SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Bağlı olma, sadakat ve şükran

Yaşam en çok biriyle derin ve huzur veren bir beraberlik sözkonusu ise, daha anlamlı ve yaşanılır olur desem, kaç kişi karşı çıkar acaba? Yaşamak kaç kişiliktir? Tek kişilik bir yaşam düşünülebilir mi? Geçici olarak tek başına kalma isteğini ve bazı ruhsal hastalıkları dışarıda tutarsak, kim istekli olabilir ki tek başına geçirilecek bir hayata?

Ötekine duyduğumuz ihtiyaç tüm yaşam serüvenimizde hep var; tıpkı zaman zaman yalnız kalmaya ihtiyaç duyduğumuz gibi. Birlikteliğimiz içinde yalnız zamanlar yaratabilme, ister arkadaşlıklarla ister daha özel biriyle; eşle, sevgiliyle temas halinde kalarak en ideali olur elbette yani bağlı olma, bağımlılık değil.

Sosyal paylaşım ağlarına bu kadar bağlanmak, sürekli olarak cep telefonu ekranına kafa önünde bakmak, bir arkadaşıyla bir yerde oturmuş sohbet ederken sık sık tuşlara basıp mesaj kontrolü yapmak da hep bağlı kalma ihtiyacını ortaya koymuyor mu? Sürekli teknolojik olarak bir yerlere bağlanma durumu var son zamanlarda! Bizim bahsettiğimiz bağlanma biçimi bu değil tabiiki...

Peki bağımlılığa dönüştürmeden bağlı olabilme yani bağlanma ne kadar mümkün? Arkadaşımız, eşimiz veya sevgilimizle ilişki halindeyken, onun benliğine katılıp, tekrar dışarı çıkabiliyor muyuz? Bireysel alanlarımız var mı? Onun hobilerine ve arkadaşlıklarına saygı duyuyor musunuz yoksa kıskanıyor musunuz veya kendinizi terkedilmiş gibi mi hissediyorsunuz? (Bağımlı kişiliklerle ilgili daha önce bir yazı yazmıştım, bu yüzden ayrıntıya girmeyeceğim.)

Sağlıklı bir duygusal bağ geliştirebilme, bazı özellikler gerektirir.; otonomi, esneklik ve beceriklilik gibi yani yalnız kaldığında yaşantı yaratabilme, sevdiğinin istekleri ve ihtiyaçlarını anlayışla karşılayabilme, yeni ilişkiler geliştirebilme ve kendinden keyif alabilme. Yalnız kalamayan kişinin, kendine tahammülü yok gibi bir düşünce geliyor insanın aklına...

Kendinden keyif alan insanın yanına diğerleri gelmek ve onunla vakit geçirmek isterler. İnsan kendisini mutlu etmeyi becerebiliyorsa, başkasını da mutlu edebilir. Kendisiyle kavga eden birisi size de yansıtmalar yapar çünkü o gözden görür ötekini de. Kendinden hoşnut olan ve siyahıyla, beyazıyla, grisiyle yani tüm renkleriyle kendisini olabildiğince kabul eden kişi bir çekim alanı yaratır ve sevilmek de kendiliğinden gelir.

Bağımsız olmak adına ilişkide derinleşememek, bölük pörçük ilişkiler kurmak, sadece cinsel birlikteliği önemsemek bağımsızlık değildir. Ötekinin benliğini hapsetmeye çalışmak, hayatının merkezine almak, onsuz birşey yapamaz hale gelmek, yaşamı sadece eşle veya sevgiliyle kapsüle almak da bağlı olmak değildir.

Bağlı olmak, özne olmayı gerekli kılar. Özne olma hali kayboluyorsa tehlike var demektir, sınırlarınız eriyor demektir. Özne olmayı korumazsanız, karşıdaki de size nesne gibi davranır yani eşyalaştırır veya hiçleştirir, tıpkı sizin kendinizi yok ettiğiniz gibi. Ne kadar ben olabilirseniz o kadar varsınız, ben olduğunuzda ötekiyle bir olabilirsiniz yoksa immün sistemin bozulup artık bazı hastalıkları tanımaması gibi ötekini de sizin benliğiniz tanımaz, onunki de sizi!

Geçtiğimiz hafta sonu, İzmir' de mesleki bir kongredeydim. Kongre düzenleyicilerinden sayın hocam Celal Odağ'ın, sadakat ile ilgili bir sunumdan sonra söyledikleri beni çok etkiledi. Aslında lafı bu kadar uzatmam tamamen bununla ilgili. Sayın hocam dedi ki; "Özneden diğerine yani karşımızdakine giden duygusal bir yatırım vardır, biz birisine emek ve zaman harcar, paylaşımlarda bulunur, dünyamızda yer açar, onu sever ve bağlanırız, buna sadakat denir. Karşıdaki kişide ise bunun karşılığı minnet ve şükrandır; sadakatine ve bağlılığına."

Eğer gerçekten özne olabiliyor, karşınızdakini özne olarak görebiliyor ve bağlı olmayı becerebiliyorsanız , umarım bağlı olduklarınız size şükran duyuyordur... Siz zaten şükran duymayı da bilirsiniz.

Yazının devamı...

Obsesif kişilikler

Takıntılı, düzen meraklısı, mükemmeliyetçi, karar vermede zorlanan, iş takipçisi, kolay iş delege edemeyen, detaycı, kontrol odaklı biri misiniz?

Ödemeler zamanında yapılmazsa, işler yarına kalırsa, söz verdiğiniz zaman yerine getiremediyseniz; huzurunuz, uykunuz tamamen kaçıyor mu?

Olaylara bakış açınız siyah ya da beyaz veya bir ya da sıfır şekinde mi? Griler ve ara değerler hayatınızda pek yok mu?

