potansiyelini gerçekleştiremiyor?” Sonra ufak ufak bunlara girmiştim, mutlaka ciddi bir defosu olması lazım. Bunları araştırmaya başladım, arkadaşlarımla konuşup, “Ben sende çok ciddi yetenekler gördüm ama sen istediğin şeyi yapamadın ya bunun sebebi ne olabilir? Gel bir konuşalım, meraktan sadece” deyip, deştiğimde gördüm ki; insanların kendi yeteneklerini baltalayan başka defoları var. Ama kendi ağacının dibine kendi baltasıyla vuruyor adam. Dışarıdan biri yapmıyormuş bunu. Kendi çevremde belki de bu sonuca varabiliyorum. İstatiksel olarak baktığınızda hepiniz kendi baltanızı kendi ağacınızın dibine vuruyorsunuz. Büyük ağacın yeşermesini engelleyen bir şey buluyorsun insanlarda. Bu genelde insanların duygu dünyalarıyla alakalı… Alkole yönelmesi gibi değil daha çok bir şeyi yapabilecek ama bir olumsuzluğu dert edip, kendini karamsar bir yere sokup, hiç çalışmaması gibi düşünün. Duygu dünyalarındaki dalgalanmayı doğru ayarlayamadıkları için bir kâbusun içine sürüklenen çok fazla arkadaşım oldu. Lisede başlamıştı bu merak, araştırırken fark ettim ki bazılarının net bir biçimde şuna ihtiyacı var: “Çok yeteneklisin, senin yeteneğini gösterebilme şansım var benim. Ve ben eğer senin daha önce bunu neden gösteremediğinin kaynağını bulabilirsem, yönetmenlik dediğin şey de budur. Oraya kamerayı koyayım, ışığı buraya alayım yüzde 1’idir. Yüzde 99’u insanı yönetebilmektir. Ben senin o defonu bulursam eğer bir şekilde onun sana zarar vermesini engelleyebilirim ve biz senin yeteneğini buluruz” denilmesine ihtiyacı var. Böyle davranmaya başladığımda, bizim ekipte de çok oldu, şu an çalıştığım insanlarda da, dışarıda başka bir ticari hayatım var orada da. Şunu görmeye başladım evet işliyor bu. Sadece şunu anlayabilmem lazım, “Bu adamda bu yetenek var, bu yeteneğe engel olan şey neydi bu zamana kadar?” Bazısında evham çok çıkar. Öyle bir evhamlıdır ki, “Tamam lan, bu işte, bunu yapacaksın, dediğim şeyi yap, başka hiçbir şey yapmayacaksın. Düşünme artık bu böyle mi oynanır! Dümdüz söyleyeceksin” diyorsun ve çok acayip bir şey çıkıyor. Bazısına ilk adımı attırmak gerekir, bazısıyla çocuk gibi ilgilenmen gerekir, bazısını inanılmaz demoralize etmen gerekir, bazısı acayip pohpohlanmaktan hoşlanır. Ama ben hep şunu görürüm ve derim ki, “Ben sizin bazı notalarınıza basacağım, bazısından kötü sesler çıkacak ama en uygun notanızı bulacağım. Bulana kadar bana biraz süre verin. Diziyse üç bölüm süre var. Üçüncü bölümün sonunda ben artık senin notanı bulmuş olurum ve oradan biz yürürüz. Ya da ben bu enstrümanı çalamıyorum dersem, seni diziden göndereceğim”. O nota aşamasında şunu bulurum ben, ne oldu da bu adam şu filmde iyi oynadı da bu filmde kötü oynadı. Teker teker denerim mesela. Agresyonu nasıl, mutlu olarak geldiği zaman nasıl, sıkıntıları, kötü alışkanlıkları ne bu adamın ya da kadının. Projeye mi inanmadı, yönetmene mi inanmadı, filmden bir dakikalık bir şey göstersem motive olur mu? Arar, arar ve bulurum, artık olayın yüzde 10’unda, 20’sinde benim resmim çıkıyor. Diyorum ki, bu kişi şu yapıldığında maksimum verime çıkacak. Bunu da söylüyorum karşı tarafa. “Müsaade et, ben buradan gireceğim” diye. Bu mühendislikle alakalı bir durum, bunu da sonradan anladım. “Bırakmadılar ki sinema okuyayım” diye ailemi suçladığım post ergen dönemden sonra garip bir şey oldu, gördüm ki garip özelliklerimin hepsi mühendislikten kaynaklanıyor. Birini alıp bir vaka gibi değerlendirdiğim, proje gibi düşünüp bir insanı not aldığım bile oluyor. Bir mühendis için dünyanın en karmaşık şeyi şudur “İttim ve gitti”. Yetenek barizdir, gözükür. Allah vergisi. Ben gördüğüm zaman çok net söyleyebiliyorum, bu yetenekli diye. Ve çok basit bir şeyinde de söyleyebiliyorum. Bazılarına izlemeden, konuşurken masada da “Oyunculuğa çok yeteneğiniz var” diye söyleyebilirim, sezgisel bir şey bu, bunu gördükten sonra kalan şey mühendislik. “Nasıl, neden olmadı daha önce?” Ya da çok yeniyse “Yolda ne var?” Mesela sizde de oyunculuğa yetenek var hocam.

Ama duygu ifadesi çok zor, bana “Bir duyguyu çıkar” de yapamam ama doğal ortamda duygu çıkar, oyunculuk apayrı bir şey.

Oyuncuya o duyguyu çıkartması için bir motivasyon vermek, yol vermek gerek zaten. Duyguyu yaşayabilmesidir oyuncuyu oyuncu yapan. Ama bazısında şu vardır, “Ben o duyguyu gösteremem”. Mesela ben korktuğumu gösteremem. Gerçek hayatımda da gösteremiyorum. Bir insan duyguyu ne kadar çok gösterebiliyorsa sosyal hayatında o oyunculuktur. Geri kalan öğretilebiliyor. Gösteremeyene nasıl öğreteceksin!

Yaşarken duygularını kuvvetli gösterenlerde oyunculuk yeteneği yüksek midir yani?

Çok fazladır. Eskiden seçme yapardım. Artık onu da bıraktım. Oturur, 5-10 dakika konuşurum. “O yapar, bu asla yapamaz” diye kararımı veririm. Buraya kadar geldi. Çünkü istediğin şey, ona resmedilen şeyin içinde değil. Beni kandıramaz artık, çünkü buradan gol yediğim oldu. İzlersin, çok acayiptir ama olmaz. Çünkü ona göre kurgulanmıştır. O anki hali öyledir, onun çok iyi yapabildiği bir duygudur o. Zaten kendisidir. Videolara aldanmıyorum artık. Sen getirirsin karşına iki tane laf söylersin, bir tanesinde kızdırırsın, bir tanesinde güldürürsün. İstemsiz bir kahkaha patlattığında, nasıl tavır aldığını görürsün ve sen kafandaki o karakteri “Tamam bu duyguyu yaşatabilir, buradaki inişi yapabilir, buradaki çıkışı yapabilir” diye notlarsın ve dersin ki “Ben senden her türlü verimi alırım”. Bu da bir özgüven meselesi...

Yazının devamı...

Alzheimer Hastalığı Tedavisinde Yeni Umut; Ultrason Dalgaları

Alzheimer hastalığından dünya üzerinde muzdarip olan yaklaşık 50 milyon insan var. Yaşlı nüfusun artmasıyla birlikte daha da yükselecek olan bu sayı Alzheimer hastalığını çağımızın en büyük sağlık problemlerinden birisi haline getirdi. Hastalığın şu an için bilinen kesin bir tedavisi yok. Elimizdeki ilaçlarla ancak hastalığın gidişini yavaşlatabiliyoruz. Bill Gates gibi elini taşın altına koyan insanlar sayesinde, bir tedavi yöntemi bulunması için büyük araştırma bütçeleri sağlanmaya başlandı. Mümkün olduğunca bu köşeden sizlere Alzheimer hastalığı konusunda yapılan çalışmalarla ilgili bilgiler vermeye çalışıyorum. Bu yazıda da çok yeni bir çalışma sonucundan ve tedavi umudundan bahsedeceğim.

Daha önce yapılmış bazı çalışmalarda, düşük yoğunluklu kesintili ultrason dalgalarının beyin hücrelerinin yenilenmesini tetikleyen moleküllerin salınımını artırdığı tespit edilmiştir. Bu bilgiden yola çıkarak düşük yoğunluklu kesintili ultrasonun Alzheimer tedavisinde kullanılma ihtimali olduğu düşünülmüştür.

Düşük yoğunluklu kesintili ultrason(DYKU) tanısal ultrasondan farklıdır. Yani doktorların sıklıkla istediği ve hastalıkların tanısında kullanılan, vücudun birçok alanına uygulanan ultrasonla aynı şey değildir. Daha yüksek enerjilidir ve ısı oluşturur.

Japonya Tohoku Üniversitesinden bir grup bilim adamı, Alzheimer modeli oluşturulmuş farelerin beynine belirli zamanlarda günde üç defa 20 dakika süre ile DYKU uygulamışlardır. Çalışmanın etkisini artırmak ve sonucunu daha güvenilir kılmak için de Alzheimer modeli oluşturulmuş başka bir fare grubuna plasebo(yalancı) ultrason yapılmıştır. Üç aylık uygulamanın sonunda toplamda 11 seans DYKU uygulanan farelerin zihinsel işlevlerinde düzelme gözlemlenmiştir. Ayrıca yeni obje tanımanın diğer fare grubuna göre kolaylaştığı tespit edilmiştir. Uygulamadan 84 gün sonra yapılan zihinsel değerlendirmenin aynı olması, DYKU etkisinin uzun süreli olduğunu göstermiştir.

DYKU uygulaması Alzheimerli ve Vasküler Demanslı farelerde beyin kan akımını artırmaktadır. Bu etkinin 28 ve 84 gün sonra yapılan kontrollerde devam ettiği gözlenmiştir. Uygulama sonrası gerekli testler yapılıp, fare beyinleri incelendiğinde DYKU etkisiyle beyindeki kan damarlarının yenilenmesi ve şekillenmesini artıran sinyal moleküllerinde değişimler saptanmıştır.

Beyin hücresi olarak Türkçeleştirebileceğimiz nöronların etrafında miyelin adı verilen maddeden oluşan bir koruyucu kılıf vardır. Miyelin üretimini gerçekleştiren hücrelere de oligodenrosit adı verilir. DYKU uygulanan Vasküler Demanslı fare beyinlerinde, oligodenrosit adını verdiğimiz bu hücrelerde de artış saptanmıştır. Bu durumun DYKU tedavisinin aktive ettiği birtakım sinyal moleküllerinin etkisi olduğu düşünülmektedir.

Alzheimer hastalığında beyinde biriken amiloid plaklarının temizlenmesi ve inflamasyonun gerilemesinde mikroglia adını verdiğimiz beyindeki bağışıklık sistemi elemanlarının rolü büyüktür. Sonuçta beyinde biriken anormal proteinler inflamasyona (iltihabi durum/yangı) neden olur. DYKU tedavisinin beyindeki bağışıklık sistemini de aktive ettiği düşünülmektedir.

Çalışma boyunca DYKU uygulamasının herhangi bir yan etkisi gözlemlenmemiştir. Ancak bu uygulamanın tedavi edici etkisinden emin olabilmemiz için fare üzerindeki deneysel çalışmalardan insan çalışmalarına geçilmesi gerekmektedir. Bu amaçla yeni bir klinik çalışma planlanmıştır. DYKU tedavisi ile ilgili daha aydınlatıcı yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.

Yazının devamı...

"Müzikte Yetenek Sadece Bir Başlangıçtır!"

Çocuklarda müzik yeteneği nasıl fark edilir ve değerlendirilir? Sizin yönteminiz ne?

Öncelikle mutlaka bize yani profesyonellere getirmeleri lazım çünkü aileler farklı yorumlayabiliyorlar.

Ne gibi, nasıl yorumlar?

