SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

"İnsan ayrılırken fırlatmalı şapkasını denize"

Bir kentin veya yerleşim yerinin cinsiyeti olur mu? Yaşadığınız yeri cinsiyet açısından tanımlasanız, "dişi" ya da "erkek" hangisine benzetirdiniz? Mehmet Ali kılıçbay, "şehirler ve kentler" adlı kitabında "dişi" görünümlü olanları şehir, "erkek" görünümlü olanları "kent" olarak adlandırmış. Kılıçbay; dişi şehirlerin tasarımlarının, süslemelerinin kadının güzelleşme faaliyetlerinin benzeri olduğunu belirtmiş..

Yazının başlığı, İngeborg Bachmann' ın "Ada şarkıları' ndan" şiirinden. Ada' lar için ne söylenebilir acaba? Yerleşim yeri olmuş Ada' lar arasında benim gördüklerim "dişi" tanımına uyuyor daha çok. Siz de bir düşünün ada evlerini, sokaklarını gözünüzün önüne ne geliyor? En az yüz yıllık daracık arnavut kaldırımı sokakları, taş evleri, evlerin kapıları, kapı tokmaklarındaki kadın figürleri, çiçekleri ve değirmenleri ile "Cunda adası" da dişi payesini fazlasıyla hakediyor.

Cunda' ya Girit ve Midilli' den gelip yerleşenlerin kültürel mirasının, yeme-içme konusunda da lezzet şenliği sunduğu gidenleriniz tarafından mutlaka bilinir. Zaten Cunda, o güzergahta giden yolcuların da uğrak yeridir. Denizin kenarında yer kapabilmişseniz; bol oksijen, tatlı tatlı esen rüzgar, envai çeşit meze ve balığın en tazesini söyler, demlenmeye gece boyu devam edersiniz.

Cunda' da 4-5 saat uykuyla yine çivi gibi kalkar, martılar ve balıklarla kahvaltının en güzelini de yaparsınız. Ada' nın "ölüsü, delisi,bir de kedisi" meşhur diyorlar ama ben sadece kedileri ile haşır neşir oldum. İnanılmaz sokulgan ve evcilleşmiş onlarca kedi, nereye gitseniz size eşlik ediyorlar.

"Pateriça ve Ortunç koylarında yüzmeden gelmeyin derim. Ama eğer en azından 4-5 kişiyseniz sadece sizin oldugunuz küçük teknelerden kiralayıp, o gürültülü teknelerin uğramadığı koylara gitme şansınızı kullanmayı şiddetle öneririm.

Tarihi değeri olan teknesiyle ve "ada filozofu" diyebileceğim şahsına münhasır halleriyle "Aytaç kaptan" gerçekten de "Hayat
üniversitesini" bitirmiş. Hazırladığı çok lezzetli hafif yemeğimizi yerken, "İnsanları karpuz gibi seçeceksin, işiten kulağın gören gözün olacak, anlatıyosun anlatıyosun anlamıyorsa, bırakacaksın gidecek." diyor. Hayat hikayesini dinleyince, derinliğinin sebebini anlıyorsunuz. Eee.. ne de olsa bir süredir de teknede yaşıyormuş, deniz insana çok şey öğretir; "Eskiden balık avlardım ama şimdilerde kefal ya da başka balıklarla telepati oldu aramızda, sabahları kuyruklarını tekneye vurup uyandırıyorlar beni, artık kıyamıyorum onları avlamaya." deyince "İncelmek böyle birşey işte." diyorsun içinden. O da zaten; "Birşeyleri kaybedip dışına çıktığında, daha iyi anlıyorsun kendini de olan biteni de." diyor. Ben de "Haybeden yaşamamışsın be kaptan..." diyorum kendisine.

Ada' da tanımaya değer başka sahsiyetler de var, eğer bir süre konakladıysanız Cunda' da, yolunuz mutlaka kesişir onlarla da.. "Garson İdris" benim tanıdığım en ilginç adamlardan birisi. Kendi işini en iyi şekilde yapıp, hiçbir ayrıntıyı atlamayan İdris; sahneye çıkıp "Odam kireçtir benimdir." i öyle bir söylüyor ki şaşkınlığınız geçmeden, başlıyor "mastika" oynamaya ama ne oynama! teşekkürler İdris...

İşletmeci İsmail bey, eğlence mekanına kendi kalitesini katmış. İsterseniz gecenin ilerleyen saatlerinden, sabahın ilk ışıklarına kadar müzik ve eğlenceye kendinizi bırakabilirsiniz. Aynı zamanda sporcu geçmişi de olan İsmail bey, yılların işletme deneyimini, bizzat eli üzerinde olarak mekanında gösteriyor.

Ada' da mutlaka rastlayacağınız 10-11 yaşlarındaki bazı geceler badem, bazı geceler anahtarlık satan sarışın , çok uyanık küçük oğlan çocuğundan söz etmeden geçemeyeceğim. "Büyüyünce pazarlamacı olucam." diyen çocuk, iki ada kızını, bizim grupdaki arkadaşlardan birini "Bu Gökhan Özen diye kandırıp resim çektirtti. Hem de arkalarından kıs kıs gülerek. Biraz konuştuğunuzda zekasına hayran bırakıyor.

