SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Plazalar, blazer ceketli adamlar, bakımlı kadınlar

Kurumsal şirketler, devasa plazalar, lüks alışveriş merkezlerinde öğlen vakti restorantları dolduran blazer ceketli adamlar, mini etekli-topuklu ayakkabılı-bakımlı kadınlar ve akşamları evlerinde televizyon kanallarında para piyasalarını izleyen adamlar... Size neyi çağrıştırıyor; başarı endişesi, rekabet, hırs, stres, stres, stres...

Geçenlerde duygusal ilişkisi ile ilgili kırılma yaşamış ve bu nedenle yardım almak için başvuran bir danışanım seansların birinde; "Parasız adam gereksiz adamdır Ruşen hanım" dedi. Sonra bunun üzerine seansta koonuşuldu. Burada ondan bahsetmeyeceğim ama günümüz toplumunda bu bakış açısının oldukça geçerli bir bakış açısı olduğunu kim inkar edebilir?

Günümüzde başarı, elde edilen yüksek maddi kazançla eşdeğer. Alain de Botton 'Statü Endişesi' adlı kitabında, "Modern toplumlarda maddi başarısızlıklar kişinin hakkettiği durumlardır, bu yüzden modern toplumda yenilgiye uğramak, savaşların hakim olduğu dönemlerdeki askerlerin savaş alanında yaşadıkları yenilgilerin benzer bir his taşır. Para ahlaki bir özellik edinmiştir" diyor.

Botton aynı zamanda ideal statü anlayışını doğal bir süreç değil insanın kendisinin ürettiğini, zenginliğin erdemli olmakla eşdeğer tutulduğunu, ne kadar mal ve mülke sahip olursan o kadar mutlu olunur düşüncesinin hakim olduğunu anlatıyor. Kitapta bununla birlikte Amerika' daki yerlilerin Avrupalı' larla tanıştıktan sonra doğayla barışık, mutlu ve bilge yaşamlarının, ticarete başlamalarıyla birlikte nasıl kabusa dönüştüğünü de ayrıntılarıyla öğreniyorsunuz.

Kitaptaki bir diğer dikkat çekici bilgi; "Modern dünyada para kazanabilme ve biriktirebilme yetisi, kişide dört temel özelliğin var olduğunu kanıtlar: yaratıcılık, cesaret, zeka ve akıl sağlığı" diyor. Bu yaklaşımla zengin, mal mülk sahibi insanlar erdemli ve karakterli insanlar sonucuna gidiliyor. Fakir insanların ise şerefli ve saygın olmayan bir konumlaması oluyor.

Kitapta; John Ruskin, George Bernard Shaw, Adam Smith, Michel De Montaigne ve Jean Jacques Rousseau gibi düşünürlerin ortak iddiasına gelince özetle şöyle: Paraya tapınma, mutluluğu ve doyumu yaşamanın yerini almıyor. Zenginlik diye birşey yoktur yalnızca yaşam vardır; sevginin, mutluluğun ve hayranlığın gücünü taşıyan yaşam. Bir adamı zengin eden, diğerini de sürüm sürüm süründüren koşullar, sayısız dış koşulun yanı sıra o adamın içsel kişilik özelliklerinin biraraya gelmesinden oluşan kocaman bir bütündür. Endüstri toplumlarında bolluğa erişmiş insanlar tanrının yarattıklarına gerçekten mutlu mutlu mu bakıyor?

Evet başarı kaygısıyla hayatı tamamen bu motivasyon üzerinden yaşayan, sevdiklerinden ve ruhunun ihtiyaçlarından bu nedenle zaman içinde uzaklaşan birçok danışanım oldu. Kendini gerçekleştirmenin önemini biliyoruz. Kendi potansiyelini en üst düzeye çıkarma ve üretebilme başka birşey. Burada sözkonusu ettiğimiz şey 'Kendilik tasarımınızın' habire başarıyla sınanamayacağı.

Sizler sürekli olarak şirketleriniz tarafından 'Performans değerlendirmesine' maruz bırakılabilirsiniz ancak başarı at koşturur gibi sürekli yukarda olma hali değildir. Çıkışınız hangi düzeyde olursa olsun, hissettiğiniz yüksek duygu inişe geçecek ve tuzak olarak sizi yeniden başarıya çağıracaktır. Anlatmak istediğim mutsuzluk ve kaygı veren başarma arzusu, hiçbir zaman doyuma ulaşmayacak başarı arzusudur. Bu başarma arzusu parayla da örtüştüğünde hiç doymayacak kocaman bir ağız gibidir, bu ağız ancak sizi de yuttuğunda kapanacaktır!

Sadece başarma hırsıyla varolmaya çalışmak aynı zamanda sıklıkla 'değersizlik' duygusu yaratan bir durumdur. Sürekli olarak sınanma duygusuyla yaşayamazsınız! İşiniz ve kazancınız mutlu ve doyumlu bir hayatın gereklerinden sadece biridir. Bunu tüm benliğiniz ve yaşamınız haline getirirseniz, hep ters istikamette gidiyor hissiyatında olmanız son derece anlaşılır olmaktadır.

Yazının devamı...

