SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

"Alışmak sevmekten daha zor geliyor"

"Ben herşeyin bir bir yok olmasına o kadar alıştım ki
Ve her şeyin bir bir varolmasına o kadar alışacağım ki
Bilirsin neler için çarpmıyor bir yürek..."

Edip Cansever

Alışmak; peki ama neye? Yaşadığın yere, oturduğun eve, yaptığın işe, gittiğin yola, baktığın manzaraya... Öyle ya İstanbul boğazı' nın güzelliğine bile alışmıyor mu insan? Güzelliğe alışmak! Ne demek ki bu? İki anlamı var sanki.. Bir; vazgeçememek güzel olandan, iki; artık heyecanlanmamak, bakıp geçmek ve sıradanlaşması güzel olanın.

İnsanın bağımlılığı mıdır alışması. Alışmak; TDK sözlüğünde hem "Sürekli ister hale gelmek" olarak tanımlanıyor, hem de "Etkisini yitirmek" olarak.

Peki bizimki alışkanlığa dönüştü artık ne demek ki? Hayır iyi mi, kötü mü? Nereye çekelim bu sözü? Alıştıysak bir zamanlar yanıp kavrulduğumuza, sevdiğimize, yarimize; etkisini yitirdi anlamında mı? Yoksa acıya alışmak gibi mi; sevginin artık alışkanlığa dönüşmesi! "Allah dağa taşa ölümü vermiş dayanamamış ama insana vermiş dayanmış." der eskiler. İnsanın alışma potansiyeli çok mu fazla? Müptelaya yatkınlık insana mı özgü, ne dersiniz?

TDK' da diğer bir anlamı, "bağlanmak, ısınmak" olarak belirtilmiş alışmanın. Aslında bu anlama sahip çıkmak gerekir, bağlanmak sağlıklı bir ilişki kurma biçimidir, "yanmaya başlamak, tutuşmak" anlamında kullanıldığında ise zorlayıcı bir hal alır alışmak. Bağımlılık düzeyindeki alışkanlıklarımız, bünyeye zarardır, canımızı soğurur. Yaşam destek ünitesi gibi olmaya başlarsa hayatımıza aldığımız kişiler, kayıp bir "ben" den de sözedebiliriz.

Birlikte olduğumuz kişiye zamanla alışmamak mümkün değildir; kokusuna, tenine, sesine, sevme biçimine, nazına, sözüne... Alıştığımız şeyler, sevdiğimiz zaman ruhun ruha, bedenin bedene iyi geldiği şeyler olmalı ve bunların etkisini yitirmesine izin vermemek için insan elinden geleni yapmalı.

"Alışmak sevmekten daha zor olmamalı", alışmanın tadına severek varmalı. Onca zaman emek varsa, onca zaman yoldaşlık, yokluğuna da o kadar kolay alışmamalı gidenin ya da gitmek zorunda kalanın.

Kötü muamaleye, baskıya, zorbalığa ve sömürüye alışmak da var. Çirkin kentleşmeye, trafiğe, ilişkilerin yozlaşmasına "alıştık" dendiğini de biliyoruz.

Alıştığımız şeylerin yaşam kalitemizi yükselttiği, "Alıştım sana" dediklerimizin bize hayatı yaşanılır kıldığı ve bize alışanlara insana yakışır şekilde davrandığımız alışkanlıklarımız olsun...

Yazının devamı...

"Zemheride gül çekerse canınız..."

Dışarıda kar yağıyor, hem de ne yağıyor... Hayata mola verdik biraz, şahsen ben içten içe bu duruma sevinmedim değil.

Karın cefası vardır elbette ama sefası da yok mu? Geçen seferki gibi aniden bastırmadığından fizik ve psikolojik şartlar daha uygundu kar yağışına. İstanbul' da soğukta kalan evsizlere olabildiğince ulaşıldı gibi gözüküyor ama mutlaka bu havada sıkıntı çekenler de var. Umarım haberdar olanlarımız duyarsız kalmaz...

Rutinden zorunlu olarak çıktık bazılarımız, işler yavaşladı, hayat ağır çekim gidiyor ama dışarıya bir bakın tabiat ne güzel gösteri yapıyor. Gözünü pencereden alamıyor insan, bir fincan kahve ve kar havanın sertliğine rağmen sohbetleri yumuşattı. Kar zamanları şimdilerde ve herkesin aklı gitti bir yerlere...

Genç ve afacan bir danışanım "Kar yağsa da okul tatil olsa." diyordu sömestre tatili öncesi, şimdi kahrediyordur geç gelen kara! Can dostum ziyarete geldi bana uzak bir şehirden, pencereden önümüzde uzanan beyazlığa bakıp, çok renkli hayaller kuruyor. Annem müthiş kış yemekleri yapıp, bizi davet ettiği ve içimizi ısıttığı için, ne çok şükran duyduk kendisine. Romantizmin tavan yaptığı, duyguların coştuğu durumlara da şahit olduk; müsebbibi "kar" dır bu aralar...