En zoru, tatilin sonu! Bachmann, şiirin devamında "Kurduğu sofrayı sevgilisine, devirmeli denize ve gitmeli saçları uçuşarak rüzgarda..." diyor. Biz de onu dinliyor ve dönüş yoluna doğru gidiyoruz.

İsterseniz sahil tarafına inip insana karışabileceğiniz, isterseniz arka sokaklarında kaybolup kendinizi dinleyebileceğiniz, sakızlı kurabiyesi ve limonatasıyla serinleyebileceğiniz, bir de günün sonunda yorgunluğunuzu alacak dibek kahvenizi içebileceğiniz bir yerden dönmek hüzünlendirir mi? Siz ne dersiniz? Başka yaşanacakları, hayal gücünüze bırakıyorum...

Yazının devamı...

Babaya aşık kızlar

Birliktelik ve evlilikde, erkek ve kadın arasındaki yaş farkının, uçurum sayılacak kadar büyük olmasını; "Nasıl yani?" diyerek şaşkınlıkla karşılayanlara, bu işin psikodinamik doğasından bahsetmek istedim.

Sosyal medyada haberlerini okuduğumuz veya yaşadığımız çevrede tanık olduğumuz, yaşı oldukça büyük erkeklerin, yirmili yaşlardaki kızlarla niye evlendiklerini az çok tahmin edebilirsiniz, burada bu konuya çok değinmeyeceğim. Peki kız çocukları için durum ne?

Küçük kız çocuğunun cinsel gelişim süreci, erkeğinkinden çok farklıdır. Erkek çocuğunun penisinden gurur duyması ve eril cinselliğinin toplumsal olarak destek bulan "Aleni teşhiri" nin aksine, kız çocuğun dişil cinsel gelişme yolu, tek başına ve daha gizli geçilir. Dişil cinselliğin gelişim süreci bu nedenle, daha büyük bir cesaret ister.

Yani erkek çocuğun ilk erotik nesnesi anne, kız çocuğunki ise anneye rağmen hatta -babasına karşı rakip gördüğü anneye rağmen- anneyi bırakıp babaya yönelmesi durumundan bahsediyoruz.

İlk erotik nesnesini; anneye sırtını dönüp babaya yönelerek yaşayan kız çocuğu, bu işi daha kesin ve yalnız başına yaptığı için, karşı cinse bağlılık açısından da yetişkin bir kadının, yetişkin erkeğe göre daha büyük cesareti ve kapasitesi vardır. Tekrar ediyorum; erkek cinselliği hem anne hem baba tarafından açıkca onaylanmaktadır, bu nedenle süreçde yalnız değildir.

Oğlan çocuğu, ilk aşk nesnesi anneyi değiştirmek zorunda kalmadığı için, ilelebet "ideal anne" arayışını sürdürürür. Kadınlarla ilişkilerinde bu nedenle korku ve çatışmalar canlanmaya yatkındır; bu da onları derin bir bağlanmadan kaçışa sevk eder.

Burada Freud' un; "Bir erkek ve bir kadın yatağa girdiğinde, en az dört kişi vardır." sözünü bir hatırlayalım. En az dört kişi!

Gelelim kız çocuklarının ilişkilerindeki baba aktarımına;

İlk nesnesi olan annesini terk etmiş olan kadınlar, onlarla "babaya özgü" ilişki kurmaya gönüllü bir erkeğe kendilerini daha kolay adayabilirler ancak; kendine anne arayan yaşıtları olan genç adamlarda bulamadıklarını, kendilerine baba olacaklarını sandıkları babası yaşındaki adamlarda bulmayı umabilirler, fakat bu adamların da kendilerine anne aradığı olasılığı hiç de az değildir. Böyle olduğunda bu küçük kızların; bu adamların nasıl annesi olacakları konusu ise trajikomiktir.

Yaşı oldukça kemale ermiş bu erkeklerin ise; bu küçük kızlara "Anneyi eğlendiren küçük erkek çocuk; Don Juan" olabilmeleri konusu da vardır. "Hoppa erkek çocuk; Don Juan" olmak da o yaşta zorlar mı? Bilemedim!


Yararlanılan kaynak:

Kernberg, O.F. (2003). Aşk İlişkileri Normallik ve Patoloji. çev. Yılmaz, A. Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Yazının devamı...

Narsisistik aşk

Aşık olma kapasitesi, kadın ve erkek beraberliğinin olmazsa olmaz unsurudur. Bir kadın ve bir erkek aşkı sözkonusu olduğunda, ilişki derinleşemiyorsa taraflardan birinin veya her ikisinin narsisistik özelliklerinin ön planda olduğu düşünülmelidir.

