SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Balkonsuz ruhlar

İyi bir üniversitenin İnşaat Mühendisliği bölümünden bu yıl mezun olan genç danışanım, umutsuzca mesleği konusundaki karamsarlığından sözetmişti birkaç ay önce.

Mantar gibi türeyen konutlardan ve dağ taş hafriyat, inşaat ve gürültü manzaralarından muzdaripti.

Nasıl bir kariyer planı yapacağı konusunda Türkiye' deki yapılaşmayı düşündüğünde oldukça sıkıntı duyuyordu; yaratıcılıktan ve estetikten uzak, yeşil alanların hızla yok edilerek çoğalan kerameti kendinden menkul gayrımenkul halleri danışanımın idealizmiyle hiç örtüşmüyordu!

E-5' in her iki yanı, Göztepe' den köprüye doğru giden mevcut bütün yeşil alanlar, tamamen beton yığını yani görüntü kirliliği denebilecek bir durumda şimdi. Ülkemizde gelişmişliğin ölçütü artık lüks konut ve AVM. Bu kadar betona, binaya yatırım yapan bir ülkede bilim ve sanat' ın paralel seyrinden sözedilebilir mi?

Başka bir danışanım çocukluğundaki Suadiye' den söz etti birkaç seans önce. Kocaman bahçe içindeki evlerinden, bahçede yetişen sebzelerinden, komşuyla paylaşılan ağaçtaki meyvelerinden.

Evlerinden biraz uzaktaki sahilde bağlı duran teknelerine yiyecek ve içeceklerini alıp ailece binip açıldıkları akşam sefalarında, Maksim Gazinosu' ndan gelen sesten o akşam Zeki Müren' in olduğunu anlayıp etraflarındaki diğer teknelerle beraber bunun keyfini nasıl çıkardıklarını anlatırken o duyguları neredeyse beraber yaşadık.

Çocukluk anılarından en etkileyici olanı ise bahçelerinde çadır kurup, Hacivat-Karagöz oyununu seansı 1 liraya çocuklara oynatarak harçlığını nasıl çıkarttığı idi.

Bugün, Caddebostan Sahil' de sırtımı bu sefer denize verip o muhteşem evlere daldım gittim. Ne kadar şanslı olduklarını düşündüğüm 3-4 katlı evlerdeki insanların en çok, envai çeşit çiçeklerle süslenmiş balkonlarını çok kıskandım.

Çocukluğumun balkon sefalarını nasıl da özlemiştim. Bu civardaki bütün evlerin balkonları vardı ve o balkonların hepsinin bir ruhu da vardı. Çiçekler, şemsiyeler, masa ve sandalyeler. Balkon demir ve duvarlarında özenle yerleştirilmiş süs bitkileri.

Ruhsuz binalarınızla balkonlarımızı yok ettiniz. Artık modern hayatın yaşam alanlarında balkonlarımız yok. Özellikle mi böyle projelendiriliyor diye düşünüyor insan; ruhsuzlaşalım ıssızlaşalım diye!

Mahalle yok, bakkal yok, selamınızı alacak esnaf yok, yaptığı reçelden bir tabak da size uzatan komşu yok!

Ruhumuza iyi gelecek ne varsa, şehrin çoğu cadde ve sokaklarında yok artık.

Sığınaklarımıza tıkış tıkış tıkılıp, robotik ve mekanik bir şekilde giriş-çıkış yapmamız, poker surat ortalıkta dolaşmamız için elinden geleni arkasına koymayan bir zihniyet, 'Gezi ruhu' ile yeni nesil çoğunluğun buna "dur" demesine şahit olmakta.

Demek ki neymiş? Herşey, insana uymak zorundaymış!

Yazının devamı...

Gezi, şiddet, karanfil

"Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte

Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel

O başkası yok mu bir yanındakine veriyor

Derken karanfil elden ele."

Edip Cansever

Ben rahat uyuyamıyorum artık... Gezi Parkı olaylarının ilk gününden bu yana, günde 3-4 bazen 5 saat uyuyabiliyorum. Binlerce insanın yaralandığı, 4 kişinin öldüğü ve halen olayların birçok il, ilçe ve beldelerde sıcak bir şekilde tezahür ettiği günler yaşıyoruz.