Yaşadığınız bir olayı veya herhangi bir durumu karşınızdaki birine anlatırken, karşınızdaki ya yanlış anlarsa diye, aşırı detaylandırıp dağıldığınız ve aslında başlangıçta neden sözettiğinizi unuttuğunuz oluyor mu?

Para konusunda fazlasıyla tutumlu musunuz?

Bir parça huzur için ağır yükler kaldırmak, sürekli kontrol duygusu hissetmeye çalışmak, delege edilmesi gereken işleri bile delege edememek ve en iyisini ben yaparım demek, bazen işleri tekrar tekrar kontrol etme ihtiyacı, aşırı düzenlilik, sürekli mükemmeli yakalamaya çalişmak ve olmadığını düşünüp mutsuz olmak...

Ne kadar yorucu,

Ne kadar yıpratıcı,

Ne kadar tüketici,

Ve ne kadar az yaşamak!

İş takipçiliği özellikleriyle birçok obsesif karakter başarılıdır ama bedeli yaratıcılıktan uzak bir yaşam biçimi, daha yorgun bir beden, hiçbir zaman tam olarak gevşeyememe, esnek olamama ve giderek tükenmiş bir ruh hali. Bazen de rahatsız edici, ısrarcı ve tekrarlayıcı düşüncelerle gelen hastalık durumu.

Altta yatan inançlar sorgulanırsa, hata yapma kaygısı, başarısız olma korkusu, kontrolü tamamen yitireceği ve bir daha toparlayamayacağı endişeleri ve suçluluk duygularından beslenir.

Daha farklı bir yaşam, iş yapma ve ilişki kurma biçimi öğrenilemez mi? Öğrenilir... Yeter ki durumun farkında olun ve yardım alın.

Yazının devamı...

Cinselliğe dair yanlış inançlar

Cinselliğe dair inanç ve tutumlar, son yıllarda kadınlar lehine büyük değişikliğe uğrasa da, profesyonellere yapılan başvurularda cinsel yaşamı olumsuz yönde etkileyen inanç, görüş ve değer yargılarının, hala sayısı azımsanmayacak derecede çiftin, cinsel yaşamında problemler yaşamalarına neden olmaktadır.

Eskiye oranla günümüzde kadın da, en az erkek kadar; cinsellikten zevk almak istediğini erkeğe belli etmeye, cinsel baskılardan kurtulmaya, sorunlarını kavramaya ve bu konuda kendini geliştirmeye çalışmaktadır ancak, bazen eğitim düzeyi oldukça iyi, modern görünen kentli kadının bile cinsellik konusunda önemli güçlükleri olduğu görülmektedir.

Bu durum çoğu kadında, ilk cinsel birleşme deneyimi esnasında ortaya çıkan "vaginusmus" adı verilen cinsel fonksiyon bozukluğundan tutun da, cinsel açıdan zevk alamama, orgazm bozukluğu ve cinsellikten kaçınma gibi evlilik ilişkisinin bozulmasına yol açan sorunlar ortaya çıkarmaktadır.

Peki sebepleri nelerdir?

Birçok danışanda problemin nedeni, katı tutumlarla yetiştirilmeleridir. Ana-babalar, çocuklara cinselliği öğretirken aynı zamanda iyi birer model olurlar. Cinselliğe yönelik tutumları bastırma ve suçluluk duyguları ile dolu anne-babalar, utanç duymayan ve özgür davranan anne-babadan farklı olacaktır.

Çocuğun kendi bedenini keşfettiği dönemde utandırılmayan, cinsellikle ilgili müstehcen şakalara biraz izin verilen, birbirine şefkat ve sevgi gösteren, sarılan, cinselliği onun anlayacağı dilde konuşabilen anne-babası olan çocuğun da, ileride sağlıklı bir cinsel yaşamı olacaktır.

Erkeğin cinsel gelişim döneminde daha çok desteklendiği ve kız çocuğun ise bastırıldığı durumlarda; kız çocuklar cinselliğin ortaya konması gereken durumlarda zorluk yaşamakda, erkek çocukda ise cinsel eylem sırasında bencil tutumlar gelişebilmektedir.

Kadın ve erkeğin, evlilikde cinsel yaşamını olumsuz yönde etkileyen, en çok rastladığımız yanlış inançlar nelerdir?

İlk gece korkusu denilen; "Çok acıyacak." ya da "Cinsel birleşme ağrı vericidir." inancı. Vaginusmusa yani (Kadının ilişki sırasında vagina kaslarında meydana gelen istemsiz kasılma nedeniyle, cinsel eylemin gerçekleşememesi durumu.) yol açan en önemli sebeblerden biridir.

Kadınların; "Cinsel birleşme örtü veya yorgan altında olmalı." düşüncesi.

"Kadınlar pasif olmalı ve cinsel eylemi başlatmamalıdır." inancı. Kadının cinsel hazzı kendi sorumluluğundadır ve bu da bir partnere nasıl bir uyarı uygulanması gerektiğini göstermeyi ve anlatmayı kapsar. Araştırmalar kadınların; hemcinslerinin cinsel eylemi başlattığı öykülerden daha çok uyarıldıklarını bildirmektedir. Bu saptama, erkeklerin cinsel eylemi başlatması gerektiği miti ile tamamen ters düşmektedir.

Kadınların partneriyle cinsel eylem sırasında; "Rahat davranırsam yanlış anlaşılırım." düşüncesiyle içinden geldiği gibi davranmaktan utanması.

Cinsellikle ilgili konuşmaktan çekinmek.

"Seks yorar." düşüncesi. Masters ve johnson; cinsel ilişkinin 45-50 metre koşmak kadar bir enerji gerektirdiği ve sağlıklı bir insanda bu miktarın rahatlıkla karşılanabileceği görüşündedirler. Cinsel eylem tatmin edici ise ardından gevşeme ve rahatlama duygusunun gelmesi gerekir.

