SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Amino asit: L-Theanin

L-Theanin
 
L-Theanin yeşil çaydan izole edilen bir amino asittir. L-Theanin, ?-ethyl-amino-L-glutamin asit ve ?-glutamylethylamid isimleri altında da karşımıza çıkabilmektedir.
 
DEHB uyku sorunları

Bazı dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğundaki kişiler uyku sorunları yaşamaktadır. Bu durum rahatsızlığın semptomlarını daha da kötüleştirebilir. %10-%30 dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu olan hastalar ilaçlara cevap vermemekte veya yan etkilerinden fazla etkilenmektedir. Yapılan bir çalışmada DEHB olan hastalarda uyku sorunları için farklı tedaviler özetlenmiştir. L-Theanin ile yapılan bir çalışma, çift körlü ve plasebo kontrollü, DEHB teşhisi konulan 8-12 yaş aralığı 93 erkek çocuğunda yapılmış. 10 hafta boyunca 46 çocuğa 2x 200 mg L-Theanin verilmiş (sabah ve öğlen), 47 diğer çocuğa ise plasebo verilmiştir. Dikkat çekici olan ise uyku verimliliğinde bir artış ve gece aktivitelerinde bir azalma gözlemlenmiştir.
 
Stres

Günlük 200 mg Theanin takviyesi sizin sakinleşmenize ve zihinsel olarak 30-40 dakika içinde dikkatinizi arttırır. Yoğun stres döneminde Theanin takviyesi nabzı ve tükürükteki immuno-globulin A oranını düşürdüğü görülmüştür.
 
Beyin koruyucu etkisi

L-Theanin’in beyin koruyucu etkisi, rahatlatan nörotransmitter GABA’nın ve beyin dokusundaki glisinin artışı ile gerçekleşmektedir. Bu nörotransmitterler aynı zamanda beyin gelişiminde de bir rol oynamaktadırlar. Kısacası, Theanin sedatif ve anksiyolitik etkilere sahiptir.
 
Karsinogenez

İn vitro bir test, Theanin'in birkaç insan tümör hücre dizisinde konsantrasyona bağlı hücre ölümüne neden olduğunu göstermiştir: meme, kolon, prostat ve karaciğer kanserinlerinde. Theanin’in in vitro ve ex vivo çalışmalarda insan kanser hücrelerin büyümesini baskıladığı görülmüştür.
 
Hipertansiyon

252 mg kafein tüketimi sonrası L-Theanin’in yüksek tansiyonu nötralize ettiği gözlemlenmiştir. Bir diğer çalışmada, stresli durumlarda yüksek tansiyonun inhibisyonu görülmüştür.
 
Bağışıklık destekleyici

Sistin, sistein ve glutatyonun (GSH) bir öncüsüdür, Theanin ise bir glutamat kaynağıdır. Her ikisinin (CT) kombinasyonu GSH sentezini arttırır ve bağışıklık fonksiyonunu güçlendirir. Şiddetli travma, stres, enfeksiyon ve efor enflamatuvar ve immünsüpresif süreçlere neden olmaktadır. Kombinasyon GSH konsantrasyonunu artırır ve iltihabı bastırır.

Bir başka çalışma, yaşlı hastalarda CT' nin soğuk algınlığına karşı önleyici bir etkisi olduğunu ortaya koymuştur. CT ayrıca yorucu egzersizden sonra sporcuların bağışıklığını da uyarmıştır.
 
Obezite

Yapılan bir çalışmada Theanin alımı kilo artışını azaltmıştır. Yani trigliserid ve yağ asitlerin düşmesini sağlamıştır.
 
Sonuç olarak;

L- Theanin uyku sorunlarını ve stresi azaltmakta ve fosfatidylserin ile birlikte beyin- sinir sisteminin çalışmasını korumaktadır. Stresli durumlarda, DEHB durumlarında, sınavlarda, mental yorgunlukta, uykusuzlukta, Parkinson ve Alzheimer gibi rahatsızlıklarda önemli doğal bir takviyedir. L-Theanin aynı zamanda hafif ile orta şiddette olan DEHB çocuklarında da önerilebilir. Hatta böylelikle ilaç kullanımına gerek kalmayabilir çünkü ilaçlar beynimizin nörotransmitter üretimini bozup davranış değişikliğine sebep olabilmektedir.
 
Bu makalede L-Theanin takviyesinin faydalarından bahsettim. Kullanmadan evvel doktorunuza danışmanızı öneririm. Neticede sağlığınız ile ilgili bilgi sahibi olan ve sizi doğru şekilde yönlendirecek kişi doktorunuzdur.
 
Sağlıklı günler dileği ile…

Uzm. Dyt. Emel Yılmaz
Mail: info@emelyilmaz.com.tr
www.emelyilmaz.com.tr

Yazının devamı...

Bağışıklık düzenleyici etkisi ile şitaki mantarı

Şitaki, maitake ve reishi gibi tıbbi mantarlar bağışlık sistemini önemli ölçüde güçlendirmekteler. Bu etkiyi içerisindeki ß-1,3/1,6-glukanlar’a borçlular. ß-glukanlar, bağırsaktaki lenf sistemi aracılığıyla beyaz kan hücrelerini aktive eden özel dallı karbonhidratlardır. Standardize edilmiş fermentasyon süreci aracılığıyla şitaki mantarı içindeki ß-1,3/1,6-glukanlar kısa ve daha iyi emilen ß-glukanlara dönüşürler. Böylece bağışıklık düzenleyici etkisi daha da güçlenmektedir.

