SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Kadın beyni erkek beyni

Kadın ve erkeğin beyinlerinin yapısal farklılıklarının, ilişkilerini başlatma, arkadaşlık, flört etme, sevgili olma ve evlilik gibi her türlü ilişki biçimlerini nasıl etkiledikleri bilimsel olarak oldukça kapsamlı bir biçimde ortaya konmuştur. Cinsler arasındaki farklar birbirlerine karşı davranışlarını da belirlediğinden, dikkate alınması gereken bir durumdur. Evrimsel süreçde yaşananlar beynin yapısal gelişimi konusunda cinsiyetler arası farkı belirlemede önemli sonuçlar doğurmuştur ve tüm kültürlerde bu farklar sabit görünmektedir.

İlk fark erkeğin babadan Y kromozomu alması ve böylece iki hormonun patlamasıyla başlar. Testesteron erkek beyninin nesnelere, eylemlere ve rekabete daha meraklı, yön duygusu, üç boyutlu görme ve matematik konusunda daha iyi olmasını sağlar. Buna ek olarak beyinde seks ile ilgili bölgeyi güçlendirir. Bu bölge erkeklerde kadınlara göre iki kat daha büyüktür. Gerçekten de erkekler cinsellikle daha fazla ilgilidir. Testesteron seviyesi yüksek kadınların libidosunun daha yüksek olduğu da bilinmektedir.

Testesteron olmadığında beynin dil ile ilgili kısımları daha çok gelişir, bu yüzden kızlar konuşmaktan hoşlanır, erkekler top yakalamaktan.

Erkeklerde vücut ağırlığına olan oran da hesaplanarak, daha fazla beyin hücresi bulunduğu tespit edilmiş. Tahminlere göre erkeklerde sinir hücresi sayısı kadınlara göre yüzde dört daha fazla.

Kadınlarda ise hücre bağlantısı sayısının daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Beynin iki yarısını birleştiren geniş lif bandı olan korpus kollosum kadınlarda daha geniş ve beynin her iki yarım küresi ile daha fazla alışverişe imkan sağlıyor. Bu nedenle dil ve duygu arasında çok etkili bağlantı kurabilmekte, sözelleştirme ve derli toplu ifade edebilme yetenekleri yüksek. Östrojen de bunu desteklemekte ve kadınlar bu fazladan bağlar sayesinde birden fazla işi aynı anda yapmak konusunda daha başarılılar.

Limbik sistem yada duygusal beyin kadınlarda daha büyüktür ve bu nedenle daha kolay bağ kurarlar. Kadınların arkadaşları bu nedenle daha fazladır. Limbik sistemin büyük olması depresyon olasılığını da artırır.

Psikiyatrlar veya psikologlar erkeklerin üç katı kadar fazla sayıda kadınla görüşür. Bunun sebebi kadınların daha fazla sorunu olması değil, sorunların farkında olması ve çözüm aramaya daha istekli olmalarıdır. Boşanma davalarını da yüzde 75 oranın da kadınlar açar.

Kadınlar başkalarının yüz ifadesini okumakta ve hislerini anlamakta daha yetenekli, çevresel görüşde de erkeklere göre daha iyiler. Bu yüzden erkek arakadaşlarını diğer kadınlara bakarken yakalayabilirler ama yakışıklı erkeklere bakarken hiç yakalanmazlar.

Bir yetişkin olarak kadın teni erkek teninden on kat daha duyarlıdır. Kadınlar dokunulmayı erkeklerden daha çok sever ve ister.

Bir kadının tat ve koku duyusu da bir erkeğinkinden daha güçlüdür. Yumurtlama döneminde bilinçli olarak farkedilmeyecek erkek feromonlarını(eşeyleri birbirine yaklaştıran kimyasal salgılar) da tespit ederler. Kadınların üstün algıları, vücut dilini ve dolayısıyla sahtekarlığı erkeklerden çok daha iyi anlayabilmelerini sağlar.

Kadının beyni çok faal, erkeğinki ise görece olarak sakindir. Erkeğin beyin faaliyeti düşük olduğu için uyarıcı ve heyecan arar. Düşük faaliyet ve yüksek testesteron seviyeleri önsevişme ihtiyacına gerek kalmadan harekete geçmelerini sağlar. Öte yandan kadınların beyninde olup biten çok fazla şey olduğundan gereken ruh haline gelmeleri için yatıştırılmaları, flört etmeleri ve cesaretlendirilmeleri gerekir.

Erkeklerde olayların bütününü görmeyi sağlayan sağyarı küre ile bağlantı az olduğundan kaybolduklarını anlamazlar, sadece yolu bulmaya odaklanırlar. Kaybolduğunu itiraf etmek başarısız olduğunu itiraf etmek demektir.

Erkeklerde özellikle ön beyindeki faaliyetin düşük olduğu düşünülürse, kadınlara göre daha düşünmeden hareket ederler.Daha fazla ilişki yaşarlar ve üzerinde yeterince düşünmeden konuşup genellikle çuvallarlar. Yani erkekler kadınlardan daha fazla yalan söylerler, ama kadınlar daha iyi yalan söyler.

Kadın beyninde dopamin seviyesi daha yüksektir, bu nedenle dikkatini daha çabuk toplar. Erkeklerde dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğuna kadınlara göre beş kat daha fazla rastlanır.

Erkeklerin kumandayı ellerinden bırakmamalarının sebebi uyaran ihtiyacı daha fazla olduğundandır. Kanallar arasında gezinirken yeni, farklı, heyecanlı birşeyler arar. Kadın ise karakterlerin duygularını gösterdiği ve kendisinden bir şeyler bulabileceği tek bir programı izleyerek mutlu olabilir. İlgisinin devam etmesi için sürekliliğe ihtiyaç duyar.

GABA, merkezi sinir sisteminin en önemli ketleyici nörotransmitteridir. GABA' nın işlevselliğini ortadan kaldıran GABA-T yüksekliği erkeklerdeki saldırganlık davranışının daha yüksek olmasını açıklamaktadır.

Kadınların beyin kan akımı erkeklerden daha fazladır. Glukoz kullanımı da kadın beyninde daha fazladır. Bu farkın nedeni östrojen hormonudur.

Her iki cinsiyetteki iç kulak tüy hücre sayısı aynı olmakla birlikte, kadınlarınki daha yoğun titreşmekte ve daha iyi işitmeye neden olmaktadır.