"İyi sekste amaç her zaman cinsel ilişkidir." inancı. Bir çift için cinsel ilişki her zaman en fazla zevk veren eylem olmayabilir. Karşılıklı mastürbasyon veya masaj gibi cinsel eylemler de zevk verici olabilir.

"Erkekler cinsel eyleme her an hazır ve isteklidir." miti. " Bu söylemi hem erkek hem de kadınlar pekiştirmektedir. Sorun erkeklerin cinsel eylemlerini övme ve yarışma eğilimlerinden kaynaklanır. Erkek sevişmek istemediği zaman tıpkı kadın gibi "hayır" diyebilmelidir.

"Seks öğrenilemez." düşüncesi. Gerçekte bir öğrenme ve koşullanma meselesidir. Bir noktaya kadar biyolojik olarak belirlenmişse de cinsel davranışın büyük bölümü öğrenilir.

"Evde misafir kaldığında cinsel ilişkide bulunulmaz." diye düşünmek.

"Evliyken mastürbasyon yapılmaz." düşüncesi.

"Cinsel ilişki pistir." düşüncesi.

"Eşini porno film izlerken gören birçok kadının, bu nedenle ciddi kavgalar çıkartmaları ve kendilerini aldatılmış gibi hissetmeleri.". Çifler birbirlerinin fantazi kurmalarına izin vermelidir.

Cinsel eylem sırasında erkeğin; "Kadın birden fazla orgazm olmalı veya kendi gücünü göstermesi için "İki ya da daha fazla kereler boşalmalıyım." diye düşünmesi.

Cinsel birliktelik sırasında "Şu kadar süre olmalı ya da şu kadar zaman sevişmeli, haftada belirli bir sayıda cinsel ilişki olmalı." gibi zamanlar belirlemek. Önemli olan karşılıklı doyumun nasıl olduğudur. Bu durum her çiftte farklılık gösterebilir ve farklı olması anormal değildir.

Evet, cinsel yaşam kadın ve erkek arasında ilişkinin mihenk taşıdır. Ruh ve beden bütünlüğü gibi ilişkide de sağlıklı bir iletişim ve ruhsal doyum olmadan, sağlıklı ve doyumlu bir cinsellik de olamaz. Kadın ve erkeğin yatakda birbirlerine teslimiyeti çok önemlidir. Cinsel eylem sırasında teslim olamayan kişi, olgunlaşma sürecini de tamamlayamamış demektir. Yani gerçek anlamda bir cinsel teslimiyet, olgunlaşmanın göstergesidir.

Yararlanılan kaynak:

Gillan, P.(1987): Cinsel Sorunlar ve Tedavileri El ve Kitabı. çev. Eker, E., Özmen, M., Özmen, E.. Menteş kitabevi,1. Türkçe Baskı, 1993, İstanbul.

Yazının devamı...

Bu ilişkiyi kaç kere bitirmeyi düşündük!

Lamba düştü "İS" yaptı, tabak düştü "TAN" dedi, küçük kızın bebeği kayboldu; annesine "BUL" dedi. Bu garip tekerleme daracık sokaklarında koşturduğumuz Mecidiyeköy' deki mahallemizde, çocukluk arkadaşlarımla birbirimize sorduğumuz bir bilmece. Anılarıma yer etmiş ki, İstanbul ile ilgili yazıyı yazmayı düşündüğümde aklıma geliverdi.

Bu küçücük bilmece, belki de İstanbul'un isi, pası, gürültüsü, kaybolan hayalleri, hayatları vb. ni metafor olarak içinde saklıyor.

İstanbul bu bayram gerçekten boştu. Kendim ve kalanlar adına ben çok mutlu oldum. Trafik kabusu yok, otoparklar boş, nereye gitsen hizmet o biçim. İstanbul'un hangi yanağından öpmek istersen, sana uzatıveriyor. Eliyle saçlarını okşuyor, kucağında taşıyor. Yeşili, maviyi ve huzuru önüne seriyor; şaka gibi.

Bu arada tatil beldelerinden gelen haberler hiç iç açıcı değildi. İnsanlar yersizlikten sahillerde uyumuş, kalabalık bunaltıcı, hizmet yetersiz. İstanbul'un anarşisi tatil yörelerindeydi. Kalanlar ise, belki bir daha tarihinde böyle bir sefa sürülmez diye bol bol aşk yaşadı İstanbul' la.. Tam da İstanbul'u "Gözleri kapalı dinlerken", sevgili dostum Atınç Uzar ile İstanbul üzerine sohbet kendiliğinden çıkıverdi. Tamamen içimizden geleni ben de söz uçar, yazı kalır diye sizinle paylaşmak istedim;

İstanbul'la ilişki, Beşiktaş'dan bu seferki kalkan vapura yetişebilecek miyim telaşı gibidir. Sen o kadar yakın ve arzuyla "ona" bakarken, "o" bir tarafını hep saklar senden; belki de arzun ona hiç bitmesin diye.

Sahipsiz zannettiğin anlarda kendini, sevgisinden midir yoksa kalabalığından mıdır bilinmez; biraz boynunu sıkarak da olsa sarılıverir sana.

Sen onunla Anadolu Hisarı' nda rakı balık yaparken, o seni aslında Taksim balık pazarında beklediğini fısıldayıverir kulağına.

Bazen pazar yerlerinden seslenir sana, bazen de Sultanahmet minaresinden okşar ruhunun derinliklerini.

Espirili yönü bir hayli gelişmiştir; her sabah sırf bana şaka olsun diye köprüyü tıkaması, bazı akşamlar anlam veremediğim yoğunluk, bazen ise bu akşam "Mutlaka trafik vardır." dediğimde, yolları benim için boşaltmasıyla şaka yaparken bulurum onu.