“Çok güzel dans ediyor, müzik duyduğu zaman hemen oynamaya başlıyor” gibi ifadelerle geliyorlar ama her çocuğun, hepimizin doğasında müzikle birlikte hareket etmek, şarkı söylemek var. Sesimiz ilk enstrümanımız aslında, bunu kullanabilmesi harika ama bu yetenekli olup olmadığının bir göstergesi değil. Bize geldiğinde ilk baktığımız şey ise; ses duyuyor mu, duyduğu sesi bir şekilde size geri verebiliyor mu? Bunu anlamak için de çeşitli yöntemler var.

Yöntemleri biraz açar mısınız?

Konservatuvar sınavlarını sese dayalı yapıyorduk, şimdilerde biraz değişmeye başladı bu yöntem. Bazen çocuk çok yetenekli oluyor ama bir notaya basıyorsunuz, boğazı henüz gelişmediği için o sesi çıkaramayabiliyor. Nasıl çıkaracağını bilmiyor çünkü. Piyanoda arkasını döndürüp bastığınız bir notayı tekrar çalmasını istediğinizde ve onu piyanoda arayıp bulduğunda çok daha farklı sonuçlar alınabiliyor.

Neden eski yöntem değişti?

Konservatuar da bir şekilde eleme yapmak durumunda ama şunun farkına varıyor ki; ister istemez çok fazla çocuk ziyan oluyor. Çünkü boğazdan ses çıkarmak bambaşka bir şey…

Sizin karşılaştığınız böyle çocuklar var mı?

Evet, en son bir çocuk geldi. Çocukta yetenek var ama uğraşmak gerekiyor. Henüz 7 yaşında, 20 tane ses basın, hepsini söylüyor fakat ağızdan çıkaramıyor. Ama o sesleri öğrettiğiniz zaman ismiyle bile söylüyor. Mesela “fa diyez” soruyorsunuz, “fa” ile “sol” arasında bir şey diyor. Bu çok ender bir durum ve ben çocuğu ilk gördüğümde “Yetenekli ama çok da değil” dedim. Konservatuvar sınavına girmiş olsa, oradaki 5 dakikada bu çocuğun yeteneğini kaçırabilirsiniz. O yüzden yöntemleri biraz biraz değiştirmeye başladık. Bizler bu duyguyu yaşıyorsak ailelerin mutlaka çocuklarını uzman ellere götürüp, duyuşunu kontrol ettirmeleri lazım. Çünkü duymuyorsan hakikaten müzikle alakan olmamalı. Yeteneğin ilk göstergesi bu yani duyuş... Sonra işin içine enstrüman giriyor. Başlangıç olarak en mükemmel enstrüman piyano. Hem benim enstrümanım olduğu için hem de en kolay enstrüman olduğu için.

Neden en kolayı piyano?

Çünkü sesi siz üretmiyorsunuz, sese basıyorsunuz ve mekanizma sizin için üretiyor. Ama yine de belli bir süreçte değerlendirmek lazım. İlk gördüğünüzde çocuğa yetenekli ya da yeteneksiz demeniz çok zor, süreci değerlendirdikten sonra kısa sürede ilerleme kaydediyor olmanız lazım verilen şeyle ilgili. Çünkü işin içine koordinasyon giriyor. Duyabiliyor çocuk ama belki muhteşem bir şarkıcı olacak, piyanoyla bir alakası olmayacak ya da keman çalacak. Çünkü hepsinin koordinasyonu farklı. Çocuğu piyanoyla başlatıp, o süreci değerlendiriyorsunuz. Bu da en az minimum 4 aylık bir süreç olmalı. Ondan sonra “Evet çocuğumuz özel” ya da “Çocuğumuz bu işi hobi olarak gayet güzel yapabilir, hayatının bir parçası haline sokabilir ama konservatuvara kaydırırsanız muhtemelen zorluk çekecektir” gibi yönlendirmeleri yapabilirsiniz ama süreç değerlendirmek şart.

Yani müzik duyduğunda tempo tutan her çocuk müzikte yetenekli değildir. Bunu netleştirelim, bu önemli çünkü. Anlattığınız profesyonel tanılama yöntemi. Peki, aileler çocuklarının müzik yeteneğini nasıl anlar? Ne zaman uzmana gitmeleri gerekir? Bu uzmanlar nerede? Sizlere ulaşmak kolay değil, bir üniversitenin hocalarısınız çünkü. Herhangi bir veli konservatuvara gidip de “Benim çocuğumu değerlendirin” diyemez değil mi?

Aslında yapabilirsiniz. Her konservatuvar için konuşamam ama konservatuvar bulunmayan çok da şehrimiz var. Belki konservatuvarla sınırlandırmak da hata olur ama eğitim fakültelerinden çıkan her müzik öğretmeni de çocuğu değerlendirecek yetiye sahiptir. En azından yönlendirme yapabilirler. Mimar Sinan olarak söyleyebilirim müdüriyete gelip de “Çocuğumu değerlendirir misiniz?” diyen herkesi mutlaka bir yönlendirmeye sokuyoruz. “Biz uğraşmayız sizin çocuğunuzla” demiyoruz çünkü yetenek bizim için her şey demek. Eğer varsa bir potansiyel bunu çıkarmak bizim görevimiz zaten. Ama bunu yapamayanlar için de konservatuvar sınavından önce üç günlük bir kurs görülüyor. O kursu şiddetle tavsiye ediyorum. Çünkü bir sesi duyup, çıkarabilecek olma halini birkaç kez test ettiğinde çocuk, sınava girdiğinde rahat ediyor.

Ne göreceğini biliyor yani değil mi?

Evet. Mesela benim absolute bir öğrencim şu an lise 2’de ama ilk girdiği sınavda kazanamadı ve ben o kadar emindim ki kazanacağına; çocuğu hazırlamadım bile. Çünkü her şeyi nota olarak duyuyordu. Fakat sınava girince kalmış. Hiçbir şey verememiş. 7 yaşında ne yapsın, bakıyor çocuk, anlamamış, “Sınav dediğiniz şey bana AAAA dedirtmek mi?” diyor. Ama o kursu gördüğünde hiç olmazsa “Böyle bir şey isteyecekler benden” bilincine kavuşuyor. Çünkü o bir sınav değil, senin içinde olan bir şeyi çıkartmak için bir yöntem öğretiyorlar sana. Dolayısıyla o yöntemi ne kadar biliyorsa o kadar rahat hissediyor çocuk.

Veliler uzmana gitmeleri gerektiğini nasıl anlayacaklar? Yoksa Mimar Sinan’ın önü dolar taşar. Herkes kendi çocuğunu yetenekli görüyor çünkü.

“Şarkı söylerken aynı ritimde gidiyor mu?” diye müzik öğretmenlerine sorabilirler. Çünkü insan çocuğuna objektif bakamıyor. Ama objektif baktıklarında göreceklerdir. “Aynı tonda gidiyor mu, yoksa başka yerlere mi kayıyor? Sözleri çok iyi ama melodisini iyi götürebiliyor mu?” Bunlara da bakabilirler. Bazen çocuklar evde bir şeylere vurmaya başlıyorlar, duydukları seslere eşlik ederek. Onların ne kadar koordineli olduğunu anlamaya çalışabilirler. Evde herhangi bir enstrüman varsa ki bu tür çocuklarda istisnanızdır, çocuk gidip duyduğu sesleri o enstrümandan çıkarmaya çalışıyor. Minicik bir org da olabilir, bir oktavlık bir şey de olabilir. Bir öğrencimin annesi anlatmıştı: Çocuğu 2,5- 3 yaşlarındayken odalardan birinden çok sevdiği bir melodiyi duymaya başlamış ama radyo açık değil, nereden geliyor diye bakmak için içeriye gidince küçük oyuncak bir orgun içinden çocuğunun o melodiyi çıkardığını anlamış. Çocukta büyük bir yetenek varsa fışkırıyor zaten, çok zor çıkmaması.

En erken hangi yaşlarda ortaya çıkar bu durum?

Dediğim gibi çocuğun bir şeylere vurmaya başladığı yaştan itibaren. Melodi çıkararak vurması ve karışık ritimleri algılayabilmesi gerek. Her şeye vurması yetenekli olduğu anlamına gelmez. Yetenek 2,5- 3 yaşlarında kendini göstermeye başlıyor.

Müzik yeteneğinin belli türleri var mı? Orkestra şefi olacak bir çocukla piyanist olacak bir çocuk nasıl belirleniyor? Bunu en başta anlayabilir mi uzmanlar?

Temel eğitimde aynı yöntemler var. Enstrümancı da olsanız, müziğin diğer dallarına girecek de olsanız bir kere çok net bir duyuşunuz olması lazım. Hangi dalı seçerseniz seçin bir enstrüman çalmanız şart. Zaten orkestra şefliği bölümüne girdiğinizde birkaç enstrümanı birden çalmanız bekleniyor sizden. Piyano dışında, nefesli ya da yaylı çalgılardan birini daha çalmayı bilmeniz talep ediliyor ki, enstrümanı ve nasıl ses çıktığını anlayın diye. Çünkü orkestra şefliği daha komplike bir şey. Kompozisyonda keza yüzde 98 oranda piyona çalmayı bilmeniz lazım. Çünkü duyduğunuz şeyi bir enstrümandan çıkarabiliyor ya da bir enstrümana yazabiliyor olmanız lazım.

Kompozisyon derken beste yapmaktan bahsediyorsunuz değil mi?

Evet, tabii ki…

Enstrüman çalan herkes beste yapabilir mi? Bunlar farklı yetenekler mi?

Kesinlikle ayrı yetenekler. Doğaçlama yapabiliyor musunuz? Bir şeyler duyuyorsunuz onları notaya dökebiliyor musunuz? Ya da bir şeyler duyuyorsunuz ama onları nasıl notaya dökeceğinizi bilmiyorsunuz ama sizden bir şekilde akıyor müzik. Ağzınızdan akıyor ya da elinizde bir müzik aleti varsa oraya yansıtmaya çalışıyorsunuz. Bunlar tabii ki farklı özellikler, farklı yetenek seviyeleri. Yorumculuk başka bir şey, yaratıcılık başka bir şey günün sonunda ama bu biri ötekinden üstündür demek değil, farklı türde yetenekler bunlar.

Çok üstün yetenekli çocuklarla çalışıyorsunuz. Bu tür çocukların kırılganlıkları ve beklentileri de fazla oluyor. Üstün yetenekli çocuklarla ilgili gözlemlerinizi merak ediyorum. Bu çocuklarda ne gibi özellikler görüyorsunuz? Onları çalıştırırken eğitimlerinde nelere dikkat ediyorsunuz?

Büyük bir açlıkla geliyorlar bir kere, ciddi bir şekilde tüketimle geliyorlar. Başlangıç metodumuz vardır bu işle ilgilenen herkes bilir; Beyer, özellikle akademik olarak ilerletecekseniz o kitabı vermeniz gerekir. Sadece üç haftada bitiriyor çocuk bütün kitabı mesela. O zaman diyorsunuz ki; “Tamam, sen farklısın”. Normal bir çocuk için o kitap 1,5 – 2 sene aralığında biter. Ama üç hafta inanılmaz bir süre. İşte bu açlığı doyurabilmeniz gerekiyor. Onlara tipik bir müfredat veremiyorsunuz, uygun müfredatı yaratmanız gerekiyor. Onların hep bir “forte”leri oluyor zaten kuvvetli. Bazısı ritimsel parçalara daha eğilimli oluyor, bazısı melodik parçalara.

“Forte”si oluyor derken neyi tarif ediyorsunuz?