Mitolojide, Narkisos(narcissus) su perilerinin gözdesi genç bir adamdır. Ona çok aşık olan su perisi Eko, bir gün ona yaklaşır ve Narkisos tarafından reddedilir. Buna çok üzülen Eko, geride yalnızca yankılanan sesini bırakarak yok olur gider. Diğer su perileri Narkisos' un cezalandırılmasını isterler ve tanrılar, Narkisos'un da karşılıksız bir aşk yaşayarak cezalandırılmasına karar verirler. Narkisos, bir gün dağdaki bir su birikintisinde kendi yansımasını görür ve buna aşık olur. Elini değdiğinde bir türlü ulaşamadığı gölgesine dalıp gider ve en sonunda suya düşerek boğulur.

Mitolojiden yola çıkarak psikiyatride "narsisizm" başliğı altında, çeşitli alt gruplarda da isimlendirerek bir tanı kategorisi oluşturulmuştur. Bizim konumuz ise "narsisistik aşktır". İlişki içinde kendisini yalnız ve değersiz hisseden kişilerin, bu özelliği tanıyıp ona göre karar vermeleri, doyumlu ve mutlu bir birliktelik yaşayabilmeleri için oldukça önemlidir.

Narsisistik kişilik, öteki ile kurduğu ilişkide "sen" e yatırım yapamayan, libidinal(cinsel,yaşam) enerjiyi kendisinden karşısındakine akıtamayan kişilerdir. Bu kişilerin birçoğu aşık olamazlar. Rastgele cinsel ilişkilere girerler, sanki aşıkmış gibi görünürler ama aslında değildirler.

Başka kişiler tarafından çekici ve değerli bulunan kişilere daha çok cinsel heyecan duyar. Bu aşk gibi görünse de geçici bir hevestir. Çünkü heyecan duyduğu kişiyi ele geçirdikten sonra, "fetih" ihtiyacını doyurur. Sonrasında arzuladığı bu kişiyi hızla değersizleştirme süreci işler ve hem cinsel heyecan hem de kişisel ilgi hızla ortadan kalkar.

Cinsel heyecan duyar ve orgazm olur ama bir aşk nesnesine yatırım yapamaz. Cinsel eylem sırasında daha çok yatakta seyirci konumunda olabilir. Tam anlamıyla cinsel deneyime kendini kaptırması genellikle zordur. Bu nedenlerle çeşitli düzeylerde sapkın cinsel fantazileri vardır.

Narsisistik kişilerde, karşı cinsi idealleştirme salt cinsel bir ilgiden ibarettir. Ötekine ilgi cinsel alanla sınırlı kalmıştır. Derinlemesine bir ilişki kapasitesi gelişmemiştir.

Arzu duyduğu ve beraber olduğu kişinin, kendisini sahiplenip sömüreceği korkusunu çok yoğun bir biçimde yaşar. Narsisiste göre, bütün ilişkiler "sömürenlerle sömürülenler" arasında yaşanır ve "özgürlük" bundan kaçışın tek yoludur. Zaten aşkın nesnesi olan kişi de kendi ego ihtiyaçlarının giderilmesine yönelik bir araçtır. Yolunun üzerinde deposuna benzin doldurduğu istasyonlardan biridir; sadece istasyon.

Narsisistik kişiler geçici olarak birlikte oldukları kişiyi, sonrasında "küçük görerek" değersizleştirip uzaklaşırlar. Bu aslında kendi bilinçdışındaki kadına karşı kıskançlık ve öfkenin yansıtılmasıdır. Erken dönemde anneye duyulan aşk-nefret ilişkisinin sağlıklı olarak bütünleştirilememesidir.Böylece ilişkiye girdiği kişiyi yıkıcı bir şekilde yok etme isteğinin verdiği kaygıdan; o kişiyi değersizleştirerek kaçıp kurtulmaya çalışır.

Bu kişilerin henüz "fethedilmemiş" kadınlarla birleşme fantazileri vardır. Hayran olunmaya muhtaçtır, bütün ilişkilerini bu ihtiyaç üzerinden kurar.

Karşısındakinin verdiği şeylere şükran duymaz. Kendisinden beklentiye girilmesinden de hoşlanmaz. Benmerkezci bir talepkarlık vardır.Talepler karşılanmadığında ise öfke biriktirir.

Sadistik, mazoşistik ve yıkıcı narsizm tipleri vardır. Aşk ilşkisinde de bunların yansımaları görülür.

Yani, narsisistin aşkı "ben ve ben" ilişkisidir. Kurduğu ilişkiler, sık sık sönmeye mahkum olan egosunu şişirmeye yöneliktir. Bunun karşısında "Niye bana vermiyorsun?, Niye beni görmüyorsun?" demek sadece havanda su dövmektir!

Gidene "yas" tutmaz çünkü hiçbir yatırımı yoktur hatta bununla da övünür. Hemen diğerine geçiş yapar ama o da "Ayna ayna söyle bana kim en güzel güzel ve güçlü bu dünyada?" sorusuna alacağı iyi cevaplar için. Ta ki ayna; "Senden başka da güzel ve güçlü var biraz ötede" diyene kadar. Sonrası mı? Bu başka bir yazının konusu olacak kadar uzun...