İlgi yoksa ilişki de yoktur

Geçenlerde psikiyatrist arkadaşımla sohbet ederken "Eğer kadın ya da erkek eşine veya sevgilisine 'Beni daha sık aramalı, mesaj atmalısın ya da ilgilenmelisin' dediği halde bunu yapmıyorsa ilişkiye yatırım yapmıyordur" dedi. Kendisi de erkek olan bu arkadaşım şunu da ekledi; "İnsanın kız ya da erkek arkadaşı eğer kendisinin tanımadığı bir grupla yemekte ya da eğlencede yalnız ise hafif yollu kıskanmak ve diğer erkekle biraz rekabete girmek ve bunu yine tatlı tatlı hissettirmek ilişkiyi korur ve kişi sahiplenildiğini ve karşı taraf için değerli olduğunu hisseder" dedi. Ne dersiniz kulağa hoş gelmiyor mu?

Sevdiğiniz kişiye bunu nasıl hisssettirirsiniz? Ya da kişi sevildiğini nasıl anlar? Sevginizi sadece içinizde mi yaşarsınız? Sevme tarzlarımız farklı olsa da, gösterme biçimlerimiz çeşitlilik gösterse de en temelde sevilen kişiye bunu 'göstermek' esastır. Sevilen kişiye ilgi göstermek, gelişmiş insan profilinin en önemli göstergesidir. Kişinin kendisinin üzerine çıkıp ötekini görebilmesi, hissedebilmesi, verebilmesi üst düzey bir insanlık durumudur. Yediden yetmişe ilgiden hoşlanmayan kimse yoktur, neden acaba?

Kadın-erkek ilişkilerinde, her iki tarafında ilgi ve alaka konusunda, yeterli doyumu hissetmesi oldukça önemlidir. İlgi hakkında TDK sözlüğünde; Yakınlık duyma, öncelik tanıma, bağlılık, dikkati belirli bir şey üzerinde toplama ve aidiyet gibi tanımları içerdiği görülmekte.

İlişkilerde ilgi, tıpkı organizmanın yaşaması için gerekli olan temel besin maddeleri, hava ve su gibi insan ruhunun cansızlaşmaması, işinde ve ilişkilerinde gerekli motivasyon ve üretkenliği göstermesi, mutlu bir birey olması için gereken unsurların en önemlilerinden birisidir çünkü dünyaya gözlerimizi açtığımız ilk anda tanıştığımız şey; ilgidir. Sonrasında tüm yaşam boyunca, dereceleri değişse de ilginin üzerimizde olması bize varolduğumuzu, değerli olduğumuzu hissettiren bir durumdur.

Kadın ve erkeğin ilgi beklentilerinin içeriği farklılık gösterebilir. İnsanların ilgilenme kapasiteleri değişiklik gösterebilir. Evet birisiyle ilgilenmek kapasite meselesidir. Kişide bu kapasite yoksa, geliştirmesi gerekir. Kişilere yakınlık derecesine göre, ilgi gösterme derecemiz de değişiklik gösterir.

Sevdiğimiz kişilere ilgi göstermek zaten içimizden gelen ve bizi de mutlu eden bir davranıştır. Ancak sevdiğimiz ve en yakınımızda bulunan eşimizi, sevgilimizi beraberliğin cicim ayları geçtikten sonra kanıksayıp ilişkiyi kendi haline bırakmak, sağlıklı ve mutlu bir beraberliği tehdit edecek bir ilişki kurma biçimidir. Birisini hayatınıza alana kadar her türlü hünerinizi gösterip sonra reçel kavanozu gibi rafa kaldıramazsınız!

Birisine ilgi göstermek, aynı zamanda o kişiye yatırım yapmak demektir. İlgi göstermek, karşınızdaki kişiye "Seni düşünüyorum", "Seni önemsiyorum", "Benim için değerlisin", "İhtiyaçlarına duyarlıyım", "Seni mutlu etme sorumluluğunu taşıyorum" demektir. Ne kadar önemli!

Sevdiğinizi gün içinde aramak ve mesaj atmak; "aklımdasın" anlamı taşıyan güzel bir ilgilenme halidir. O konuşurken dinlemek; 'samimiyettir'. "Canım şunu istedi" dediğinde o şeyi en kısa zamanda bir şekilde onun önüne getirmek; " Seni önemsiyorum" demektir. Ona hoşuna gidecek hediyeler almak ve sürprizler yapmak; 'İnceliktir ve düşünceliliktir'. Hasta olduğunda ilgilenmek veya doktora gittiğinde gerektiğinde yanında olabilmek, tetkik sonuçlarını takip etmek; "Benim için değerlisin" demektir. Evin içinde beraberken bir gözünüzün ve aklınızın biraz da onun üzerinde olması ve beraber zaman geçirmek için olanak yaratmak; "Sana ihtiyacım var" demektir. Güzelliğini veya yakışıklılığını, çekiciliğini, yakışan elbisesini, değişen saçını farkında olduğunuzu hissettirmek; "Seni hala beğeniyorum" demektir. Ona sarılmak, öpmek, saçını okşamak, elini tutmak, omzuna yatırmak veya omzuna yatmak; "Seni seviyorum" demektir...

Hanımlar- beyler; ilgiyi eksik ettiğinizde ilişkinizin günbegün kan kaybedeceğini ve kişinin bu ufak ufak kayıplarının son kertede büyük bir 'yas' a dönüşeceğini ve gelinen noktanın ya iki insanın yabancılaşması ya da ilişkisini kaybetme gerçeğine dönüşebileceğini asla aklınızdan çıkarmayın. İlgisiz kalan tarafın "aç" bırakıldığını, size defalarca ve defalarca söylemiş olma ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu profesyonel hayatımdan biliyorum ve üzülerek söylüyorum; bazen artık çok geç olduğunu izlemek zorunda kalıyorum.