Ben çocukken kar daha çok yağardı yaşadığım yerlere, çocuklar biraz dik yolları kayarak adeta kayak pisti kıvamına getirirlerdi. Okul dönüşü yaramaz çocukların kartopunun içine taş koyup atmaları yüzünden, bugün bile kartopu oynayamam. Ankara' da üniversitede okuduğum yıllarda kampüste kışlar çok çetin geçtiğinden, kaldığım yurda iniş merdivenlerinde düşme hikayelerim meşhurdu, kuyruk sokumumu bile kırmıştım. Ankara' da soğuktan kesik kesik derimizin acıdığını, gözümüzden yaş geldiğini biliriz o yıllarda.

Ama hissettirmez mi yaşadığınızı kar da, soğuk da daha bir başka? Mevsim kışa döndüyse, siz de içinize dönün diye değil midir? Doğanın ikramı kar tanelerinin dansı ve beyaza bürünmüş bir tabiat ise, size ihtiyacınız olanı veriyor demektir. Sadece yaşamak kalıyor geriye; biraz miskin, belki dingin, belki yalnız, belki sessiz... Siz yaşayın diye, size göre bu döngü...

Otuzüç yılın en soğuk günü dendi İstanbul için dün haberlerde, kimbilir böyle bir ocak ayı bir daha ne zaman yaşanır?

"Kar beyazdır ölüm, ellerinden gülüm." şarkısıyla analım Kerim Tekin' i de. Ölümün soğukluğunu karın sıcaklığı ile kabul edilebilir hale getiren söz yazarı Tayfun ve Beste Duygulu' nun, metafor olarak "kar" ı kullanmaları da çok anlamlı değil mi? Sevgiliye kavuşmaya engel olan veya yalnızlığın atfedildiği "kar" şarkıları da var, Nilüfer' in söylediği "Kar taneleri" gibi.

Suçu "kar" a atmak kolay öyle değil mi? Ya "kar" a rağmen gelenler, kar ile gelen yalnızlığı sevenler, üşümenin de zevkine varanlar... Zemheri ayındayız doğrudur, Zülfü Livaneli' nin türküde söylediği gibi; "Zemheride gül çekerse canınız", gönlünüzde güller açtıracak kişiler sokun hayatınıza ya da siz açın başkasında... İnce saz' ın "Üsküp sevda şarkısı" nda söylediği gibi;

"kırk düğüm atmışlar sevda üstüne
yoluna çıkarsa çöz getir bana
zemheri ayında güller açtırdın
gönlümün kışında yaz getir bana"

Yazının devamı...

Ye, iç, sev...

Yeni doğan bebeğin anne memesi ile ilk buluşmasına tanıklık ettiniz mi? Dünyaya geldiği ilk andan itibaren memeyi nasıl güçlü bir refleksle yakaladığını görünce, insan hayrete düşüyor. Freud' un "Oral dönem" dediği yaşamın ilk yıllarında hem karın doyuran, hem ruhu doyuran "meme ve bebek ilişkisi" sağlıklı bir şekilde tamamlanırsa, "Temel güven" oluşuyor.

Memeyle beslenme ile birlikte yakınlığı, şefkati, istikrarlı ilişkiyi, sevgiyi ve güveni de beraberinde alan çocuğun beslenme alışkanlığı ve yeme davranışı, sonraki yıllarda da yine aile içinde oluşuyor.

Annenin veya bakıcının çocuğun ağzına sürekli yemek tıkmasından tutun da, birlikte yenilen yemekler, yemek sohbetleri ya da tam tersi düzensiz yemek yemeler, yemekteki sessizlikler hepsi yemekle ilişkiyi ve yemekle ilişkili olan ilişki örüntülerini belirler.

Ağız aynı zamanda haz organı olduğu için yemeğin verdiği haz, insan psikolojisi için de önemli bir yere sahiptir. Lezzetli yiyeceklerin aynı zamanda mutluluk verici gücü vardır. İnsanın ne zaman canı sıkılsa, tatlıya saldırması ondandır! Çikolatanın serotonini artırdığı bile bulgulanmıştır.

Yemek ve duyguların ilişkisi özellikle kilo almaya başlayan kişilerin, yeme davranışına baktığınızda ortaya çıkar. Olumsuz duygular hissettiren yaşam olaylarına karşı bir savunma olarak, tıkınırcasına yemek yiyen kişiler, yiyerek bazı sorunların üstünü örttüğünü düşünseler de işin aslı öyle değildir. Giderek kilo alan bu kişiler, kilo alarak diğer insanlarla aralarına mesafe koyduklarını düşünürler. Bu durum, insanların kendilerini kırmasına ve üzmesine izin vermeyecekleri bilinçdışı bir anlam taşır. Mutfakta uzun zaman geçiren veya gizlice yiyen bu kişiler için yemek yeme, aynı zamanda öfkenin kendine yönelmesidir.