Resimlerde gördüğümüz Taksim, Gazi mahallesi, Kuğulu Parkı, Kennedy Caddesi, Dikmen, Eskişehir, Adana, Mersin ve daha birçok yerdeki kalabalıkların bedeni ve ruhu şiddet altında kaldı, ben uyuyamıyorum!

Bakın; yürüyerek, mizah yaparak, şarkı söyleyerek, müzik yaparak, dans ederek, durarak ve karanfil atarak eylem yapan bir halk kitlesinden sözediyoruz. Sadece geyik yaptığını düşündüğümüz "Y Kuşağı" denen bu gençler, mizahı siyaset üzerinden yapmaya başladılar. Bunu öyle bir yaptılar ki, memleket meselelerine sahip çıkmakla kalmayıp, bezgin bir şekilde rekabet piyasasının ortasında cansızlaşan,"hiçbirşeyi etkileyip değiştiremem" diye düşünen ebeveynlerini, büyüklerini de silkeleyip "Kendinize gelin" dediler.

Mizah, onların öfkesini şiddete dönüştürmeden ifade etme biçimleriydi. Kızgınlıklarını ve de kırgınlıklarını güldürürken düşündürerek anlatıyorlardı.

Bu kuşak şiddeti ailelerinden görmediği için gerçekten şiddeti tanımıyor ve şiddeti nasıl göstereceklerini de bilmiyorlardı. Bu yüzden karşıdan gösterilen şiddetin nereye kadar gideceği konusunda da bir fikirleri yoktu. Gözleri çıktı! Yıldız Teknik Üniversitesi' nden Araştırma Görevlisi Burak Ünveren ve aynı fakültede öğrenci Selim Polat gaz kapsülü ve plastik mermi ile birer gözlerini kaybettiler ve daha başkaları, pırıl pırıl yetişmiş gençler. Bilanço ağır, anaların yüreği çok fena yandı, canlar hayatını kaybetti, binlerce yaralı, ben uyuyamıyorum...

Daha da önemlisi ruhlar yaralı! Yaralı, çünkü şiddeti ne yazık ki gördüler, tanıdılar. Elbetteki bu kadar kalabalığın içerisinden çıkabilen "öfke kontrolü" olmayan birkaç gencin de, ağzını elleriyle kapayarak ki resimlerle ortadadır engel olmaya çalıştılar. "Yapmadık" dedikleri konularda "töhmet" altında bırakıldılar, karşılarındaki büyüklerini inandıramadılar.

Onlar doğru bildiklerini savunmaya devam ediyor ve devam edecek görünüyorlar, bakın neden?

Y kuşağı denen gençlik, büyüklerini çok şaşırttı mı şaşırtmadı mı?

Bu gençler, kendi içinde çok dinamik, son derece yaratıcı, problem çözme odaklı, naif, sahici varoluş halleri ile politikacısından gazetecisine, sokaktaki insandan evdeki ana-babalara, ruh sağlığı uzmanından toplum bilim ve araştırmacısına kadar "Siz neymişsiniz be abi" dedirdetecek ve dil ısırtacak cinsten bir performansla "Gezi Parkı Direnişi" nin mimarları oldular mı olmadılar mı?

Gezi direnişinin en hayret verici videolarından biri olan, 7-8 yaşlarındaki kız çocuğunun söylediği "3 yaşından beri eylemlere katılıyorum, ben böyle eylem görmedim." görüşüne toplumun her kesiminden, her yaşta insan katılır mı katılmaz mı?

Dünyada da şaşkınlıkla izlenen gezi parkı direnişi, ne olup bittiği ve bu gençlerin ne yapmak istediği konusunda yetişkinlere kafa patlattıran, onları anlamaya yönelik hummalı çalışmalara zemin hazırlayan bir sürecin de başlangıcı oldu mu olmadı mı?

Ne oldu da bildik yöntemler işlemedi bu çocuklara?