Araştırmalar, dinleme durumunda erkek beyni yüzde 70 kapalıyken, kadın beyninin yüzde 90 açık olduğunu göstermiştir.

Erkeklerde yaşa bağlı beyin hücreleri ölümü daha belirgindir ve erkek beyni kadın beyninden daha hızlı yaşlanmaktadır.

Son yıllarda beyin araştırmalarına verilen ağırlığa rağmen, elbette insan davranışını belirleyen aynı zamanda içine doğduğu aile, çevre ve sosyokültürel etmenlerdir. Ancak son derece karmaşık gibi görünen kadın erkek ilişkisine, kimi zaman pratik çözümler üretmeye bu bilgilerin oldukça yardımcı olduğu görülmektedir.

Kendi yürüttüğüm evlilik terapilerinde, çalışmalarımı bu verilerin ışığında ele aldığım birçok konu bulunmaktadır ve sonuçlar yüz güldürücüdür.

Sonuçda, erkek ve kadın beyni arasındaki farkı anlamak birbirini anlamayı ve iletişimi güçlendirerek, bu dansın karşılıklı daha uyumlu, estetik ve keyifli olmasını sağlar.

Kaynak:

Daniel G.A. 2010. Aşık Beyin. Erdener, İ. Çev.Pegasus Yayınları, İstanbul.
Göka E. 2003. Psikiyatriden Psikiyatriye Bakışlar. Odak Yayınevi, Ankara.

Yazının devamı...

Korkuyorum Senden!

Yakınlık korkusu insan ilişkilerinde sevgiye duyulan büyük özlem ve açlığa rağmen yaşanan bir durumdur. Yakınlığın hissettirdiği yakıcılık o kadar can acıtıcı olabilir ki, içinde olmayı bırakın yakınından bile geçilmek istenmez. Bedeli daha yalıtılmış bir yaşam biçimi veya cansızlaşmış bir kendilik olsa da başka türlüsünü yaşamaya izin vermeyen şey "KORKULARIMIZDIR"; çocukluğumuzdan miras kalan...

Çocuk dünyaya geldiği ilk günden itibaren sevgiyi gösterenlere bağlanıyorsa, sanatın tüm dalları en çok sevgi temasını işliyorsa, ve en çok ilgi kendi yazdığım yazılarda da gördüğüm kadarıyla(binlerce kez tıklanma) sevgi ve aşk içerikli olanlara oluyorsa bütün motivasyonların kaynağı orası değil mi?

Sevginin anlamı, bir diğerinin varlığını olduğu gibi kabul etmek ve değer vermektir.Ancak bunu yapabilmek kişinin kendi gelişiminin de onaylanması ve değer görmesiyle mümkündür. Her türlü ilişki insanın kendi üzerinden yaşadığı birşeydir. Yani ben kendimi değerli ve sevilesi buluyorsam, kendimden keyif alıyorsam ve kendimle muhabbetim iyiyse karşımdakine de bu şekilde hissettirebilirim.

Gerçek anlamda birbirinin tadına varmak ve birbirini hissetmek nasıl birşeydir? Öncelikle diğerine samimi bir ilgidir. İçtenlikle onun hayatına girmektir, sahici olmaktır. Eşduyumla onu dinlemektir. Bütün varlığıyla ilişki kurmaktır ve olgun sevgi "vermektir".

Fromm "Kişi verdiğinde diğer insanda birşeyleri hayata geçirir ve hayata geçirilen bu şey kendisine yansır; gerçekten vermede karşıdakinin verilen şeyi almaması elinde değildir. Vermek, diğer insanı da verici yapar ve her ikisi de hayata geçirdikleri şeyin sevincini paylaşırlar" demiştir.

Peki sürekli sevgi peşinde koştuğumuz halde, neden sevgiden korkarız?

Sevgiden bu denli korkmak, çocukken yaşanmış değersizlik duygusunun yeniden yaşanabilir olmasıdır. Bastırılmış acının su yüzüne çıkma kaygısıdır.

Eğer çocukken gelişimim bastırıldı ve hasar gördüyse, eğer yetersiz sevginin yol açtıği acıdan kaçıyorsam, gerçek bir yakınlık benliğime tehdit oluşturuyor ve beni yok edip parçalıyorsa nasıl sağlıklı bir sevgi yaşayabilirim?

Az veren erkeklere ve az veren kadınlara hayranlık duyarız. Bunun nedeni eskiden bize eksik sevgi veren ya da hiçbirşey vermeyen kişilerin(anne-bakıcı-baba) eğer biz doğru düğmeyi bulursak bu sefer verecekleri inancından kaynaklanır.

Sevgiyle karşılaştığımızda sevgiyi veren kişinin bizden birşey almak istediği, bizden yararlandığı bizi yağmaladığı duygusuna kapılırız. Bozguna uğramış gibi kaçmamız bundandır.Gerçek sevgi kuşku verici ve değersizdir. "O çok iyi birisi ama ilgimi hiç çekmiyor" ifadesi size birşey hatırlatmıyor mu?

Kendi varlığımızı onaylayamıyorsak, sürekli olarak başkalarının onaylamasına ihtiyaç duyarız. Kendi içimizden referans alamadığımız böylesi bir durumda sürekli dış referanslarla kendi varlığımızı hissedebiliriz. Bu da korkunun kıyılarında yüzüp durmak anlamına gelir ki aynalar olmadığında çökeriz de ondan.

Aslında insan haketmediği birşeyi almaktan "korkar". Bir başkasında sadece kendini yaşıyorsa "korkar". Kişi vermediyse nasıl ister ki? Hayattan hep almakla meşgulse hayata borçlu demektir, hayata borçlu olan kişi hayattan birşey talep edemez, talep etmekten korkar.

Oysa "Bebek Firarda" diye bir film seyretmiştik yıllar önce. Bebeği kaçıran haydutların elinden bebek bir an kurtulur ve inşaatın iskelesi üzerinde emeklerken bulurlar. Haydutlardan biri çok endişelidir ve ötekine "Bebek düşecek" der. Öteki "Endişelenme birşey olmaz" diye karşılık verir. "Nasıl?" diye sorar diğeri, öbürü cevap verir "Çünkü bebekler korkmaz" der.

İhtiyaç duyulan şey ise "güvendir". Kişinin "yakınlık korkusu" nun arkasında "güvenme korkusu" vardır. Yeniden "değerli" olduğumuzu hissedeceğimiz tek yol "KENDİNİ ÖTEKİNE AÇMAKTIR". Biraz cesaret!