Yani kuvvetli tarafını, sevdiği müzik türünü anlatmaya çalışıyorum. Tamam, hepsi klasik ama dönemlerimiz var klasik müzik içinde de. Bazısı biraz daha cazımsı bir şeyler vermenizi talep ediyor, çünkü ritim yüzdesi çok kuvvetli. Bazısına da daha melodik, Chopin gibi mesela melodiye ağırlık veren, şarkıya ağırlık veren müzikleri vermeniz gerekiyor çünkü kendini o şekilde daha iyi ifade ediyor. Tabii bu demek değil ki sadece onları öğreteceksiniz, diğer dönemlerden de çaldırmanız gerekli. Hepimiz için geçerli bu durum ama bu tarz üstün yetenekli çocuklar için daha da fazla, çünkü sevdikleri parçalarda sıçrama noktası yaşıyorlar. O yüzden doğru repertuvarı bulmak o çocuklar için en önemli şey. Sıradan repertuvarlar ki, asla sıradanlığı küçümsemek için söylemiyorum. Sıradanlık mükemmel bir şey çünkü bizim işimizde yetenek sadece başlangıçtır, çalışıyor olmanız en önemli unsur. Sıradan bir çocuk, çok yetenekli ama çalışmayan bir çocuğu çok ciddi bir şekilde geçer. Belli bir çizgide yaptığımız bir akademik program var. O programı bu tür üstün yetenekli çocuklar için uygulayamıyorsunuz. Mutlaka o sıçramaları takip etmeniz ve ilerletmeniz gerekiyor. Çok çabuk tükettikleri için, çok çabuk sıkılabiliyorlar.

Zaten konservatuvar sınavına girip, kazanan çocukların hepsi üstün yetenekli bizim bahsettiklerimiz çok üstün yetenekli çocuklar değil mi?

Evet, haklısınız. Ama çok üstün yetenekli çocukların eğitiminde normal müfredattan gitmeyip, çocuğun sizi yönlendirmesine izin vermeniz gerekiyor, sürekli çeşitlilikle beslenmeleri lazım. Hepsinde de ortak bir özellik var; sahneye aşık oluyorlar. Onları sahneye çıkarmanız şart. Dört duvar arasında bir yere kadar verim alıyorlar. Gerçi, bu bütün öğrencilerimiz için geçerli ama bu çocuklar için çok daha fazla önemli. Derste bin kere söylediğiniz şeyi sahnede deneyimlediği an onun oluyor. Kendi malı oluyor. O zaman büyük ilerlemeyi yaşatmış oluyorsunuz. Kendi tecrübeleriyle ilerlemelerini sağlamanız gerekiyor bu tür çok üstün yetenekli çocukların.

Mutlak bir konservatuvar eğitimi almaları şart mı yüksek başarılar için? Dışarıdaki eğitimi de biliyorum, kızımdan dolayı konservatuvardaki eğitimi de biliyorum. Bu benim kişisel düşüncem farklı bir eğitim veriliyor konservatuvarda. Bana bu okullardaki eğitim özellikle çok üstün yetenekli çocukların evrensel müzik yapabilmeleri için şartmış gibi geliyor. Bazı velilerden duyuyorum “Benim çocuğum konservatuvara gitmiyor ama dışarıdan hallettiriyoruz, piyanosu çok iyi gidiyor” diyor mesela, mümkün mü?

Gider, gidebilir. Burada iyiden kastınız çok önemli. Çünkü çocuk birazcık emek veriyorsa ilerler zaten.

Parıltıdan bahsediyorum.

Parıltı varsa o çocuğu uzmanların eline bırakmak zorundasınız. Çünkü o çocuğu değerlendirebilecek müfredat ve hocalar sadece bu tür kurumlarda var. Sadece bu tür kurumlardaki hocalar o çocuklara şahit olup, kendilerini geliştirme şansı tanıyabilirler. Sadece özel ders veren bir hocaysanız üstün olanlar kapınızı çalmıyor çünkü. Belli bir yetenek çerçevesindeki çocukları görebiliyorsunuz sadece. Ama konservatuvarlarda biz sürekli bu tür çok üstün yetenekli çocuklarla karşılaştığımız için kendimizi de, müfredatımızı da geliştirmek durumunda kalıyoruz. Ve çocuğa faydamız oluyor. Öbür türlü bir yere kadar ilerleyebilir çocuk. Ondan sonra bir seçim yapmak zorunda kalır. Ve seçimini müzikten yana kullanmama olasılığı da çok fazla olur. Çünkü yeterince ilerlememiştir. Ve birazcık bu işle ilgiliyse aynı yaşta konservatuvara giden çocukla arasındaki farkı gördüğünde zaten kendisi vazgeçecektir, “Ben bu uçurumu kapatamam” diye düşünüp.

Bu anlamda özel bir yeteneği olmayan bir çocuk düşünelim, zaten konservatuvara giremeyecek ama müziğe inanılmaz bir ilgisi var. Bu çocuklarda müzik eğitiminin önemi nedir? Nereye kadar gidebilir bu çocuklar?

İstikrarla alakalı olarak inanılmaz gelişim sağlayabiliyorlar. Benim her yetenek klasmanında öğrencim var; sıfır yetenekten, beni şaşırtıp “Ben bu çocuğa nasıl yeteceğim?” dediğim yetenekler dâhil. Ama ilerlemeyi küçümsememek lazım. Minnacık da olsa çocuk yaptığı işte ilerleyebiliyorsa onun arkasından gitmek lazım. Çünkü ben hayatta kendi kızım olduktan sonra daha da iyi anladım ki, bir çocuğun akademik gelişimini müzik kadar çok besleyen başka bir şey yok. Çünkü müzik başka bir disiplin katıyor insanın hayatına. Her şeyden önce gününüzü planlamayı öğretiyor size. Yani günlük yaşamınızın içine bir de müzik çalışmanızı koymanız gerekiyor ama yarım saat ama 5 dakika. Fakat bunu düzenli olarak koymaya başladığınızda bir ajandanız oluyor. Bu ajandaya göre hareket etmeyi de öğrenmiş oluyorsunuz. Tesadüf olması mümkün değil benim özellikle konservatuvar yarı zamanlıyı seçen, birkaç sene devam etmiş olan öğrencilerimde hep gördüğüm; inanılmaz bir akademik başarı, istedikleri her okula girme potansiyeli. Ben buna bağlıyorum çünkü çocukları disipline eden bir dal bu.

Çalışma disiplini ediniyor çocuklar ve diğer alanlara da sıçrıyor değil mi müzikteki başarı?

Bazen belli bir yaşa kadar anne baba zoruyla gidiyorlar. Fakat Teog ya da şu an adı her neyse o sınavı geçtikten sonra artık onların oluyor ve anne baba köşeye çekiliyor. Tamamen kendi arzularıyla müzik yapmak istiyorlar. Kendi çaplarında gruplarını kurmaya başlıyorlar. “Ben şu şarkıyı öğrenmek istiyorum” diyorlar. Tamamen kendi arzularıyla derse gelmeye başlıyorlar. Ve ileriki yaşamlarında da öyle devam ediyor. Yetişkin öğrencilerim var başta anne baba zoruyla ders almış fakat sonra kendisi devam etmek istemiş ve hatta mesleğini eline aldıktan sonra “Çok keyif alıyordum, o zaman ara verdim, şimdi yeniden başlamak istiyorum” diyen. O insanların hayatlarına baktığımda da aynı düzeni görüyorum. Bunlar başarılı insanlar. Hayatta gerçekten başarı kavramı neyse bilmiyorum aslında ama mutlu olan insanların hayatlarının bir köşesinde müzik var.

Müziği primer alanı olarak görenlerin sizin konservatuvar öğrencileriniz gibi mesela günde ne kadar çalışmaları gerek çok kabaca?

Bir sporcu gibi yaşamaları gerektiğini bilmek zorundalar. Günlük antrenmanlarını yapmak durumundalar. Her çocuğa göre değişen bir şey bu. Yani diyemem ki 8 saat çalışmadan bu iş olmaz. Birazcık da çocukla alakalı. Bazısı üç saatlik çok odaklı bir çalışmayla her şeyi halledebiliyorken bazısı 8 saate yayılan bir süreçte çalışmak zorunda.

Üç saat yine az değil baktığınızda…

Daha azında repertuvar öğrenmeniz ve bunu sahnede çalacak kondisyona sahip olmanız hakikaten mümkün değil. Özellikle bir şeye hazırlanıyorsanız bunun dozunu sürekli arttırıyor olmanız lazım. Çünkü yaptığımız iş kaslarla alakalı ve kasları gerektiği biçimde kondisyon içinde tutmazsanız sizi yarı yolda bırakıveriyorlar. Bir bakıyorsunuz istediğiniz verimi alamıyorsunuz. Kafanızda düşündüğünüz şeyi ellerinizden çıkaramamaya başlıyorsunuz. Baştan bir antrenman rutinine girmeniz gerekiyor. Bu bizler için de geçerli. Uzun bir süre bıraktığınız zaman geri dönüşünün çok zor olduğunu deneyimleyince bırakmamayı öğreniyorsunuz, sürekli sahnede olmayacaksanız bile. Ama öğrenciyken en çok repertuvarı öğrenebilecekleri yaşta, en çok kendilerini geliştirebilecekleri yaşlarda hakikaten minimum üç saat çalışılmalı. Tabii hafta içi bu çocukların okuldan geliş saatleri dolayısıyla iki saate inebilir fakat hafta sonu telafi etmeleri şart. Gelen öğrencilere “Aynı bir sporcu gibi olacaksınız, bu antrenmanı yapacaksınız başka yolu yok” diyorum. Çünkü yetenek sadece bir başlangıç!

Şu anda herkeste bir piyano eğitimi modası var. Ama yanlış eğitim almış ve çocuklarının ellerinin düzelmesi çok zor olan vakalar da duyuyoruz. Bu konuda aileler nelere dikkat etmeli? Her çocukta da piyano eğitimi için ısrar edilmeli mi?

Bazen diyoruz ki çocukta potansiyel var, hatta konservatuvar sınavında gayet güzel kulak sınavından geçmiş, ikinci elemede de biz çaldırıyoruz eğer daha önce bir müzik aleti çalmışsa. “dört sene çaldım” diyor çocuk ve o kadar korkunç bir pozisyonda geliyor ki; alamıyoruz. Çünkü düzeltilmesi mümkün olmuyor. Yanlış basılan bir teknikte o çocuğun ilerlemesi mümkün değil. Maalesef parmaklar, kaslar çok çabuk adapte oluyor sizin verdiğiniz direktiflere. Eğer sürekli yanlış şeyi çalıştırdıysanız, düzenli olarak bu yanlışı çocuğa oturttuysanız, bizim o parmaklarla ilgili yapabileceğimiz hiçbir şey kalmıyor ya da çok ciddi uğraşlar vermemiz gerekiyor düzelmesi için ama yüzde 100 de düzelmiyor. Çünkü piyano hakikaten ağacın yaşken eğildiği bir dal, jimnastik gibi düşünmek lazım. Beden bir forma girdikten sonra onu toparlamak çok zor, o parmakları toparlamak çok zor. O yüzden hocanın konservatuvarlı olması şart değil belki fakat çalabiliyor olmasını talep etsin veliler, bir dinlesinler hocayı.

Tam anlamayabilirler, mesela ben anlayamam, “el, tutuş pozisyonu” gibi şeyleri ancak çocuğum konservatuvara girdikten sonra duydum. Öncesinde bilmediğim bir şeydi.

Şöyle yapabilirler o zaman, arada bir konservatuvarlar ya da konservatuvarlı olduğuna emin oldukları hocalara gidip, dinletebilirler çocuklarını. Ama bu piyano dersi almaya başladıklarının 6. ayında gerçekleşmeli ki yanlış oturmasın. Bazen harika pozisyonda çocuklar geliyor. Hocayı soruyorum, tanımıyorum, belki piyanist bile değil fakat çok ciddi şekilde parmak oturtmuş. “Aynen devam edin, tebrikler, size ekstradan verecek bir şey yok eğer konservatuvara gelmek istiyorsanız buyurun sınavına girin” diyorum. Bu tür olumlu örnekler de yok değil ama diğeri daha fazla. Dediğiniz gibi herkes piyano çalıyor özel dersle bile piyanoyu 2-3 sene götürmüş insanlar, “Ben buradan para kazanayım “ deyip, piyano dersi vermeye başlıyorlar ama hayatları boyunca bir kere sahneye çıkmamış insanlar oluyor bunlar. Ne çalabildikleri, ne de hangi repertuvara sahip olabildikleri ortada. Çocuğa ne verebilir, ne öğretebilir? Sadece kulağımıza hoş gelen birkaç melodiyi öğretiyorlar, aileler de çalabildiğini zannediyor çocuklarının. Ama yanlış pozisyonda yaptığını fark etmezlerse çocuklarının çok ciddi yeteneklerini bile köreltme durumları olacaktır.