Yazının devamı...

Dilek feneri

Bu yaşıma geldim, yeni gördüm vallahi! Yer Caddebostan sahil, havada ufoya benzeyen küçük alev toplarına dikkatlice bakıyorum; O da ne? Hemen önümde " Dilek feneri ister misiniz?" diye soran bir satıcı. Yanımdakilere soruyorum; "Bu ne?" diye, işaret ettikleri yerde birisi alttan ateşliyor havaya bırakmak üzere. Balona benzeyen gövde şişince havaya yükselmeye başlıyor ve onlarca dilek feneri gökyüzünde süzülüyor.

Japon geleneklerinden biriymiş bu gökyüzüne dilek feneri uçurmak. Ben de öğrenmiş oldum. Belki biraz tuhaf ama Anadolu yakasında yaşamama rağmen, Caddebostan sahildeki bu çok uzun çim ve bisiklet alanına da ilk kez gittim. Hafta sonu ve Eylül' ün de en sıcak gecesi sebebiyle olmalı ki gerçekten çok kalabalıktı. Yüzlerce kişi çimlerin üzerine bir örtü sererek ya da portatif masa sandalyeler koyarak oturmuş, bir o kadar kişi sahil tarafında yürümekte, bisiklet yolunda kasklı sürücüler ve patenciler...

Biz gitar çalan bir arkadaşımızın yanına gittik ve onun da burada tanıştığı diğer müzisyen arkadaşları ile birlikte, çoktan çalıp söylemeye başladıklarını gördük. En güzel şarkılara biz de eşlik etmeye başladık ve çevrede oturan diğer kişiler de zaman zaman kulak kesilip, eşlik ettiler. Birlikte oturduğumuz gençlerin ayaklarında patenleri vardı. Ara sıra kalkıp patenleriyle tur atıp tekrar geliyorlardı. "Zor mu kaymak?" dedim, "Biraz ama isterseniz öğrenmenize yardımcı oluruz." dedi birisi.

Sonrasında arkadaşımız anlattı; senelerdir buraya geldiği için burada birçok kişi tanımıştı. Hem birlikte otururken hem birlikte yürürken gördük ki, sanırım müzik de yaptığı için birçok kişi ile selamlaşıyordu. Arkadaşımız aynı zamanda 'bisikletçi' olduğundan buranın müdavimi olması anlaşılır. Kaynaşmaya ve dostluğa elverişli bir sosyal alan burası hem de kocaman.

Burada birbirini tanıyan birçok insanın olması spor, müzik ve tanışıklık gibi insanları birleştiren, ruhsal bakımdan iyileştiren unsurların birarada olması ile ilgili. Bir de bunların yanına denizi koyarsanız, İstanbul için şehir içindeki en iyi kaçamak alanlarından biri.

Gece ilerleyen saatlerde yürüdük sahil boyunca. Daha tenha alanlar da vardı kafa dinlemek isteyenler için. Sonra ne görelim, gerçekten hoş bir sürpriz gibiydi. Altı kişiden oluşan bir müzik grubu, klarnetten tutun da, klavye, vurmalı ve ritm aletleri de dahil sahildeki beton duvara oturmuş, biz tam oradan geçerken; "Ah İstanbul" şarkısını çalıp söylüyorlardı. Durduk, uzun süre ayrılamadık oradan. Meğer hepsi birbirlerini yine orada tanıyan kişilerdi bunlar. İnanın karadeniz ezgileri de dahil, oldukça güzel çalıp söyleyip, içlerinden bazıları kalkıp horon da tepiyorlardı. Başka bir şarkıda da seyredenler dans ediyor veya oynuyordu.

Kollektif bir ruhun oluşmasına ne kadar musait bir atmosfer diye düşündüm. Neden başka sorumluluk isteyen alanlarda bu kollektif ruh oluşmuyordu da, iş eğlenceye gelince o ahenk ve uyum hemen kuruluveriyordu. Müzik miydi ortak dilimiz. Biz ortak bir dili topluluklar olarak, başka alanlarda da oluşturamaz mıydık? Orada birbirine yabancı olan birçok kimse birbirlerine gülümsemeye, tanışmaya, paten kullanmayı öğretmeye seve seve yardımcı olmaya bu kadar açıkken, neden başka zamanlarda yüzümüzü birbirimize dönmüyor ve biraz gevşeyip birbirimizi anlamaya çalışmıyorduk?

Arkadaşımızın gitarı elden ele dolaşıyor ve çalabilenler kendi şarkılarını söylüyorlardı. Buna benzer bir ortamı geçenlerde Beyoğlu' ndaki bir mekanda da gördüm ve inanılmaz etkilendim. Yabancıların da sıklıkla geldiği mekanda, barda bulunan müşteriler bara ait çalgıların başına geçiyor, performansını yapıp tekrar yerine dönüyor. Gitar, bateri, vurmalı diğer çalgılar, saksafon hepsini de müşteriler sahne alıp çalıyor, tüm müzik aletleri ile aynı anda performans yapılıyor. Amatör müzisyenlerin tamamen uyum içinde, nasıl kendini vererek hem eğlenip hem eğlendirdiklerine şahit oluyorsunuz .