Hergün güneşini serer çamaşır iplerine, bazen Beylikdüzü'nden esen rüzgarın kanatlarına takar kelebekleri, bazen Samandıra' da yağan yağmurun yüzüne.

Kaç kere evlenmiştir, kaç kişiyle flört eder bilinmez ama her seferinde hep beni seçer, bensiz yapamayacağını söyler durur, benim onsuz yapamayacağım gibi!

Sabahın 5'inde "Balık hali" nde bir de çırptı mı kendini sarı kanatın gözlerinde; nasıl onu en sevdiği mısır ununa bulamam ki; akşam eve gelirken getirdiğim rokanın yanında mışıl mışıl uyusun diye.

Bazen ben sıkılırım; o zaman hemen şapkasından çıkararak beyaz incileri döker tüm evlerin çatılarına, caddelere, telefon direklerinin üzerine. Böyle de bonkördür benim sevgilim, herkesi düşünür. Kendince adaletli olduğunu savunsa da, bence bazen haksızlıkları da olmuyor değil. Hep bunu hatırlatıyorum "ona", oysa "o" bana olan aşkını...

Gözlerinin içine bakarken kız kulesinde, denizler kadar engin olduğumu anlarım. Vapur gezmelerimiz olur her pazar adalara giderken, martılara simit atışlarda kahkahalarımız.

Eminönü' ne gidersek hep buraların yoğunluğundan dem vurur, halbuki bilirim o da benim gibi bayılır balık ekmek, turşu suyuna. Sonra başlar bana eteklerindeki mirası anlatmaya... Sevgilim diye demiyorum, çok da kültürlüdür, bir oturup dinleseniz, ne demek istediğimi anlarsınız.

Yoruldum be sevgilim yoruldum dediğimde, hep teselli eder beni; Beyazıt'daki sahaflarda kitapçıların tezgahına uzanan saçlarımı okşayarak.

Balat'ın dar sokaklarında, Sütlüce'nin uykuluğunda bazen buluşuruz gizlice. Durmadan söylenir o zaman; "Aman burada ayrılalım, abimler konu komşu görür." diye. Hep bir sırrı vardır söyleyemediği...

Her ilişkide olduğu gibi bizim ilişkimizde de acıtmak, can yakmak vardır; çok fazla içti mi nargilesini Tophane rıhtımının dibinde, bir öksürüktür tutar kendisini ama bir de günündeyse, işte o zaman değmeyin keyfine; kimleri doyurur?, kimleri ısıtır? Bu kadar da vicdanlıdır.

"İstanbul'un havasına da kızına da güven olmaz" diyenlere aldırmıyor görünse de, aslında benim yarim çok hassastır, hep içerler de belli etmez.

Bu ilişkiyi kaç kere bitirmeyi düşündük ama "o" da "ben" de cesaret edemedik. Her gidişinde "dönme" diye kaç kere yalvardım içimden "ona" ama hep açık hava sinemalarında bana çay ısmarlarken buldum onu.

Yazının devamı...

Utanmaktan utanmamak!

Hades Yunan mitoloisinde ölülere hükmeden yeraltı tanrısıdır. Yeraltının tüm hazinesi onundur, korkunç bir tanrıdır ama kötü bir tanrı değildir. Hades her ne kadar birçok zenginliğe sahip olsa da ortalıkta pek gezinmez, övünmez, konuşmaz, kendi yeraltı ülkesinde oturmayı tercih eder. Çünkü sahibi olduğu yeraltı ülkesi o kadar çirkin bir ülkedir ki, efendisi sürekli saklanır.

Bir keresinde Poseidon, Hades'i utandırmak için üç başlı mızrağını yere saplar ve yeryüzü boydan boya yarılarak Hades'in çirkin yeraltı ülkesi ortaya çıkar. Az utanıp sinirlenmemiştir Hades. Daha sonra yetmiş bin kişilik ölüler ordusu ile Atlantis Denizi'ni kurutur.

Yunan tanrısı Hades'in de güçlü bir Tanrı olmasına rağmen, "utanç" duygusunu ne kadar ağır yaşadığı anlatılıyor bu mitolojik öyküde.

Vikipedi' de utanç; "İçinde bulunulan durumdan kurtulmak isteme durumu." olarak tarif edilmekte. "Utanma" nın; "sıkılmak", "çekinmek", "mahçup olmak" kelimeleri ile de ilişkisi vardır ya da benzer durumlar için kullanılır.

Anadolu' da; "ar ve haya" duygusu olarak ifade edildiğini biliyoruz utanmanın.

Utanma duygusu; çocukluk döneminde çocuğun onay almak, görülmek veya farkedilmek istediği durumlara ebeveynleri ve bakıcıları tarafından uygun tepkiler verilmediğinde gelişir. Başka bir durumda ise, anne-babanın çocuğunun davranışını onaylamadıklarında, başkaları yanında veya değil, çocuğun kaldıramayacağı biçimde kırılma yaratmaları sonucu yetişkin dönemde problem yaratacak düzeyde "utanç" duygusu gelişir.

Utanmak, kişide gerginlik ve kaygı yaratttığından; yüz kızarması, göz kaçırma ve terleme gibi belirtiler oluşur. Utanma duygusu gerilim yarattığından kişi, bir an önce o durumdan kurtulmak ister.

Çocukluğumuzdan bu yana eğer ayıp ve yasaklar çok katı ise, "utanma" duygusunun ayarı da bozuk olacaktır. Çocuğa ve ergene sağlıklı bir şekilde verilen ahlak, değer ve vicdan ile ilgili eğitim, kişinin kendi sınırlarının farkında olmasını, saygınlığını korumasını ve başkalarına saygı göstermeyi de bilmesini sağlar.