Yazının devamı...

Erkeklerde Boşalma (Post ejekülasyon) Sonrası Ruh Hali

Erkeklerde boşalma sonrası görülen garip ruh hali, yabancılaşma ve partnerinden uzaklaşma hali olarak bilinen ve kadınların da bu durumdan hoşlanmayıp erkeklerle ilgili nahoş etiketler kullandıkları insanlık hallerinden biridir. Bu durumu yaşayanların bizzat kendilerinin birbirinden renki açıklamaları ise oldukça dikkat çekici bir manzara ortaya koymaktadır.

Erkeklerin duruma özgü oldukça samimi açıklamalarınaburada yer vermeden geçemeyeceğim: "Erkeğin boşa giden yüzbinlerce potansiyel evladının yasını tutmasıdır", "His merkezi testislerde olan bireyler için kaçınılmaz durum.Hayatın tekrar anlam kazanması sperm üretim hızına bağlıdır", "Erkekler için herşeyin anlamsızlaştığı an, varoluş sebebinin kalmaması nedeniyle yaşanan kısa süreli bir yıkım", "Sperm soykırımı depresyonu".

İngiliz bilim adamları boşalma sonrası artan bir hormon nedeniyle erkeklerin seksten başka şeyler düşündüğünü keşfetmişler. Bu durumun sekse ara vermeyi sağladığı için kişi yeniden sekse hazır hale gelene kadar onu koruyan bir süreç olduğu ve bedenin zarar görmesini de önlediğini belirtmişler.

Tamamen organik bir açıklama olan yukarıdaki duruma psikolojik bir yorum getirirsek insanın aklına Fransızlar'ın "Orgazm küçük ölümdür" tanımı geliyor. Bu geçici ölüm halinin duygusal ve fiziksel olarak yenilenip karşı cinsle biraraya gelmek için gerekli bir uzaklaşma olduğu söylenebilir.

Erkeklerin daha sık seks yapmak istedikleri ve "çok doldum bir an önce dışarı atmalıyım, spermlerimi saçmalıyım" şeklindeki düşüncelerinin aksine, Taocu sekse göre ise "Sık yapılan seks yaşam enerjisinin kaybıdır ve spermlerin ölümüdür. Bu nedenle seks perhizi olmalıdır" şeklindedir.

Öte yandan vajina tarafından yutulan penis olgusu vardır bir de. Latincede vagina dentata (dişli vajina) olarak adlandırılan olguda; vajinanın tek görevinin, parçalayıcı dişleriyle penisi yiyip yok ettiğine, bir erkeğinboşaldıktan sonra penisinin ereksiyon gücünü kaybettiğine, vajinanın da spermlerle beslenerek daha da palazlandığına inanılır.

Gelelim feminist yazarlara; onlara göre ise "erkek" çıktığında girdiğine göre azdır ve eksilmiştir. Kadın daha canlanıp çoğalıp genişlerken, erkek bu durumun yasını tutmaktadır. Psike art dergisinin cinsellik konulu sayasında

Metin Sever'in yazısının konu başlığı olan "Her Erkek Boynu Büküklüğü Takacaktır" cümlesi bu konuyu iyi bir şekilde özetlemektedir.

Geriye yazarın iki merakı kalmaktadır;

Peki orgazm sonrası yakılan sigara ne anlama gelmektedir? Ve kafadan neler geçer? Keyifden midir? Yoksa mevcut durumla başa çıkma yolu mudur?

Acaba sadece fiziksel olan seksle, duygusal bağın da olduğu seks arasında erkeklerin boşalma sonrası durumuyla ilgili bir fark var mıdır? Yani erkek aşık ve yanındakıine değer veriyorsa durumda bir değişiklik olmakta mıdır?

Aslında tıpkı ilişkilerdeki gibi; yakınlık nasıl zaman zaman uzaklaşıp benliği havalandırmak ve yenilenerek tekrar birleşme isteği duymaksa, kimi zaman kişinin kendisi olmaya izin vermek, ilişkide birbirine tanıklık etmek ve sonra yeniden biraraya gelmekse, cinsellik de kendi doğasında aynen böyle birşey. Her psikolojik ölüm yeni bir başlangıçsa orgazmdaki geçici ölüm de benzer bir durum yaratır.

SEKS VE ÖLÜM ARASINDA GÜÇLÜ BİR İLİŞKİ VARDIR VE HER SEVİŞME ÖLÜMÜ ALT ETME ÇABASIDIR.

Yazının devamı...

"Aşk Mümkün Müdür Hala?"

Murathan Mungan'ın sımsıcak sözleri, Levent Yüksel'in muhteşem yorumu ile nefis bir şarkı çıkmış ortaya. Mutlaka dinlemişsinizdir diye düşünüyorum. Aşkla beslenen şairler de yeni nesil ilişkilere baktıkça umudu yitiriyor anlaşılan. Şarkıya odaklanırsanız umudun kaybolmaya başladığı ama aynı zamanda içinde umudu barındırdığı ikircikli duyguyu hissedersiniz, hepimizin şimdilerde hissettiği gibi...

Sokaktan geçen kime sorsanız;

"Nerede o eski aşklar"
"Artık kimse uzun süreli ilişki istemiyor"
"Erkekler cinsellik peşinde"
"Artık kızlar da erkekler gibi yaşıyor"
"Aşk eşittir kısa süreli seks oldu" gibi serzenişleri duyacağımıza neredeyse eminim.

Kadınlara sorarsanız "Ortalıkta doğru düzgün erkek yok", erkeklere sorun onlar da "Doğru düzgün kadın yok" diyeceklerdir. Son zamanlarda bu konu terapi seanslarında da sık sık gündeme gelmektedir.

Peki ortalıktaki kalabalık nedir o zaman? Hepsi kuru kalabalık mı? değil elbette.. Çok şükür ki kadın ve erkek nüfusun oldukça fazla olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. O zaman problem her iki cins için de birini bulmak değil. Neden mi? Çünkü ilişki "bulunmaz", ilişki" kurulur"!! Esas olan birisiyle ilişkiye girdiğinizde ilişkinin devamını sağlayacak duygusal, düşünsel ve eylemsel duruşu sergileyebilmektir. Nasıl mı?