Doğuştan gelen bağışıklık sisteminin işleyişi kanser ve enfeksiyonların önlenmesinde ve yaklaşımında çok önemlidir. Merkezde ‘doğal öldürücü hücreler’ (beyaz kan hücrelerinde) mevcut. Bunlar patojen mikro-organizmaları ve kanser hücrelerini tanıyıp zararsız hale getirebilmektedir. Yapılan çalışmalarda fermente edilmiş şitaki mantarının ‘doğal öldürücü hücrelerin’ aktivitesini arttırabildiği gözlemlenmiştir. Dikkate değer bir diğer unsur ise sitokinlerin üretimi. Sitokinler bağışıklık hücreleri ile aralarında iletişim kurup tepkilerini koordine etmektedir. Ayrıca fermente edilmiş şitaki mantarı adaptif bağışıklık tepkisini iyileştirebilir.

Yapılan farklı hayvan çalışmalarında fermente edilmiş şitaki mantarını birçok aktif enfeksiyonlarda kullanabileceğimiz belirtilmiştir. Kullanım esnasında önemini, süreyi ve muhtemel ölüm oranını azaltmaktadır. Örneğin; Grip (influenza A), kuş gribi (H5N1), MSRA, Pseudomonas aeruginosa, Klebsiella pneumoniae ve Candida. Yapılan klinik bir çalışmada HPV (Human Papilloma Virus) tarafından enfekte olmuş 10 kadından 5’i fermente şitaki kullanarak iyileştikleri kayıtlara geçmiştir. Aynı zamanda fermente şitaki grip aşısı ile birlikte verildiğinde, tek başına grip aşısı yapılmasına kıyasla, daha iyi bir bağışıklık sağladığı belirtilmiştir.

Kanserli hastalarda fermente şitaki mantarının kullanımıyla ilgili olumlu bir etki ise doğal öldürücü hücrelerin, kansere karşı ilk korumayı sağlayan hücreler, mikro tümörleri bulup yok etmeleridir. 269 karaciğer kanseri olan hasta, ameliyat geçirdikten sonra 9 sene boyunca takip edilmişler. 113 hasta ameliyat ile birlikte eş zamanlı günlük 3 g fermente şitaki mantarı almış, diğerleri ise hiç bir şey kullanmamışlar. Şitaki mantarı alan grupta %34,5 kişide kanser nüks ederken, almayanlar grubunda ise %66,1 kişide kanser tekrarlamıştır. Çalışmanın sonunda şitaki mantarı alan grupta %20,4 kişi vefat ederken, almayan grupta ise %46,8 kişi hayatını kaybetmiştir. ALT ve GGT enzimlerin fermente şitaki kullanan grupta kontrol grubuna göre dikkat çekici bir şekilde düşük imiş. Sadece kemoterapi gören hastalarda, fermente şitaki kullanan hastalara göre hayatta kalma oranları son 5 yıl içinde oldukça düşük imiş.

Sonuç olarak fermente şitaki takviyesi kemoterapi sonuçlarını iyileştirebilir. Aynı zamanda fermente şitaki, bağışıklık düzenleyici etkisi sebebiyle kemoterapinin yan etkilerini azaltabilir. Bu sebeple kemoterapinin yan etkileri olan yorgunluk, bulantı, kusma, saç dökülmesi ve diğer şikayetleri minimalize edebileceği söz konusudur.

Sağlıklı günler dileği ile…

Uzm. Dyt. Emel Yılmaz

Yazının devamı...

Ketojenik beslenme hakkında bilmeniz gerekenler

Ketojenik diyet

Son dönemlerde ketojenik diyet yine çok sık konuşulur oldu. Aslında uzun yıllardır var olan bir beslenme şeklidir. Birçoğumuzun kilo vermek için uyguladığı ketojenik diyeti hakkında uyguladıklarımızın hangileri doğru hangileri yanlış? Kilo vermek isterken neleri göz ardı ediyoruz? Nelere dikkat etmeliyiz?

Ketojenik diyetin ana temeli oral olarak karbonhidrat tüketimini azaltmaktır. Vücut, normal bir diyette adenozin trifosfat (ATP) üretimi için glikoz kullanır. Açlık durumunda, vücut yağ depolarını yağ asidi oksidasyonu ile kullanmaya karar verir. Yağ asidi oksidasyonu, ATP üretimi için alternatif bir yakıt kaynağı olarak kullanılan keton ürünleri üretir. Ketojenik diyet karbonhidrat alımını azaltarak bu “açlık modunu” taklit eder. Metabolik fonksiyondaki bu değişiklik, mitokondriyal verim artışı ve düşük reaktif oksijen türlerinin üretimi gibi çeşitli aşağı akış etkilerine neden olur. Yani karbonhidrat alımındaki bu azalma vücudu ketoz durumuna sokar. Bu esnada vücut yakıt olarak yağlara başvurur ve yağları enerji kaynağı olarak kullanır. Dolayısıyla yağ yakımı gerçekleşir. Bu süreçte yağ karaciğerde ketonlara dönüştürülür ve bunlar beyin için enerji sağlamak üzere kullanılabilir.