Utanmadan söz açınca, "edep" kavramına değinmeden olmaz. "Edep Ya Hu" Osmanlı döneminde Dergah kapılarında yazan bir sözdü. Sembolik olarak "Eline, beline ve diline sahip ol." anlamına geldiği belirtiliyor. Tasavvufda ve Sufilikde çok önem verilen bir kavram olan "edep"; "incelik, görgü, nezaket, zerafet, terbiye, ahlak" anlamı içeriyor. "Adab-ı muaşeret" adı altında insan ilişkilerinde, topluluk önünde, işinde ve yönetimde uygun davranış gösterme kuralları olarak, İslam kültürü etkisiyle Osmanlı döneminde yazılmış birçok eser var.

Anadolu' da edep kültürü, tasavvufun da etkisiyle yuzyıllar boyu süregelmiştir. Edep kültürünü almış kişi özünden uzaklaşmadan, kendine yabancılaşmadan insan ilişkilerinde ölçüyü, saygıyı, anlayışı ve ötekinin kişisel alanını gözeterek varolur.

Söz söyleyeni dinlemeyi, ikide bir sözünü kesmemeyi, kendi konuştuğunu kendisi dinlememeyi, toplu mekanlarda sadece kendisi varmış gibi yüksek desibelden konuşmamayı, kelimeleri eğip büğüp insanlara uygunsuz şekilde hitap etmemeyi, nasıl oturup nasıl kalkılacağını, ağzından çıkanı kulağı duymayı, verdiği sözü tutmayı, yemeğin sonunda hesap ödememek için kaytarmamayı, insanların haklarını ihlal etmemeyi bilir.

Edepli kişi, "İnsanlık ayıbı" olacak durumlara kayıtsız kalmaz, insanlığından utanır. Şiddet gören kadına veya çocuğa, eziyet edilen hayvana muamaleden utanır. Komşusunun açlığından, okula gidemeyenin çaresizliğinden utanır. Politikacısının yerine gelmeyecek vaadinden, kendi coğrafyasındaki zulümden, komşu ülkedeki dökülen kandan utanır.

Utanç duygusunun gerekli ve yararlı olduğu durumlar vardır; böyle durumlarda kişi rahatsız edici konumundan vazgeçer, davranışını durdurur. Gerektiğinde olumluluğa giden yolda, kişisel katkıda bulunur.

Kimse kendisine "Arsızın yüzüne tükürdük, nisan yağmuru dedi." dedirtmesin... Daha da beteri "Ar damarın çatlamış." olurdu ama bu sözleri duyup, hiç rahatsızlık duymadan, karşılayıp gülenleri gördüm, görmüşünüzdür... Bir zamanlar gırgır dergisinde yayınlanan Oğuz Aral imzalı, "Utanmaz adam" ı hatırlarsınız; her türlü alavere, dalavere ve üçkağıdı olan "Şeref" karakteri okurken eğlenceliydi, ama yaşarken hiç de eğlenceli değiller, ne dersiniz?

Yazının devamı...

Beyin acıyı kabul etmiyor

Hayatımız boyunca acıya kaç kez maruz kalırız? Sayısı belli midir? Acı çekilmeyen bir hayat olabilir mi? Daha dünyaya geldiğimiz anda bebek; en güvenli ve rahat ettiği mekanından yani anne karnındaki sıcacık yuvasından ayrılması ile ilk acıyı tatmıyor mu?

Hayatımız boyunca mutluluğa olduğu kadar acıya da endeksliyiz. Ayrılık, başarısızlık, kayıp, hastalık, aşk, ihanet, ölüm bize acıyı tattırır.

"Dibine kadar acıya bulandım.", "Acının içinden geçtim.", "Acıya gark oldum.", "Acı ile yoğruldum." gibi acı ile kurulan ilişkiden türemiş ve acıya bir değer atfeden sözler vardır.

Acının bir erdem olduğunu söyleyen düşünürler de var, acının hiçbir işe yaramadığını söyleyen de...

Viktor Hugo; "Öğrendikten, sevdikten sonra daha çok acı çekeceksiniz." demiş. Bilmek, bilgi acı verir mi? Bilgiye ulaştıkça acı çekiyorsak niye öğrenmeye bu kadar meraklıyız ya da çabalıyoruz? Bilgi alma ihtiyacı sosyal bir varlık olan insanın, acıkınca yemek yemek zorunda olması gibi bir zorunluluktur. Bildikçe, öğrendikçe aydınlanırız. Bilimsel merak da, birinden hoşlandığımızda onu tanıma isteğine ilişkin merak da kaynağını buradan alır.

Birşeyin ne olduğunu yada nasıl olduğunu merak edip peşine düştüğünüzde sonuç her zaman yüz güldürücü olmayabilir. Sonucu bırakın, sonuca giden yolda acı bize yüzünü gösterebilir. Ama yine de düşeriz peşine.

Aşkın ilk kıpırtıları başlarken nedenini bilmediğimiz bir korku, endişe, kıskançlık, paranoya, v.b hissetmemiz bundandır. Aslında canımızın acıyabileceğini, kırılabileceğimizi, çok bağlanırsak çok da üzülebileceğimiz duygusu bize rahat vermez. Bu yüzdendir aşığın huzursuzluğu... Hugo da bunu demek istemiş herhalde; "Sevdikten sonra acı çekersin ." diye.

Ama insan olmak da böyle birşey değil mi? Acı çekmekten korkup sevmemek olabilir mi? Kaçanlar yok mu? var. "Birine bağlanırsam acı çekerim." diyenler yani "Bağlanma kaygısı" olanlar hayata karşı sürekli tedirgin, depresif ve derin yalnızlık duygusu içindedirler.