Öncelikle "aşk" kesin olarak tanımı yapılabilmiş birşey değildir. Bazı bilim adamları bunu hormonlarla, biyokimyasal süreçlerle açıklamaya çalışsa da, aşkı "kadın ve erkeğin arka bahçelerinin buluşması" olarak tanımlarsak ve arka bahçelerimizin ne kadar karmaşık ve karanlık olduğunu söylersem varın siz düşünün neler olabileceğini..

"Aşk", küçük erkek ve küçük kız çocuğunun buluşmasıdır, oyunudur. Çünkü biz aşık olduğumuzda çocuk yanımızla ilişki kurarız. Küçük kız ve küçük erkek çocuğu dememin sebebi aşkın, çocuğun erken dönemlerindeki ilişkilerinin yansıması olduğundandır. Yani karşımıza çıkan kişiye, bütün bu ilişkileri tıpkı bir mankene giydirir gibi bir bir giydiririz.

Bu nedenle aşkın içindeyken ihtiyaçlarımız karşılanmadığında çocuksu tepkilerimizi hemen gösteririz; karşımızdakine öfkelendiğimizde bağırıp çağırırız, deli gibi kıskanırız, ilgi hep üstümüzde olsun isteriz ya da bunu sağlamak için türlü oyunlar oynarız; oyun arkadaşımızı bulmuşuzdur çünkü..Bu o kadar çılgın vebaştan çıkarıcı bir oyundur ki hiç kimse oyun arkadaşını kaybetmek istemez; oyun biterse hayat biter de ondan.

Ancak görünen o ki artık günümüzde "fastfood" ilişkiler daha çok tercih edilmekte ama arka planda bir o kadar da yalnızlık duygusu yaşanmaktadır. Dolayısıyla herkesin, daha yetişkin tarzı bir ilişkiye ihtiyacı vardır, içinde yine oyunları olan ama değerlerin ve adanmışlığın olduğu bir ilişki..

Tamam, aşkın ilk zamanları pırıltılıdır ve ayaklar yerden kesilir ancak bu hipnoz hali bir süre sonra yerini kırılmalara ve çatışmalara bırakır. İşte o zaman, kırılmalar başladığında ilişkinin içinde kalabilmek, empati yapabilmek, sorun neyse karşılıklı ele alabilmek ve karşımızdakine hala ne kadar değerli olduğunu hissettirebilmektir önemli olan.

Oysa günümüzde, hipnoz durumunda yaşanan ilk dönem geçtiğinde ve gerçek ilişki başladığında insanlar ilişkiyi sonlandırmakta, bu durumda yaşanan şey de ilişkinin ilişkisizliği olmaktadır. Böylece kişide gelişim ve olgunlaşma yönünde bir ilerlemenin olması da beklenemez. Halbuki kriz durumları iki tarafın da çabasıyla atlatılabilirse, çoğu zaman bu eskiye göre bir adım ötesidir ve ilişkide yeni kazanımların oluşmasını sağlar.

Ne yazık ki aşka can veren "Eros" can çekişmektedir. Oysa "Eros" hayattır. Tüm motivasyonlarımızı aldığımız ilişki "Eros"un hayatta kalmasıyla mümkündür. Tutku varsa canlılık ve yaratıcılık oradadır. Son yıllarda daha çok tanıklık ettiğimiz rastgele cinsellik bireye güçlü, fakat geçici bir rahatlama verir. Geçicidir çünkü bu bir ilişkide olma hali değil, yalnızca ilişki taklididir. Bü tür ilişkilerde kişi, diğer kişiyle bir bütün olarak değil, onun bir parçasıyla ilişki kurar yani onu nesneleştirir. Genellikle eşlerini tanımazlar ve kendisini gizli tutmak çoğu kez kendisi için iyidir, böylece yalnızca baştan çıkarma ve cinsellikle ilgili parçayı görür ve gösterirler.

Bununla ilgili V.Solovyev, "Eğer bir kadınla ruhuyla ilişki kurmaksızın birlikte oluyorsak fetişistiz demektir, fiziksel eylem sırasında uygun vücut deliğini kullanıyor olsak bile" diyerek cüretkar bir söylemde bulunmuştur.

Belçikalı psikanalist Paul Verhaeghe ise, günümüz ilişkilerini şöyle özetlemiştir; "Zamanımızın mesajı onu, hemen şimdi, burada istiyorumdur. Bunun doğurduğu temel ürün; sıkıntı ve yeni limit arayışıdır. Paradoks şudur: bugün şimdiye kadar olandan daha az haz bulunmaktadır".

Gelin, daha doyumlu bir ruhsal yaşam ve hayatın anlamı için zamanımızın modası olan "haz düşkünlüğünü" bırakıp, "arzu" ya prim verelim. Teoman'ın söylediği diğer bir şarkıdaki gibi "Çok kadın hiç kadındır", esea olan bir kadında çok kadın, bir erkekte çok erkek bulabilmektir.

Yeni yılda aşkla ve muhabbetle kalmanız dileklerimle...

Yazının devamı...

Taciz ve Çocuk

Konuşulması en zor konulardan biri hiç kuşkusuz. Konunun mağdurlarının da konuşamadığı için giderek büyüyen bir toplumsal yaradır çocuklara yönelik cinsel istismar. Yara kanayan bir yara.. İnsana karşı yapılan her türlü suç sağlıklı insan aklının kabul edeceği bir şey değil elbette ancak bütün değerlerimizin, inançlarımızın ve duygularımızın derinden sarsılması kuşkusuz mağdurun "çocuk" olmasıyla yakından ilgilidir. Gözümüzden sakındığımız, öpmeye kıyamadığımız, geleceğini oluşturmak adına dişimizi tırnağımıza taktığımız, canımız, ciğerimiz çocuklarımız.

Adalet Bakanlığı Adli Sicil İstatistik Müdürlüğü'nün 2008 yılındaki verilerine göre Türkiye'de bir yılda açılan 15 bin taciz davası olduğunu ancak bu rakamın Türkiye'deki toplam taciz suçunun % 10'unu oluşturduğunu yani % 90'ının adli makamlara yansımadığını ortaya koymuştur.

Araştırmalar ülkemizdeki cinsel tacizlerin % 90'ının mağdurun yakın çevresi, istismara uğrayanın % 85'inin kız çocuğu olduğunu göstermektedir.

Bir yıl içindeki mağdur sayısı 20 bini geçmektedir.

Cinsel tacizin % 61' nin aile içinde olduğu bulgulanmıştır.