1980 ve 2000 arası doğan bu kuşak yapılan araştırmalara göre direkt emir almaktan ve ast olmaktan pek hoşlanmıyorlar, yüksek otorite karşısında çok rahatsız oluyorlar, onların istediği daha demokratik bir yönetici, daha anlayışlı, değişimden yana, kolay ilişki kurulan bir patron.

Ama ortak bir dil yaratılamadığı ve yok sayıldıklarını, görülmediklerini, işitilmediklerini ve ötekileştirildiklerini hissettikleri için artık politik bir duruş da almaya başladılar.

Bu kadar yükselmiş bir duygu ve düşünceyi yok saymak mümkün değil, üstelik hepsi bizim çocuklarımız, canlarımız, kadınımız, erkeğimiz, annemiz, babamız, amcamız, dayımız, komşumuz, esnafımız, öğretmenimiz, işçimiz, memurumuz, avukatımız, doktorumuz, sanatçımız... Bu toprağın her bir santimetrekaresinde nefes alan, düşünen, hisseden insanımız.

Yazının devamı...

Küstüm ben sana

KÜSMEK nedir bilir misin..??

Küsmek DÜRÜST' LÜKTÜR..

Çocukçadır ve ondan dolayı SAF' TIR..

YALANSIZ' DIR..

Küsmek; SENİ SEVİYORUM' dur..

Vazgeçememektir..

Beni anlatır KÜSMEK..

KIZDIM ama hala buradayımdır, gitmiyorumdur, gidemiyorumdur..

KÜSMEK; nazlanmaktır, yakın bulmaktır, benim için değerlisindir..

KÜSMEK, sevdiğini SÖYLE demektir.. Hadi ANLA demektir..

KÜSMEK; umuttur, acabaları bitirmektir, emin olmaktır..

Yani, diyeceğim o ki:

BEN SANA KÜSTÜM...!

NAZIM HİKMET

Yıllar önce mesleğe yeni adım attığım dönemlerdi... Ankara' da psikiyatri kliniğinde yataklı serviste Tokat' lı bir hastayı süpervizyon eşliğinde takip ediyordum. Haftada iki yaptığımız görüşmelerin ikincisine ben görüşme odasında olduğum halde gelmemişti. 15 dakika kadar bekledim, sonra dışarı çıkıp diğer hastalarla beraber sohbet ettiği salondan görüşmeye çağirdım. Kalktı ve geldi. Seansta geç gelmesi üzerine konuşmak istediğimde, görüşmeyi unuttuğunu söyledi.

Sonra, bir sonraki seansı da unuttu. Yine seansda bunu konuştuk. Bana kızgın olduğunu, geçen seansı unuttuğu için ona kötü davrandığımı söyledi. Meslekte yeni olduğum için, ben de muhtemelen kızgınlığımı belli etmiş olmalıydım. Süpervizyon hocam bunu konuşmaya devam etmem yolunda geri bildirim verdi.

Sonraki seanslarda ortaya çıktı ki, yaşadığı köyde kendisi için "Sende deve kini var." derlermiş. Küsmesi ile bilinirmiş. Sonra bu konuyu bir süre çalıştığımızı hatırlıyorum.

Hangi çocuk küsmemiştir ki büyüklerine ya da oyun arkadaşlarına... Sonra belki sıra arkadaşı ya da öğretmenine. Ergenlikte en yakın arkadaşına, büyüyünce en yakın dostuna da olmuştur. Sonra sevgiliye ve elbette eşine.

Oğluna küsen babalar da biliyorum.

Kızı kocaya kaçtığı için, kızına küsen anne-babalar da.

Aynı evde yaşayan ama uzun yıllardır küs olan karı kocalar da...

Küsmek TDK sözlüğünde "Gelişememek, büyüyememek" olarak tanımlanıyor. Peki, küsmek ilkel bir duygulanım mıdır?

Kızdınız, incindiniz... Belki sizi anlamadığını düşündünüz, belki saygı göstermediğini, en önemlisi de değer vermediğini. Kızdığınız, kırıldığınız için ondan uzak duruyorsunuz. Uzak durdukça ne hissediyorsunuz?