Acı ile yüzleşmemek için hayatı kontrol etmeye çalışanlar, bir bakıyorsunuz terapi odalarına hastalık hastası, kanser korkusu veya "Panik atak" problemi ile geliyor. Yüzleşmekten kaçtıkça korkular büyür çünkü büyüme ve güçlenme olmaz. Kişi hayata karşı giderek alan küçültür ve kendini köşeye sıkışmış gibi hisseder.

Tabii ki günümüzün yapay acıları var bir de...Kafaya takılmayacak şeyleri takan, kuruntu üreten, takıntılı, herşeyden şikayet eden kimseler. Bizim konumuz bu değil.

Toplumların tüm zamanlar boyunca yaşamak zorunda kaldığı acılara tanıklık eden, diğer topluluklar olmuş. Bugün de kendi yaşadığı topraklarda zulüm görenlerin acısı var bir de. Ya buna tanık olan bizlerin hiç mi canı acımıyor?

Acıyla kurulan ilişki, insani yolculuğumuzun önemli bir gösterenidir. Önemli olan acıya nasıl tepki verdiğimizdir. Duygularımızı anlamak, ifade etmek, paylaşmak, içimize yolculuk yapmak, sevdiklerimizin ve yakınımızdakilerin tekrar farkına varmak, hayatın anlamını yeniden farketmek yani sağlıklı bir yas süreci yaşamak...

Mevlana' nın; "Hamdım, piştim, yandım." sözleri de acıdan geçmek ve acının bizi zenginleştirdiği durumlar için söylenmiş.

Her acı kendi içimize yaptığımız bir yolculuktur; Bazen içimize dönüp sessiz kalmak, bazen Zülfü Livaneli' nin bir kitabında ifade ettiği gibi ""İnsan insanın zehirini alır." deyip biriyle paylaşmak, bazen ağlamak, bazen tekrar tekrar üzerinde düşünmek ve alacağımız dersi alıp sırtımıza yük etmemek... Ama asla acının çığırtkanlığını yapmamak, öfkesiyle etrafındakileri hezimete uğratmamak, sürekli kendi acısıyla çevresini meşgul edip bunaltmamak... En önemlisi dağılmamak!

Yazının devamı...

İlişkiyi özensizlik bitirir

Evli ya da sevgili misiniz? İlişkinizde sizin için gerçekten en vazgeçilmez şey ne? Ne zamanlar kendinizi daha mutlu, huzurlu ve değerli hissediyorsunuz? Birbirinizin hangi davranışı, o gün içinde size; "Sanki tüm sorunların üstesinden gelebilir, önünüze çıkan herkese sizi gülümsetir, martıyı, kediyi elinizle besletir, kırmızı daha kırmızı, gökyüzü daha mavi gözükür" duygusu verir.

Bu yazımda, "Yakınlaşma becerisi" nden ve "özen" den bahsedeceğim. Yukarıdaki soruların cevabını biraz düşündüğünüzde, aklınıza gelecek şeyler bunlar. Partnerinizle duygusal açıdan ne kadar bağlantı içinde olduğunuz konusu, mutlu bir ilişki için olmazsa olmazlardandır.

Bahsettiğim şey; "Yakınlaşma alışkanlığı" konusu neleri içermektedir? Aslında "İLGİ GÖSTERMEK" desem daha anlaşılır olabilir mi? İkili ilişkilerde hiç de zor olmayan, tam aksine iki tarafı da besleyen, ilgi gösterilen kişinin mutluluğunun tekrar ötekine döndüğü bir süreçtir bu.

Herkesin ihtiyacı ortak; değer verdiklerimizin bizi sevmesi ve ilgi göstermesi. "Ben onu çok seviyorum ama anlamıyor!" ya da "Sevgimi gösteremiyorum, öyle gördük , bizim ailede kimse sevgisini belli etmezdi." diye kendini ifade eden kişiler, bunun ne kadar gerekli olduğunu ancak sevdikleri kişiler isyan ettiğinde ya da ilişkileri bozulmaya başladığında bunun önemini anlıyorlar.

Ancak çoğu zaman nasıl davranacaklarını bilemiyorlar. Sanki ilgi ve sevgisini gösterirse, kendisinde "eğreti" duracakmış düşüncesi oluyor. Yakışık almazmış gibi geliyor. Eğer bir de karşısındaki kişi onu suçlarsa, iyice "yetersizlik duygusu" yaşıyor. Bir de tabii "Düşünceli davranmak", "İnce düşünmek" gibi tanımlar var; karşımızdakinden beklentimizi ifade eden... Bunların hepsi aynı kapıya çıkar.

Eğer biz birisini hayatımıza aldıysak, her iki tarafında beklentisi "Ötekinin ilgi odağı" olmak üzerinedir. Bu tek ilgi odağı olacak anlamında değil ama genel olarak öncelikli özenli davranış görme beklentisi vardır. Kötü birşey de değildir! Başka türlüsü beklenemez. Hayatın en önemli anlam kaynaklarından birisi; "aşk, sevgi ve bağlanma" üzerinedir. Öyleyse buna sahip çıkmamız gerekir.

Evli ya da değilsiniz farketmez , bir ilişkiniz varsa, ilgili olmak zorundasınız. Nasıl mı?

En önce sağlam bir dinleme beceriniz olmalı; eşiniz ve sevgiliniz konuşurken zihniniz, gözünüz etrafta gezinmemeli, sorular sormalı, duygularına odaklanmalı, onaylanması gerekiyorsa onaylamalı ve dinlediğinizi belirten geribildirimler vermelisiniz.

Bambaşka işler yapıyor olabilirsiniz, gün içinde onu aramalı gerekirse mesaj da çekmelisiniz yani "aklımdasın" demenin yollarını bulmalısınız. Çok zor değil, isterseniz buna zaman bulursunuz.