Yararlanılan kaynak:

Kernberg, O.F. (2003). Aşk İlişkileri Normallik ve Patoloji. çev. Yılmaz, A. Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Yazının devamı...

Sevişen beyin

Kadın ve erkeğin, yani insanın varoluşunun en temel gerçeği ne? Üremenin gerisinde, biyolojinin açıkladığı dürtüsel yönelimin dışında neler olmaktadır?

İnsanın binlerce yıl süren biyolojik, antropolojik ve kültürel yolculuğunun karmaşık ve son derece ilgi uyandıran hikayesinin kökeninde ne yatmaktadır?

Geoffrey Miller' in "Sevişen Beyin" isimli kitabı NTV yayınları' ndan geçen yıl ingilizceden çevirilerek okuyucuya sunuldu. Boğaziçi Üniversitesi' nin çok değerli hocalarından; M. Asım Karaömerlioğlu tarafından, son derece temiz bir türkçe ile ve belli ki büyük emek harcanarak çevrilmiş.

Kadın erkek ilişkisinde, seksüel seçilim ve seksüel tercihlerin evrimsel süreçde nasıl oluştuğunu enine boyuna tüm detaylarıyla ele alan kitabın sayfaları arasında, dudağınızda gülümseme ve zihninizde şaşkınlıkla ilerlerken, sonunda; Niye yaşarken tüm motivasyonlarımızın kadın erkek ilişkisi üzerinden oluştuğuna dair geniş bir anlayış kazanarak kitabı bitiriyorsunuz.

Kitapta seksüel tercih; "Bazı seksüel partnerlerin diğerlerine göre tercih edilmesi." olarak açıklanıyor. Bu seksüel seçilimin de "evrimin itici gücü" olduğu söyleniyor.

Yazar, "Seksüel tercihin algısal, bilişsel, duygusal ya da sosyal kriterleri" ni bana göre güvenirliği yüksek kanıtlar göstererek açıklamaya çalışıyor, yani cinsel tercihin insan zihninin evriminde önemli bir unsur olduğunu söylüyor.

Kur yapma sürecinde dişi ve erkeğin yaratıcı zekalarının örtüştüğü, iyi mizah yapan erkeği bir kadının çekici bulabilmesi için, ondaki ince zekayı anlayabilmesi, yani öteki erkeklere göre iyi mizah yapanı seçebilmesi gerekiyor. Bu durumda her iki cinsde de kurlaşma süreci karşılıklık ilkesiyle oluyor.

Kitapta, "Her iki cinsiyet de uzun süreli eş ararken çok seçicidir, her ikisi de seksüel statü için rekabet ederler, her ikisi de çekiciliklerini ve zekalarını sergilemek için çaba gösterirler ve her ikisi de romantik aşkın sevincini ve kalp kırıklığının çaresizliğini yaşarlar." deniyor.

Kadın ve erkek arasındaki cinsiyet farklarının en çok kısa süreli ilişkiler söz konusu olduğunda belirgin olduğu, kısa süreli ilişkiler olduğunda kadınların daha seçici davrandığı; mesela zekaya daha çok önem verdikleri, kadınlar arasındaki seksüel rekabetin daha çok erkekle yatmak üzerinden değil, en arzulanan erkekle uzun süreli ilişki kurmak üzerinden gerçekleştiği ifade ediliyor.

Yazar dilin, kur yapma sürecinde cinsiyetler arasında karşılıklı olarak geliştiğini ve daha karmaşık hale geldiğini, sanatın, edebiyatın ve insana dair pek çok ürünün, seksüel seçilimin bir sonucu olarak oluştuğunu çeşitli bilimsel çalışmalarla destekleyerek açıklıyor.

Atalarımızdan günümüze dek, pek çok alanda pek çok değişim olduğu kesin. Yazarın "Ancak cinsel reddedilme, kalp kırılması, kıskançlık ve cinsel rekabet hemen hemen hiç değişmeden varlığını sürdürüyor" saptamasına katılmamak mümkün mü?

Elbette son kertede en ilginç açıklama; ahlakın oluşumunun da, seksüel tercih üzerinden olduğu durumlarla ilgili olanı. Eş tercihine yönelik çalışmaların sürekli biçimde iyiliğin, cömertliğin, duygudaşlığın ve şefkatin çekiciliğini vurguladığı söyleniyor.

Kitap, kadın-erkek ilişkisinin doğasına dair pek çok şeyi söyleyen bir el kitabı niteliğinde.

Söz konusu olan insanı anlamak tabii ki. Kadın-erkek ilişkisinin cinsel yolculuğunu Freud, Nietzsche ve Kant gibi pek çok düşünür ve bilim adamının görüşlerine de yer vererek inceleyen kitapta, benim en çok etkilendiğim tema hangisi? derseniz;

Nietzsche "Erdem ancak güçlü ve sağlıklı olabilenlerin sergileyebileceği bir şey" demiş. Bununla ilgili "Bir baştan çıkarma durumu olarak erdem", "Bir kur yapma durumu olarak erdem" diye de sıralamış. Kitapta bunu doğrulayan birçok tez ileri sürülüyor.