Çocukken küstüğüm zaman yemek yemediğimi, çağırılan sofraya gitmediğimi hatırlıyorum. Eğer beni terbiye etmek için çağırmamışlarsa fena halde sinirlendiğimi, içten içe kendi kendimi yediğimi de hatırlıyorum.

Küsmek "Benden özür dile", "Affetmem için birşey yap", "Bana bir yaklaşımda bulun", "Gönlümü al", "Beni anlamanı ve bunun için çaba sarfetmeni istiyorum" gibi anlamlar taşısa da evet küsmek ilkel bir duygulanımdır.

Elbette biz sevdiklerimize gönül koyarız. Tabii ki kırıldıysak geri çekilir ve o duyguyla başetmeye çalışırız. İlişkilerde, hayal kırıklığı yaratan ve bizi sarsan durumlar yaşamamak mümkün mü?

Biz zaten sevdiğimize küseriz ancak küsmeyi karşı tarafı cezalandıran, kendini ondan mahrum eden ve sürekli kendini doldurarak kin ve öfkeyi artıran bir duygu ve davranışa doğru götürmek yakın ilişkiler için oldukça sakıncalı bir durumdur.

Ben evli çiftlerle çalışırken küsmenin oldukça yaygın bir davranış biçimi olduğunu gözlemlemekteyim. Uzayan küslükler kişileri ve evliliği yorar. Kapıları kapatır ve kişileri yalnızlaştırır.

En önemlisi ise, küslük uzadıkça birbirine öfkeyi arttırır. Küs kalmayı beceremeyen tarafı çaresiz bırakır.

Küs kalarak karşı tarafı terbiye etmeye çalışmak genellikle hiçbir işe yaramaz. Eğer gerçek bir değişim istiyorsak biraz çekilme yaşadıktan sonra konuşmayı becerebilmek gerekir. Ne olursa olsun sizi üzen şeyi karşı tarafa açıklıkla anlatmanız gerekir. Sadece hissetiğiniz duyguyu ve onun davranışını söylemeniz bile daha etkilidir: "Bana yüksek sesle bağırman, beni ürkütüyor ve kendimi değersiz hissediyorum" gibi.

Hayat kısa... Küsecek kadar zamanınız var mı bilemem! Ben olmadığını düşünüyorum. Ama sevdiğinize gönül koymanızı anlarım. Gönül almayı bilen insanlar elbette var. Bunu yapmakta zorlananlara ise, sevginiz hatırına öğrenmesini sağlayabilirsiniz.

Suçlamadan, yargılamadan kendinizi anlattığınızda sizi anlayacaktır. Eeee... hala hiç anlamadığını, anlayamayacağını düşünüyorsanız, kendinize sorun; niye hala oradasınız?

Mevlana söylemiş zaten "Minareden Düşenin parçası bulunur, bulunur da; gönülden düşenin parçası bulunmaz ..!"

Yazının devamı...

"Hissetmediğimiz yaraları iyileştiremeyiz"

Düşünüyorum da, yaşadığımız yuzyılda insanoğlunun en önemli sorunu 'kayıtsızlık' yani 'hissetmeme durumu' dur. Son yıllarda 'boşluk depresyonu' diye adlandıracağımız sorunla profesyonellere başvuranların sayısı giderek artmakta, artık kişiler 'anlam' sorunu nedeniyle başvurmaktadır.

Yaşamımızı anlamlı kılma çabamız ve anlam kaynaklarımız psikolojik gelişimimizi tamamlayan önemli bir basamaktır. Anlamlandırma duygumuzu kaybedersek yalnızlık, boşluk ve hiçlik duygumuz da büyür. Kayıtsızlık demek, hayatın anlamını yitirmesi demektir.

Oysa günümüzde eşe, sevgiliye veya sevgiye kayıtsızlık, ilgiye kayıtsızlık, şiddete kayıtsızlık, yaşananlara kayıtsızlık, memleket meselelerine kayıtsızlık, emeğe kayıtsızlık... hat safhadadır. Elbette gelinen nokta kendi isteklerine, ihtiyaçlarına, iç dünyasına, mutluluğuna kayıtsızlıkdır.