Ancak bu öylesine bir kısır döngüdür ki, şişmanladıkça benlik saygısı azalmakta ve yeni sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle sorunla yüzleşmek ve başetme becerileri geliştirmek için yardım almak önemlidir.

İnsanın yiyecekle ilişkisi sözkonusu olduğunda, söylenecek ve yazılacak çok şey olduğu bir gerçek.

Tüm dünyada yemek üzerine kurulan ve işleyen önemli bir sermaye akışı vardır. Ultra, macro, super marketlerden tutun da, binlerce dolar ödenen yemek adisyonları ile ünlü şık restoranlar, hergün yenisi açılan trendy mekanlar, fast food zincirleri, uzakdoğu yemekleri ile meşhur yerler, geleneksel mutfağı ile tanınan yerler, balık restoranları, artık sayısı çok azalan esnaf lokantaları, salaş tabir edilen yerler, pastaneler, cafeler... say say bitmez.

Yemek olgusu coğrafik olduğu kadar kültürel etmenlere de bağlıdır. Yiyeceğin cinsi, pişirilmesi, saklanması, sunumu ve yeme şekli yere ve kültüre göre farklılık göstermektedir. Hintliler sığır eti yemez, müslümanlar domuz eti, uzakdoğuda yenen böcekleri birçok batılı ve doğulu ülke insanının daha tezgahlarda gördüğünde yüzünü buruşturduğunu söyleyebiliriz. "Müslüman mahallesinde salyangoz satamazsınız." ama İspanya' da bir restoranda, yuvarlak bir tabağa dizili pişmiş salyangozları, sevgilisinin gözlerine romantik bakışlar atarak yiyen erkeği gördüğünüzde, "çok lezzetli" herhalde diye düşünebilirsiniz.

Avcı toplumunda mağarada bekleyen kadınına hayvan avlayıp yemek getiren erkek, bugün kadınla yaşayacağı ilişki başlangıcında kadını yemeğe çıkartmakta, dolayısıyla insanlık tarihi boyunca insanın duyguları ve ilişkiler örüntüsü bağlamında yemeğin yeri konusu önemini korumaktadır.

Yemeklere verilen adların dişi özellikte olması ayrı bir konudur ama aklıma ilk gelenler; kadınbudu köfte, hanım göbeği, dilberdudağı bir de dulavrat otudur.

Dostların biraraya gelmesi için buluşulan yemekler,, yılbaşı yemeği, düğün yemeği, mezuniyet yemeği, mezunların; pilav günleri, vb yemekler dostluk ve bağların devam etmesi için önemli ritüellerdir. Yemek bahane, sohbet şahane durumlarıdır bunlar. Yemeği bahane edip, iş konuşulan iş yemekleri vardır bir de; postmodern toplumun yaygın davranışlarından biridir. İşyerlerinin düzenlediği yemekler ise vur patlasın, çal oynasın, göbek ve stres atmaca amaçlı düzenlenmektedir.

Etnik toplulukları simgeleyen yemekler vardır ve bizi o kültüre yakın hissettirir; Çerkezlerin çerkez tavuğu, Ermenilerin topiği, Japonların suşhisi, Türklerin kebap ve ayranı, Lazların hamsi, kara lahana çorbası, Türkmen pilavı, Meksika yemeği fajita, Rusların borç çorbası, vs...

Ünlü filozof Epikuros' un arkadaşlarına düşkünlüğü o kadar fazlaymış ki, insanın asla yalnız başına yemek yememesini öneriyormuş. Bana yaklaşımı çok sıcak geldi, mutfak sanatının bu kadar ilerlediği günümüzde siz ne dersiniz Epikurus haksız mı? Buyrun tam olarak aşağıda ne dediğine yer veriyorum;

"Birşey yiyip içmeden önce, ne yiyip içeceğinizi değil, kiminle yiyip içeceğinizi düşünün; çünkü yanında arkadaşı olmaksızın yemek yemek ancak bir aslana ya da kurda mahsustur."

Yazının devamı...

Nerede yaşadığın mı? Nasıl yaşadığın mı?

Filmin adı "İnto the wild"... "Özgürlük yolu" olarak çevrilen filmi, Sean Penn yönetmiş. Film gerçek bir hikayeyi anlatan belgesel, biyografi, dram türünde. Herşeyi bırakıp uzaklara giden genç adam "Alex"' in öyküsü.

Vahşi doğaya doğru kaçarcasına giden Alex; belki asiliğinden, belki hayata meydan okuduğundan, belki sisteme karşı olduğundan, belki macera ruhundan, belki kendi özgürlük anlayışından, belki kendi limitlerini görme isteğinden ve kimbilir belki de ölümü alt etme güdüsünden vurur kendini yollara...