Bu kadar kara haberlerin içinde nefes alınan yerler bunlar. Yaşadığımız şu zamanlarda, olup bitenler fazlasıyla canımızı acıtıyor ve acıdan nefes alamaz duruma geliyoruz. Bu tür sığınaklara kaçmak çözüm değil elbet. Esas olan hep beraber nefes alacak çözümleri yaratabilmek, herkesin kendi sorumluluk alanı ne ise! Dilek feneri gibi boşluğa gitmesin, insana yakışır yaşamaya dair söylemlerimiz...

Yazının devamı...

Dans et benimle aşkın sonuna doğru

Leonard Cohen' in, "Dance Me to the End of Love" adlı şarkısından bugünkü konu başlığımız. 19 Eylül' de İstanbul' da sevenleriyle buluşacak Cohen ve kaçırılmaması gereken bir fırsat Türkiye' de Cohen' i dinlemek.

Eminim bu müzik eşliğinde evliliğe ilk adımını atan çiftler olmuştur, kendi istekleriyle bunu yapmışlardır diye düşünüyorum ya da yeni evlenecekler için ne güzel bir başlangıç şarkısı olur.

Cohen, konserde bu şarkıyı söylerse umarım yanınızda bu şarkıyı ona bakıp söyleyeceğiniz birisi vardır, diyelim ki yok, o zaman da bu şarkıyla dansedeceğiniz birileri olması umuduyla söylensin bu şarkı.

Umutların kaybolduğu duygusuna, gerçek aşkın artık mümkün olmadığı düşüncesine inat konserde bu şarkıyla dans edin sevdiğnizle, yalnızsanız şarkıyı söyleyin inadına inadına...

Bugün bir kadın danışanım seansta; "Ben defoluyum" dedi. "Ne demek defoluyum?" diye sordum. "Ben çok korkuyorum, daha önceki ilişkimi biliyorsunuz, kendime güvenimi kaybettim, çok korkuyorum kırılmaktan." dedi. Bu kadın danışanım, yeni bir ilişki arifesinde ancak o kadar tedirgin, o kadar kaygılı ki ilişkiyi sabote edecek diye ben endişe ediyorum.

İster bir evlilikten çıkmış olun, ister bir ilişkiden ve bu ilişkilerden yaralanmış olarak çıkmış ihtimaliniz de çok yüksek olsun. Tekrar aynı şeyleri yaşama kaygısı, sizin yeni bir ilişkiye izin verip, orada bambaşka biriyle, yeni bir deneyimi yaşamanıza engel oluyorsa kaybettiğiniz zaman sizin hayatınızdan gidiyor unutmayın.

Eski ilişkinize dair yasınızı tuttunuz, epey bir zaman da geçti aradan o zaman "Tekrar kırılırım" diye yalnızlığa mahkum etmek kendini ne kadar sağlıklı? Ne kadar üzülseniz de, ne kadar kırılsanız da ayağa kalkıp tekrar yola devam edebilmek ve diğer bir benliğe katılabilmek gerek. Daha önce birisine verme kapasiteniz var idiyse bunu yine harekete geçirin, tekrar birisini tanımaya çalışın. "Ben artık yoruldum, baştan birisini tekrar tanımaya gücüm yok" böyle durumlarda en çok duyduğum cümlelerden biri. Hayır! Tekrar denenmeli, tekrar sevmeli, tekrar sevilmeli...

Kendinizi eski ilişkinizin mağduru olarak görebilirsiniz ancak mağdur psikolojisinden çıkın. Her iki taraf da ruhu örselenerek çıkar ilişkiden, her iki taraf da kendi hakkına düşeni almıştır emin olun. Sadece birisi acısını derinden hissediyor, öbürü üzerini başka bir şeyle kapatmaya çalışıyordur ama hayat yoculuğunda eninde sonunda ödenmesi gereken bedel ödenir. Hiçbirşey tamamlanmadan bir adım sonrası olmaz olursa yarım olur, eksik olur.

Tekrar kırılma riskini alabilmektir yaşamak... İdeal kadını ya da erkeği aramakla ömür geçerse yazık olur. Bazen bir adamın ya da kadının tanıdıkça neler yaşatabileceğini kestiremezsiniz. Sadece "Elektrik alamadım!" diye elediğiniz kişileri tanıdıkça sevebileceğinizi ve çok yakın hissedebileceğiniz ihtimalini de bir düşünün. Korkularınızdan dolayı risk alamadığınız için başkaları sizin yerinize yaşıyordur hayatı.

Eğer hayatınıza tekrar birisini almak istiyorsanız öncelikle samimi bir ilgi göstereceksiniz. Bütün varlığınızla onunla ilişki kuracaksınız, vermekten korkmayacaksınız ama vermekten sözettiğim şey sınırlarınızı kaybederek değil, ilişkinin oluşması ve gelişmesi için karşıdakinin ihtiyacı olan şeyi vermeyi kastediyorum. Yeni ilişkinizde eski deneyimlerinizle bulunacağınızı aklınızdan çıkarmayın. Eski deneyimlerin, yeni ilişkinize rehber olacak kazanımlar olabileceğini de hiç düşündünüz mü?