Yabancılaşma, içsel olarak yoksullaşma ve daha da acısı 'duygulanımsızlık' kişinin yaşama yetisinin de yitimine yol açar.

Her akşam televizyon dizilerinin başında hayatlarını başkalarının hikayeleri üzerinden yaşayanlar, dizi kahramanlarıyla özdeşleşerek gerçeklik algısını yitirenler kendi hayatlarına ne kadar ilgi gösterirler ve hayatlarının yaratıcısı olabilirler?

Şiddet ve ölüm haberlerini müzik, kurgu ve montaj marifetiyle etkili bir korku filmi tadında izleyen seyircinin artık "kurban etkisi" denilen şiddete kayıtsız kalma durumuna şaşırmak gerek.

Kayıtsızlık ve duygu eksikliği dünyayı tehdit algılayan birisi için bir savunmadır, kaygının üstesinden gelmek için bir savunma.

Artık kadın erkek ilişkisinde de yaşanan bunalmaktan korktuğu için yanıt vermemek, talepleri duymamazlıktan gelmek ve herşeyi akışına bırakmak kısaca ilgi göstermemek durumu çok bildik.. Böylece "Beni duy, beni gör lütfen" diye kendini paralayan taraf önce öfkeli sonra uzaklaşan oluyor.

Cinseliğin bile kendini vermeden kolayca yaşandığı bir dünyada yabancılaşma ve tükeniş çok doğal değil mi?

Cansız, kuru benlikler çoğalmaya devam ediyor. Canlılık ise dünya ile ilişki kuran, dünyayı etkilemeye ve değiştirmeye çalışan ve dünyadan da etkilenen, heyecanlanan kişilerin olduğu yerde görülen bir durum. Sonrasında insanı ve insana dair olanı sahiplenen, kavrayan, paylaşan ve kucaklayan "can"ın ürünleri de burada ortaya çıkıyor.

Kayıtsızlık "Hiçbirşeyi etkileyemem ve değiştiremem" düşüncesinin ürünüdür ve bu durum ilişkiler ve gelecek için en büyük tehdittir.

"Hissetmediğimiz yaraları iyileştiremeyiz." demiş S.R.Smalley. Başkalarından uzak durabilirsiniz ama kendinizden değil. İçinizdeki bildiğiniz değil, bilmediğiniz sizi yönetir. Önce içinize sonra çevrenize bakın ve ilgi gösterin; yıkıcı bir sona doğru gitmemek için!

Yazının devamı...

Duygusal zekalı erkek

Evliliğin 7 ilkesinde 4. İlke:

Eşinizin sizi etkilemesine izin verin

“Hayat müşterektir” sözünü eskiden evli çiftlere öğüt vermek amaçlı aile büyükleri zaman zaman kullanırlardı. Müşterek olma hali evliliğin yükümlülüklerini birlikte taşımanın yanında, evli insanların alınacak önemli kararlarda, planlamalarda, bir problemin varlığında çözümü için çiftlerin birbirlerini etkilemelerine açık olmaları ve izin vermeleri anlamı taşır.

Yapılan araştırmalar, kadınların büyük çoğunluğunun kocalarının görüşlerini ve hislerini hesaba katarak, aldıkları kararı etkilemelerine izin verdiklerini gösterirken, erkeklerin buna çoğunlukla karşılık vermediğini ortaya koymaktadır.

Evlilik terapistleri J. Gottmann ve N. Silver uzun vadede en mutlu, en dengeli evliliklerin, erkeğin karısına saygılı davranıp güç paylaşımına ve kararların birlikte alınmasına direnmediği evlilikler olduğunu bulgulamışlar. Karı koca anlaşamadığında, bu kocalar bildiklerini okumak yerine etkin bir biçimde ortak zemin arayışına giriyorlarmış.

Araştırmalara göre, erkek erki eşiyle paylaşmakta isteksizse, evliliğin kendi kendini tahrip etme olasılığı %81 bulunmuş. Erkek, eşinin duygularını tanımak yerine, onu dışlayan ve bakış açısını hiçe sayan eleştiri, hor görme, kendini savunma ya da duvar örme gibi tepkiler gösterebiliyor.