Bir yığın hikaye sığdırır kısacık ömrüne, dilediği gibi mi olmuştur yaşadıkları ve ölümü, tartışmaya açık ama yaşadığı modern şehir hayatını bırakıp, doğaya kendini sunma cesareti insanı heyecanlandırıyor.

İstanbul' da yaşayan birçok kişiye sorsanız, elinde olsa güneyde veya küçük şirin bir yerde sakin bir hayata geçebilmeyi diler. Dilemesine diler de kaç kişi esiri olduğu kimliklerinden vazgeçip, bunu yapabilir. Toplumsal bağlarından, bağımlılıklarından kurtulabilir, alıştığı tüketim ilşkilerinden feragat edebilir. Alabildiğine doğayla haşır neşir olsa, sessizliği dinlese, yeşilliklere dalıp her türlü görsel ziyafete doysa bile bir süre sonra şehrin enerjisini arar mı?

Hippiler bir süre komünal hayat yaşayıp, yine topluma döndüler mesela. "İnto the wild" filminde Alex de ölürken, kök bağlarına özlemle veda etti hayata ama hayallerini gerçekleştirmiş olarak...

Bu filmi aklıma getiren adam ise Ayvalık' ta yaşayan ve kendisine ne işle meşgulsün diye sorarsanız müstehzi bir şekilde gülerek, "Keyif adamı" diyen Salih Sural. Salih bey, büyük şehri terkedip gitmemiş Ayvalık'a ama yaşam tarzına baktığınızda toprak, yeşil, su ve insan dörtlüsünü çok iyi harmanlamış, rafine bir şahsiyet.

"Babam ve oğlum" filmini izlemişsinizdir, o filmin çekildiği çiftlik Salih beyin çiftliği. Daha birçok dizi ve filme ev sahipliği yapmış, Salih beyin eski bir rumevinin de bulunduğu çiftliği. Şimdilerde bu rumevini dostlarını misafir etmek için onarıyor ve düzenliyor. Aslında kendisinin Ayvalık' ın içinde ailesiyle yaşadığı yine güzel bir rumevi var ama vaktinin çoğu bu çiftlikte geçiyor.

Aynı zamanda müzisyen olan Salih bey Ayvalık' ta onsekiz sene hiç dağılmadan müzik yapan ve yörenin tek müzik grubu olan "Kardaşlar" ın da bateristi. Çiftliğindeki evinde tüm hayatından izler taşıyan eşyaların ve resimlerin içinde bu müzik grubunun da fotoğrafları var, bakarken dalıp gidiyorsunuz.

Salih bey Ayvalık' ın bereketli topraklarının kendisine sunduklarını, belli ki bizzat toprakla haşır neşir olarak alıyor. İstanbul ve Ayvalık' ın hatırı sayılır insanlarının uğrak yeri Salih beyin yanı. Eğer onunla oturup demlenirseniz, muhabbeti ile birlikte müziğe de doyurur sizi. O kadar abartısız ve samimi ki hem misafir gibisiniz hem evsahibi. O kadar sıcak ve dost ki tevekkeli değil, Salih' in oraya gidelim denmesi.

Köpeklerle hiç bu kadar haşır neşir olmamıştım, kazlar, hindiler, hiç görmediğim cins tavuklar, güvercinler arasında vakit geçiverdi.

Beni şaşırtan ise Salih beye, İstanbul' a ne kadar sıklıkla geldiğini sorduğumda -öyle ya İstanbul' dan birçok dost geliyordu yanına- "Ben hiç gelmem, İzmir iki saat oraya bile gitmem. Ben burada mutluyum, yapacak çok şey var burada, bu toprakları ekmek, çiflikte olmak, buradaki işlerle uğraşmak yeteri kadar zamanımı alıyor, ben buranın dışına çıkınca mutsuz oluyorum" dedi, sonra tekrar etti; "Ben burada çok mutluyum". Aynı zamanda "kaptan" da olan Salih beyin dinginliği, denizle olan ilişkisinden de geliyor eminim.

İnsan böyle bir yeri ve böyle birini tanıyınca, kaçıp gitmek istiyor doğanın kucağına...ama Salih beyin kurguladığı gibi dostların yanında olarak ve dostların aradığı insan olarak. Yukarıda bahsettiğim filmin sonunda da kahramanın söylediği gibi; "Mutluluklar paylaşılınca gerçektir."

Ayrılırken çiftlikten İstanbul' a davet etmek istiyorsunuz bu gönül adamını ama dilinizin ucuna gelip geri gidiyor ve o sizi başka bir zaman, kendi dost meclisine beklediğini söylüyor. Biz de buradan kendisine selam ediyoruz, kendim için böyle bir hayata kaç kaldı acaba diyerek...

Yazının devamı...

Anı yaşamak

Anı yaşamak nasıl bir duygudur? Herkes anı yaşamaktan sözeder de, iş kendini ana bırakmaya geldiğinde, bunu ne kadar gerçekleştirebilir?