İlk öğretmen çok önemli yani veliler o alanın uzmanı olan, özellikle konservatuvar mezunlarından öğretmen seçmeliler değil mi?

Utanmasınlar, sorsunlar diplomasını ve görmek istesinler. Konservatuvarlıyım diyen ama olmayan birçok insan var. Bu bir talep ve karşı taraf bunu karşılamak zorunda. Çünkü bir alışveriş söz konusu olacak “Ben gerçekten çocuğum için doğru bir adres arıyorum bana diplomanızı gösterin” desinler.

Piyano eğitimine çocuklar en erken kaç yaşında başlayabilir? Farklı farklı şeyler söyleniyor. Yurtdışında çok erken başlatabiliyorken Türkiye’de böyle olmuyor. Bana kızımla ilgili Amerika’da “3 yaş” dediler, Türkiye’de “7 yaş öncesi ders vermiyoruz” dediler. Nedir bu durum?

Hakikaten 2,5 yaşındaki bir çocukla çalışmayı hiç denemedim keza üç yaşındaki bir çocukla da. Ama o yaşlarda bir çocuk da gelmedi hiç, gelse denerdim. Çünkü çocuklar başka başka yeteneklerle geliyorlar. Hiçbirini eleyemezsin ki. Bazen üç yaşında yarım saat odaklanır, bazen 7 yaşında 10 dakika odaklanamaz. Dolayısıyla “Odaklanabiliyor mu, dersin bir 10 - 15 dakikasını götürebiliyor mu?” diye bakmak lazım. Üç yaşında arayacağınız şey bu. Eğer yapabiliyorsa neden olmasın? Ama zorlanıyorsa, 5 dakika bile duramıyorsa, hemen dikkati dağılıyorsa o zaman zorlamamak lazım. Çünkü tamamen ters de tepebilir. Benim yaşadığım en net tecrübe dört yaşında başlayıp, hala devam ettiren öğrencilerin olması. Sanırım dört güzel bir yaş. Çocuğun o gerekli olan 10- 15 dakika boyunca odaklanabilmeyi becerebildiği, sağlıklı bir yaş. Oradan alıp da, bırakan öğrencim olmadı. Yavaş ilerliyorlar fakat 7 yaşında piyanoya başlayan biriyle karşılaştırdığınızda da fazlasıyla öne geçmiş oluyorlar. Dolayısıyla o süreç için “dört yaşında başladık, iki senedir de ders aldırıyoruz, 6 yaşına geldi ama ortada pek bir şey yok” diye düşünmesin veliler. O süreç yavaş geçer ama dediğim gibi sonrasında aniden hızlanmaya başlıyorlar. Zaten bir anda büyük bir sonuç beklememek lazım o yaşta.

Özel bir formasyon gerekiyor mu bu yaşlarda çocuklara ders vermek için?

Evet, özel bir metoda sahip olmalısınız. Bende böyle birkaç metot var. Biraz araştırmanız gerekiyor. Benim de elime kimse vermedi ama meraklıydım, özellikle kendi kızım olduğu için. “Kaç yaşında çocuğumu piyanoya başlatabilirim?” diyerek bu tür metotları araştırdım. Hakikaten bu yaşa hitap eden, sizin de yanında eşlik ederek çocuğu motive ettiğiniz metotlar var. Bunları uyguladığınızda görmedim, bilmiyorum ama bence üç yaşındaki çocuk bile başlayabilir. Kısıtlamamak lazım.

Neden 7 yaş sınırı konulmuş peki?

Çocuk okul ortamında masasında oturmayı öğrendiğinde ve akademik disiplinin ne olduğunu anladığında piyano öğretmeni daha rahat ettiği için “7 yaşından öncesiyle uğraşmak istemiyoruz” demiş olabilirler. Özellikle okullar yapıyor olabilir bunu fakat özel derste neden olmasın? Yarım saat çocuğa ayırıp, denemekte fayda var. Çünkü sonrası daha güzel dönüyor özellikle erken başlayan çocuklar daha çabuk ilerliyor. Bir de hem okumayı daha çabuk öğreniyorlar hem de dil becerileri gelişiyor. Bunları da kızımdan ve dört yaşında piyano dersine başladığım çocuklardan biliyorum. İnanılmaz bir akademik açılım yaşıyorlar, müzikle ilgilenmeyen diğer çocuklara baktığımızda. Çünkü başka bir alfabeyi öğreniyorsun orada. Çünkü bunu öğrenip, o alfabenin matematiğini çözebiliyorsa direkt yazıya da, ABC'ye de formüle edebiliyor kafasında. “Çocuğun erkenden okumayı yazmayı öğrenebilmesi çok önemli midir?” diye düşünseniz de neden çocuk kendini daha iyi hissetmesin ki akademik ortamlarda. Müzik öğrenmenin çocuğu beslediğini düşünüyorum ve bence erken yaşta da denenmeli.

Çocuklara klasik müziği nasıl sevdirebiliriz, çocukları müzikal kirlilikten nasıl koruyabiliriz?

Çocuk siz ne dinlerseniz onu dinliyor, bunun ötesi mümkün değil. Hamileyken klasik müzik dinletmek de bir çözüm değil çünkü eğer sen dinlemiyorsan ama ona dinletiyorsan zaten çocuğa geçmiyor hiçbir şekilde. Anne babanın da bu konuda hevesli olmaları ve klasik müziği içselleştirmeleri lazım! Klasik müziği daha zeki olsun diye bir projeye değil, keyfe çevirmiş olmaları lazım ki; çocuk da keyif alsın. Duyduğunda yabancılaşmaması lazım, çünkü hakikaten ne dinliyorsanız onu dinleyecektir. Sevdirmek için konserler var ve son zamanlarda orkestralar da başladı. Kendi yaşlarına yakın çocukların çaldıklarını seyredebilecekleri ortamlar var, klasik müziği tanıtan konserler var. Bunlara gitmeleri bir adım olabilir. Evde dinlesinler tabii ama yapıştırmayla sonradan olmuyor.

Ben Alzheimer hastalığı ile uğraşıyorum. İnsan beyninin sinaptik yapılanmasını sürdürebilmesi için sürekli yeni bir şeyler öğrenmesi şart ve son zamanlarda bana “Nasıl zihin egzersizi yapabiliriz?” diye soranlara “Yeni bir enstrüman çalmayı öğrenin” argümanını sunuyorum. Çünkü bilimsel bir veri… Yeteneği ve isteği olup, bunu hayata geçirememiş yetişkinler için ne söylersiniz? Ben çok istiyorum mesela.

Sizin gibi çok öğrencim var ve inanın daha istikrarlılar. Çünkü kendileri istediği için geliyorlar.

40 yaş sonrası müzik sevdalıları için ne önerirsiniz? Nota bile bilmeyenler için bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Bilmesinler zaten, kolay anlaşabileceğiniz, sizi anlayan, sizden ne beklediğini çok net bilen bir hoca bulduktan sonra direkt başlayın. Yetişkinler için de metotlar var çocuklara uygulanan metotları uygulamamak lazım. Akademik olarak değil ama daha çabuk bir şekilde gördüğünü algılayacak akor ve pozisyonlarına alıştıran metotlar var ve bunlarla yetişkinleri de müziğe başlatabilirsiniz. Benim 13 senedir devam eden öğrencim var. Başladığında 50 küsur yaşındaydı ve şu an hala devam ediyoruz ve bir hafta ders yapamadığı zaman strese giriyor.

Nerelere kadar ilerlediniz, neler çalıyor çok merak ettim?

Temel şeyleri öğrendi. 13 tane de parçası var. Bir kere 13'ünü birden geçiyoruz her ders. Arkasından yeni öğrenmek için başlattığımız parçalara geçiyoruz. Ama o 13'ünü çalarkenki keyfini anlatamam size. Sadece kendisi için yapıyor. "Konsere mi çıkacağım? Hayır, ama bunları öğreneceğim ve hiçbir zaman unutmayacağım" diyor. Ve o heyecanı, yanlış yaptığında sinirlenmesi... En kıymetli öğrencilerimden biri kendisi gerçekten… Onun gibi yetişkin öğrencilerim de öyle. Çünkü aşkla yapıyorlar ve bunu gözlerinde görüyorsunuz. O yüzden varsa içinizde hiç çekinmeden başlayın. Ama kendinizi yakın hissettiğiniz bir hocayla. Bir öğrencim başka bir hocayla başlamış bana "Hoca o kadar talepkardı ki, ben soğudum, yapamayacağım stresine girdim, bırakma noktasına geldim" dedi. Tabii ben de böyle bir feedback alınca yumuşak parçalarla başladım, onun da hoşuna giden. Şimdi 4 senedir devam ediyoruz. O da istikrarlı. Hiçbir dersi kaçırmıyor.

Haftada bir mi geliyorlar?

İki haftada bir gelen yetişkin öğrencim var çünkü işleri çok yoğun. Ama diğerleri haftada bir geliyorlar.

Erişkinlerin ne kadar çalışması lazım unutmaması ve ilerlemeyi sürdürebilmesi için?

Her gün çalışamıyorlar tabii ki ama oturduklarında bir ya da yarım saat tekrar ettiklerini söylüyorlar. Bir tanesi her gün çalışıyor. Çalışmazsa hasta hissediyor, spor gibi kendini adamış. Bazısı aralarda bakıyor. Ama önemli olan dersi bırakmamak, istikrarlı bir şekilde derse gelmek, ders de bile öğreniyorsunuz çünkü çok da stres yapmaya gerek yok. Tabii ki ders dışında da birazcık bakmanız gerekir, dediğim gibi kasın hareket edebilmesi için birazcık işlemesi lazım ama derste öğrendiğinizle bile ilerleyebiliyorsunuz.

“Veliler de çocuklarını hobi edinmemeliler, kendilerine bir hobi bulmalılar” diyorsunuz siz hep. Bazı veliler takıntılı bir şekilde çocuğu proje olarak görüp, bezdirebiliyor değil mi?

Bazıları o kadar baskı altındaki, çocuk bezebilme lüksüne bile sahip değil. O kadar kapatmış ve çocuğun üstüne kapanmış durumdalar ki; ne istediğini hiçbir zaman tam olarak ve özgür bir şekilde ifade edemiyor zaten çocuk o tür ortamlarda. Bu tür velilerin ortak özellikleri başarı bağımlılıkları… Hep mi böyleydi bilmiyorum yoksa son zamanlarda sosyal medyada birbirimizi takip etme ve yaptıklarımızı izleme merakı arttığı için midir bilmiyorum ama çok büyük bir tatminsizlik var. Birinin yaptığını hemen arkasından yapmazsa yanlış bir şeyler yaptığına dair stresi var insanların. Sürekli olarak “Bir şeyleri acaba eksik mi yapıyoruz?” endişesi var bazı velilerin. Oysa gittikçe de artan bir yetenek potansiyelimiz olduğuna inanıyorum ben.

Gerçekten mi? Neye bağlı bu, potansiyel nasıl artıyor?

Burada devreye teknolojinin iyi tarafları giriyor çünkü çocuklar bizim zamanımızda olamadığımız kadar dünyaya açıklar. YouTube'a girdiklerinde, kendi yaşlarındaki çocukların neler yapabildiklerini gördüklerinde kendi potansiyellerini de yükseltmeye başlıyorlar ister istemez. Dolayısıyla küçük yaşta büyük repertuvar çalan çocukların sayısı arttı. Daha da artacak. Bu demek değil ki; çocuğunuz eşsiz, çocuğunuz en başarılı. Öncelikle şunu kabul edin; öyle bir dal yapıyorsunuz ki, hep sizin çocuğunuzdan daha iyi olacak birileri var, hep sizin çocuğunuzdan daha kötü olacak birileri de var. Kıyas yaptığınız an kaybedeceksiniz maalesef. Kıyas öyle bir oyun çünkü hep iyiyle kıyaslayacaksınız ve hep yenileceksiniz. Oysa çocuğun kendi aşamasını izleyebiliyorsanız, bir sene öncesinden iyiyse bundan daha büyük bir mutluluk olmamalı aile olarak.