Başka insanların da olduğu görüşmelerinizde bakışınızla, vücut dilinizle, gerekirse sözel olarak onun görüş alanınız içinde olduğunu hissettirmelisiniz. Mesela arkadaşlarınızla yemekteyseniz, onunla yiyeceğinizi paylaşmak, suyunu doldurmak, vb ona kendini değerli hissettirir. Eşinizin yaptığı iyi birşeyden bahsetmek, onu onore edecektir.Kadınların, kocasının iş başarısı ya da ilişkileri konusunda eşini takdir etmesi de erkeğe kendini iyi hissettirir.

Sabahları alelacale evden çıkmaktansa, -bir arkadaşımın geçen gün kendi ilişkisinde yaptığını anlattığı gibi- iki tane sütlü neskafe hazırlayıp, karşılıklı içerek iki laf etmek gününüzü güzelleştirmez mi?

Eğer eşiniz doktora gitiyse ona eşlik etmeli, edemiyorsanız ondan gün içinde bilgi almalısınız yani merak etmelisiniz.

Her zaman, ilişkinin en başından itibaren "biz" duygusunu yaşatmalısınız. "Biz beraber hareket ediyoruz, önemli kararları beraber veriyoruz, karımın ya da kocamın ne düşündüğü önemli, birini eve davet ediyorsam, önce karıma ya da kocama sormalıyım...vb". Bu konu, her iki tarafın ailelerine de hissettirilmelidir. Bu duruş evliliğin en büyük kurtarıcılarından biridir.

Eşinize, sevgilinize dokunun, sarılın, sevgi sözcükleri söyleyin...Sadece ona özel bir isim, tanımlama bulabilirsiniz. Tanıdığım biri, kız arkadaşını "mavi" diye çağırıyor; en sevdiği ve huzur bulduğu renkmiş.

Birbirinizin arkadaşlarıyla ilişki kurun; kendi seçiciliğiniz olabilir ama anlaşabileceğiniz olanları mutlaka vardır. Ortak bir yaşam sürdürecekseniz, bu önemlidir.

Mutlaka onun hoşlanacağı şeylerin neler olabileceği üzerine kafa yormalısınız. Mesela başbaşa yemek organizasyonu yapmak, konser bileti almak, akşam onu sinemaya davet etmek gibi. Erkekler kadınların sevdiği küçük sürprizlerden onlar kadar hoşlanmıyorlar ama beyler size söylüyorum, kadınlar çok hoşlanıyorlar, heyecanlanıyorlar ve mutlu oluyorlar, lütfen bunları yapmaktan vazgeçmeyin!

Akşam eve geldiğinizde, gün içinde neler yaptığınıza dair küçük bir sohbet yapın. Gerekirse bazen dışarıdan yemek sipariş edin, karşılıklı konuşmaya mutlaka zaman ayırın.

Dedikodu yapın! Yani başkaları hakkında da konuşun, ille de kötü şeyler olması gerekmiyor, herkesin hayatında birşeyler olup bitiyor, o konularda da laflanabilir.

Müzisyen kocası ya da karısı olanın biraz müzikten anlaması lazım gibi; eşinizin ilgi alanlarına yakın durmaya çalışın, bir kısmını yakalar onunla belli düzeyde bir paylaşıma girebilirsiniz. Her iki tarafın da bu çok hoşuna gider.

Birlikte hayal kurmak...Bir danışanım, birgün eşine bir yemekte nasıl bir eve sahip olmak istediğini anlatırken eşi; "Olmayacak, saçma sapan hayallerin var." deyince çok üzüldüğünü ifade etmişti ve "Eşim hayal kurmama bile izin vermiyor." diye yakınmıştı. Bırakın herkes gönlündekini söylesin.

Birlikte seyahat edin, tatil planı yaparken her iki tarafın hoşuna gidecek seçenekler üzerinde çalışın.

Evdeki işler konusunda birbirinize destek olun, bunu kısasa kısas şeklinde değil, birbirinizin boşluklarını doldurarak yapın.

Pazar sabahı kahvaltılarını, farklı zamanlarda birbinize hediye eder gibi hazırlayın. Onun sevdiği bir omlet, krep, vb ne ise onun için yapın.

Birbirinize sert çıkışlarda bulunmayın, yumuşaklığınızı korumaya çalışın.

Beyler, eğer eşiniz size bir problemini anlatıyorsa, hemen akıl vermeye kalkmayın. Şöyle diyebilirsiniz; "Seni sadece dinleyeyim mi? Yoksa çözüm önerisi ve fikrimi söylememi ister misin? diye sorun.

Hanımlar-beyler; eşinize sevgi ve hayranlığınızı ilişkiniz sürdüğü sürece belli etmekle yükümlüsünüz. Aynı zamanda onun ne kadar değerli olduğunu hissettirmenin yolu, onun ihtiyaçlarını görmek ve ilgi göstermektir. Herkesin bir "sevme tarzı" olabilir ama göstermediğiniz bir sevgi hedefine ulaşmaz. Vadeli yaşamımızda hepimizin buna ihtiyacı var ve bunu hakediyoruz. Sevgi ve ilgiyi alan çocuk nasıl mutlu mutlu büyüyorsa, yetişkin olduğunda da bu ihtiyacı hiç kaybolmuyor. Herkesin güveneceği bir yol arkadaşına ve sağlam bir omuza ihtiyacı var. İlişki ihmale gelmez, tıpkı trafikte araba kullanır gibi nasıl tüm şeritlere, lamba ve işaretlere ve diğer arabalara dikkat ediyorsanız öyle...İnanın bir farkı yok!

Yazının devamı...

Yalnız kalmak istemiyorsak

Hepimizin ailemiz dışında yürüttüğü, ilişki içinde olduğu insanlar var. Eşimiz, dostumuz, arkadaşlarımız, tanıdıklar olarak adlandırdığımız kişiler bunlar. İş arkadaşlarımız da olabilir, sosyalleştiğimiz yani sosyal paylaşımlar içinde olduğumuz kişiler de olabilir, komşularımız olabilir veya yakın dostlarımız da...