Anı yaşamak üst düzey bir varoluş biçimidir. Otantik yani sahici, olduğu gibi yaşanan deneyimler ana kendini bırakma durumudur. "Carpe diem"; "anı yaşa" anlamı nedeniyle dillere pelesenk olmuş, pek çok mekana da isim olarak konmuştur.

Uzun yıllar kanserli hasta ve yakınları ile çalıştım. Kanser tanısı alan kişilerin, bu tanıyı aldıktan sonra hayatı algılama ve yaşama biçimlerinin tamamen değiştiğine tanıklık ettim. Bir kere ölümcül bir hastalıkla yüzleşmenin, hayatın ne büyük bir mucize olduğunu anlamayı da beraberinde getirdiğini gördüm. Birçok şey, daha önce hiç olmadığı kadar anlam kazanmaktaydı.

Bir bardak portakal suyu veya kahve içmenin, ne kadar keyif verdiğini daha iyi farkediyorlardı. Deniz kenarında yürürken rüzgarı teninde hissedebilmek ve bunun rahatlığına ulaşmak ne çok şeydi. Niye diş macununu kocası veya oğlu ortadan sıkıyor diye sinirlenmişti ki? Bunların ne önemi vardı? Bir iyileşse de evinde tekrar aile yemeği verse ve tüm sevdikleri biraraya gelse, ne kadar mutlu olacaktı... Bu yazdıklarım, tamamen hastaların tedavi sürecinde söyledikleri düşünce ve duygular...

Kaza, boğulma gibi ölümcül durumlara yaklaşan kişilerle yapılan araştırmalarda, bu kişilerin çoğunluğunun daha sonra hayatın kısalığı ve değerli olduğuna dair güçlü bir duyguya, o anı yaşama ve geçen her anın tadını çıkarma yeteneğine, hayattan tat alma isteğine ve hayatın daha fazla farkında olma duygusuna kavuştukları rapor edilmiştir.

Özgürlük duygusu daha fazla oluşur, hayat eskisinden canlıdır. Gerçek anlamda içsel değişim başlar ve kişisel bir değişimdir bu. Hayatın öncelikleri değişir, gereksiz yere kuruntu yapılan şeyler önemsizleşir. Boşuna zaman kaybettiren yapay acılardan vazgeçilir.

Anların kıymetini anlamak, keşke ölümcül olan deneyimlerle olmasa! Ölüme yazgılı olduğumuzu bilmek, hayatın ne kadar değerli olduğunu anlamak için elbette hatırımıza gelmesi gereken, yüzleşmemiz gereken bir olgu. Ancak o zaman hayatımızın anlam kaynaklarına sahip çıkabiliriz. O zaman sevdiklerimizle geçirdiğimiz anları, tüm bize sunduklarıyla ve coşkuyla yaşayabiliriz.

Her anın tek ve biricik olduğunu ve "Bir nehirde iki kere yıkanılmayacağını" anlarız. Önemsiz kaygılardan, oyalanmalardan kurtuluruz. Yaşamak istediklerimizi ertelemekten vazgeçeriz. İstemediğimiz birşeyi yapmaktan vazgeçeriz. Daha fazla risk alırız, reddedilmekten korkmayız ve başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğüne önem vermekten kurtuluruz.

Hayat ve ölüm birbirine bağlıdır, ölümle yüzleşmek kötü birşey değildir, bize acı verse de aynı zamanda kaliteli bir yaşam için aşılması gereken, önemli bir varoluş basamağıdır.

Peki siz şu anda bu yazıyı okurken "Şimdi ve burada" mısınız? Bulunduğunuz yerin kokusu, ısısı, gürültüsü nasıl? Aklınızdan ne geçiyor? Vücüdunuzun neresi gergin; sırtınız mı? Karnınız mı? Nerenizi kasıyorsunuz? Duygunuz ne? Canınız sıkkın mı? Kaygılı mısınız? Yoksa sinirli mi? Aklınız evde mi? Sevgilide mi? Çocukta mı? Gerçekten şimdi ve burada mısınız? Anı ne kadar yaşıyorsunuz? Ne kadar doruk yaşantılara geçebiliyorsunuz?

YENİ YILDA ANLARINIZIN HAKKINI VERMENİZ DİLEKLERİMLE... İYİ SENELER...

Yazının devamı...

Olgun aşk

Çiftlerin birbirlerine aşık olma sebepleri ile ilişkide sonradan ortaya çıkan sorunlar, hatta kimi zaman ayrılık sebebi arasındaki bağlantı pek az araştırmanın konusudur. Yapılan araştırmalarca, ilişki romantik aşka dayanıyorsa, sorunlarının odağı haline gelen özelliklerle, aşık olma sebepleri arasında bir bağlantı bulunduğu görülmüştür.