Aşağı sosyo ekonomik, sosyo kültürel düzey suçu işlemede etkisi olmakla birlikte cinsel taciz her kesimde görülmektedir.

"Çocuğun İstismardan Korunması ve Rehabilitasyonu Derneği" ÇİKORED konuyla ilgili çok ciddi çalışmalar yürütmektedir. Son yıllarda çocuk ve ergen ruh sağlığı alanında çalışan profesyoneller, sosyologlar, eğitimciler ve sosyal çalışmacılar da konunun ciddiyetini toplum bazında dillendirip daha çok kişinin soruna dikkatlerini çekmeye çalışmaktadırlar.

Ancak hukuk Sistemimizde yeni düzenlemeler, caydırıcı cezalar, ülke çapında kurulacak cinsel travma ve kriz merkezleri, aileleri bilgilendirci eğitim çalışmaları gibi hala yetersiz kalınan konularda etkin örgütsel bir çalışma hızla hayata geçirilmelidir.

Sigara için başlatılan caydırıcı kampanyalar ve yaptırımlar oldukça başarılı bir şekilde yürütülmektedir. Bu konuyla ilgili de planlı, kararlı politikalar veçalışmalar oluşturulup, projeler geliştirilemez mi?. Tüm bunlar konuyla ilgili toplumsal bir hareketin oluşmasını sağlamaz mı? İnanın sağlayacakdır. Sağlamalıdır çünkü sorun öylesine yıkıcıdır ki, sahip çıkılmazsa sonrasında hem aileler, hem çocuklar "kayıptır".

Ve uzmanlara farklı sorunlarla gelen, sayısı azımsanamayacak kadar danışanın -eğer güven ortamını yakaladıysa- çocukken yaşadığı taciz ile ilgili anlattığı öyküler hepimizin tüylerini diken diken edecek türdendir. "Kol kırılır yen içinde kalır" kültürüyle beslenen ailelerin konuyu örtbas etmeleri, inkar mekanizmasını kullanmaları, bildik çarpık aile içi davranış örüntüleridir.

Bu şekilde dışa vurulmadığında, çocuğa gerekli profesyonel yardım yapılamadığından ergenlerde aşırı alkol ve uyuşturucu madde kullanımı daha sık görülmekte, kişinin yetişkinlik yaşamında cinsellikten korkma, karşı cinsle ilişkilerde sorunlar yaşama, cinsel işlev bozukluğu, yeme bozukluğu, düşük benlik saygısı, depresyon gibi rahatsızlıkların yanısıra, yaşam boyu öfkeli, huzursuz, mutsuz bireyler olarak hayatlarını sürdürmeye mahkum olmaktadırlar.

Çocuklara bedenlerini nasıl koruyacakları konusundaki eğitimin verilmesinden tutun da, taciz sonrası ailelerin nasıl bir yol izleyecekleri, kanuni hakları ve özellikle annelerin bilinçlendirilmesine kadar yapılacak çok iş, çok fazla sorumluluk beklemektedir hepimizi.

Tabiidir ki esas olan ve arzulanan tek bir çocuğun bile bu duruma maruz kalmamasını sağlayacak toplumsal bilincin geliştirilmesi ve koruyucu önlemlerin alınmasıdır.

Hanımlar, beyler konu "ÇOCUK" dur / "ÇOCUKLARIMIZ" dır ve konu ihmale, ötelemeye, ertelemeye meydan vermeyecek kadar hassastır. Mücadele hepimizin; çocuklarımızın minik bedenleri, minik yürekleri kirlenmesin, bakışları hüzünlenmesin diye...

Yazının devamı...

Prensesin Uykusu

Çağan Irmak' ın "Prensesin Uykusu" filmini izlediniz mi? İzlemediyseniz gidin ve izleyin derim. Sürekli gülümseyen adam "Aziz" in komşusu küçük kızla olan masalsı ilişkisini anlatan filmde, biz de küçüklüğümüzün mucizeler yaratan masal kahramanlarıyla tekrar buluşuyor ve o büyülü dünyaya geçici de olsa giriveriyoruz.. Filmde kafasına yediği darbeyle uzun bir uykuya dalan küçük kızın iyileşeceğine inancını hiç kaybetmeyen "Aziz" in kızın günlüğüne yazdığı dileklerini bıkmadan, vazgeçmeden gerçekleştirmesi konu ediliyor.

Çok genç olanlar için değil belki ama çoğumuzun bilinçdışında iyilerin kazandığı, mutlu sonla biten "Yeşilçam" filmlerinin izleri vardır. "Prensesin Uykusu" da benzer bir tat bırakıyor insanda. Bu nedenle filmden hoş duygularla ayrılmama şaşırmamam gerek.

Hepimiz hayatımıza dair mucizevi birşeylerin olabileceğini ve görünür bir gelecekte arzu ettiğimiz bir şeyin karşımıza çıkıvereceğini gizliden veya açıktan dileriz ya da umut ederiz. Bunu önceden kestirebilmek veya olmasını gerçekleştirmeyi sağlamak adına hepimizin bazı mistik eğilimleri vardır; kahve falı baktırmak, havuza, göle para atıp dilek tutmak, gittiğimiz şehir veya ülkeye bir daha gelmek için kutsal kabul edilen yerlere elimizi sürmek veya dua etmek gibi.

Bunlar bizim için hayatın ağırlığını hafifletme, geçici bir iyilik hali sağlama, umut etme ve kendimizi yeniden yeniden motive etme yollarıdır. Sihirler, kahramanlar, ritüeller, mucizeler durgun akan bir suyu köpürtüp coşturarak yaşanası bir oyuna sürüklerler bizi. Aslında tüm bunlar, büyümenin bir bedeli olan vazgeçtiğimiz kendiliğimize yeniden kavuşma özlemidir; oyunlarımıza, hayallerimize, umutlarımıza, çocuksu aşklarımıza, arkadaşlarımıza, lunaparklarımıza, oyuncaklarımıza, masallarımıza..

Bazı aileler çocuklarının sürekli konuştuğu ve arkadaş olduğu gizli kahramanları olduğunu gözlemlerler. Ya da terapi seanslarında küçükken hayali gizli arkadaşları olduğunu anlatan yetişkinlerle çalışırız. Çocuk büyüdükçe biricikliğini, yaratıcılığını ve masalsı kahramanlarını büyükleriyle uzlaşmak adına yitirir. Çünkü ancak o zaman onların dünyasında kabul görür ve onaylanır, çocuk için büyümek kendinden vazgeçmektir.