Yeniden yakınlık kurma korkusu sizi paçanızdan tutup aşağıya doğru çeker. Yeniden risk almak ise büyütür, zenginleştirir. İlişki bir danstır, öğrenirken hata da yapılır, ayağa da basılır. Oysa Leonard Cohen' in şarkısında söylediği gibi; "Güzelliğine doğru ateşli bir keman eşliğinde danset benimle, benimle aşkın sonuna danset... İkimiz de aşkımızın altındayız, ikimiz de üstündeyiz, benimle aşkın sonuna danset... kendimi güvende hissedene kadar danset benimle..." Şarkıdaki gibi.

Yazının devamı...

Öfke yönetimi

Öfke çok güçlü bir duygudur ve hepimiz öfkeleniriz. Tıpkı diğer tüm duygularımız gibi öfke de normal bir duygudur ancak öfkeyi yaşama ve dışa yansıtma şeklimiz 'Öfke yönetimine' ihtiyacımız olup olmadığını belirler. E. Lessing; "Öfke ile beraber akıl da uçar gider " demiş. Aklın kesinlikle eşlik etmesi gereken bir duygudur öfke, aksi taktirde terbiyesi olmayan deli at misali binicisine zarar verir.

Neden bazı insanlar için 'sinirli' deriz. Peki bazılarımız trafikte neden çok öfkeli davranıyor ve çoğu kere kavga etmeye hazır durumda direksiyon başında oturuyor. Trafikteki aşırı öfke ve tahammülsüzlük, öfkenin hedefinin yer değiştirmesi olabilir mi?

Terapilerde en çok gelen konuların başında 'Öfkeli ebeveynler' var. Öfkeli bir ortamda büyüyen çocuklar da genellikle öfke ile başa çıkmada sorun yaşıyorlar; hem öğrenme yoluyla, hem de karşı duygu olarak öfke hayatlarının önemli bir parçası haline geliyor.

Haksızlığa uğradığımızı düşündüğümüzde, engellenme yaşadığımızda, reddedildiğimizde, kayıp durumlarında, hakkettiğimiz davranışı görmediğimizde, tahrik edildiğimizde kızgınlık duyarız. Böyle durumlarda; önce olumsuz düşünce gelir, sonra öfke duygusu oluşur, ardından fiziksel tepkiler(nefes sıklaşması, kalp çarpıntısı, kızarma, titreme)gelir ve en son davranış ortaya çıkar.

Bazı kişiler ise öfkeyi genelde 'bastırma' eğilimindedirler. Kendini sevdirme ve kabul görme ihtiyacı sebebiyle sürekli kendinden ödün veren, hep karşı tarafın hoşuna giden şeyleri yapan kişilerde de altta belirgin bir öfke duygusu vardır. Bu kişilerde altan alta düşmancıl duygular görülür. Bilinçdışı düzeyde öfke yaşandığından zaman içerisinde depresyon ve psikosomatik rahatsızlıklar görülebilir. Bağımlılık özellikleri de belirgin olan bu kişiler kendi kimliklerinden giderek uzaklaştıkları için kendilerine yabancılaşmaya başlarlar. Kızgınlık-düşmanlık-suçluluk duyguları döngüsünde yaşamaya çalışan bu kişilerin, ne kadar zor durumda olduklarını anlamak zor olmasa gerek.

Yaşadığımız şu zamanlarda, hazza hemen ulaşma güdüsü yani arzu ettiği herşeyin hemen gerçekleşmesi ve doyum bulması beklentisinin güçlü olduğu gerçeği de, bu tür hazlarla ilgili engellenme yaşandığında öfke davranışlarının daha sık ortaya çıkmasına sebep oluyor.

Rekabet ortamı, başarı kaygısı, kendine zaman ayıramama, ilişkilerdeki yozlaşma, ekonomik zorluklar, gelecek kaygısı, dünya genelindeki belirsizlik, anlam kaynaklarını tüketme veya oluşturamama ise günümüzde insanları daha öfkeli ve tahammülsüz yapan unsurlardan diğerleri.

Peki ne yapmak lazım?

Çok kolay olmasa ve çok kısa sürede gerçekleşmese de duygularımızın arkasında yatan sebepleri anlamak için öncelikle 'Öfke yönetimi' ile ilgili sorunumuz olduğu konusuyla yüzleşmemiz gerekir. Eğer eşiniz trafikte her seferinde sizi öfkeniz ile ilgili uyarıyorsa ve yanınızda eşiniz ve çocuklarınız devamlı tedirginse yeniden ve yeniden bir düşünün.

Sizi öfkelendiren durumlarla ilgili yeni ve farklı bakış açıları olduğunu lütfen kabul edin çünkü olayları yorumlama şeklinde farklılık geliştirmek hem ilişkilerinizi hem hayatınızı olumlu şekilde etkileyecektir.

Eğer birisi size karşı öfke davranışı gösteriyorsa, siz o anda karşılık vermeyin, çünkü hiçbir yararı olmayacaktır. Tepkinizi geçici olarak erteleyin. Eğer bu kişi yakınınızsa bu durumu ele almak için uygun zamanı bekleyin. Bazen erteleme ve bekleme olgun bir davranış göstergesidir.

Derin nefes alma, sinirlendiğiniz ortamı o an için terketme ve üzerinde biraz düşünme olayların akışını tamamen değiştirebilir.