Eğer insan soyu devam edecekse; önümüzdeki yüzyıllar boyunca, seksüel tercihin evriminde, "erdem" in önemi ve önceliği hiç kaybolmasın diyelim.


Miller, G. (2000). Sevişen Beyin. çev. Karaömerlioğlu, M.A. NtV yayınları, İstanbul, 2010.

Yazının devamı...

Erkek severse

"Gittin, "Sana ihtiyacım var, " dediğini hiç işitmedim.
Ama hiç "Sana ihtiyacım yok, " da demedin.  En çok seni sevmiştim diyorum sanma
Ölen her serçenin hesabını tutamam ki
..............."  Şair ve şarkıcı, efsane isim Leonard Cohen' in; Chelsea Hotel#2 isimli şarkısından dizeler bunlar. Bülent Somay' ın "Şarkı Okuma Kitabı" isimli kitabındaki kendi çevirisinden alıntı. Cohen; bu şarkıda Janis Joplin ile Newyork' taki Chelsea Otel' inde tanışıp, yine orada yaşadıkları gizli aşkı anlatır. Bir erkeğin, üstelik insana dair olanı, hem şiiriyle hem sesiyle en iyi ifade edenlerden birinin, bir kadının arkasından yazdıkları bunlar. Şiirin devamı var...  Bülent Somay kitabında, sevdiği şarkılarla kurduğu ilişkileri; kendisinin hayatla kurduğu ilişki üzerinden de giderek, çok güçlü analizler yaparak anlatmış.  Mesela; Oscar Wilde' in şiirinden esinlenerek; _"Her insan öldürür sevdiğini" (Ballad Of Reading Goal)_, Erkek aşkı niçin sevileni nesneleştirmeyi ve en sonunda da öldürmeyi içeriyor ille de? sorusunu soruyor. Sonra kendi cevabını da veriyor;  "Erkek canlı yaşayan bir sevgiliyi içermez, içine alamaz. Onu hem kendisi olarak bırakmayı, hem de kapsamayı beceremez. Erkek için sevilen bu yüzden hep dışında, hep her an kaybedilebilirdir. Onu elde etmenin tek yolu dondurmaktır. Sevgilinin kendi hayatiyetini ifade etmesi hep bir tehlike kaynağıdır. Bu ifadelere direnmek gerekir, yok saymak gerekir, izlerini bile silmek gerekir." diyor.  Sonunda, yok sayılan, söylediği herşey duvara çarpan sevgilinin, biraz daha nesneleştiğini ve sevgilinin de "özne" olabileceği umudunu kaybettiğini söylüyor. "İşte o zaman sevilen ya terke zorlanır ve ipi kendi çeker, ya da özne olmamayı kabullenir, bir natürmort olarak ikinci yaşamını sürdürür. İki halde de erkek sevdiğini şeyleştirmiş, öldürmüştür, iki halde de sevilen ölmüştür." diyor.  Bir erkeğin ağzından duyunca daha çok gerçeklik kazanıyor sanki. "Natürmort" hayatlar...İlişkilerde kendisini böyle hissedenler biz profesyonellere başvurduklarında; "mutsuzum", "Hayatın anlamı yok gibi.", "İçimden birşey yapmak gelmiyor." benzeri ifadeler kullanırlar. Benim gördüğüm ise "cansızlaşmış, adeta kurumuş benlikler" dir.  Biraz ilişkinin dışına çıktıklarında, kendi bireysel alanlarını oluşturduklarında, birden canlanırlar, güzelleşirler, gözlerine ışık gelir tekrar...  Psikanalist Otto F. Kernberg, "Aşık olunan kendisini hem girilebilir bir beden olarak hem de girilemez bir bilinç olarak sunar. Aşkın çelişkili bir doğası vardır. Bir yanda arzu, arzulanan nesneyi(kişiyi) yok ederek kendini gerçekleştirmek ister, öte yanda ise aşk bu kişinin yok edilemez ve ikame edilemez olduğunu keşfeder." diyor.  Öyleyse, sözü yine Bülent Somay' ın kitabından Oscar Wilde' ın "Herkes Sevdiğini Öldürür" şiirinden bir bölümle bitirelim. Ne de olsa en iyi şiir anlatır bizi...  "Her insan öldürür gene de sevdiğini
Bu böyle bilinsin herkes tarafından,
Kiminin ters bakışından gelir ölüm.
Kiminin iltifatından,
Korkağın öpücüğünden
Cesurun kılıcından
......
Gene de ölmez her insan"  ŞİİR OLSUN... 
Yararlanılan kaynaklar:  Somay, B.(2009). Şarkı Okuma Kitabı Ses ve sözle denemeler. Metis Yayınları, İstanbul.
Kernberg, O.F. (2003). Aşk İlişkileri Normallik ve Patoloji. çev. Yılmaz, A. Ayrıntı Yayınları, İstanbul.     

Yazının devamı...

Haydi oyuna bir iki...