Ne yapmalı peki veliler, sizin önerileriniz nedir?

Ne olur çocuğunuzun önünde ya da yanında yürümeye çalışmayın. Sizin yeriniz arkası size kendini bırakabilsin diye. Siz güvenli ağ olun. Bırakın düşebilsin sizin üstünüze. Sağlıklı çalışma ortamı yarattıktan sonra çocuğun ünlü kişileri tanımak, tırnak içinde doğru ilişkiler kurup, çocukları o ilişkinin içine sokmak, Facebook'tan sürekli birilerine beğeni atmak, fark edilmek istemek gibi şeylere ihtiyaçları olmamalı. Çocuk bir potansiyele sahipse bu mutlaka sizi başarıya ulaştıracaktır. Sadece sağlıklı çalışacağı ortamı yaratın ve bir adım geriye çekilin. Öbür türlü siz onun önüne geçmiş oluyorsunuz. Çocuğu öyle bir yere çıkarıyorsunuz ki, acaba içini doldurabilecek mi onu düşünmüyorsunuz ve bazen dolduramıyorlar. O zaman çıktığı yerden nasıl düşecek o çocuk aşağıya ve nasıl toparlayacak kendini? Hep çocuğunuzdan daha iyi çalacak birileri olacak, bu dünya böyle. Daha beterini söyleyeyim yaptığımız iş o kadar yoruma dayalı ki, çocuğunuz muhteşem bir performans verecek bir yerde fakat oradaki jüriler onu o kadar da beğenmeyecekler. Çünkü göreceli bir şey yapıyoruz. Damağa hitap eden bir mesleğimiz var diyecek ki "Çok tuzlu" oysa siz mükemmel bir yemek hazırlamıştınız. Fakat birine tuzlu geldi. Onu nasıl kabulleneceksiniz? Çünkü yorum bu. Dolayısıyla çocuğu gereksiz şişirip, gereksiz başarı beklentileri içine soktuğunuzda hele bizim mesleğimizde hüsran kaçınılmaz. Korkuyorum çocuklarımız için ilk başarısızlıklarını yaşadıklarında “Nasıl altından kalkacak?” diye. Çünkü genelde başarılı oluyor bu çocuklar, hep birinci oluyorlar. Ama sonra birinci olamadıkları anları da yaşıyorlar. O zaman arkasında olacak mısınız? Yoksa önüne geçip, "Ne oldu şimdi?" diyip hesap mı soracaksınız? Böyle bir lüksünüz yok, o çocuklara bunu yapamazsınız. Başarılı çocukların önündeki engel hep aileleri zaten... Biraz kenara çekilseler çocuk yolunu bulacak, doğal olarak akıyor zaten. Akmış ki; yetenekle girilebilecek bir okula gidebiliyor. Bırakın, önünü açın, kapatmayın. Açtığınızı zannediyorsunuz ama kendiniz için yapıyorsunuz bunu. Sevgi için yaptığınızı sanıyorsunuz ama hayır sevdiğiniz çocuğun başarısı, çocuğun özü değil! Peki, başarısızlığında da aynı noktada olabilecek misiniz, çocuğa aynı bakabilecek misiniz? Çünkü görüyorum aileler çoğu zaman aynı bakamıyorlar, başka bir şeye dönüşüyor. Hayal kırıklığı gibi… Hayal kırıklığı hayatınızın bir parçası olmamalı, bunu da çocuğa hissettirmelisiniz! Dediğim gibi güvenli ağsınız siz, başka bir göreviniz yok. Bunu yapmak zannediyorum çok zor.

Bunun tersini yapan ailelerin yani çocuğu potansiyeli kadar zorlayan ve arkasında duran ailelerin çocukları ne durumdalar peki?

Bunu yapan ailelerin çocukların kariyerlerine baktığımda çok huzurlu bir şekilde ilerlediklerini görüyorum. Özellikle ilerleyen yaşlarda ortaya çıkıyor bu. Ergenlik diye bir stres var. Harika çocuk diye girişiyorsunuz olaya ama bir de ergenlik çarpıyor insana. O duvara çarptığınızdaki stresin altından nasıl kalkacaksınız. Bunları da hesaba katarak, biraz özgür bırakın çocuklarınızı.

Çocukların yetenekleri ergenlikte farklılaşıyor mu? 7 yaşında başlatmışsınız, çocuk çok iyi gidiyor. Geldi 12 yaşına ergenlik başladı, ne oluyor o zaman?

7. ve 8. sınıf, bazısında da 6. sınıfa denk geliyor. Duvara çarpıyorlar.

Kötüye mi gidiyorlar?

Of ama nasıl!

Sonrasında toparlıyorlar mı?

Hepsi istisnasız o noktadan geçiyor bir kere. Biraz izin verin de lütfen duvara çarpsın. Birkaç başarısızlık yaşasın, tokat yesin. Çünkü o da bir ihtiyaç. Hatalarımızdan öğrendiğimiz kadar çok şeyi, hiçbir iyi şeyden öğrenmiyoruz ki! Başarılarımızdan bir şey öğrenmiyoruz zaten, hatalarımızdan öğreniyoruz. Dibe vurmaya izin vermek lazım. İzin verilmiyor buna ve dolayısıyla bambaşka yerlerde patlıyor o çocuğun ergenlikte patlayamama hali. Bunu yaşatmayın çocuklara!

Yazının devamı...

“En Büyük Organı Egosu Olan İnsanlar Var”

-Yaşam ve kendi varoluşunuz üzerinde hangi yaşlarda düşünmeye başladığınızı merak ediyorum. Hayata dair ilk saptamanız neydi?

Ben Kuleli Askeri Lisesi'ndeyken kamplarımız olurdu. Orada boş vakitlerimde tellerle devri daim makinesi yapmaya çalışırdım. “Bir makine hiç durmadan nasıl çalışır?” diye düşünürdüm. Meraklı bir yaklaşımım vardı. Liseden sonra, üniversite için 69 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesine geçince varoluş felsefesiyle ilgilenmeye başladım. Beyazıt'taki sahaflardan öğrenci harçlığımla kitaplar alırdım. Öğrenciliğim tam da siyasi kutuplaşmaların olduğu 12 Mart dönemine denk geldi. Ama ben felsefi arayışlara merak sardım; varoluşla, inançla, ölümle ilgili konuları sorgulamaya başlamıştım. Üniversitede, Beyazıt'ta bu konularla ilgili daha çok materyal olunca ben de daha çok okuma yapma fırsatı buldum. Çeşitli sohbetler de oluyordu, Kubbealtı'nda, Milli Türk Talebe Birliği'nde... Oralarda da, hikmetli konuşan kişileri dinlemeyi seviyordum.

-Ben 5-6 yaşlarındayken şöyle bir farkındalığa varmıştım: “Ben kızım ve erkekler hep daha önde, kız olduğum için onların 2 katı okuyup, çalışmalıyım ki onlarla eşit olabileyim”. Bu benim çocukluğumda yaptığım ilk saptamaydı mesela. Sizin de var mı?

İlk ve ortaokulu Merzifon'da okudum. Dedelerimizin mezarlarını merak ediyordum çünkü mezar taşları yoktu. O zaman babama sordum neden bizim atalarımızın mezar taşı yok diye. Babam harf devrimi çıktığında bir kaymakamın gelip, kütüphane ve mezar taşları da dahil eski yazılı her şeyi 300 metrelik bir çukur kazıp, gömdüğünü anlattı. O zaman bu durum beni “Kitaplar neden yok edilir?” düşüncesine sevk etti. Merzifon'da halk kütüphanesi vardı, ilkokulda bütün çocuklar oynarken oraya giderdim, ders kitapları dışında şeyler okurdum. Annem yönlendirirdi, düşün o zamanlar ilkokulu bitirebilmiş sadece. Dayılarımdan biri Türkiye'nin ilk kardiyologlarındandı, diğeri diş hekimiydi. Babam da edebiyata meraklıydı. Yahya Kemal'le ilgili kitapları vardı. Bizim evde kitap okumayla ilgili bir kültür vardı. İlkokuldan mezuniyetim aklıma geliyor, evimiz büyük bahçeli, çok çiçekli bir evdi. Mezuniyet töreninde çiçek yoktu. Hocanın konuşması sırasında, ben de gittim bahçedeki bütün çiçekleri toplayıverdim onun için, bütün sınıf beni alkışlamıştı mesela. İlkokula 5 yaşında başladım, okumakta güçlük çekiyormuşum, annem de beni okumam için zorluyormuş, zora gelince sobanın altındaki kediyi görüp "Anne ben kedi olmak istiyorum" dermişim. Yine ilkokuldaydım, okula tek başına yürüyerek gidip geliyordum. Merzifon'da tavşan dağında rüzgar esiyordu. Rüzgara karşı yürüyemedim, ağlayarak eve döndüm, annem beni görünce güldü, elimden tutup, okula götürdü. Bunlar çocukluğumla ilgili ilk aklıma gelen anekdotlar.

-Son dönemde insanların en büyük sorunlarından biri mutsuz hissetmek... Acaba mutluluğun tanımı mı değişiyor insanların zihinlerinde. Siz bu mutsuzluk durumunu nasıl yorumluyorsunuz?

İnsanların mutsuz hissetmesinin 3 nedeni var. Bunlar da modernizmin beraberinde getirdiği nedenler: Birincisi; beklenti düzeyinin yükselmesi. 50 yıl, 100 yıl öncesine göre insanların hayattan ve kendinden beklenti düzeyleri yükseldi. Birkaç elbiseyle bir mevsimi geçirirken, şimdi dolabında 20 tane elbise var ama çoğunu kullanmıyor. Oysa bir insan 10 sene hiç kıyafet almasa var olanlar ona yeter. İhtiyacından fazlasını alıyor, moda ve tüketim kültürü insanı devamlı yeni şeyler almaya itiyor. İhtiyaçlar yapay bir hale geldi, ihtiyaç 1’se önceden, şimdi 10'a, 20'ye çıktı. Sırf üretimi artırmak için tüketimi yüksek tutmak gerekli. Bu da insanlara ‘varlık içinde yokluk’ hissettiriyor. "Filanca kişide var ama bende yok", "Benim elbisem modaya uygun değil", "Arabayı aldığımın üzerinden 1 sene geçti, değiştirmeliyim" gibi... Yapay bir mutsuzluk oluşuyor. İnsanlar alışveriş yaparken temel ihtiyaçlara göre değil, toplumun takdir ve övgüsüne göre hareket ediyorlar.

-Yapay mutsuzluk dediniz anlatırken, açabilir misiniz biraz?