Gottmann ve Silver, erkeklerin eşlerinden öğrenecekleri şeyler olduğunu ileri sürmektedirler. Erkek karısının fikirlerine değer verdiğinde ve etkisini kabul ettiğinde, açık tutumu aralarındaki dostluğu güçlendirerek ilişkideki olumlu havayı artırmaktadır. Bunun nedeni, yalnızca güç savaşımı sık yaşanmadığı için evliliğin daha zevkli olması değil, ayrıca böylesi bir erkeğin karısından bir şeyler öğrenmeye açık olmasıdır.

Gottman, kadının dostluk hakkında erkeğe öğreteceği çok şey olduğunu ve duygusal zekalarının basit bir nedenle erkeklerden daha yüksek olduğunu ileri sürmektedir. Kadınlar daha çocuklukta oyun kurarken ve oynarken bu becerileri edinmektedir. Erkekler oyunun kendisine, kadınlar ilişkilerine ve hislerine öncelik verirler.

Yeni evli çiftlerden elde edilen veriler, duygusal zekalı kocaların arttığına işaret etmektedir. Bu tip bir koca karısına değer verip saygı gösterdiği için, duyguları hakkında ondan daha fazla bilgi edinmeye açık olur. Karısının, çocuklarının ve dostlarının dünyasını anlayabilir. Karısı kadar duygulu davranmasa da, onunla duygusal açıdan daha iyi bağlantı kurmayı öğrenir.

Duygusal zekalı kocanın, toplumsal evrimde bir sonraki aşama olduğunu söyleyen Gottmann, bu onun kişilik, terbiye ya da ahlak yapısı açısından öteki erkeklerden üstün olduğu anlamına gelmediğini, yalnızca evlilik hakkında, ötekilerin henüz farkına varmadığı çok önemli bir şey keşfettiklerini; Karısına değer verip ona duyduğu saygıyı iletmeyi öğrendiğini, gerçekten o kadar basit olduğunu söylüyor.

Yeni koca, kariyerine ailesinden daha az öncelik verebilir, çünkü başarının tanımını bir kez daha gözden geçirmiştir. Bu yalnızca evliliğine değil, çocuklarına da yarar sağlar. Araştırmalar, eşinin etkisini kabul edebilen bir kocanın aynı zamanda sıra dışı bir baba olduğunu göstermektedir. Bu yeni baba ve koca tipinin yaşamı anlamlı ve getirilidir.

Erk paylaşımı ve karşı tarafın görüşüne saygı duyma istekliliği, uzlaşmanın önkoşuludur. Bu konuda ustalaşmak evlilik çatışmaları ile çok daha iyi başa çıkmanıza yardımcı olacaktır.

(Devam edecek)

Kaynak:

Gottman,j., Sılver, N.(2002). Evliliği sürdürmenin yedi ilkesi. Çev. Ezgi Deniz. Varlık Yayınları, İstanbul.

Yazının devamı...

Evliliğinizde pilot ışığını yanık tutun

J. Gottman ve N. Sılver' ın ortaya koyduğu mutlu bir evliliği sürdürmenin yedi ilkesini anlattığımız yazı dizisinin 3. süne geldik. Evlilik terapisti Gottman' a göre birbirine duygusal açıdan bağlı çiftler uzaklaşma yerine yakınlaşmayı seçen çiftlerdir.

Bu nedenle 3. ilke:

Uzaklaşmak yerine yakınlaşmak

Evli insanlar düzenli olarak, eşlerinin dikkat, sevgi, mizah anlayışı ve desteği için davetiye çıkarırlar. Bu davetiyeden sonra birbirlerine ya yakınlaşır ya da uzaklaşırlar. Yakınlaşma; duygusal bağlantı, aşk, tutku ve iyi bir cinsel yaşamın temelidir.

Yakınlaşan çiftlerin evli ve birbirine duygusal açıdan bağlı kaldığını, uzaklaşanlarınsa eninde sonunda yolunu yitirdiğini söyleyen Gottman, bu evliliklerin farklı sonuçlanmasının nedenini "duygusal banka hesabı" diye adlandırdığı şeye bağlıyor. Birbirine yakınlaşan eşler, hesaba yatırım yaparlar. Mesela eşler;

Akşamları biraraya gelip geçirdikleri gün ile ilgili konuşuyorlar mı?