Oyun, kuralları olan ama başlangıcı ve seyri kendiliğinden gelişen, dönüştürücü, eğlenceli, terapotik etkisi olan, keşif duygusunun eşlik ettiği, gerilimi ve kaygıyı azaltan, öğretici, dış dünyayı anlamaya ve uyum sağlamaya yardım eden, çocuk için travmatik olanın kendi kurgusuyla yeniden deneyimlendiği, yetişkin yaşama hazırlığı sağlayan, çocuğun düşlemlerini yaşayabildiği, eğlenceyi de içine alan deneyimler topluluğudur.

Çocuğun, rahatsız edilmekten tamamen kaçındığı, en özenli olduğu, bulunduğu zaman ve mekanın dışına çıktığı ve tamamen yaratıcı bir süreci yaşadığı anlardır oyun. Belirli yaş dilimlerinde oyunun biçimi ve ifade şekli değişse de, kanımca oyunun dışına çıkmak ancak ölümle olmaktadır.

"Hayat bir oyundur.", "Oyuna gelmek", "Bana oynama", "Beğenmedim oyununu", "Benimle oynar mısın?", "Oyun arkadaşı", "Çok oyuncu biri", "Oyuna katılmak", "Oyun kurmak", "Oyunu bozmak", "Oyunu kazanmak", "Oyunu kaybetmek", "Oyuna davet", "Seks oyunları", "Oyun çocuğu(playboy)", "Oyun alanı", "Oyuna devam" gibi belki yüzlerce biçimde oyunla ilişkimiz sözkonusu.

İktidara oynayanlar, tribünlere oynayanlar, oyunun içine hile katanlar, oyun oynarken mızıkçılık edenler, oyun edenler, iyi rol kesenler..; oyunun kirlenmiş halleri bunlar da.

"Talihin elinde oyuncak oldum", "Bana kaderimin bir oyunu mu bu?" diyerek tamamen teslimiyetçi bir duruşu da sergiliyor olabiliriz sahnede. Hayat da yanımızdan akıp gider böylece...

Çok değerli psikiyatrist arkadaşımın, bizzat kendisinin yaşadığı bir anekdotu paylaşmak isterim sizinle; birkaç ailenin biraraya geldiği bir ev oturmasında, ev sahibinin ve misafirlerin iki erkek, bir kız çocuğu da vardır. Kız çocuğun ailesi gecenin ilerleyen saatlerinde artık kalkmak istediklerini söylerler. Bu arada, oyun oynayan çocuklar kendi hallerindedir.

Küçük kız, anne babasının kalkacağını duyunca, iki erkek çocuğunun yanına gidip elini beline koyarak; "Son 10 dakika, kim oynayacaksa oynasın benimle?" der.

Bunu söyleyenin bir kız çocuk olması, zamane çocuğu olduğundan mıdır?, yoksa bu içtenlik ve cesaret çocuğun doğasından mıdır? durum ortada ama böylesine bir meydan okuma, talep etmedeki ince zeka ve çocuksu davetin içindeki flört inanılmaz hayranlık uyandırıcı.

"Son 10 dakika" ne büyük bir metafor taşıyor. Yaşı biraz ilerlemişler için de düşünebilirsiniz, hayatı felsefi anlamda öyle görüp, yaşamı zenginleştirme adına da düşünebilirsiniz. Her iki durumda da, "Son 10 dakika" nın vaatlerini bir düşünün!

Sırf kaybetmemek için, hiç bir oyuna girmeyenler de vardır. Bir danışanım, küçüklüğünde oyun oynarken çabuk sıkıldığını ve kuzenleriyle oynadığı oyunlardan, genellikle yarım bırakıp çıktığını anlattı bir seferinde. Kuzenleri kendisine "oyunbozan" derlermiş hatta. Konuştuğumuzda, bebekleriyle yalnız oynarken saatlerce oynadığını ama grup halindeki oyunlardan hemen sıkıldığını hatırladı. Danışanımın bana başvurma sebebi de çok istediği ve yeteneği olan bir bölüme hazırlık için bir türlü masa başına oturamamasıydı. Çalışıp da kazanamamasındansa, çalışmayıp kendisine "Zaten çalışmadım." demesi daha kabul edilebilirdi. Bu farkındalık ,kendine koyduğu engellere ışık tutacak değerde kuşkusuz...

Siz çocukken, saklambaç oyununu mu çok severdiniz? Ebelemece oyununu mu? Bir düşünün. Şimdilerde ilişkilerinizde "ebelediğiniz" de oluyordur mutlaka; karşınızdaki yakalanmış hissetse de. Saklanmaya devam edenlerdensiniz belki de...

En sevdiğiniz oyuncağınız hangisiydi peki? Bugün, evinizde hala bir köşede, görme alanınız içinde olan, bir oyuncak var mı? Benim hem ofisimde, hem evimde var; atlıkarınca. Oyuncak denir mi ona bilmiyorum ama ne zaman gözüm takılsa kıpır kıpır oluyor içim, çocukluğumda defalarca binmek istediğimden belki de; çocukken eğlendiğim zamanların en sembolik nesnesi... Geçen yıl bir yurtdışı seyahatimde, büyük bir meydandaki atlıkarıncaya, gecenin bir vaktinde, bu yaşımda binmişliğim vardır.