Ketojenik diyetin farklı türleri vardır: Standart ketojenik diyet, döngüsel ketojenik diyet, hedefe yönelik ketojenik diyet ve yüksek proteinli ketojenik diyet. Standart ketojenik diyet ise en çok araştırma yapılan türdür. Döngüsel ketojenik diyet ve hedefe yönelik ketojenik diyet daha gelişmiş yöntemlerdir ve vücut geliştiricileri ve sporcular tarafından kullanılır.

Standart ketojenik diyette %75 oranında yağ, % 20 oranında protein ve % 5 oranında karbonhidrat bulunur.

Yüksek proteinli ketojenik diyet ise % 60 oranında yağ, %35 oranında protein ve % 5 oranında karbonhidrat içerir.

Ketojenik diyet, vücut yağlarını, HDL kolesterol seviyelerini, kan basıncı ve kan şekeri gibi kalp hastalıklarını ortaya çıkarabilen risk faktörlerini iyileştirebilir. Ketojenik diyetin Alzheimer hastalığının semptomlarını azaltabildiği ve ilerlemesini yavaşlatabildiği hatta epilepsi ataklarında azalmaya neden olduğu gözlemlenmiştir.

Ketojenik diyeti, hA1c değerini tip 2 diyabet hastalarında düşürmede etkili ve hızlıdır. Diğer yandan lipoprotein kolesterol seviyelerini önemli ölçüde arttırıyor. Bu yüzdende birçok hekim bu beslenme şeklini önermekte tereddüt ediyor. Ketojenik diyetin aksine sebze ağırlıklı beslenme olan Akdeniz diyeti, onkolojik ve kardiyovasküler hastalıklar üzerindeki olumlu etkileri nedeniyle daha çok önerilmektedir.

Ketojenik diyetin epilepsi, Alzheimer, diyabet ve kanser hastalıklarında etkili olmasının yanı sıra kilo verme kısmında da sonuç verdiği görülmüştür. Ancak uzun süreli devam edilmesi durumunda sağlık açısından olumsuz sonuçlar doğurabilir.

Diyet belirli bir süre uygulandığında sağlığımıza fayda sağlayabilir fakat uzun süre yapıldığında sağlık açısından yan etkileri olabilir ve bundan dolayı da bir takım tıbbi sorunlara neden olabilir. Bu konuda bilimsel çalışmalar devam etmektedir. Özellikle çocuklarda bu beslenme şeklinin uzun süre uygulanması, büyümede yavaşlamaya neden olabilir. Bu yüzden çocuklarda sakıncalıdır.

Diyeti uygularken 1 hafta boyunca kişi adapte olmakta zorlanabilir. Enerji eksikliği, yorgunluk, zayıf hissetmesi, mental olarak yavaşlama, açlık hissi, uyku sorunları, mide bulantısı, sindirim sisteminde rahatsızlıklar ve egzersiz esnasında performans düşüklüğü gözlemlenebilir. Ketojenik diyetini uygulamaya başlamadan evvel kademeli olarak karbonhidrat alımını azaltmak bu gibi yan etkileri azaltmış olur. Aynı zamanda vücut yağı enerji kullanmaya adapte olur. Ketojenik diyette kalori hesabından ziyade doyana kadar doğru besinler tüketmek önemlidir.

: asidoz, hipoglisemi, kusma, obstipasyon, ishal ve gastroözofageal reflü gibi şikâyetlere sebebiyet verebilir.

hiperlipidemi, kabızlık, böbrek taşı, büyüme yetersizliği, kemik sağlığı, vitamin-mineral ve iz elementlerin açıkları oluşabilir.

Diyeti uygulama sürecinde böbrek taşı riski yükseldiği gözlemlenmiştir. Karbonik anhidraz inhibitörleri veya potasyum sitratın alımının bu riski belirli bir oranda sınırlaması mümkündür.

Diyeti sürdürürken idrarda veya nefeste kokma görülebilir. Bu vücudun ketoz esnasında ürettiği atıklardan kaynaklanmaktadır. Diyeti uygularken vücudun elektrolit dengesi de değişeceği için bir uzmandan destek almanız sağlık açısından önemlidir. Aynı zamanda mikro besinlerin eksikliğini ve/ veya yetersizliğini gidermek için besin takviyeleri alınması önemlidir.

Peki, neler tüketebiliriz?

tuz, karabiber, kırmızıbiber, kekik gibi çeşitli baharatlar kullanabilirsiniz.

özellikle yeşil yapraklı sebzeler tercihimiz. Domates, soğan, biber gibi düşük kalorili sebzeleri de tüketebilirsiniz.

: tütsülenmiş sakatatlar, yumurta, alabalık, hamsi, kefal, orkinoz, ringa, sazan, somon, ton balığı, uskumru ve yayın balığı gibi yağlı balık türleri tercih edilmelidir.

: Ay çekirdeği, ceviz, badem, fındık, kabak çekirdeği rahatlıkla kullanılabilir.

: avokado dahil hepsi sınırlı miktarda diyette yer alabilir.

: tüm peynir çeşitleri tüketilebilir.

Sızma zeytinyağı, katkısız tereyağı ve şekersiz krema türleri diyetinizde yer alabilir.

Ketojenik diyette kaçınılması gereken besinler nelerdir?

t grubunda olan tüm tahıllar sınırlandırılmalıdır. Günlük 50 g gibi karbonhidrattan fazlası tüketilmemelidir.

şekerli içeriklerinden dolayı ketoz durumundan çıkmamıza neden olabilir.