Karşı tarafı anlayan bir dil kullanmak ve savunmaya geçmemek oldukça etkileyicidir. "Sen birşeye kızdın sanırım, dinlemek istiyorum, benimle konuş." tarzında bir yaklaşım işe yarar.

Duygularınızı ifade etmeyi öğrenin. Karşı tarafa her zaman neye kızdığınızı açıklayan, zaman, yer, kişi, duygu içeren açık mesajlar verin. Kendi içinize kapanıp küsmeyin, küsme öfkeyi artırır.

Sürekli olumsuz olanları büyüteç altına almaktan vazgeçip, olumlu olan şeylere de odaklanın. Zihinsel olarak olumlamalarda bulunun. Mesela; "Şimdi iyi geçireceğim tüm bu zamanı çatışma, gerginlik ve huzursuzlukla geçirmektense başka bir yol bulmalıyım." düşüncesi gibi alternatif düşünceler üretin. Kendi zamanınız ve mutluluğunuzdan da çalmamış olursunuz.

Unutmayın; öfke kontrol bozukluğu ilişkilerimizi olumsuz etkileyen ve kendimiz için biyolojik, psikolojik, sosyal ve profesyonel hayat için kayıplara yol açabilen bir durumdur. Bu konuda bilinçlenmek tüm nesiller için de atılabilecek en sağlıklı adımdır.

Gelin kendinize bir de bu açıdan bakın... Ne demiş Cemal Süreyya; "En az benimki kadar annemin de ahı tutar sana. Burnumdan getirdiğin süt onun sonuçta" .

Yazının devamı...

Genç çiftlerde evlilik danışmanlığı daha etkili

Genç evlilerde evlilik terapisinin daha etkili olduğu konusu, sadece benim klinik deneyimlerimden yola çıkarak ileri sürdüğüm bir görüş. Bu görüş, orta yaşlı çiftlerin evlilik terapisinden olumlu sonuç almayacağı anlamına gelmiyor ancak evliliğinin ilk yıllarında evlilik danışmanlığı alan çiftlerin daha çabuk sonuç aldıklarını ve sorunlar kemikleşmeden hem ilişkilerine dair hem de evlilik kurumuna dair bir anlayış geliştirip, daha doyumlu ve mutlu beraberlikleri sürdürdüklerini gözlemlemekteyim.

Evliliğin ilk bir yılında en çok yaşanan sorunlardan biri; düğün arifesinde ve düğün töreninde aileler ile ilgili karşılıklı yaşanan sorunlar. Erkeğin ailesinin gelini baştan onaylamamasından tutun da ev eşyası, gelinlik seçimi, takı meselesi gibi konularda kayınvalidelerin olaylara mudahil olması ve buna benzer konularda ilk kırılmalar yaşanıp, sonrasında bunlara bağlı geliştirilen tavır koyma durumları ilk tehlike sinyalini vermekte.

Evlenince herkesin ailesi badem gözlü olduğundan, bu konular sebebiyle çiftler aile yüzünden birbirleriyle çatışmaya girmeye başlıyorlar. Arkasından çiftler bir de çocuk sahibi olunca, hem ailelerle ilgili çocuğun da içinde olduğu ilişkiye dair yeni düzenlemeler hem de çocukla birlikte gelen yeni sorumluluklar, genç çiftlerin ilişkisini daha bir zora sokabiliyor. Öfkeler de giderek katlanıyor.

İnanmakta zorluk çekebilirsiniz ancak onbeş-yirmi sene geçmiş evliliklerde bile kadınlar, düğün öncesi ve sonrasında yaşanan sorunları hiçbir zaman unutmayıp, üzerine de yenilerini koyarak yıllarca besleyip sorunlar iyiden iyiye büyüyünce, meseleyi anlatmaya ilk oradan başlıyorlar.

Daha evliliğe ilk adım attıkları zaman, her iki aileye de önce 'biz' olma halini gösteremeyen genç çiftler, sonrasında doğal olarak herşeyin birbirine karıştığı, karşılıklı suçlamaların bir türlü bitmediği ve kendilerini koruyamadıkları bir ilişki yaşıyorlar.

İstatistiklere göre evliliğin ilk yıllarında boşanma sayısının, sonraki yıllara göre daha fazla olması tesadüf değil. Bu süreci daha normal yaşayan çiftler ya da yaşadıkları sorunları 'biz' olma bilinciyle aşabilenler evliliklerinin devamını sağlayabiliyorlar.

Öte yandan evliliğin ilk yılları 'uyum süreci' olması sebebiyle de önemlidir. Evliliğin getirdiği sorumluluklara adaptasyon ve bekarlık döneminden evliliğe geçişte yaşanabilecek bazı zorlukları aşabilmek için, iyi bir iletişim ve başetme becerileri gerekir. Bunları geliştirebilmek için ise zamana ihtiyaç vardır.

Özellikle ilk iki yıl dikkatli olmak gerekir. Birbirinize gösterdiğniz ilgi ve önem, ortak zaman geçirme, para harcama, eğlence anlayışı, ev ve dışarıdaki işlerin yürütülmesindeki paylaşım, ailelerle ilişkiler ve cinsel uyum gibi konularda yaşanabilecek çatışmalar ilişki oturana kadar doğru bir biçimde yönetilmelidir.