Yetişkin dönemde oynadığımız hayat oyununun, yine kuralları olduğunu bilerek oynamaktır yaşamak... "Oyun bitince şah da piyon da aynı kutuya girer" miş. Kutuya girmeden önce; "Oynar mısın benimle?" dediklerinizin, iyi bir oyun arkadaşı olup olmayacağı konusundaki seçiminizde sizin; sezgilerinize, yüreğinize, aklınıza epeyce iş düşüyor gibi. Tabii zar atmadaki hünerinizi saymazsak, şansınıza da...

Çocukluğumun ".......... papucu yarım, çık dışarıya oynayalım." tekerlemesiyle çağrıma katılan, çocukluk arkadaşlarıma sevgilerimle...

Yazının devamı...

Bahar ve sen

Bahar, bu sefer yanımızdan gözümüze baka baka, yan çizip, yüz vermeden çekip gitse de, Ömer Seyfettin' in öykü adı gibi "Bahar ve kelebek" yüklü bir yazı yazmak geliyor içimden. Bahar bizi coşturmadan, sıcakların kucağına atıverecek anlaşılan ama yine de içinizde gelmeyen bahara inat coşanlarınız varsa, ben de onlardanım.

Hava bulutlanıp bulutlanıp hevesimi kırmaya çalışsa da, azıcık güneşi gördüğümde yakalayıveriyorum onu.. Kapatırsa güneşi bulutlar, evimin hemen karşısındaki, bahçesi ve çitleri kırmızının en güzeline boyanmış gibi duran evi çevreleyen güllere bakıyorum. Evin sahibine binlerce şükran duygularımla...Ne güzel bakmış güllerine, ne keyifli bir bahçe yapmış kendine.

Benim penceredeki sardunyalarım, bu güllerin karşısında çok mütevazi kalsa da, her sabah onları seyretmeden evden çıkamıyorum.

Bahar bizi "Olsun ama nasılsa yaz gelecek." avuntusuna bırakmışken ve gelmeden de bugün itıbarıyla da (mayısın sonu) gitmiş sayılırken, ben niye taktım bahara?

Bir türlü gelmeyen bahar güneşi, azıcık kendini gösterdiğinde, hemen sırtını güneşe verip keyif çatan, çiçeklerini penceresine, balkonuna, bahçesine eken, bahar temizliğini yapan, sabah kuş seslerini duyarak uyanan, can eriğini görünce heyecanlanan, rüzgar esse de" Ama ılık esiyor" deyip yüzünü rüzgara tutan, dışarda cıvıl cıvıl kıyafetlerini güzelim bedenlerine giyip endam-ı arz edenlere bakıp keyiflenenlerdenseniz ne mutlu size...

Gerçekten bunların farkına varmakta zorlanan, keyfi kaçık, daha depresif hisseden kişilerden de olabilirsiniz.

Hiçbir mutluluk yoktur ki; bize dışarıdan gelsin. Yaşadığımız en kolay ya da en yoğun keyif ve mutluluk anları bizim onları anlamlandırma yani içimizden o ana bir anlam yükleme becerimizle ilgili bir durumdur.

Ben o anı duygularımla, düşüncelerimle anlamlı kılarım. Lezzetini, kokusunu, sesini, ışığını, demini, suyunu, havasını, toprağını ben hissederim; gözümle, kulağımla, tenimle, kalbimle...Ortaokuldayken, türkçe öğretmenimiz bir kompozisyon başlığı vermişti ; "Kurban olayım baktığını gören göze." diye. Kim söylemiş bilmiyorum ama ne kadar derin bir anlam taşıyor cümle, aklımda kalmış.

Hayatı yaşanılır ve anlamlı kılmak, tüm zorluklarına rağmen keyifli hale getirmek önce kendimiz, sonra sevdiklerimiz için önemli bir sorumluluktur.

Varoluşumuzun anlamını en ateşli şekilde sorgulayan düşünür; Jean-Paul Sartre, önce hayatın anlamsızlığına dikkatimizi çekmiş, istemediğimiz bir hayatın bize verildiğini ve bunun saçma olduğunu öne sürmüştür. Ama sonrasında, bunun kendisine seçme hakkı verdiğini düşünüp, benimsediği dünya görüşünü savunup, eserler üretmeye devam etmiş ve kendisi gibi edebiyat ve felsefe alanında önemli eserler vermiş Simone de Beauvoir ile, adından çok söz edilen bir aşk da yaşamıştır.

Aslında tadım yoksa, sıkkınsam, gerilmişsem eğer , ne çok şey var elimi uzattığımda beni kendime getirecek, rahatlatacak..Olabildiğince elbette.