Belki de bu yüzden tatil köylerinin oyun ve fanteziye yönelik kurgusunu severiz ya da yetişkinliğimizde çocuk yanlarımız ortaya çıktığında mutlu oluruz. Hatta "Ben biraz çocuğum ve bu yanımı kaybetmek istemiyorum"söylemlerini birçok kez duyarız.

Film "Redd" grubunun söylediği "Prensesin Uykusu" şarkısından esinlenerek yapılmış. Muhtemelen bu şarkının esin kaynağı da "Yuz Yıl Uyuyan Prenses" masalı olsa gerek. Benim küçükken biraz içimi sıkan bir masaldı bu. Prensesin O kadar uzun süre uykuda kalmasından hoşlanmamıştım. Kendimi bildim bileli uzun süreli uykuları sevmediğim için belki de. "Murathan Mungan" a da esin kaynağı olmuş bu masal ve "Masal" isimli yazısında "Yüz Yıl Uyuyan Prenses" masalını farklı bir şekilde kurgulamış.

"Mungan" ın yazdığı "Masal" da, "Prens" "Prenses" i öpmekte tereddüt eder çünkü; "Paylaşmaya, tartışmaya, özveriye, anlayışa gereksinen iki kişilik ilişkiyi göğüsleyebilir, götürebilir miydi?" ve "Aradan yüzyıl geçtikten sonra hiçbir uyanış mutlu olamazdı" "Sonra kararını verdi: Aradan yüzyıl geçse de uyandırmayacaktı onu".

Oysa filmdeki küçük kızı uyandıracak "Prens" ise bunun tersine davranır; "Aziz" karakteri inanıyor sevginin gücüne ve farkında sorumluluk gerektirdiğinin. Bize mucizeleri veya mutlu sonları sadece masallarda değil istersek kendi yaşamlarımızda da oldurabileceğimizi, gerçekten bunun içimizde güç olarak bulunduğunu ama mutlaka yola çıkmak ve kesinlikle emek harcamak gerektiğini gösteriyor ve bu duygu yönetmenin maharetiyle perdeden size geçiveriyor.

Öte yandan filmde, insanın en temel kaygılarından biri olan "ölüme" meydan okuma temasını da gözardı etmemek gerek. Yönetmenin kendi bilinçdışından perdeye yansıyan ölüm kaygısı, yüzleşmemiz gereken en önemli varoluş basamaklarından biridir ve bunu yapmadan hayatın anlamını kavramak, bulunduğun ana kendini bırakmak, üretken bir hayatı yaşamak mümkün değildir.

Filmde rejisör karakterindeki "Kahraman Bey" in hem ölümü kararlılıkla isteyip hem de "Ama yalnız ölmek çok zor, hani birisi olunca yanında daha kolay olur" sözleri, "Aziz" in hayalet kadınla dalga geçmesi ve ölümü isteyen "Kahraman Bey" in tam da ilaçdan zehirlenip ölüme yaklaştığında dehşete kapılması ve filmin sonunda ölümün altedilmesi yüzeyin hemen altında uğuldayan acıyı aşma çabası gibi görünmektedir.

Bu filmde "ölüm" sadece kötüler içindir, tıpkı masallardaki gibi ve "Aziz" in filmin bir yerinde ölümden korkmadığına dair ettiği sözler, ünlü aktör ve yönetmen "Woody Allen" in söylediği cümleyi getirir insanın aklına; "Ölümden korkmuyorum, sadece geldiği zaman orada olmak istemiyorum"...

Yazının devamı...

Bağımlı Kişilikler

insanoğlu tam bir bağımlılık durumunda doğar. Daha ceninken göbek bağıyla anneye bağlıdır. Dünyaya geldiğinde bu bağ koparılsa da hiçbir zaman kendisini dünyanın "göbeğine" fırlatan anneden tam anlamıyla bir ayrılma yaşayamaz. Her insanda bir ölçüde bağımlılığın izlerine rastlanması doğaldır. Ancak bazı kişilerde bu eğilim aşırıya kaçarak kişi için olumsuz sonuçlar doğurur. En çok da aşka düştüğünde gösterir kendini. Sürekli bölünen uykular, yürekte kuş kanadı çırpınmalar, yakıcı sorular-sorgulamalar, endişeler, kaygılar.. İlişkisinin bozulma endişesidir bu. Çünkü "yalnızlık" "Yok olma" yla eşdeğerdir. Bağımlı kişiliğin daha baştan "Ben sevilecek biri değilim ki" düşüncesiyle başlayıp, "Benden sıkılacak" şeklindeki iç sesini artırarak, "Beni terkedecek" noktasına gelen kehanetleri bir süre sonra "Kendini doğrulayan kehanete dönüşüverir". Peki ne oluyor da kişi bir başkasının desteğine "bağımlı" bir şekilde yaşamak zorunda kalıyor? ve "yalnızlık" neden bu kadar dehşet duygusu uyandırıyor?

Sebebler çoğunlukla erken döneme götürür bizi; çocuğun aşkı almaya yöneliktir. İhtiyaçları doyurulduğu sürece bakıcılarını tanır. Bazı kişiler yanlış anne- baba tutumu nedeniyle bu dönemde fikse(saplanma) olur.. Tıpkı bir çocuk gibi, bu kimselerin başkalarıyla olan ilişkilerinde tek istekleri o anki gereksinimlerinin doyumudur. "Ben nerede bitiyorum, öteki nerede başlıyor"u ayırdedemez. Kendi ihtiyaçları o kadar fazladır ki karşısındakinin realitesini göremez, ötekinin ihtiyaçlarına cevap veremez. Çevre onlar için benlik değerlerini düzenlemenin bir aracıdır.

Bir diğer neden aşırı koruyucu anne baba davranışıdır. Bu tip anne babalar çocuğunu "uçuramayan" ebeveynlerdir. Çocuğun ayrılma hamlelerine karşılık güven ve destek veremezler. Çocuk da güvenin sadece orada olduğunu öğrenir ve anne-babaya tutunur. Çocuk hazır olmadan, anne babayla yaşanan uzun ayrılıklar da sağlıklı ayrılma davranışının gelişmesini olumsuz etkiler.Bu gibi nedenler "Bağımlı kişilik' in habercisidir.