Şimdilerde gençler evlendikten çok kısa süre sonra hızlıca boşanma kararı alıyorlar. Evliliğe hazır değilseniz zaten bu işe hiç girişmeyin, eğer hazırım deyip girdikten sonra yaşanabilecek zorluklara karşı emek harcamayı göze alamıyorsanız, yine evlenmeyi düşünmeyin. Evlilik aynı zamanda kurumsal bir kimliği de taşıdığı için evlilik öncesi ilişkilerden farklı bazı donanımları da gerektirir. Bu donanımlara sahip olmak kişisel olgunluk isteyen birşeydir hiç kuşkusuz ama bu da durduğunuz yerde kazanılmaz.

İlişkinin tam da içinde olarak, karşı tarafı anlamaya çalışarak, karşı tarafın da haklı olabileceğine ihtimal vererek, onun ihtiyaçlarını da anlayarak, eleştiriye açık olarak, özeleştiri yaparak, duygularını konuşarak, sürekli karşı tarafı suçlamadan davranabilmek hem sizi hem ilişkiyi geliştirir.

İlişkilerde kırılmaların olması son derece normaldir. Zaten bu kırılmalar başladığında ilişkinin içinde durabiliyor ve bunları çözmeye çalışıyorsanız o zaman aranızda bir ilişki olduğundan sözedilebilir. Birlikte çözüm üretilen ve halledilen her kriz sonrası ilişki bir adım ötesidir artık; daha güçlenmiş ve zenginleşmiş olarak...

Baktınız zorlanıyorsunuz; o zaman uzman yardımı almaktan lütfen çekinmeyin! Sorunlar kronik hale gelmesin veya onca emek ve hayalle kurulan evlilikler bitmesin diye...

Yazının devamı...

En iyi yatırım kendinize yaptığınız yatırımdır!

Yaşamınız boyunca kendinize nasıl davrandığınızı hiç düşündünüz mü? Başkalarının size değer verip vermediği konusu fazlasıyla sizi meşgul ederken, siz kendinize ne kadar değer veriyorsunuz? Hak ettiğiniz şeyleri, siz kendinize layık görüyor musunuz? Ekonomik ve sosyal şartlarınız elverdiği ölçüde kendi yaşam kalitenizi yükseltecek, bedeninizi ve ruhunuzu iyileştirecek şeyleri istiyor ve aynı zamanda bunları gerçekleştirmeye çalışıyor musunuz?

"Gözardı edilebilir olan önemlidir" demiş Jonathan Miller. Layık olduğunuz ve hak ettiğiniz şeyleri gözardı ediyorsanız, yeniden düşünmeniz için yazıyorum bu yazıyı...

Bana gelen danışanlarımla zaman zaman bu konu gündeme gelir ama gelme şekli, kendisi farkında olarak değildir. Herhangi bir durumdan bahsederlerken anlarım ki hakkı olan şeyleri 'hak görmüyordur'. Layık olduğu şeyleri kendisinin çok uzağında hissediyordur. "İnsanlar iyi şeylere layıktır" cümlesi onlar için geçerli değildir ama üzücü olan kendileri böyle hissediyordur, başkaları değil.

Terapilerde danışanlarımın bu tür konulara dikkatlerini çektiğim an, bu onlar için çok şaşırtıcı gelebiliyor. Çünkü daha önce bu açıdan hiç bakmadıkları ve kendilerine dair algılarının ya 'kurban' psikolojisi olduğu ya da birçok şeyi hak ettiğini, hakkı olduğunu ve layık olduğunu düşünmediği için.

Kendisine yaşam boyu hakkettiği davranışı,

Çevresindeki insanların ona sundukları şeyleri,

Mağazadaki gördüğü ve beğendiği güzel elbiseyi,

Restaurantta yiyeceği yemeği,

Ailesinin kendisi için ayırdığı eğitim parasını,

Verilen hediyeyi,

Saygı görmeyi,

İyi bir tatili,

İyi bir sevişmeyi,

Kendisine ayırdığı zamanı,

Sabahleyin içaçıcı bir kahvaltıyı,

Yalnızken de güzel bir yemek yemeyi...

HAK EDİYORSUNUZ!

Böyle kişilik özelliği olan kişilerde, yakınlarından veya çevresindeki kişilerden kendisi adına birşey talep edebilme davranışı da gelişmemiştir. Başkalarına rahatsızlık vermemek veya reddedilmek kaygısıyla talep edemezler. Ailelerinin verdiği desteğin altında ezilir, ya da suçluluk hissederler.

Siz; 'Kendinize iyi davranmak' cümlesinden ne anlıyorsunuz? Siz, kendinize özenli olmayı hiç öğrenememiş ya da eskiden öyleydi de boşlamış olabilir misiniz?

"Kurban olmak bir seçimdir" demiştim bir yazımda... Eğer daha çok başkalarının memnuniyeti üzerine bir hayat yaşıyorsanız, bedellerinin ne olduğunu bir düşünün. Siz kendinizi düşünmezseniz, başkaları bir süre sonra sadece buna tanıklık eder ya da konforuna alışır. Kendinizle ilgili 'uyanık' olacaksınız. Siz de hayattan alacaklısınız, alacağınız kalmasın.