Zor geçmiş bir günün ardından bir eşi, bir sevgiliyi veya bir dostu görmek ne kadar güzeldir. Bazen onların yanında çocuklaşabilir ve bize bakmalarını bekleyebiliriz. Bu geçici an yani oyun anı, bizi oyalar ve yumuşatır; hayatın zorluklarına tekrar girmeden önce. Hepimizin ihtiyacı yok mu kendimizi birisine bırakıvermeye. İzin verin kendinize bunun için!

Dostlar önemli tabii.. Dost kazanmalıyız, dost edinmek için emek harcamalıyız, hiç kolay iş değil çünkü. Anlam kaynaklarımızın başında onların geldiğini biliyorsunuz elbette. Edip Cansever' e kulak verelim bu konuda;

"Bendeki sevgiyle dizilmiş bütün sözcükler
Bendeki anlamla
Oysa bir geri çektim mi kendimi
Kodunsa bul aradığın sevgiyi"

"Koymak" lazım "bulmak" için.

Ve ne mutlu sevdiğine "bahar kokulum" diyen adama, çocuğuna "Bahar" ismi koyan anne-babaya, "Ben her bahar aşık olurum." diyen şaire, "Beni bu havalar mahvetti." diyerek suçu bahara atan Orhan Veli' ye... En çok da, ikinci baharını yaşayabilenlere...

Yazının devamı...

Çok yaşa sen Sezen Aksu

Geçen gün tesadüfen kanallar arasında gezinirken bir televizyon kanalının müzik ödüllerine rastladım. Farklı bir formatta sunumları vardı, kanalı geçemedim, takıldım kaldım. Derken, sahnede birden Sezen Aksu belirdi. 90'ların başıydı sanırım hit olmuş şarkısı "Hadi Bakalım Kolay Gelsin" şarkısıyla başladı, arkasından Levent Yüksel, Sertap Erener ve Aşkın Nur Yengi aynı döneme denk gelen şarkılarıyla eşlik ettiler Sezen'e.. Ve yine "Hadi Bakalım" ile bitirdiler.

Çocukları sayılır bu isimler Sezen'in. Onun şarkılarıyla tanıdık bu muhteşem sesleri de. Kısaydı sahnedeki programları fakat eminim, benim gibi birçok kişiyi sürükledi gitti biryerlere...

Sezen Aksu, Uzay Heparı hayatını kaybettiğinde bir ilan vermişti gazeteye; "Yanlışlıkla yeryüzüne düşmüş bir yıldızsın." diye. Hiç unutmadım bu sözü. Ben aynı şeyi, Sezen Aksu için de düşündüm onu çeşitli kereler dinlediğimde.

Allah uzun ömür versin, dünya seninle daha bir güzel Sezen Aksu. Kadın oluşun, ozan oluşun, filozof oluşun yani insan oluşun hep etkiledi beni ve birçok kişiyi.

Sahnede hayatın kendisi gibisin, bu kadar derinlerde kaybolmadan gezensin.

Ikınıp da çıkaramadığımız duygularımızı ezberlerimize yerleştiren de sensin, anadan doğma yeteneklerini gözümüze sokmadan bütün zerafetinle ifade eden de.

Senin sohbetini seyrek de olsa bir yerlerde dinlediğimde, kulak kesilirim kaçırmamak için.

Senin öfkenin de zerafeti olduğunu, seni kızdıran birine cevaben yazdığın yazıda görmüştüm. Ne kadar etkilendiğimi hatırlıyorum.

Hoşgörüyü de en olurundan tarif ettin, işaret ettin...Anlamadılar, sessizlikle cevap verdin.

Sevgiye ve ilgiye ihtiyacın olduğunu gösterirken bile, ne kadar kendinle barışıksın.

Ne kadar karizmatiksin... Hiçbir zorlama olmaksızın, tahakkümün altına girmek geliyor insanın içinden.

Acıyla kurduğun ilişkiyi de gördük; sevdiklerini kaybedince.

Bir gün öyle denk gelse de saatlerce konuşsan, ben hiç bölmeden dinlesem seni...(Bencilce ama öyle bir dileğim var.)

Bizleri heyecanlandırıyorsun ve baştan çıkarıyorsun ya da benim gibi düşünenleri diyeyim.

Hikayelerini şarkılarınla bize anlattın, aslında hikayelerimizi anlattın. Seni ve onları çok sahiplendik. Ben bütün şarkılarını severim.

Türküyü de çok iyi yorumladın... Elini attığın ne varsa güzelleşti.

Şarkıların aynı zamanda macera vaat etti; her yaz başlangıcında bize.

Yereli de, evrensel olmayı da çok iyi anlattın.

Mizahı da kattın hayatın içine...

Üretmeye doymadın!

Gücün, mıknatıs gibi çeken kişilik özelliklerinden kaynaklanıyor.

Ben yeterince izah edemiyorum, anlatamıyorum seni biliyorum.

Ve canlı, enerjik, farkındalık dolu hallerini çok sevdik.

Hissettirdiklerin için teşekkürler.

Çok yakınımızdasın, iyi ki varsın... Çok yaşa ama mutlaka sağlıklı yaşa...

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.