Bu durum, aşık olduğumuz kişiyi bilinçdışı süreçlerle seçtiğimize işaret eder. Biz aşık olduğumuz kişiyi, çocukken ilişkide olduğumuz insanlar üzerinden seçeriz ki bu çoğu kez travmanın tekrarıdır. O nedenledir ki "Aşka düşmek" ruhsal açıdan çok sağlıklı olan kişileri bile zorlar.

Ünlü psikanalist İrvin Yalom, "İş aşkla çalışmaya geldiğinde, ben de zorlanıyorum." demiştir. Terapistlerin de aşkla çalışırken kimi zaman kendilerini çaresiz hissetmeleri, duygu yoğunluğunun biliçdışından çok güçlü bir şekilde gelmesiyle alakalı.

Amerikalı terapist Miller ise, kişilerdeki patolojinin(ruhsal problemlerin) tam da kadın erkek ilişkisinde yoğun bir şekilde ortaya çıktığını belirtmektedir. Bu kadar yüksek etkiye sahip bir deneyim; "aşk" deneyimi.

Hal böyle olunca aşkın hastalıklı yaşandığı durumlar oluyor hiç şüphesiz. Mazokistik aşk, fanatik aşk ve erotomanik aşk olarak isimlendirilen aşkın hastalıklı halleri, psikolojik ve psikiyatrik destek gerektiren durumlar...

Aşkın olgun halinden bahsetmek istiyorum artık. Yine İrvin Yalom' un aşkla ilgili söylediği şu düşünceleri çok önemli; Aşk tek bir kişiyle sınırlı bir deneyim değildir, kişinin genel olarak ilişki kurma biçimi hakkında bilgi verir. Aşk vurulmak değil, ayakta durmaktır." demektedir.

Olgun aşk yani sağlıklı aşkta olması gereken özelikler nelerdir;

Doç.Dr. Erol Göka, "Kadınlar, Erkekler, Aşıklar" isimli kitabında olgun aşkı şöyle anlatmaktadır;

Sağlıklı aşk yaşantısı, aşkın, hayatı olduğu gibi karşılayan, kaderiyle boğuşmayan, olgun bir kişilikteki icrasıdır. Olgun kişilik, olgun savunma düzenekleri içinde yaşar aşkı.

Aşkı ve sevgiliyi kendisine sunulan varolma, bilgeleşme fırsatı olarak görür.

Aşkı ve sevgiliyi yüceltmeyi, kendisini yeterince onlara adamayı bilir. Aşkı ve sevgiliyi üstün tutar ama mutlaklaştırmaz.

Sevdiğinin güvenini zedeleyecek davranışlarda bulunmaz, onun hassas olduğu durumlara dikkat eder.

Aşkını sağlıklı bir biçimde yaşayan aşık, sağlıklı her insanın yaptığı gibi kendi sınırlarının farkındadır. Neyi arzu ettiğini, bu arzuya ulaşmak için sevdiğini nereye kadar zorlayacağını bilir. Haddi aşmaz. Belki zaman zaman aşktan başı döner, aklı karışır, hiçbirseyi tam manasıyla bilemeyecek duruma gelir ama haddini bilir.

Özellikle sevdiği insana zarar gelecek diye ödü patlar, arzusunu baskılayabilir.

Aşkta esas olanın karşılık beklemeden vermek ve adanmak olduğunun bilincindedir, hayal kırıklıklarında, yaşadıklarını içine gömebilir.

Zorla güzellik olmayacağını, insanın birisini sevip sevmeyeceğinin, duygularının tamamen iradi bir denetim altında tutulamayacağını çoktan anlamıştır.

Sağlıklı aşık mahçuptur, mahzundur, hüzünlüdür. Onun hüznü kederden farklıdır, içinde hep umudu barındırır. Bu yüzden gerçek aşklar başkalarınca hiç bilinmeden kalır. Ortalık ayağa kalkıyorsa, dedikodudan göz gözü görmüyorsa, gürültü patırtıdan geçilmiyorsa, her yer kan revan içindeyse emin olun orada aşk olsa bile kaliteli ve sağlıklı bir sevgi değildir bu.

Göka, olgun aşkı böyle tariflemiş, katılmamak mümkün mü? Daha önce "Bağımlı kişilikler" başlıklı yazımda bahsettiğim türden yaşanan bir aşk ilişkisi, eninde sonunda bitmeye mahkumdur. İlişkiye abanmak aşkın ölümüdür.

Sizce günümüz aşkları hangisine yakın durmaktadır?

Yazının devamı...

Aşk acısı geçer mi?

Aşk acısı çekenler bilirler; ateşlerde yanmak gibidir. Aşığın terkedilmesinden bahsediyorum, beklemediği veya istemediği bir anda sevgilinin çekip gitmesinden.