Yeni bebek sahibi olmuş bir anne aylarca dışarı çıkmadan evde bakım verme işine kendini kaptırınca, depresyon ve öfke nöbetleri ile karşı karşıya kalabiliyor, Bebeğini bir akşam yakınlarına bırakıp eşiyle vakit geçirmekten suçluluk duyabiliyor. Hanımlar; tıpkı uçak havalanmadan hostesin verdiği talimat gibi; "Oksijen maskesini önce kendinize sonra çocuğunuza takın" durumu psikolojik ihtiyaçlarınız için de geçerli. Siz iyi olursanız çevrenizdeki herşeye dalga dalga yayılır.

Kendisine hiç tatil hakkı tanımadan yıllarca çalışan yöneticiler; kendinizi çok gergin hissetmeye ve hayat anlamsız gelmeye başlamadı mı?

Yukarıda sıralamaya çalıştığım bunun gibi benzer konularda hakkınız olanı alın. Sağlam bir 'kendilik' için, verme davranışı kadar karşıdan almak ve kendi ihtiyaçlarınızı farkedip bunları gözardı etmemek oldukça önemlidir.

Unutmayın; en iyi yatırım kendinize yaptığınız yatırımdır!

Yazının devamı...

Biten bir ilişkinin ardından...

Ayrılığı taşıyabilmek... Erkek ya da kadın ayrıldıktan sonra nasıl davranır? Bizzat kendinizin başına geldiyse veya çevrenizde şahit olduğunuz ayrılıklar sonrası, ayrılan kişilerin birbirleri hakkında söyledikleri sözler ve duruşları dikkatinizi çekmiştir.

İlişki ister birkaç ay sürsün ister birkaç yıl veya senelerce, hayatında en değerli şeyleri; zamanını, duygularını, bilgisini, emeğini paylaştığı birisinin ilişki biterken veya bittikten sonra ayrıldığı kişi hakkında nasıl bir duruş aldığı, ne kadar önemlidir.

Adam görmüşsünüzdür; habire ayrıldığı karısı veya sevgilisi hakkında uluorta önüne gelene saydıran, olmadık laflar eden, kadının yerini yurdunu koymayan... Kadın görmüşsünüzdür; sürekli adamın olumsuzluklarından dem vuran, hep mağdur olduğunu anlatan. İnsanın mahremini paylaştığı, anılar biriktirdiği, biri zorda kaldığında öbürünün ona koltuk değneği olduğu, iyi zamanlarında güzel bir gelecek hayal edip birbirlerine vaatte bulunduğu çok özel durumları yaşamamışlar gibi, nasıl hoyrat bir tavırdır bu sergilenen!

Eşini aldatan erkek ya da kadınlarda da benzer bir duruma rastlanır. Karısı hakkında öteki kadına en ağır ithamlarda bulunan adam, eve gidip aynı kadının yüzüne birşey olmamış gibi bakar. Kadının da benzer davrandığı durumlara rastlanır.

Ayrıldığı eşi ya da sevgilisi hakkında yakın çevresine durmaksızın nahoş şeyler söyleyen kişilerin, kendisine saygısı olmadığını düşünüyorum. 'İnsan' olan insan biten bir ilişkinin ardından ne kadar öfkeli olursa olsun, karşı tarafı rencide edici şeyler konuşmaz. O kişinin bulunmadığı bir ortamda, kendini savunacak bir pozisyonu yokken arkasından savurmak yakışıyor mu?

Buna şahit olan yani dinlemek zorunda kalan kişiler de zaten genellikle, anlatan bu adam ya da kadınla ilgili pek de iyi şeyler düşünmemektedirler. Dinlemek zorunda kaldıkları için konuşanın yerine 'utanç' duydukları da olur. İnsanın içinden; "Bir sus" diyesi gelir.

Bu duruma düşmüş kişiler -'düşmüş' diyorum çünkü bu bir düşkünlük hali- aslında ilişkinin içindeyken de kendisiyle oldukça meşgul olan ve genellikle monolog yapan kişilerdir. Karşısındaki insana gerçekten değer vermiş ve anlamaya çalışan birisinin böyle davranması, pek beklendik birşey değildir. Birlikteliği nasıl taşıyorsa, ayrılığı da öyle taşıyordur.

Can havliyle kendisinin ne kadar haklı olduğunu anlatmaya çalışırken, karşı tarafa hakaret sayılacak derecede yüklenerek ve onu değersizleştirerek bundan nemalanmaya çalışmak, ne büyük bir karakter zaafıdır.

Bir de görmüşsünüzdür; ilişkisinde en zorlayıcı deneyimleri de yaşasa öldürseniz, karısının ya da sevgilisinin arkasından konuşmayan insanları... Sadece; "O iyi bir insandı, çok desteğini de gördüm ama yapamadık" deyip susanları.

Çünkü onlar bilirler ki; bir dönem kucağına alıp saçlarını okşayan, koklayan, aynı tabaktan yemek, aynı bardaktan su içen, kazancını bölüşen, en düşkün anında bile yanında yürüyen, acısını acısı gibi hisseden, eşine, dostuna, ailesine; "Bendendir, benim gibi bilin" diyen insanın iki dakikada satılıverilemeyeceğini, kadrini, kıymetini ve en önemlisi ahde-vefayı... Ha bir de konuştukça ucuzlandığını...

Hani bir söz vardır; "Asil azmaz, bal kokmaz" diye, öfkesi bile olsa zerafetine hayran olunası, adam gibi adam ya da kadın; önünüzde eğiliyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.