Bazen duyuyorum; "Ben bir insanın yanlışını göreyim, anında silerim." cümlesini. Bir de kırıldığı zaman, hani "Deve kini" derler ya aynen öyle küsen, kırgınlığı uzatan ve yanına yaklaştırmayan kişiler vardır.

Yalnız olmaktan şikayet eden, ama herkese bir kulp bulan kişiler de vardır. Onlar da hep insanların "olumsuz" olarak gördükleri yanlarına odaklanırlar.

Bir de kendileri de çok kırılgan oldukları için, karşısındakiyle ilişkinin gelişmesine izin vermeden, uzaklaşanlar da var.

Hepimiz çok farklı ailelerden, farklı kültürel etkileşimlerden geçerek bu yaşlarımıza geldik. Bu nedenle de bireysel farklılıklarımız var. Herbirimizin farklı kırılma noktaları, farklı travmaları dolayısıyla ilişkilerde de farklı algıları ve tepkileri var. Biz biriyle etkileşime geçtiğimizde, bu kişiyle ilişki kurma tarzımız mutlaka geçmiş ilişkilerimizden köken almakta.

Eğer ilişkilere biraz da böyle bakabilirsek karşımızdakini daha iyi anlayabiliriz. Mesela "A" kişisi, bir "B" durumuna beklemediğimiz bir tepki veriyorsa, bu "B" durumunun o kişinin dünyasında neyi tetiklemiş olabileceğini bir düşünelim. Neyi tetiklediğini bilmenize imkan olmayabilir ama birşeylerin o anda sizin gördüğünüzden başka bir anlamı da olabileceğini farkedebilirsiniz.

Bu durumda, karşınızdaki kişi ile yaşadığınız ve olumsuz olarak adlandırabileceğiniz durumu; "kişiselleştirmeme" yoluyla yani sizinle ilgili bir durum olmadığını anlayıp üzerinize alınmadan, ilişkiyi de koruma altına alma şansını yakalayabilirsiniz.

Bunun kolay birşey olmadığını biliyorum, ama sağlıklı ilişkiler geliştirmek istiyorsak karşımızdakiyle empati kurarak ilşkide olabiliriz.

Ancak daha da önemli birşeyden sözetmek istiyorum; "İnsanları olduğu gibi kabul etmek." Olgunlaşmak ve olgun sevgi bunu içerir. Hepimizin ayrı ayrı çeşitli zorlukları olabilir; birimiz ötekine göre daha kırılgan, daha cimri, daha öfkeli, daha hassas ve alıngan, daha kıskanç, daha çekingen, daha kaygılı, daha şüpheci, daha dominant, daha pasif, daha konuşkan, daha bencil, fazla verici, vb. olabilir.

Herkese girilebilecek bir yol olabileceğini düşünüyorum. Bir düşünün, çevrenizde tanıdığınız yukarıdaki özelliklerden birine veya birkaçına sahip ama aynı zamanda çok keyif alınabilecek özellikleri de olan kişiler yok mu? Ya aynı zamanda mizah anlayışı çok iyidir, muhabbetine doyum olunmaz veya entellektüel kapasitesi müthiştir ya da çok yardımseverdir ve zor zamanlarda yanınızda olur, vs. Yani o kişiyle alışverişinizin olacağı pek çok alan olabilir veya sizin yaşamınıza başka güzellikler anlamında çok şey katabilir.

İnsanların sizin hoşlanmadığınız özellikleri olabilir, önemli olan bu özellikleri tanımaktır, peki bu neye yarar? Kendinizi o ilişki içinde "koruma" ya yarar. Yani siz de bunu bilerek o kişiyle ilişki kurarsınız. Böylece hoşunuza gitmeyen yönlerin sizi rahatsız etmesine izin vermezsiniz.

Bir de tabii işin hoşgörü kısmı var. Hata olarak gördüğünüz bir durumu, affetmeyi de bilmek lazım; konuşmaya çalışmak, kendini ifade etmesine izin vermek gerekebilir. Ders alma becerisi varsa, o kişi de bundan büyüyerek çıkar. Hata yapmak insana dair, yargılamaktansa önce anlamaya çalışmak lazım. Zaten eğer küskünlük durumu uzarsa "öfkeler" artar, bu yüzden çok uzatmadan konuşmak gerekir.

Elbette ahlaki zaafı olan ve bize zarar veren kişi ve ilişkilerden sözetmiyorum. Böyle ilişkilere zaten hayatınızda yer vermezsiniz. Benim sözünü ettiğim ilişkiler, kabul edilebilir sınırlar içinde olup, yargılayarak ve empati kurmadan reddettiğiniz ilşkiler.

Tabii ki sevgili ve eş olma hali olduğunda, birbirinizi olduğu gibi kabul etmeye çalışırken "öteki" için daha dikkatli ve esnek olduğunuz durumlar hiç kuşkusuz olmalı, bu bir ilişki sorumluluğudur. Burada ortak yaşam alanı da olduğu için; "Nelerden vazgeçebilirim? Nelerden vazgeçemem?" konusu çok iyi düşünülmeli.

Evet, hayatımıza aldığımız veya almaya çalıştığımız insanları, olduğu gibi kabul edebilmek de bir "güç" dür. Bu ancak kendimizi de olduğu gibi kabul ettiğimizde, daha mümkün hale gelir. Farklılıklarımız olabileceğini ve onu böyle de sevebileceğimizi karşımızdaki anlarsa "yakınlık" gelişir. Güzel ayna tutarsanız, insanlar güzelleşir. Karşımızdakine saygı duymak ve değer vermek böyle birşeydir.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.