: hazır soslar genellikle şeker ve sağlığa zararlı yağlar içerirler.

barbunya, bezelye, mercimek, nohut ve benzerleri ketojenik prensibini bozabilirler.

patates, tatlı patates, havuç, yaban havucu gibi sebzelerden uzak durulması gereklidir.

orman meyveleri hariç tüm meyvelerden kaçınmalıyız.

: uzak durulması gereken bir diğer grup besinler

: işlenmiş tüm besinlerden uzak durulması gerekir.

: pilav, makarna, pirinç ve çeşitli tahıl ürünlerinden uzak durulması gerekir.

Ara öğünlerde ne tüketebiliriz?

En az % 90 oranında bitter çikolata, 1-2 adet haşlanmış yumurta, öğünlerde tüketilen yemeklerden arta kalanlardan küçük porsiyonlar halinde, 1 avuç çiğ badem veya çiğ fındık veya karışık kuruyemiş, laktozsuz süt, kakao tozu ve fındık ezmesi ile hazırlanmış smoothie, peynir çeşitleri, sebze, zeytin-peynir.

Kısa bilgiler:

Koroner kalp hastalıkları 40’lı-50’li yaşlarda daha çok şeker hastalarında, obezite ve tansiyon hastalıklarında rastlanmaktadır. Nedeni ise daha az yağ tüketip daha fazla karbonhidrat tüketimin olması. Fazla karbonhidrat yağ olarak depolanmaktadır. Fazla yağ ise sırasınca metabolik sendroma davetiye çıkarmaktadır.

%45 oranında çoklu doymamış yağ asitleri ve özellikle linoleik asit tüketildiğinde, kolesterol seviyesinde olumlu etkisi görülmüş. Ancak ölüm oranında hiçbir farklılık olmadığı hatta 65 yaş üstü hastalarda ölüm oranının arttığı görülmüştür. Kısacası, yaş ilerledikçe sebze ağırlıklı beslenmekte yarar var. Benden söylemesi ?

Sağlıklı günler dileği ile…

Uzm. Dyt. Emel Yılmaz

Yazının devamı...

Hangi bitkiler alerjik reaksiyonlara sebep olur?

Bugünkü makalede size hangi bitkilerin alerjen olduğundan bahsedeceğim.

Öncelikle alerji nedir?

Alerjiler, vücudun bağışıklık sisteminin normalde vücuda zararsız olan maddelere karşı aşırı reaksiyon göstermesinden kaynaklanır. Bizim bildiğimiz alerjenler genelde ev tozu, küfler, hayvanlar vs.

Kimlerde en sık görülür?

Hassas ve alerjik bünyeye sahip kişiler alerjik reaksiyonlara daha çok yatkındır.

Neden oluşur?

Bitkilerin içerdikleri etken maddelerden dolayı alerjik reaksiyonlar oluşabilir.

Nasıl oluşur?

Temas yoluyla, o havayı solumakla, çay tüketerek, preparat kullanarak, deriye sürerek (genelde kozmetik ürünlerinde bazı bitkiler kullanılır).

Peki, kontakt dermatit nedir?

Vücudumuzun dış yüzeyine (cilt, ağız veya genital bölgeyle) temas eden bazı maddelere karşı istenmeyen reaksiyonlar gelişebilir. Bu temas sonucunda ürtiker veya dermatit gelişebilir.

Alerji yapan bitkiler hangileridir?

: Halk arasındaki ismi deve dikenidir. Genelde karaciğer için kullanılan bir bitkisel takviyedir. Kullanıldığında kızarıklık yapabilir.

Temas halinde ciltte kızarıklar meydana gelebilir.

: Cildiniz ile temas sonrasında kontakt dermatit oluşabilir. Alerjik reaksiyonlara neden olabildiğinden küçük bir yere sürülüp gözlemlenmelidir.

 Birçoğumuzun evinde mutlaka bulundurduğu ve aloe veranın olumlu etkilerinden haberdar olduğunu düşünüyorum. Aloe vera kozmetikte de çok kullanılır fakat cildiniz hassas ise alerjik durumların ortaya çıkması mümkündür.

 Bronşiyal inhalasyonun kısa süreli astmatik reaksiyona yol açtığı görülmüştür. Bu yüzden dikkat edilmesi gereken bir bitkidir.

: Cildimizde dermatozlara neden olabilmektedir.

Yapılan çalışmalarda ciltte ve solunum sistemimizde alerjik reaksiyonlara neden olabileceği bildirilmiştir.

: Hamamelis virginiana kozmetikte karşımıza çok çıkar. Buna karşı aşırı hassasiyet ve alerjik kontakt dermatit görülebilmektedir.

Mutfaklarımızda çok kullandığımız bir baharattır. Farkında olmadan kontakt dermatit’e neden olabilir. Yaprağındaki uçucu yağı deride kızarıklık meydana getirebilir.

Birçoğumuzun evinde mutlaka bulunur ve çok amaçlı olduğundan severek kullanırız. Lavantanın alerjilere neden olduğu gözlemlenmiştir.

Papatyanın birçok türü mevcuttur. Papatya kontakt dermatit’e neden olduğu gibi alerjik konjonktivit de görülebilir. Farkında olmadığımız bir durum olabilir fakat oldukça yaygındır.

İçerdiği uçucu yağından dolayı ciltte kızarıklık ve kontakt dermatit’e yol açabilir ve cildinizin hassaslaşmasına neden olabilir.