Bağımlı kişi nasıl davranır? "Ben" olmadan "biz" olmak mümkün değildir. Ben kimliği oluşmamış birisi genellikle yalnız kalmamak için ilişkiye girer. "Biz" duygusu yalnızlığına iyi gelir, kaygıdan kurtulur, ama kendini de yitirir. Bu nedenle tek kişiye odaklanan güçlü sevgiden sakının. Herşeyi dışarıda bırakarak bir kapsüle hapsedilmiş kendi kendisiyle beslenen bir ilişki kendi üzerine çökmeye mahkumdur.

Bağımlı kişiler bir ayrılık söz konusu olduğunda kendi varoluşlarına dair çok büyük bir tehdit hissederler ve bu nedenle karşı tarafı zorlayıcı bir takım davranışlarda bulunurlar; "Beni bırakamazsın", "Kendime zarar vereceğim" gibi suçluluk uyandırıcı söylemler ya da diğerini sürekli aramak, mesaj atmak ve görüşme talebinde bulunmak gibi rahatsız edici ve bunaltan davranışlar segilerler. Böyle bir sorunla gelen danışanlarımın yaşadıkları duyguyu "Kendimi bir HİÇ gibi hissediyorum, sanki yokmuşum gibi..Beni uyutun ve uyandırmayın, bu şekilde yaşayamam" şeklinde ifadeleri nasıl bir acı çektiklerini çok iyi anlatmaktadır.

Bağımlı kişiler yas tutamazlar. Sağlıklı yas tutmak kayıp yaşantısının ardından geriye çekilip kendi içine bakabilmek, ilişkiyi yeniden değerlendirmek, gözyaşları bir süre aksa da yalnız kalabilmek, sonra onu ayrı bir varlık olarak görüp gönderebilmektir. Halbuki diğer türlü, kaybın arkasından "çivi çivi söker" diye hemen yeni bir ilişkiye girmek, ikinci kişiyi yedeklemek veya varolduğunu hissetmek ve yaralarını sarmak için günübirlik cinsel ilişkiler yaşamak kişinin içindeki boşluğu ve çatışmayı daha da artıran, ileriye doğru gelişimini ketleyen davranışlardır.

Bağımlı kişiler aldığı kararlar ve işlerle ilgili sürekli başkalarının onayını isterler. Kendileri rahatsız olduğu halde hayır demekten çekinirler ve ilişkilerinde ödünleyicidirler. Sevilme ihtiyaçları çok fazladır, bu nedenle oldukça kibar ve saygılı davranırlar. Yakınlık kurmak için sürekli olarak başkalarının istek ve beğenilerini karşılayacak davranışlar sergilerler. Bir projeye başlayamazlar, tek başına sorumluluk alamazlar ve genelde ikinci adam rolündedirler.

Birçok edebiyat eserinde ve sinemada da bağımlı karakterlere fazlasıyla yer verilmiştir. Halit Ziya Uşaklıgil' in "Aşk-ı Memnu" adlı eserindeki "Bihter" karakteri de bağımlı kişiliğe iyi bir örnektir. Sinemada klasikler arasına giren "Tiffany' de Kahvaltı" filminde Audrey Hepburn' in oynadığı "Holly" karakteri, bağımlı olmanın tehlikesine inandığı için aşırı bir şekilde özerkliğini sergileyen birini canlandırır. Ancak bu aşırı özerk olma isteği de bir savunma biçimidir ve altta güçlü bir bağımlılık gereksinimi olduğunu gösterir. Zaten "Holly" karekterindekine benzer kişiler "bağımlılığın" diğer bir şeklini yaşarlar, yani "bağımlılık-bağımsızlık çatışmasını". Burada da bir uçdan ötekine sürekli bir salınım sözkonusudur.

Evet, "yakınlık" da "bağımsızlık" da bir kapasitedir veya ikisine birden "sevme kapasitesi" de diyebiliriz. Bağlı olmak ve bağlanmak bir ilişkide istenen özelliklerdir ve bağımlılıkdan farklı bir ilişki kurma biçimidir. Diğer bir kişinin benliğine katılmak, birlikte biz duygusu yaşayıp tekrar oradan çıkabilmek ve kendin olabilmek psikolojik sağlıklılığın göstergelerindendir. Bu nedenle yakınlaşmak ya da aşık olmak vurulmak değil, ayakta kalıp birlikteliğin keyfini çıkarmaktır. Gerçekten kaybettiğimizde de, bu deneyimlerle zenginleşip yeni birliktelikler için yola devam edebilmektir.

Sağlıklı ve doyumlu birliktelikler kişinin kendisi ile ilişkisi iyi ise mümkündür. Bunun için kişisel gelişiminize yatırım yapmaktan vazgeçmeyin...

Yazının devamı...

Aslında Kadın Ne İster?

Hangi yaş grubunda olursa olsun, yakın çevrenizdeki erkeklerden duymuşsunuzdur; "Kadınlar çok karmaşık", "Kadınları anlamak mümkün değil" "Karım benden ne istiyor çözemedim" "Bana niye kızgın anlamadım" türünden cümleleri. Kadınların erkeklerin kafasını karıştırdığını doğrulayan tezler ise Psikanalizin iki önemli isminden biri olan Freud'un kadına "Karanlik Kıta" ikinci isim Lacan'ın ise "Kadın bilinemez, belirlenemez" demesidir. Belli ki konunun üstadları da çok kafa yormuş kadını anlamaya. Kaldı ki Atatürk gibi bir şahsiyetin "Nice savaşlar yönettim ama bir kadını yönetemedim." demesi de oldukça çarpıcı değil mi?"Karanlık Kıta" da yolumuzu bulmak çok zor anlaşılan..Bununla birlikte yukarıda ismini verdiğim iki ustadan da esinlenerek aşagıda yazdıklarım size de tanıdık gelebilir diye düşünüyorum.

Kadın, bir erkeğin en özel kadını olmak ister. Bunun en iyi açıklaması çok eşli ilişki yaşayan erkekleri daha cazip bulmalarında görülür. Cazip bulmalarının nedeni böyle erkekleri beğendikleri için değildir. Kadınlar şuna inanır; "Ben onu değiştirebilirim, ben onun için özelim, diğer kadınlardan farklıyım". Çapkın erkeklerin peşinden koşmaları ve bu tür bir ilişki içinde sıkıntı yaşadıkları halde daha fazla zaman geçirmeleri bundandır. Ünlü ingiliz kadın yazar Jane austen'in "Aşk ve Gurur" kitabından uyarlanan filmin bir sahnesindeki verilen bir davette kendisine yaklaşan soylu ve zengin erkeğe başını kaldırıp şunu söylemesi ilginçtir; "Niye beni seçtiğini biliyorum, çünkü ben salondaki diğer kadınlardan farklıyım".