Pazar gazetesini birlikte mi, yoksa sessizce tek başına mı okuyacaklar?

Öğlen yemeğini yerken sohbet edecekler mi?

Yiyecek alışverişine birlikte mi çıkıyorlar?

Hafta içi birlikte kahvaltı ediyorlar mı?

İş günlerinde birbirlerini arıyorlar mı?

Eşinin arabasını yıkamaya götürüyor mu?

Evişlerinde birbirlerine yardımcılar mı?

Kendini geliştirmeye yönelik bir planda (örneğin yeni bir kurs, kilo verme, egzersiz, yeni bir kariyer) birbirine yardımcı oluyorlar mı?

Birlikte tatil planı yapıyorlar mı?

Çocuklarla birlikte ilgileniyorlar mı?

Bunlar gibi benzer yakınlaşma davranışlarından olmasını en çok istediğiniz üç etkinliği seçin ve eşinizle bunu paylaşın. Bunu yaparken, bu alıştırmanın gerçekten birbirinizin gururunu okşamanın bir yolu olduğunu unutmayın.

Eşinizin geçmişte yaptıklarını eleştirmek yerine, şimdi olmasını istediğiniz şeyler üzerine odaklanın. Sözgelimi, "Beni hep yalnız bırakıyorsun," yerine "Davetlerde benimle daha çok zaman geçirirsen sevinirim," deyin .

Gottman' lar en etkili faaliyetin birinci sıradaki, "Akşamları biraraya gelip günün nasıl geçtiğinden söz etmek" olduğunu bulgulamışlar. "Günün nasıl geçti hayatım?" sohbetinin işlevi, evliliğinizden kaynaklanmayan stresle başetmenize yardımcı olmaktır. Araştırmalara göre bunun öğrenilmesi, evliliğin uzun erimli sağlığı açısından çok önemlidir.

Ancak bu konuşmaların zamanlamasının ve sakinleştirici etkisi olmasının önemi çok büyüktür. Diğer bir husus ise eşinizi dinlememek durumunda öfkeye kapılacağıdır. Bu sebeple; sırayla konuşmak, istenmeden tavsiyede bulunmamak, gerçek bir ilgi göstermek, eşten yana olmak (örneğin eşiniz geç kaldığı için azarlayan şefini şikayet ediyorsa, ahlak dersi vermeyin. Bunun yerine "Ne büyük haksızlık deyin"), anlayışlı olmak, başkalarına karşı biz tavrı sergilemek, sevgi göstermek (Eşinize sarılın, "Seni seviyorum" deyin) ve duyguları onaylamak önemlidir.

Yakınlık ve bağımsızlık ihtiyaçlarınızda farklılıklar olabilir. Hislerinizin nedenlerini anlayıp farklılıklarınıza saygı duyabildiğiniz sürece evliliğiniz yürüyebilir. Gün içinde eşinizin size soğuk davrandığını hissediyorsanız, ya da eşinizin size yakınlık kavramı boğucu geliyorsa, evliliğiniz için yapacağınız en iyi şey, bunu dile getirmektir.

Bu anlara birlikte bakmanız, birbiriniz hakkında daha büyük bir içgörü edinmenizi sağlayacak ve ihtiyaç duyduğunuz şeyi birbirinize vermeyi öğrenmenize yardımcı olacaktır.

İlişkinizde ufak bağlantılar kurarak "pilot ışığını yanık tutmanın", evliliğiniz boyunca her durumda işe yarayacağını asla aklınızdan çıkarmayın.

Yazının devamı...

Eşinize hala hayran mısınız?

Gottman' ın evliliği sürdürmenin yedi ilkesinin ilkini bir önceki yazımda yazmıştım. Okuyucudan epey ilgi gören yazıyı okuduktan sonra, eşine birbirlerini tanıma ile ilgili test uygulayan okuyucularım oldu. Sonucu benimle de paylaştılar, teşekkür ederim.