: Origanum vulgare türü (Mercanköşk) deride depigmentasyona sebep olabilir. Birde mutfaklarımızda sık sık kullandığımız kekik var Thymus vulgaris, kullanıldığı bazı preparatlarda alerjik kontakt dermatit’e yol açabilir.

Farkında olmadan ciltte döküntüler meydana getirebilir.

Yine hassas kişilerde kontakt dermatit reaksiyonlara yol açabilir.

Mesleki açıdan maruz kalan kişilerde alerjik reaksiyonlar görülebilir. Örneğin ürtiker gibi. Burada karnıyarık otu tohumu alerjen olandır.

Kış ayların vazgeçilmez meyvesi olan nar, bir alerjendir ve dikkatli tüketilmelidir.

: Bitkinin polen, çiçek ve meyveleri alerjenik potansiyele sahiptir. Bu yüzden bulunduğu preparatları ve ürünleri tüketirken alerjik şikayetleriniz oluştuğunda takviyeyi bırakmakta yarar var.

Gıda endüstrisinde çalışanlarda astım çok sık rastlanılır. Kontakt dermatit’e sebebiyet verebilir.

Bir alerjendir ve alerjik reaksiyonlara yol açabilir.

: Her ne kadar ısırgan otunu alerjen olarak düşünsekte, nadiren alerjik reaksiyonlara neden olabilir.

 Yine bir alerjendir ve alerjik durumlar söz konusu olabilir.

 Geçici alerjik deri reaksiyonlarına neden olabilir ve akne gibi durumlara yol açabilir.

: Rinit ve kontakt dermatit yine yol açtığı alerjik durumlardır.

: Kontakt dermatit söz konusudur.

 Ürtiker gibi alerjik durumlara neden olabilir. Dikkatle gözlemlemek çok önemlidir.

Dermatite neden olabilir. Aklınızda bulunmasında fayda var.

Tüm bu alerjenler her kişide alerjik reaksiyonlara yol açmaz. Hassas ve alerjik bünyeye sahip olan kişiler dikkat etmelidir. İlk etapta kendi başınıza alerjinin neden kaynaklandığını bilemeyebilirsiniz. Bu yüzden dermatolog yardımı ile sorunu daha kolay ortadan kaldırabilirsiniz.

Yazının devamı...

Kalsiyum ve D vitamini

Kalsiyum ve D vitamini

Kalsiyum ve D vitamini; kombine takviye olarak insülin, insülin hassasiyeti ve glisemi üzerine olumlu etkisi

Kalsiyum ve D vitaminin kombine takviye olarak kullanımı insülin, insülin hassasiyeti ve glisemi üzerine etkisi araştırılmıştır. Yapılan çalışmalarda kalsiyum ve D vitamini kombine takviye olarak kullanıldığında açlık kan şekeri, HOMA-IR ve dolaşımdaki insülin seviyelerinin gözle görülür bir şekilde düştüğü görülmüştür.

Kalsiyum ve D vitamini takviyesinin kısa vadede (12 haftadan daha kısa dönem kullanıldığında), açlık kan şekerini düşürdüğü gözlemlenmiştir. Dolaşımdaki insülin seviyeleri ve HOMA-IR değerleri hem kısa hem uzun vadede (12 haftadan daha uzun süre kullanıldığında), kombine kalsiyum ve D vitamini takviyelerin kullanımıyla olumlu etkiler gösterdiği rapor edilmiştir.

Gestasyonel Diyabette D vitamini etkisi

Hamilelik şekeri olan kadınlarda D vitamini takviyesinin terapötik ve önleyici etkisi araştırılmıştır. Hamilelik şekeri olan kadınlara D vitamini verilmiştir. Çalışmalarda D vitaminin gebelikte şeker ve açlık plazma şekerini düşürdüğü gözlemlenmiştir. Aynı zamanda HOMA-IR değerinin de düştüğü kayıtlara geçmiştir. Sonuç olarak D vitamini takviyesi HOMA-IR ve insülin hassasiyetini gestasyonel diyabetlerde önleyebileceği ve tedavi edebileceği kanısına varılmıştır.

Sağlıklı günler dileği ile…

Uzm. Dyt. Emel Yılmaz

Mail: info@emelyilmaz.com.tr

www.emelyilmaz.com.tr

Facebook

Yazının devamı...

Kanserde beslenme

Hepimizin bildiği üzere kanser vakaları gün geçtikçe artmaktadır. Hastaya kanser teşhisi konulduğu andan itibaren, hastanın birçok bilgi ile baş etmesi gerekir. Burada multidisipliner bir çalışma gerekebilir. Yani doktor, hemşire, sağlık personeli, psikolog ve onkoloji’de uzman olan bir diyetisyen ile birlikte çalışılması çok önemlidir.

Diyetisyen burada hastaya birçok aşamada destek vermektedir. Özellikle de hastanın beslenmesi çok önemli olduğu için, sağlıklı beslenme ile birlikte hastanın uzun vadede yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak, gerek besinlerle gerek enteral beslenme (ihtiyaç duyulduğunda) ile desteklemek önceliğimizdir. Kişinin günlük enerji alımı, alması gereken günlük vitamin ve mineralleri karşılamak, bağışıklık sistemini güçlendirmek ve bu sayede günlük faaliyetlerini az da olsa yerine getirmesi önemlidir. Kilo kaybı, güçlükle hareket etmek ve halsizlik hastanın günlük protein ve/veya enerji alımını arttırmak için dikkate alınması gereken hususlardır.