Tolstoy diyor ya "Sıradan şeylerle mutlu olmayı öğrenmek", bunu yapamıyor insan. Küçük şeylerden, sıradan şeylerden mutlu olmayı başarabilmek lazım... Mutluluk Bilimi’nde bu, "Otantik Mutluluk" diye geçiyor zaten. Yani varken de, yokken de mutlu olmayı başarabilmek, zindanda da olsa, sarayda da olsa mutlu olmayı başarabilmek. İnsan her mevsimde meyve veren ağaç gibi her şartta mutlu olmayı başarabilmeli. Dış nedenli mutluluk var artık iç nedenli değil. Yani belli şartlara bağlı mutluluk; “Şuyum olsun mutlu olayım, buyum olsun mutlu olayım” düşüncesi hakim. Hâlbuki mutluluk şartlara bağlı değil, iç gerekçelerle mutlu olması lazım insanın. 90 yaşında bir yaşlıya soruyorlar, "Bu mutluluğu neye borçlusun?" diye, cevabı "Ben çalışmayan organlarımı değil, çalışan organlarımı düşünüyorum" oluyor. Mutluluğunun sırrını bu cümle anlatıyor. Çalışmayan organını düşünürse ya kalp krizi geçirirsem, ya tansiyonum yükselirse diye kendini hasta edebilir. Çalışan organları düşünmeye zihinsel olarak kendini yönlendirmiş. İç motivasyon var burada. Beklenti yükseldiği zaman, şartlara bağlı mutluluk oluşuyor. Bu da modern insanın birçok şeye sahip olduğu halde mutlu olamamasının bir diğer nedeni, diğeriyse sosyal hareketlilik, ekonomik hareketlilik çok arttı. Zaman yetmiyor insana, zaman baskısı var. Zaman baskısı 50 yıl önce yoktu. Çünkü komşusunun kızıyla evlenirdi, babasının işini devam ettirirdi, sedanter(sakin) bir hayat sürerdi. Ekonomik ve sosyal hareketlilik sınırlıydı, erkenden yatardı mesela. Bu da ona yeterdi. Ama şimdi öyle değil; televizyon var, sosyal hayat var. Ekonomik hareketlilik, sosyal hareketliliği beraberinde getirdi. Sosyal hareketlilik de stres olarak döndü insana. Stres tanımı 1960'lardan sonra psikolojiye girdi, ondan önce yoktu.

-Ne oldu da stresin esiri olduk peki Hocam?

Endüstri devrimi oldu. İlk stres kelimesi de madenlerin birbirine basınç yaptığı durumları tanımlamak için kullanıyor. Daha sonra endüstri devriminin kültür haline gelmesiyle de insanlara etki etmeye başlıyor. İnsan eskiye göre daha hızlı yaşıyor ve zaman fakiri. Bu da stres seviyesini yükseltiyor ve sahip olduğu küçük şeylerle mutlu olmasını engelliyor. Sabah işe gidiyor, akşam çıkıyor, büyük bir yoğunluk; çocuğuyla ilgilenemiyor, ailesiyle yeterince birlikte olamıyor, kendine zaman ayıramıyor. Bu gibi durumlar da kişinin mutlu olmasını engelliyor. Bir üçüncü neden de sosyo ekonomik dayanaklar zayıfladı. Yalnızlaştı insan, eski çağlara göre insanlar daha çok şeye sahip ama yalnız. Bireyselliği bencilliğe dönüştürdü. Benmerkezciliğin sonucu da zaten yalnızlık oluyor. Hatta bu popüler psikiyatride Kaliforniya Sendromu diye bilinir.

-Kaliforniya Sendromunu biraz açıklayabilir misiniz?

Bu sendromun birinci özelliği hedonizm yani zevkçilik. İkincisi benmerkezcilik. Bir insan zevki de, egoyu da seçerse değerlilik ölçüsü değişiyor kafasında; zevkime uygunsa iyidir düşüncesine dönüşüyor. Değerli olan olmayan, benim için uygun olan olmayan... Bunlara frontal lob karar veriyor biliyorsun. Frontal lobtaki o karar verici sistemi, filtre sistemini, değerlilik ölçüsünü yanlış çalıştırıyoruz biz. Hatta bir iş adamı Marmaris'e balık tutmaya gidiyor, bir arkadaşı da diyor ki; "Böyle çok mutlusun, burada kalsana", adamın cevabıysa "Balıklar beni alkışlayamıyor ki" oluyor yani zevk peşinde koşuyor, narsizmi besliyor. Benmerkezcilik zaten narsizmin ana semptomu; kendine hayran olan, kendini toplumun merkezinde gören… Her şey kendi şartlarına uysun olsun istiyor.

-Modernizmle birlikte narsizim de arttı o zaman...

Modernizim narsistik bireyleri arttırdı. Narsistik kişilik bozukluğu toplumda belli bir oranda varsa; kültürel narsizim, etnik narsizim de buna dahil hazcılık hedonizm, egoizm ve yalnızlığı da beraberinde getiriyor. Eşi hasta oluyor, "Dünyaya bir kere geldim ben, onun kahrını çekemem" diyor. Çocuğu hasta oluyor ilgilenmiyor, “Yaşlılarla sosyal kurumlar ilgilensin” diyor. Bunların sonucunda yalnızlık ve mutsuzluk ortaya çıkıyor. İnsan sosyal bir varlıktır çünkü. Hatta farelerle ilgili bir deney var, fareleri kokaine bağımlı hale getiriyorlar. Düğmeye bastıkça içiyor, içtikçe şuursuzca basmaya devam ediyor, kokain bağımlısı oluyor ve ölüyor. Daha sonra kokain bağımlısı yaptıkları bir fareyi sosyal ortama, çiftlik gibi bir yere koyuyorlar. Yavruları var, oyukları var. Fare kokain içmekten vazgeçiyor, onların arasına giriyor, bağımlılıktan kurtuluyor. Fareler de bile sosyal işbirliği bağımlılığı azaltıyor. Yalnızlığın bağlanma nesnesi olarak maddeyi görüyor insan. Kişinin sosyal desteği iyiyse bağlanma modeli olarak maddeye ihtiyaç duymuyor. Bakıyorsun ailesiyle, arkadaşlarıyla güvenli bağlanmayı sağlıyor. Güvenli bağlanmayı sağlayınca da madde bağımlılığı ortadan kalkıyor. Depresyon riski azalıyor. Modernizm bu bağlanma şeklini bozdu. Bağlanma duygusunu, bağlanma nesnesini değiştirerek insanı yalnızlaştırdı.

-Hedonizm dedik ama herkes keyif almayı seviyor, aradaki ince çizgi nerede?

Kişinin zevk aldığı şeylerin doğal olması gerek. Koşmasıyla beraber aldığı zevk gibi… İnsanın diğer canlılardan farkı ödülü ertelemeyi başarması… Bir amacı olacak ve o amaca yönelik ödülünü erteleyebilecek. Duygusal beyin çalışmalarında lokum testi vardır çocuklarla yapılmış; anaokulu çocuklarına kutularla lokum götürüyorlar: "Bu lokumu isteyene hemen bir tane vereceğiz ama 15 dakika bekleyene daha çok vereceğiz" diyorlar. Bir grup hemen istiyor, diğer grup da 15 dakika oyalanıyor, tutuyor kendini, onlara istedikleri kadar lokum veriyorlar. Yirmi sene takip ediliyor bu çocuklar. Duygularını erteleyebilenlerin duygusal zekaları yüzde 20 yüksek çıkıyor. Karşı cinsle daha rahat arkadaş olabiliyorlar, sosyal işbirliğinde daha başarılılar. Yani kısa vadeli zevkler peşinde koşmak kişinin yararına değil.

-Hedonizmin sınırını nasıl çizmeli insanlar? Sınır çizilebilir mi?

Hedonizm insanın psikolojik doğasının gereği ama belli bir hedefi, yüksek bir ideali varsa o anki zevkinden vazgeçmesi lazım. Hedonizmin en büyük düşmanı amaçtır. Ben diyelim ki doçent olmak istiyorum günde 1-2 saat yabancı dile çalışmam gerekiyor, bir idealim var çünkü ama öyle bir isteğin yoksa çalışmıyorsun. Hatta çalışanlara içlerinden üşengeçlik geldiği zaman hemen "Niçin çalıştığını hatırla" diyoruz. Neden çalıştığını hatırladığı zaman içindeki çeldiricilere, yoldan çıkarıcılara direnç gösterebiliyor. Yine frontal bir fonksiyon. Modernizm "Anı yaşa" diye bir felsefe geliştirdi, hâlbuki bunun doğrusu "Anda yaşa"dır. Bugünde yaşasın, geçmişi, geleceği takıntı yapmasın. Bu anda yaşasın ama sadece bu anı yaşamasın. İnsanın gelecekle ilgili de bir stratejisi olması lazım. Olması gereken “Anda yaşa” felsefesi, kişinin bugüne odaklanması gerektiğini anlatan kavramı “Anı yaşa” diye değiştirerek ,geleceği yok saymak, umursamamak tarzında amaçsız bir insan tipine sebep oluyoruz farkında olmadan. Bu da hedonizmin olumsuz kullanımıdır.

-Aile kurumunun geleceğini nasıl görüyorsunuz? İnsanlar artık birbirine katlanamaz oldu. Evlilik süreleri çok kısaldı, aile kurumu ortadan kalkacak mı sizce, öyle bir gidişat var gibi?

Gelişmiş ülkelerdeki bazı çift terapistleri çok ümitsizler ve boşanma terapisti gibi çalışıyorlar. "Yüzde 50 başarısız olan bir kuruma yatırım yapılmaz. Yüzde 50 kaybedeceğin bir işe girmezsin. O halde evliliğe de ne lüzum var?" diyorlar. Ama bu bir sonuç, sebep değil. Evliliğin kötü sonuçlanması insanın işbirliği kurmayı becerememesiyle ilgili bir durum. Aşk sebep midir sonuç mudur? Şu an modern yaşam aşkı sebep olarak görülüyor. “Aşıksan evlen, değilsen evlenme!” diyor. Hâlbuki iyi aşk, artı iyi işbirliği olduğunda aşk ömür boyu sürüyor. İyi işbirliği kuramazsa aşk buharlaşıyor. O yüzden iyi işbirliği kuran kişiler birbirlerine aşık olmasalar da sonradan aşık olabiliyorlar. Gerçek aşk iyi işbirliğinin sonucudur. Geçici aşklar da iyi işbirliği kurma becerileri yoksa ego savaşları başlar, “Ben haklıyım”, “Sen haksızsın”a döner mesele. Evliliğin üç dönemi var birincisi romantizm, aşık olunan dönem. Evlilik ilerleyince de kaçınılmaz olarak ikinci döneme giriyorsun, yani kişilik çatışmalarının, güç çatışmalarının yaşandığı dönem. Araştırdığında görüyorsun ki; bu dönemde kadın kendini çocuklarına, erkek de işine vermiş. İkisi de çalışıyorsa işe odaklanmışlar, birbirlerine olan ilgileri azalmış. Evlilik mangalda ateş yanar ya onun gibi bir şeydir. Beslenirse devam ediyor, beslenmezse sönüyor, çok uzak kalırsan iyice sönüyor. Çok yakınlaşırsan da yakıyor çünkü yapış yapış ilişkiler de zarar veriyor. O mesafeyi doğru tutarak işbirliği kurabilmek mesele. Sıcak ve ölçülü bir ilişki kurmalı. Güç ve kişilik çatışması yaşanınca da taraflar bu duruma akıllıca çözüm bulabilirlerse evlilikte bağlılık, olumluluk dönemi başlıyor.

-Kaç yıl sürer Hocam bu dönem?

50 yıl sürüp de halen çatışma dönemi devam edenler bile var.

Uzun süren evliliklerin bir sırrı var mı?

Bazen gençler nikahlarına çağırıyorlar beni, 4S kuralından bahsediyorum ben de onlara, yani sevgi, saygı, sadakat, sabır. Dördü varsa o evlilik bir şekilde yürüyor. Bir evlilikte kriz olmayacak diye düşünmek çok gerçekçi değil ama 4S kuralı varsa sürüyor. Kriz olmaması insan doğasına aykırı. Çünkü farklı ortamlarda büyümüş iki kişi bir araya geliyor, farklı hayat senaryoları var ve evlilikle birlikte hayatlarındaki aktör değişti. Aktör değişince o senaryoyu yeniden yazmaları lazım. Çoğu yazmıyor, aynı senaryo devam etsin istiyor. Olmuyor ki!

-Biz eşimle birlikte büyüdük sayılır Hocam, erken evlendik çünkü, bu da ayrı bir bağ oluşturuyor galiba?

Buna Mikelanj fenomeni deniyor. Mikelanj fenomeninde beyinde nöroplastisite oluşuyor, birbirlerine güçlü bağlarla bağlı olan kişilerin beyinleri birbirini aynalıyor. O daha bir hareketi yaparken ne istediğini anlıyorsun.