Sevdiklerimizden geçici olarak ayrı kalmak bile, duygusal olarak bizi sarsar, onları özleriz ve bir an önce kavuşmak isteriz. Peki ya öteki yarımızı buldum dediğimiz, ruh eşim dediğimiz, idealize ettiğimiz, onsuz nefes dahi alamayacağımızı düşündüğümüz, dünyayı neredeyse onun gözünden gördüğümüz, onunla yatıp onunla kalktığımız, taktığımız da taktığımız... Bu takıntıdan hiç de rahatsız olmadığımız, bir olduğumuz, bir olunca "ben" in ağırlığından kurtulduğumuz, mükemmelimiz, dünyanın bütün dertlerini bize unutturan aşkımız; bizi terkederse ne olur?

Sezen Aksu' nun şarkısında; "Ah İstanbul İstanbul olalı, hiç görmedi böyle keder" dediği aşk ayrılığı ne kadar çok yoksunluk halidir. Aşığa göre; "Böyle bir keder" yeryüzüne gelmemiştir, kimse böyle bir acı çekmemiştir. Dünyanın ışıkları sönmüştür! Değerli olduğuna dair duyguları altüst olmuş, kendilik değeri düşmüştür.

Bağlanma kuramı üzerine yazan Bowly; sevilenin kaybına ilişkin öfkeyi "Bağlanılan nesnenin yeniden kazanılmasına yönelik bir mekanızma" olarak görür. Yas tutmak yani sevilen kişinin kaybının ardından yaşanan belli aşamalar vardır. Bu aşamalardan sağlıklı bir şekilde geçilebilmesi için, kişinin yas tutabilme kapasitesinin olması gerekir. Aksi halde terk edilme dönemi sonrası, duruma uygun olmayan başetme davranışları, kişide daha büyük yaraların açılmasına sebep olur. Kişisel gelişimin yolunu tıkayan sonuçlar doğurur.

Yas tutma sürecindeki ilk aşama, ayrılığı kabullenmeyip karşı tarafı yeniden elde etmeye yönelik davranışlar göstermektir. Karşı tarafın söylediği insani bir iyi söz bile bir umut ışığı doğurur ve birlikteliğin devamı için yollar aranır hatta kimi zaman fazlasıyla ısrarcı bile olunabilir.

İkinci aşama öfkedir; "Bunu bana nasıl yaparsın?" şeklinde düşünmenin yarattığı duygu aşırı öfkedir, bu öfke nefret boyutuna kadar gider. Terkedilen kişideki narsisistik öfke, benliğin zedelenmesi ile ilgilidir ve açılımı şöyledir; "Bana rağmen beni terkediyorsun... Hiç mi değerim yoktu? Beni hiç mi sevmemiştin... Hiç mi değer vermemiştin... Senin için yaptıklarımı nasıl olur da görmezsin... Herşey yalan mıydı?" Aşık bu dönemde kendi varlığının değerli bulunmadığını takıntılı bir biçimde yaşayıp, yatıp kalkıp ilişkisini ve ayrılık sürecini düşünür.

Giderek çaresizlik duyguları hissetmeye başlar, giden kişiyi geri getiremeyeceğini anlar ve derin bir acı ve üzüntü yaşar. Kaybedilen kişiyi geri getirmek mümkün olmadığı için suçluluk yaşanır. Bu dönem depresyon dönemidir.

Son aşama kabul dönemidir, kaybedilen kişinin artık gelmeyeceği yavaş yavaş kabul edilir ve kişi gündelik ilişkilerine döner. Kişi normal duygularını tekrar yaşamaya, yeniden sevinmeye, merak etmeye, üzülmeye başlar.

Bu saydığımız dört aşama sağlıklı bir yas süreci için, yaşanması gereken süreçlerdir. Kişi bir an önce bu durumdan çıkıp kurtulmak isteyebilir ama acele etmemelidir.

Yaşadığınız duygu ve tepkileri kabul edin ve bunları ifade edin, bunlar normal duygulardır.

Ağlamak ve konuşmak çoğu zaman iyileştirir. Sizi dinlediğine inandığınız insanlar ile konuşun.

Dost ve arkadaşlarınızdan destek alın. Yas yaşamak için kendinize izin verin.

Doğumgünü, yıldönümü, bayram gibi özel günler sizin için zor geçebilir ama sonraki dönemlerde aynı etki olmayacaktır.

Yavaş yavaş iş ve okul gibi normal aktivitelerinize geri dönün. Fiziksel bakımınıza özen gösterin.

Aksi takdirde erkeklerin terkedilme sonrası intihar etme oranı, kadınlardan üç dört kat daha fazladır. Alkol ve madde kullanımına yönelirler, dikkatsiz ve tehlikeli araba kullanımı olur. Kadınlarda ise depresyon erkeklere göre iki kat daha fazla görülür.