Tedaviye bağlı olarak beslenme kısmında şikayetler oluşabilir: istemsiz kilo kaybı, anoreksi ve kaşeksi, besinlere karşı isteksizlik, tat ve koku değişimleri, mide bulantısı ve kusma, çiğneme ve yutkunma sorunları, kserostomi (ağızda kuruluk hissi), oral mukoza iltihabı.

İstemsiz kilo kaybı, anoreksi ve kaşeksi

Yetersiz beslenme vücudumuzda enerji eksikliğin, proteinlerin ve/veya diğer mikro besinlerin yetersizliği veya eksikliği olan bir beslenme durumudur. Böylece vücut yapımızda ve vücut kompozisyonunda olumsuz etkiler oluşmakta olup klinik sonuçlarına da yansımaktadır.

Bir hastanın BMI ?18,5 ise, yetersiz beslenme riski mevcuttur. Kaşektik durumda BMI ?16 ise, bu durumda altta yatan başka bir hastalığın habercisi olabilir. Ciddi kilo kaybı ile katabolik durumun artması (kas kitlesinde kayıp ve kas güçsüzlüğü) ve yağ kitlesinde düşüş de görülebilmektedir.

Azalmış bir yeme isteği ve çabuk doygunluk hissi kilo korumada güçlükler oluşturabilir.

Bu durumda pratik bilgiler:

• Yemeğimizi tüketirken tabağınızda renk kombinasyonu olsun ve azar azar sık sık yemek yemeye özen göstermeye çalışın.

• Yemeği başkaları ile birlikte huzurlu bir ortamda tüketmeye çalışın.

• İştahınızı yemekten önce kısa bir süre önce yürüyüş yaparak açabilirsiniz. Hatta yemekten yarım saat önce küçük porsiyon et suyu veya kemik suyu çorbası tüketebilirsiniz.

• Yemek aralarında bolca sıvı almaya dikkat edin. Hatta enerji değeri yüksek olursa daha iyi olur.

• Daima tam yağlı ürünleri tercih edin.

• Yeterli miktarda protein almaya çalışın (et, tavuk, balık, peynir, yumurta, kuruyemişler, kuru baklagiller, süt ürünleri).

Besinlere karşı isteksizlik, tat ve koku değişiklikleri

Onkoloji hastaları %55-75 oranında besinlere karşı isteksizlik, tat ve koku değişiklikleri yaşamaktadırlar. Bu sorunlar hastalık, kemoterapi ve/veya radyoterapi neticesinden oluşan metabolik düzensizlikten kaynaklıdır.

Pratik bilgiler:

• Tat değişikliklerinden kaynaklı olarak yeni besinler denenmeli. Daha çok sabit tatlar ve kokusuz yemekler tercih edebilirsiniz. Örneğin; haşlanmış patates, püre, ekmek, etimek, kraker, taze kaşar ve sade bisküviler.

• Bol miktarda sıvı alımına dikkat edin. Her öğün sonrası ağız hijyenine özen gösterin.

• Sert kokulara sahip kahve, kızartılmış et ve besinlerden uzak durun.

• Protein kaynakların yanına elma püresi, şeftali püresi gibi tatlı ve ferahlatıcı kombinasyonlar yapabilirsiniz.

• Yemek kokularından uzak durun ve biraz daha zeytinyağlı yemekleri tercih edin.

Mide bulantısı ve kusma

Alınan tedaviler sonucu maalesef mide bulantıları ve kusma çok sık rastlanan durumlardır. Mide-bağırsak sorunları, ilaç kullanımı, metabolik düzensizlik veya elektrolit balans düzensizliği yine mide bulantısı ve kusmaya neden olabilir.

Pratik bilgiler:

• Mide bulantısı sebebini araştırıp, doktorunuz ile ilaçları tekrar konuşabilirsiniz.

• Güne yayarak, 1,5-2 l günlük su tüketimine özen gösterin.

• Bulantının az olduğu anlarda yemek yiyin veya yemek esnasında mola verin.

• Mideyi boş bırakmayın.

• Zencefil, nane, zerdeçal ve kekik çayı içerisine 1 dilim limon koyarak içilmesi de mide bulantısını önlemek için fayda sağlayabilir.

Çiğneme ve yutkunma sorunları

Çiğneme ve yutkunma sorunları tümörden dolayı baş-boyun bölgesinde veya yemek borusu hizasında radyoterapi’den kaynaklı olarak farklı derecelerde oluşabilir. Hastaya göre öğünlerin düzenlenmesi çok önemlidir.

Pratik bilgiler:

• Yemeğin kıvamını hastanın durumuna göre düzenlemek önceliğimizdir.

Hemen sıvı gıdaya geçiş yapmamaya özen gösterelim. Çiğnemek tükürük üretiminde ve tat duyusunda olumlu bir etkiye sahiptir.

• Besinlerin veya yemeklerin boğazdan kolaylıkla geçmesi için yumuşak olmasına dikkat edin. Hatta krema, sos, et suyu veya kemik suyu ilave edebilirsiniz.

• Sert baharatlardan uzak durun. Örneğin; karabiber, hardal, acılı sos ve sarımsak.

• Soğuk ve ılıtılmış yemeklerde daha az yutkunma şikayetleri olmaktadır. Gerekli durumlarda buz parçacıkları ile yemeği soğutabilirsiniz.