-Yeni bir bilgi var Hocam; uzun süre arkadaşlık yaptığınız insanlarla benzer düşünmeye başlıyorsunuz, evlilik süresi uzadıkça da aynı süreçler oluyor.

Sen de biliyorsun ki beynin yüzde 20'si ayna nöronlar. Ayna nöronlarla o iki yakın insan birbirini sezgisel olarak algılıyorlar. Ve benzer tepkileri veriyorlar, uyum oluyor bu sefer.

-"Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim" lafının bilimsel kanıtı bu değil mi?

Birlikte yaşadığı kişinin boyasını boyar kişi. Onun ahlakıyla, huyuyla benzeşir bir süre sonra. Arkadaşlıkta, dostlukta huy bulaşıcıdır.

-Sosyal medya kişilik bozukluklarının ortaya çıkışını tetikliyor mu? Sosyal medyayla birlikte yeni psikiyatrik hastalıklar tanımlandı mı?

Sosyal medyayla birlikte biz bir test geliştirdik ve FOMO (Fear of Missing Out)adını verdik. Online olamadığın zaman yaşanan huzursuz olmak durumu sanal bağımlılık, davranışsal bağımlılık olarak geçiyor. Sanal bağımlılıklarda kişide tıpkı uyuşturucu bağımlılığında olduğu gibi aynı ödül ceza sistemi işliyor. Olmadığı zaman krize giriyor. 8 tane belirtisi var bağımlılığın mesela. Birisi aşırı zihinsel uğraş, diğeri planlanandan daha fazla zaman harcamak yani "iki dakika şu sosyal medyama bakayım" diyip, bir saat geçtiği halde hala başından kalkamamak. Üçüncü belirtisi bağımlılığın günlük yaşam aktivitelerini bozması. Ulaşamadığı zaman krize giriyor.

-“Yoksunluk var mı?” diye soracaktım ben de...

Yoksunluk belirtisi gibi; sinirleniyor, öfkeleniyor, hırçınlaşıyor. Bağımlılığın ana semptomu olarak kişinin kontrol kaybı kabul edildi. Kontrol kaybı yaşıyorsan yaptığın işle ilgili bağımlılık vardır. İlla yoksunluk olsun, illa krize girsin durumu artık bağımlılıkta ana semptom değil. Nöroplastisitenin bozulduğunu gösteren en önemli şey, kişinin kontrolünü kaybetmesi, fazla zaman geçirmesi, dürtülerini kontrol edememesi ve tehlikeli kullanması… Mesela araba sürerken sosyal medyayla ilgilenmek tehlikeli kullanıma giriyor. Bu bağımlılık işaretidir.

-Bizi sosyal medyaya bu kadar bağlayan nedir sizce?

Sosyal medyada müthiş bir cazibe var. Çekici çünkü 24 saat ulaşabiliyorsun. İnsan beyni sanal gerçeklikle fiziksel gerçekliği benzer algılıyor. Kişi evinin güvenli ortamında bilgisayarındaki sanal dünyada eğleniyor, geziyor, koşuyor, yarışmalara giriyor müthiş bir coşku, heyecan ama bu gerçek değil. Elektronik fon transferi sanaldır. Bir şifre giriyorsun, tuşa basıyorsun, oradan oraya 10 bin dolar transfer ediyorsun. İşlem sanal fakat sonuç gerçek… O halde sanal aslında sanal değil, gerçek. Bilgisayara giriyor, her türlü tehlikeli oyunu oynuyor, yalan söylüyor, onu bunu öldürüyor Ama sonuç gerçek. Beyin onu gerçek gibi kaydediyor.

-Dissosiyatif (Çoklu Kişilik Bozukluğu) bir durum mu oluşuyor hocam?

Belli bir süre oynayıp bırakabiliyorsa kişide kontrol kaybı yok demektir. Kontrol kaybı varsa kişinin hayatının merkezine artık o gelmiştir, hayattaki tek ilgi alanı o olmuştur.

-Kişilik patolojisini tetikliyor mu?

12 tane ana kişilik var. Bu kişiliklerde kişi belli bir kümedeyse empati kuramıyor. Empati kuramayanlar anti sosyal kişiler, narsist kişilerdir ve daha büyük bir risk grubundadırlar. İnsanlardan hep övgüyle beslendikleri, başarı ya da sonuç odaklı hareket ettikleri ve empati yapamadıkları için benmerkezci olma eğilimleri daha fazla. Bu kişilik yapısını kişilik bozukluğuna dönüştürüyor sosyal medya bağımlılığı. İnsan, kişilik bozukluğunda özeleştiri yapamaz ve bunu gerçeklik olarak kabul eder. Bu değişmiyor. Bağlanma probleminin ön planda olduğu kişilik kümesindekiler de risk grubunda. Güvenli ve organize bağlanmayı beceremedikleri için kaçıngan, kaygılı bağlanma gibi bağlanma modelleri var. Bağlanmayı yönetemiyorlar.

-Cep telefonuyla devamlı uğraşmayı da bir bağımlılık gibi değerlendirebilir miyiz?

Tehlikeli kullanım, zararlı kullanım, günlük yaşam aktivitelerini bozarak kullanım varsa ve hayatın ana merkezine alınmışsa cep telefonu hastalıktır bu. Tek ilgi alanı cep telefonu olmuşsa kişinin, bu artık patolojik bir durumdur. Normal yaşantısını bozduğu için tedavi gerekiyor, kişinin kendi kendine bunu düzenlemesi gerekiyor. Düzenlemezse beyindeki ödül ceza sitemi bozulduğu için kendi kendini yönetemiyor demektir.

- Sosyal medya bağımlılığının kişilik bozukluğu boyutu nasıl oluyor?

Yalan söylüyor, rahatlıkla kendi kimliğini gizliyor, insanları etkiliyor, buluşuyor, aldatıyor ve bunu bir oyun gibi yapıyor. Sanal gibi başlıyor sonunda gerçek olabiliyor. Sosyal medyayla ilgilenen çocuğun ebeveyn gözetimi altında olması lazım, anne baba gözetimi olmadan çocuğu sosyal medyanın içine bırakmak ergenlik öncesi özellikle tehlikeli durumlar yaratabilir. Bazıları “15 yaşına kadar cep telefonu vermeyin çocuklara” diyor ama bu gerçekçi bir yaklaşım değil. Bütün arkadaşlarında varken ona vermemek olmaz. Çocuğa telefonu akıllıca kullanmayı öğretmek gerek. Evde anne baba cep telefonunu doğru kullanıyorsa, çocuk da büyük ihtimalle doğru kullanır. Anne babanın elinden cep telefonu düşmüyorsa, çocuk da bunu normal görüyor. Anne baba çocuğuna günü planlamayı öğretirse, cep telefonundan, sosyal medyadan korkmasın. Diyelim ki çocuk saat 3'te eve geldi saat 5’e kadar serbest zamanı olsun, ne isterse yapsın. Ama 5'te dersinin başında olması gerek. Saati geldiğinde kendi kendine oturması gerek. Bazen 5 dakika geciktirir, annesini kontrol eder. Siz ısrar ettikçe söz verdiği için oturur, sonrasında otomatik olarak yapmaya başlar. Zamanını planlamayı öğreterek, gelecek planlamayı öğretiyorsunuz aslında. Sosyal medya kullanma cenkleşmesine girmek yerine çocuğa günü planlamayı öğretmek önemli.

-Ama yine de internette ne yaptığını da bilmek gerekiyor değil mi? serbest zamandan denetimsizlik anlaşılmasın Hocam.

Serbest zamanında da olsa sosyal medyada nereye giriyor, kiminle konuşuyor onu anne babayla paylaşması gerek. Yanlışı da paylaşmayı öğretmek lazım çocuklara… "Bu neden yanlış anne, neden yanlış baba?" diyebilsin. Anne, babasıyla, yanlışı ve doğruyu konuşabilirse çocuk, sosyal medya da onun gelişimine katkı sağlar. Mesela oyunlar stres altında soğukkanlı kalma becerisi kazandırır çocuğa. Oyunu yasaklamayalım ama istediği zaman da onu bırakabilmesi gerektiğini öğretelim. Çocuğu hayatın gerçeklerinden kopartarak, sera çiçeği gibi büyütmek yerine hayatın içinde olmasını sağlayalım. Özdenetimini bozmadan, nerede duracağını bilmeyi öğrenerek büyümeli çocuk burada da anne babanın kılavuzluğu çok önemli.

-Her anne baba bunu beceremiyor ama ne yazık ki...

Anne baba yapmazsa, çocuk da yapmıyor. Evde gerilim oluyor, çocuk sosyal medyayı sığınak olarak görüyor. Evin fırtınalı havasından kurtulmak için sosyal medyaya sığınıyor. Sosyal medya birçok problemin sebebi değil sonucu da aynı zamanda.

-Şiddet dünyada ve buna paralel olarak bizim toplumuzda da arttı. Şiddet artışının bir kırılma noktası var mı?

Günümüzde dürtüsel şiddet var. Çünkü benmerkezci insan bir engelle karşılaştığında bunu aşılması gereken değil de, yıkılması geren bir engel olarak görmeye başlıyor, ezip geçerim diye düşünüyor. Bu antisosyal bir özelliktir. Öfke kontrolü sözcüğünün arkasında benmerkezcilik var. Günümüzde bireysellik adı altında egosundan daha büyük organı olmayan insanlar mevcut. En büyük organı ego... Egosu yüksek olan insanda büyüklük duygusu vardır yani karşı tarafı değersizleştirir. Biraz argo bir tabir olacak ama büyüklük duygusu sarımsak kokusu gibidir. İnsan sarımsak yediyse istediği kadar karanfil çiğnesin karşı taraf anlar.

-Kibir saklanamıyor yani?

Uzun ilişkilerde daha çok anlaşılır; çıkar çatışması olduğu zaman, uzun bir yolculukta, alışverişte bir insanın kibirli olup olmadığını anlayabilirsiniz. Kibir anlaşıldığı için de giderek yalnızlaşıyorlar, çünkü verici olamıyorlar, adil davranamıyorlar. Bir pasta paylaşılıyor mesela en büyük payı kendi almak istiyor.

-Bunu da hakkı olarak görüyor değil mi?

Evet, hak duygusunu da kendine yönelik algılıyor. “Ben özelim, en büyük parça benim olmalı” diyor. Kardeşlerden birisini prenses gibi ya da evin küçük hükümdarı gibi büyütürsen diğer kardeşlere göre en büyük payı alma hakkını kendinde görüyor çünkü öyle eğitiliyor. Kardeş kavgası çıkıyor sonucunda. Adil paylaşımın en büyük düşmanıdır benmerkezcilik. Adil paylaşımın olmadığı yerde de şiddet oluyor.

-Benmerkezcilik yetiştirmeye mi bağlıdır, yine burada her şey ailede mi bitiyor?

Benmerkezcilik genetik mi değil mi diye bir çalışma yapılmış. Anaokulu çocuklarına dörder tane çikolata veriyorlar, herkes bunları alıp, yiyor ve sonra da dağılıyor, sorun yok. Aynı sınıfta daha sonra çocuklardan birine bir, diğerine üç, birine de 7 çikolata veriyorlar. Çocuklardan birine de hiç çikolata vermiyorlar, bir müddet sonra bakıyorlar ki müthiş bir kavga çıkmış. İnsanda adil paylaşım konusunda bir gen mi var diye araştırılıyor. Çünkü daha o çocuk hak duygusunu öğrenmemiş. Paylaşım duygusunu tam öğrenememiş anaokulu çocuklarının arasında kavga çıkması paylaşımla ilgili bir gen mi var diye düşündürtüyor bilim insanlarını. Adil paylaşımın olmadığı yerlerde kavga, öfke oluyor. Toplumsal şiddetin en büyük nedeni, -tarihte de öyle- gelir adaletsizliğidir. ABD dünyanın yüzde 5'i ama kaynakların yüzde 25’ini tüketiyor. Avrupa'da da aynen öyle, insanlar da oralara göçüyorlar. Hayranlıktan değil, mecburiyetten. Bu gücün olması aslında gelir adaletsizliğin sonucudur ve dünyada Hitler’in ortaya çıkmasının nedeni o dönemde Almanya'da yaşayan Musevilerin aşırı zenginleşmesiydi. Hitler de bunu kullandı. Dünyada gelir adaletsizliği var, Birleşmiş Milletler de bununla ilgili hiçbir şey yapmıyor mesela. Bu da politik ve sosyal şiddete götürüyor insanları ama bireysel şiddette de bunun payı var.