Şarkıcı Teoman' ın söylediği şarkıdaki gibi; "Daha kaç vücut gerekli, benim seni unutmama" tarzında sürekli partner değiştirerek yas tutmaya çalışanlar da vardır kuşkusuz... Ama bu yolun da, yaraları iyileştirmeyi bırakın daha da kanatmaktan ve açılmasını sağlamaktan başka bir işe yaramadığını belirteyim.

Yas tutmak uzun sürer ama zamanla geçer. Kazancınız aşık olma kapasitenizin artmasıdır yani OLGUN AŞK yaşamanız için şarttır. Olgun aşkın ne olduğu bir dahaki yazı konusu olsun...

*Aşk üzerine konuşmak için 14.12.2011 çarşamba günü, saat 17.00-18.00 arası Kozzy Alışveriş ve Kültür Merkezi' ndeyim.

Yazının devamı...

Erkekler aslında ne ister?

Amerika' da evli erkeklerle yapılan bir araştırmada, erkeklerin %93' ü ikinci bir şansları olsa yine aynı kadınla evlenmek istiyormuş. Buyrun buradan yakın!

Evliliklerin daha doğrusu evli kalmanın zorluğu konusu hem profesyonelleri hem evlilik kurumunun taraflarını bu kadar meşgul ederken, bu nasıl bir sonuç demez misiniz?

Bu sonuç üzerine kafa yorsanız işin içinden çıkabilmek ne kadar mümkün? Erkeğin "bağlanma biçimleri" ile ilgili yazılanlara baktığımızda, "bağımsız davranabilmeyi" daha iyi becerdiğini açıklamaya çalışır.

Konu kadın erkek ilişkisi olunca, bir hikaye başlar ve aslında o hikaye hiç bitmez demek geliyor insanın içinden. Amerika' lı yazar Neil Chethik; "Voicemale" isimli kıtabında, erkeklerin evlilik, seks, bağlılık ve sevgi konusunda gerçek düşüncelerinin sanıldığından çok daha farklı olduğunu, yüzlerce kişi ile yaptığı görüşmeler sonucu bulgulamış.

Karısını aldatan erkeklerin büyük çoğunluğunun, eninde sonunda karısına geri döndüğünü siz de etrafınızda mutlaka gözlemlemişsiniz, duymuşsunuzdur. Hele bir ikinci kadın rest çekmeye başlasın, "boşan" desin ya da evliliği tehdit altına girsin, hemen kuyruğunu sıkıştırıp karısına döner erkek; "Ben aslında karımı seviyorum.", "Benim karımla bir problemim yok." demeye başlar. Dışarıda oyun oynamanın cazibesi biter, erkek evliliğin güvenli sularına kendini atıverir.

Bu o kadar karmaşık bir olgudur ki, durumun çok değişkenli doğasını bir çırpıda ortaya koymak gerçekten zordur. Söylenebilecek sebeplerden bazıları şunlar olabilir;

Kadınların evlilikde sorun olarak gördükleri konular -mesela sevgiyi gösterme biçimleri- erkekler için sorun algılanmayabiliyor.

Erkek için kurulu düzeninin bozulması, kendi gelecek tasarımı içerisinde hiç aklına getirmediği ve yüzleşmediği bir şey. Düzeninin devamı, genetiğinin-soyunun devamı ile eşdeğer.

Erkeklerin bir aşk ilişkisini sona erdirebilmelerinin, kadınlara göre daha zor olduğu araştırmalarca ileri sürülmekte. Eğer sona ererse, bir önceki yazımda yazdığım gibi; yalnızlık, depresyon ve durmaksızın geçmişin özlemini duyma hisleri görülmekte. Bu da erkeklerin bağlanma biçimi ile ilgili bir zorluk olması açısından önem taşıyabilir.

Diğer yandan erkek genç yaşta yaptığı evliliği içerisinde, karısı rolündeki kadını "anne" rolü konumlamasıyla kutsal bir ikon haline getirirken, kendisi için de kendi annesiyle ilgili bilinçdışı içeriği karısına giydirerek, bir aktarım ilşkisi yaşamaktadır. Dolayısıyla çocukken kaybettiği kayıp cennetini, tekrar bulduğu yer karısının yanıdır.

Aslında erkek de, ilişkisinde hoşlanmadığı şeyleri konuşmak istemektedir.

Erkeğin de, bir ilişkide seksin dışında beklentileri ve istekleri vardır.

Erkek de, kendine özgü sevme tarzının anlaşılmasını beklemektedir.

Erkekler evliliğin yürütülmesinde, yaşanan sorunların farkındalığı ve çözümünde kadınlara göre farklılıklar taşısa da, en az kadınlar kadar karmaşık iç dünyaları olduğu da bir gerçek. Anlamak lazım anlamak...

*Kadın ve erkeğe dair tüm bu konuları konuşmak için; 07.12.2011 tarihinde, saat:17.00-18.00 arasında, Kozzy Alışveriş ve Kültür Merkezi' ndeyim.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.