İkincisinden bu yazımda bahsedeceğim:

Sevgi ve hayranlığınızı geliştirin

Gottman' a göre bir çiftin sevgi ve hayranlık sistemi hala çalışıyorsa, evlilikleri kurtarılabilir. Sevgi ve hayranlık, mutlu ve uzun süreli bir ilişkinin en önemli öğelerindendir.

Mutlu çiftler eşlerinin kişilik kusurları yüzünden zaman zaman başka şeylerle ilgilenme dürtüsüne kapılabilseler de, evlendikleri kişinin saygıya layık olduğunu hissederler. Bir evlilikte bu duygu tamamen yok olduğunda, ilişki yeniden canlandırılamaz.

Bir çiftin sevgi ve hayranlık sisteminin hala çalışıp çalışmadığı, geçmişlerine nasıl baktıklarıyla sınanır. Evliliğiniz şu anda derin bir sorun yaşıyorsa, işlerin nasıl gittiğini sorarak birbirinize övgü yağdırmanız pek olası değildir. Ancak geçmişinize odaklanarak, çoğu kez közleşmiş olumlu hisleri ortaya çıkarabilirsiniz;

Nasıl tanışmıştınız?

Eşinizin hangi yönü sizi etkilemişti?

Onunla beraber olabilmek için hangi yolları denemiştiniz?

Uzun sohbetleriniz sırasında neler hissetmiştiniz?

Evlenene kadar hangi zorlukların üstesinden gelmiştiniz?

Düğününüzü hatırlıyor musunuz?

Anne-baba olduğunuz dönemi konuşun. Bunun ikiniz için anlamı neydi?

Geriye dönüp baktığınızda, hangi dönemler evliliğinizin mutlu dönemleri olarak öne çıkıyor?

Geriye dönüp baktığınızda, hangi dönemler evliliğinizin gerçekten zor günleri olarak öne çıkıyor? Sizce neden birlikte kaldınız? Bu zor günleri masıl atlattınız?

Bir zamanlar size zevk veren şeyleri birlikte yapmaya son verdiniz mi? Bunu beraberce araştırın.

Eşiniz ve evliliğiniz ile ilgili olumlu görüşünüz, kötü zamanlar gelip çattığında güçlü bir tampon işlevi görür. Bu iyi duyguları koruduyan çiftler her tartışmalarında ayrılık ve boşanmayla ilgili kötü düşüncelere kapılmayacaklardır.

Birbirinizin kusurlarıyla uğraşırken bile, kendinize eşinizin olumlu niteliklerini hatırlatarak mutlu bir evliliğin bozulmasını önleyebilirsiniz. Çünkü sevgi ve hayranlık hor görmenin panzehiridir.

Birbrinize karşı derinlere yerleşmiş olumlu duygularınızla ne denli temas halinde olursanız, görüşleriniz birbirinden farklı olduğunda eşinizi hor görme olasılığınız o denli azalır.

Sevgi ve hayranlığınızı canlandırmak ya da artırmak, hiç de karmaşık değildir. Uzun süredir gömülü kalan olumlu hisler bile, yalnızca üzerinde düşünerek ve konuşarak açığa çıkarılabilir. Eşiniz ve onu neden sevdiğiniz üzerinde tefekküre dalarak bunu yapabilirsiniz.

Eşinizin ve evliliğinizin olumlu yönlerini görüp bunları açıkça tartıştığınızda, aranızdaki bağ güçlenir.

Hadi o zaman eşinizin takdir ettiğiniz özelliklerinin bir listesini yapın ve kısaca buna örnek olacak bir olayı düşünüp yazın. Mesela:

1.Sevecen - Olay:

2.Duyarlı

3.Cömert

4.Sadık

5.Becerikli

6.Esprili

7.Atletik

8.Seksi

9.Şefkatli

10.Güzel

11.Yakışıklı

12.Şehvetli

13.Anlayışlı

14.Saygılı

15.Güvenilir

16.Harika bir ebeveyn

17.Eğlenceli

18.Düşünceli

19.Güçlü

20.Dürüst

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.