-Savaşların evrimi konusuna değinmek istiyorum. Psikolojik savaş en çok üzerinde durulan ve aslında bu anlattıklarınızın hepsi bir savaş. Artık savaşların türü mü farklı?

Enteresandır birkaç hafta önce Genelkurmay Başkanı YÖK'te bir toplantı yaptı tüm rektörlere. Ben Genelkurmay Başkanlığının böyle bir vizyon değişimi yakalamasına şaşırdım ve sevindim. Genelkurmay Başkanı şu anki durumu "Ulusal güvenlik kavramı değişti, sınır güvenliği yok, artık insan güvenliği odaklı politika yapıyoruz" diye anlattı. Ve "Daha önce sınır savaşları vardı, şimdi onun yerini hibrit savaşlar aldı. Eskiden istihbarat almaya çalışırdık, şimdi dezenformasyon var, doğru bilgiyi ayıklamak da zorlanıyoruz" diye ekledi.

-Siber savaş durumları gerçek oldu yani?

Evet, psikolojik savasın en büyük yöntemi bilgi savaşı, kullandığı alanda internet. Zaten psikolojik savaşta mermiler sözler ve kelimelerdir. Top tüfek yerine kullanılan silahlarda en önemli şey karşıt fikirler oluyor. Psikolojik savaşta yetiştirilmiş fikirler var, bir ülkeyi karıştırmak için nasıl bir fikir ortaya atıp, bunu topluma anlatırsam kavga çıkar üzerine eğitilmiş fikirler bunlar. Irak'ta senelerce camilerde bombalar patladı, arkasından mezhep duyarlılığı olan camilerde bombalar patlatıldı ve mezhep savaşları başladı. Bunun arkasından Işid gibi bir güç orta çıktı ve bu şekilde bir hakimiyet kurmaya çalışıyorlar Ortadoğu'da. Mezhep farklılıkları üzerine yetiştirilmiş fikirler var, o fikirler üzerinde projeler yapılmış, bunlara da ‘vekalet savaşı’ deniyor. Terör örgütleri birileri adına savaşıyor. Günümüzün savaş stili değişti, şu anda postmodern savaş şeklinde devam ediyor.

-Artık savaş hep var yani değil mi?

Var evet, daha önceleri bu sınırlıydı; savaşlar radyo ve televizyonla yönlendirilmeye çalışılıyordu. Şu anda sosyal medyaya baktığınızda Suriye'de savaşanlar cep telefonuyla konuşuyor cephede. Bu da demek oluyor ki; sosyal medya her yere ulaşıyor ve her yerde kullanıyor.

-Çok da kontrolsüz büyüyor, dünya artık bir strateji de geliştiremiyor sosyal medyayla ilgili.

Davos'ta Prof. Hariri konuşma yaptı ve zihin kontrolü dönemine girdiğimizi söyledi. Artık insanlar tuşlarla yönetilecek. Sadece komplo senaryosuymuş gibi dursa da, 5-10 sene içinde insanların deri altlarına enerjisi birkaç sene yetecek küçük piller yerleştirilerek kişiler yönlendirilebilir ve ne yaptığı, nereye gittiği bilinebilir hale gelecek belki de. Daha önce enerji kaynağı bulamıyorlardı, şimdi o da bulunabiliyor.

-Biz Nörobilimcilere hiç de uzak gelmiyor bu anlattıklarınız... Ama insanların da paranoid hezeyanlara kapılmasını istemem...

O nedenle kanıtsız konuşmamak lazım ama çeşitli yazılımlarla, radyo frekans dalgalarıyla beyni etkilemeye çalışan askeri projeler de var hali hazırda. Bu olacak, kötü amaçlı da, iyi amaçlı da kullanılabilir ama bizim iyi amaçlı kullanım üzerine etik duyarlılık geliştirmemiz gerekli.

-Sizce bir insanın kendisini en iyi şekilde besleyecek eylem biçimi hangi yönümüzü besleyendir? Kendimden örnek verirsem, bir canlıya faydalı olduğum hissi benim için her türlü maddiyattan öte. Teşekkür eden bir bakış bana dünyayı veriyor. İnsanlar kendilerini iyi hissetmek için ne yapmalılar?

Burada tek doğru yok, kişiye göre değişiyor bu doğru. Mutluluktan, iyilik halinden ne anladığın önemli; kişinin iyilik hali bencil bir iyilikse, mutluluğu bencil bir mutluluksa, sadece kendi mutluluğunu düşünüyorsa o kişi iyilerden olmaz, kötülerden olur. İnsanları iyiler ve kötülerden oluşan iki gruba ayırırsak ama… Bunu yaparken de Nörobilimin referanslarıyla değerlendirelim; duyguları daha önce bu derece ikiye ayırmıyorduk çünkü. İnsanlarda iyicil ve kötücül duygular var, ön beyin bu ikisi arasında dengeleme yapıyor. Frontol lob eğitimi önemli, beynin kaptan köşkü frontal lobtur biliyorsun. Bir gemi düşünün nereye gideceğini biliyorsa rüzgar ona yardım eder ama bilmiyorsa sürüklenir gider, yelkenini yönetemez. İnsan da hayatta bir haritada gibidir. Nerede olduğunu bileceksin, nereye gideceğini bileceksin ve yolunu çizeceksin. İnsanın hayatta amacı ve farkındalığı varsa ki duygusal zekanın dört adımı var; öz bilinç, özyönetim, sosyal bilinç ve ilişki yönetimi, bu dördünü yapabiliyorsa kişi bu durumda küçük şeylerden mutlu olmayı becerebilir. İnsanların iyi hissetmesi için iki cümle kur derseniz, birincisi “Sıradan şeylerden mutlu olmak”, ikincisi “Dünyayı değiştirmek yerine, kendimizi değiştirelim” olur. Bunları yaparsa her ortamda mutlu olmayı başarıyor insan. İyilik hali ortaya çıkar. Başkasını mutlu ettiğinde kişinin kendisinde de aynı anda mutluluk hormonları ortaya çıkıyor. Budist rahipler üzerinde bir çalışma yapıldı. Önce Amerikalı birine vücudu yanmış insan resmi gösteriliyor, beynin tepkisine bakılıyor, Budist rahibe de aynı resim gösteriliyor, onun da beyin tepkisine bakılıyor. Ortalama bir Amerikalının beyninde nefret, korku etkinliği başlıyor. Budist rahibin beynindeyse şefkat ve yardım etmeyle ilgili bir etkinlik başlıyor. Budist rahip bunu genlerinden almamış, eğitimle geliştirmiş. Yardım etme duygusuyla kişi kendini mutlu ediyor aslında. O nedenle sosyal işbirliği ve sosyal duyguları geliştirmek mutluluğun önemli bir formülü. İnsan sosyal bilinçle, sevdikleriyle mutlu olmayı başarabilir, tek başına değil. Bireyin mutluluğu değil takımın mutluluğunu öğrenmek gerek. İhtiyacı olduğu zaman onu yarı yolda bırakmayacak bir kişinin varlığını hissetmek insana kendini güvende hissettiriyor. Bu bizim kültürümüzde dostluk diye geçer. Takım mutluluğu dedik ama bir de toplam mutluluk var, yani sürdürülebilir olması önemli. Kişinin şu an mutlu olması yetmez, “Beş sene sonra da mutlu olabilecek mi, doğru bir çizgide mi gidiyor?” sorularının olumlu bir cevabı olmalı. Ama günümüzdeki hızlı yaşantı “Bugün mutlu olayım da, sonrasında ne olursa olsun” felsefesi üzerine kurulu. O nedenle orta ve uzun vadede mutluluk gerekli. Mutluluk kalitesi toplam mutlulukla ölçülür.

E-mail: drsevdasarikaya@gmail.com

Twitter: @drsevdasarikaya

Facebook: Anılar Silinirken Sosyal Medya Platformu

Instagram: @dr_sevda_sarıkaya

Yazının devamı...

Bu Çorbada Hepimizin Tuzu Bulunsun

Türk milletinin en önemli özelliği nedir diye sorsalar, hiç şüphesiz merhameti diye yanıt verirdim ben. Mesleğim gereği bunu en iyi gözlemleme şansı olanlardan birisiyim. ABD’de araştırma için bulunduğum dönemde, hastaneye başvuran Alzheimer hastalarının birçoğu ilerleyen zamanlarda kalabilecekleri bakımevlerini araştırıyorlardı. Bizde ise Alzheimer ya da diğer tür Demansların tanısını hasta yakınlarına açıkladığım anda, daha da bir kenetleniyorlar. Hep birlikte hastanın refahı için neler yapabileceklerini en ince detaylarıyla araştırıyorlar. Ve bunu çok da güzel başarıyorlar. Kocaman bir sevgi çemberi ile hastalarını sarıp sarmalıyorlar.

Peki bunlardan neden mi bahsettim? Bu sabah e-postama gelen bir mesajla haberdar olduğum ve çok anlamlı bulduğum bir projeyi sizlere anlatmak için. Dünyaca ünlü birçok şef bir araya gelerek Suriyeli mültecilere yardım amaçlı bir yemek tarifi kitabı çıkarmışlar. Adı da . Tüm geliri de Suriyeli mültecilere bağışlanacak. Bu kitabın Türkçesini de sloganı “herkesin iyiliği için” olan Hayykitap çıkarmış. Öyle tahmin ediyorum ki böyle konularda oldukça hassas olan insanımız sayesinde ihtiyaç sahibi birkaç kişinin yüzü gülecek. Tüm geliri Suriyeli mültecilere bağışlanacak olan bu kitapla birlikte çorbada sizin de tuzunuzun olmasını istiyorsanız tüm kitapçılardan temin edebilirsiniz. Kitabın arka kapak yazısı şu şekilde;

"SURİYE İÇİN ÇORBA

Bu çorbada sizin de tuzunuz olsun. Çünkü kitabın geliri Suriyeli mültecilere bağışlanacak. Onlar da sıcak çorba içebilsinler diye...

Bu kitabı, ne zaman bir kaşık çorba içseniz Suriyeli mültecileri hatırlamanız için yayımladık. Ve kitabı satın aldığınızda o mazlum ve muhtaçlara yapılacak yardıma ortak olmanız için... Dünya milyonlarca Suriyeli mülteciyi hayal kırıklığına uğrattı. Dünyanın en zengin ülkeleri bile bu insanlık dramına sırtını döndü, duyarsız kalmayı seçti. Yemek yardımına olan ihtiyaç çok fazla ve gün geçtikçe de büyüyor. Dünyaca ünlü şefler ve yemek yazarları Suriyeli mültecilerin acılarını hafifletmek için Suriye için Çorba’da bir araya geldi. Her birinin bir tarifle katıldığı proje, çarpıcı fotoğraflar ve nefis çorbalarla dolu bir yemek kitabında hayat buluyor. Siz de bu anlamlı projenin bir parçası olabilir, yaşam savaşı veren Suriyeli mültecilere temel gıda malzemeleri ulaştırmamıza yardımcı olabilirsiniz. İşte tariflerini vererek kitabı katkıda bulunan ünlü şef ve yemek yazarlarından bazıları: Mark Bittman, Anthony Bourdain, Alice Waters, Paula Wolfert, Yotam Ottolenghi, Claudia Roden, Greg Malouf, Ana Sortun, Sami Tamimi, Aglaia Kremezi, Carolyn Kumpe, Wendy Rahamut, Joe Barza, Sally Butcher, Troth Wells, Garrett Melkonian, Alexis Couquelet, Fernando Gomez, Jane Hughes, Nur İlkin, Aline Kamakian ve Sheilah Kaufman."

Sevgi ile kalınız!

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.