Kserostomi (ağız kuruluğu)

Pratik bilgiler:

• Ağzınızı sık sık su içerek veya ağız çalkalama suları ile çalkalayın.

• İyi çiğneyin ve ferahlatıcı-ekşi besinler (ananas, elma, limon, portakal, salatalık, domates, salatalık turşusu) tüketerek, tükürük üretimini teşvik edin.

• Besinin yumuşak olmasına özen gösterin. Örneğin; sos, krema, kemik suyu veya et suyu kullanabilirsiniz. Çorba, süt veya çay içine ekmeğinizi veya etimeği batırabilirsiniz.

Oral mukozitis (ağız içi mukoza iltihabı)

Kemoterapi ve radyoterapi sonucunda çok sık rastlanan bir yan etkidir ve yemek yeme ve yutkunma esnasında ciddi derecede acı oluşturabilir.

Pratik bilgiler:

• Yemek sonrası ağzınızı çalkalayın. Böylelikle yemek artıkları kalmaz ve enfeksiyon oluşumu için ortam hazırlanmaz.

• Turunçgillerden yapılan meyve sularından kaçının. Sert baharatlı yemekler, ekşi veya tuzlu besinler, alkol ve asitli içeceklerden uzak durun.

• Çok sıcak besin ve içeceklerin tüketiminden kaçının.

• Buz emmek şikayetlerinizi azaltabilir.

• Besinlerle teması azaltmak için belki kısa bir pipet kullanımı uygun olabilir.

Onkoloji hastaları bu aşamalardan geçerken sindirim sisteminde geçiş şikayetleri, mide ekşimesi, mukus oluşumu, kabızlık, ishal, istemsiz kilo artışı, yorgunluk ve kas güçsüzlüğü, bağışıklık sisteminin düşmesi gibi şikayetlere maruz kalabilirler. Bu makalede saymış olduğum şikayetler tekli veya çoklu bir şekilde baş gösterebilir. Bu konuda uzman olan diyetisyeninize danışmayı ihmal etmeyin.

Sağlıklı günler dileği…

Uzm. Dyt. Emel Yılmaz

Mail: info@emelyilmaz.com.tr

www.emelyilmaz.com.tr

Facebook

Yazının devamı...

Astaksantin

Astaksantin; Çok yönlü uygulamalara sahip güçlü bir antioksidan

Doğanın güçlü antioksidanlarından biri olan astaksantin, kırmızı-pembe rengi ile bilinen bir pigmenttir. Yengeç, karides, ıstakoz ve kerevit gibi bazı kabuklu deniz hayvanlarında, somon, flamingo ve kızıl aynak gibi bazı kuşların tüylerinde bulunur.

Karotenoidlerin kralı’ olarak adlandırılan ve koruyucu özelliği bulunan astaksantinin geniş yelpazesi klinik çalışmalar ile desteklenmiştir. Özellikle yüz, göz, beyin, testisler ve kaslarda oluşan serbest radikalleri frenleyip yaşlanmayı geciktirici olarak değerlendirebiliriz. Astaksantin iltihap frenleyici olarak da kanıtlanmış bir antioksidandır. Özellikle sentetik olmayan, doğal alg kaynağı Haemotacoccus pluvialis tercih edildiğinde, astaksantin birçok alanda başarıyla kullanılabilmektedir.

Anti-aging etkisi

Astaksantin diğer antioksidanlardan daha güçlü bir şekilde serbest radikalleri frenleyip, kan beyin bariyerini ve kan retina bariyerini sorunsuz bir şekilde geçen, dev antioksidanların bitkinliğini frenleyen bir antioksidandır. Aynı zamanda serbest radikaller tarafından oluşan oksidatif hasara karşı güçlü bir şekilde koruma sağlayıp, yaşlanmaya karşı mükemmel bir rol oynamaktadır.

Cilt koruyucu

Astaksantin cildimizi güneşin olumsuz etkilerine karşı korumaktadır: güneşin UV-ışınlarına karşı ve kolajen dokusunu diğer antioksidanlardan daha güçlü bir şekilde koruyor, kolajen ve elastini yıkan enzimlerin salınımını frenliyor. Kısacası güneş yanığı, güneşten dolayı cilt yaşlanması ve güneş alerjisine karşı harika bir ajandır. Aynı zamanda ince kırışıklıkları ve çizgilerin oluşumunu engellemektedir.

Görme yetimize etkisi

Bir antioksidan olarak astaksantin, gözleri ve retinadaki fotoreseptör hücrelerini UV ışığı hasarından ve iltihaplanmadan korur. Göze ve retinaya kan akışını da iyileştirir. Klinik çalışmalarda yorgun ve aşırı yüklenilmiş gözlere faydalı olduğu görülmüştür. Örneğin; bulanık ve çift görme, zor odaklanma, yanan gözler, kuru gözler, alında baş ağrısı. Ancak herşeyden önce astaksantin, maküler dejenerasyonu önlemek ve yavaşlatmak için özellikle çinko, lutein ve zeaksantin ile kombinasyonunda kullanılmaktadır. Olumlu etkileri yaşa bağlı yakın görme bozukluğunda da görülmektedir (presbiyopi).