Kadın, erkeğin anladığının aksine, arzusunun tamamen tatmin edilmesini istemez. Tanıştığı ilk zamanlarda cinsellikle ilgili şeyler konuşabilir. Eğer erkek bunu seks istiyor diye algılarsa sonuç fiyasko olur. Hemen yaşanan bir cinsellik kadının korumaya çalıştığı "arzu"ya terstir. Böyle davranan erkeklerle yaşanan yakınlaşmanın hızlıca bitmesi de bundandır.

Kadın, ilişki istediği için "kesintiz" bir süreci yaşamaya endekslenir ve erkeğin beyniyle yapacağı dansa odaklanır. Oyun arkadaşıdır aradığı ve arzusunu her daim korumak için dolanmak ister ilişkinin labirentlerinde. Cinselliği hemen önüne koyup tatmin edilmek istendiğinde ise oyun biter. Kadınların evlendikten sonra eşlerinin yoğun seks yapma talebine karşı isteksiz olmaları ve fıkralara konu olan "Başım ağrıyor" bahanesi bu durumu anlatmıyor mu? Çünkü ünlü psikanalist Rollo May' in de söylediği gibi "Ne kadar çok seks, o kadar az zevk" dir.

Bana gelen kadın danışanlarımın, tanıştıkları erkeklerin kendilerine artık ikinci bile değil, ilk gün cinsel odaklı yakınlaşmalarına verdikleri tepki, hayal kırıklığı ve kaçış öykülerinin sayısının da oldukça fazla olduğunu söyleyebilirim.

Erkekler ,seksi kadın bedeninin herhangi bir bölümüne odaklanıp (fetişize edip) yaşayabilirken, kadın erkeğin arzusuna odaklanır yani erkeğin kendisine duyduğu arzunun peşindedir. Aşka düştüğünde, romantik karmaşanın içinde kaybolması da bundandır.

"Eski tarihli olmasına rağmen yapılan bir araştırmada masturbasyonun kadındaki yeri erkekteki yerinden farklıdır. Erkek bir kadınla kurulan bir tür cinsel ilişki imgesiyle birleşir. Bu bir cinsel haz imgesidir. Fakat bir kadının imgesi şöyledir: Kocasından kendisiyle yatmasını ister. Adam reddedip başka bir kadın için onu terkeder. Kadının yeri kaybolmaktır; cinsel sahneden çıkmak. Kadın burada kendi çekilişine erotik bir değer katıyor "( Darian Leader).

Ahmet Altan bir kitabında "Kadınlar sorularıyla, erkekler cevaplarıyla sıkıcıdır." der. Kadının hep sorduğu ""Beni seviyor musun?" sorusuna erkeğin verdiği "seviyorum" cevabı hiçbir zaman yeterli gelmeyecektir. Çünkü kadın "Peki neyimi seviyorsun" sorusuna da verilen cevaptan sonra soruları "başka", "daha başka" şeklinde devam edecektir. Aslında hiçbir zaman cevabı tam olarak istememektedir.

Sokakta yürüyen iki sevgiliye rastlayan kadının ilgisi erkekten çok yanındaki kadınadır. Acaba bu adam yanındaki kadında ne bulmuştur? Bu kadında benden farklı-fazla olan şey nedir? Böylece erkeğin diğer kadına arzusunun neler olduğuna ulaşmaya çalışır. Erkeğin ilgisi ise diğer erkeğin yanındaki kadının güzel mi?, seksi mi? olduğuna ilişkindir.

Kadın başka çiflerin bulunduğu ortamlarda erkeğin kendisiyle daha fazla ilgilenmesini ister. Başkalarının buna tanıklık etmesinden ve diğer kadınlara kocasının kendisini ne kadar çok ve nasıl sevdiğini göstermekten hoşlanır.

Kadın pornografi seyretmez, hatta "iğrenç" bulur. Tamamen erkek fantezilerinin ürünü olan kurgular kadın için uyarıcı değildir. Pornografide herşey ortadır ve kadının kendi kurguladığı hikayelerin içine otutacağı birşey değildir. Zaten erkeğin de uyarılma eşiğini yükselten giderek daha sapkın porno filmleri izlemesi de ayrıca düşündürücüdür. Çünkü porno bir süre izlendikten sonra insanın içini bayıltan boğucu bir duygu yaratir. Yurtdışındaki "canlı seks" gösterilerinin yapaylığı ve sıkıcığı karşısında seyircilerin komiklik yapmaya başladıkları, kasvetli ortamı dağıtacak gülünç sesler çıkarttıkları ve oyuncuların da buna katıldığı sahneler ironiktir.

Kadın erkekle konuşmak ister. Bu yüzden erkek "Niye artık seks yapmıyoruz?" diye sorarken kadın "Niye artık konuşamıyoruz?" diye sorar.

Kadın hangi eğitim düzeyinde olursa olsun erkekten, fazla parası olmasından çok sorumluluk sahibi ve yaptığı işde başarılı biri olmasını ister. Erkeğe yüklediği en belirgin özellik budur. Haz düşkünü ve yaptığı işi ciddiye almayan erkekten asla hoşlanmaz.

Kadın kadınsı özelliklerinin daima aynalanmasını ister. Cinsel çekiciliği ve dişi tarafı erkeğin her zaman görme alanı içinde olmalıdır.

En Önemlisi, "Yok sayılmak" ve "Görmezden gelinmek" kadın için "Zurnanın zırt dediği yer." dir. Hiçbir kadın bu duruma tahammül edemez, yok sayıldığında cansızlaşır ve kurur. Ne yazık ki bu durum kadın için ilişkinin bittiği noktadır. Görülmediğinde, onaylanmadığında ve yaptığı iyi şeyler farkedilmediğinde kadının gidişini, kendi terapi çalışmalarımdan da biliyorum ki döndürmenin yolu yoktur. Bu yüzden bir erkek bir kadını asla "Yok saymamalı" dır.

Elbette genel hatlarıyla verdiğim kadına dair bu bilgiler daha da açilarak çok şey söylenebilir. Ama yerimizin darlığı simdilik buna izin vermiyor.

Kadını ve erkeği daha çok anlamamız için, daha çok özen göstermemiz dileklerimle...

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.