Beyin için faydaları

Astaksantin sinir hücrelerini, dejenerasyona ve oksijen eksikliğine karşı korur. Bu nedenle yaşlılarda hafızayı, konsantrasyonu, reaksiyon süresini, dikkati ve bilgi işlemeyi teşvik eder ve demans gibi diğer nörodejeneratif hastalıkları korumada bir araçtır. Örneğin; Alzheimer, Parkinson ve inme.

Erkek fertilitesinde faydası

Batıda yaşayan erkeklerde kısırlık nedeninin başlıca sebebi aşırı derecede spermlerin oksidatif hasara maruz kalmalarıdır. Astaksantin spermlerin kalitesini iyileştirip erkeklerdeki kısırlık oranını düşürür. Aynı zamanda iyi huylu prostat büyümesini de desteklemektedir.

Performans yeteneğini arttırır

Astaksantinin dikkat çekici özelliği, diğer antioksidanlara göre, benzersiz moleküler yapısı sayesinde hem dış hem de iç zarları lipid peroksidasyonuna karşı korumasıdır.

Mitokondriyal enerji üretimi esnasında oluşan serbest radikalleri frenler.

Spor performans yeteneğini daha iyi bir dayanıklılıkla ve daha fazla kas gücü ile arttırır. Özellikle bisiklet sürücülerinde daha iyi bir performans gözlemlenmiştir.

Diğer etkileri:

Astaksantin Helicobacter pylori’ye frenler, sindirim sistemindeki iltihaplanmayı azaltır, reflü ve mide yanmalarında yararlı olmakla birlikte mide ülserleri ve bağırsak inflamasyonların oluşumunu önler.

Trigliseritleri azaltır, iyi kolesterolü yani ‘HDL’yi arttırır, LDL kolesterol oksidasyonunu ve aterosklerozu frenler, hipertansiyonda kan basıncını düşürür.

Artroz, artrit, karpal tünel sendromunda ve tenisçi dirseğinde antiinflamatuvar etkisi mevcuttur.

Antikanserojen (özellikle bağırsak ve mesane kanserinde) etkisi vardır.

Alkole bağla olmayan karaciğer yağlanmasını frenlemeye yardımcıdır.

Sağlıklı günler dileği ile…

Uzm. Dyt. Emel Yılmaz

Mail: info@emelyilmaz.com.tr

www.emelyilmaz.com.tr

Facebook

Yazının devamı...

Gıda katkı maddeleri

Besin emülgatörlerin bağırsak homeostazın üzerindeki etkileri

Günümüzde obezite ve beraberinde gelen tip 2 diyabet, kardiyovasküler rahatsızlıklar ve karaciğer yağlanması gibi metabolik hastalıklar dünyaca pandemik denilecek kadar yayılmıştır ve halk sağlığını ciddi anlamda etkilemektedir. Aşırı yağlanmaya düşük dereceli kronik iltihaplanma eşlik etmektedir. Obezite, kronik iltihaplanma ve beraberindeki metabolik rahatsızlıklarda etkilidir. Her ne kadar obezite, enerji alımı ve enerji tüketimi arasındaki dengesizlikten oluşsa da genetik faktörler ve çevre faktörleri de bir rol oynamaktadır. Çevre faktörlerinden biri burada çok önemli bir rol oynamaktadır. Sebebi ise bağırsak mikrobiyotasının çocukluğumuzdan bu yana bizimle birlikte gelişmekte olduğudur.

Bağırsak mikrobiyotası 100 trilyondan fazla mikro organizmalardan oluşur. Bağırsak mikrobiyotasının genomu (mikrobiyom) insan genomundan 150 kat daha fazla gen içermektedir. Birçok araştırmalar obezite ile birlikte oluşan düşük dereceli kronik iltihaplanmanın bağırsak homeostazı ve bağırsak mikrobiyotası düzensizleşmesinden oluşabileceğini göstermektedir. Obezite, bağırsak mikrobiyotası kompozisyonu değişiklikleri ve yüksek bağırsak geçirgenliği ile ilişkilidir. Bu değişiklikler iltihap oluşumunda, obezite ve buna bağlı bozukluklarda önemli bir rol oynamaktadır.

Obezite oluşumunda ve metabolik bozukluklarda bağırsak mikrobiyotası oldukça önemlidir. Peki, prebiyotik kullanımı burada ne kadar önemlidir?

Prebiyotikler sindirim sistemi enzimleri tarafından sindirilmeyen besin maddeleridir ve bağırsağımızın belirli mikro organizmaları tarafından seçici olarak fermente edilir. Böylece bağırsak mikrobiyotasının bileşiminde ve/veya aktivitesinde spesifik değişiklikler üretilir ve böylece konakçının (bireyin) sağlığı desteklenir. İlginç olan obezitede, bağırsak mikrobiyotasında oligofruktoz gibi prebiyotiklerden oluşan bir değişiklik, yağ kütlesinde azalma, vücut ağırlığında azalma, inflamasyonda azalma, diyabet ve bağırsak geçirgenliğindeki azalma ile ilişkilidir.

Prebiyotikler 100’den fazla bakteri türü üzerinde etkilidir. Bunların arasında bifidobakterler dahildir fakat oligofruktoz tedavisi ile en fazla tetiklenen bakteri ise Akkermansia muciniphila’dır. Obezite modeli oluşturulmuş laboratuvar hayvanları, Akkermansia muciniphila bakteri ile tedavi edildiğinde, kilo kontrolü başarılı olmaktadır. Yağ ağırlıklı bir beslenme ile birlikte bu bakterinin tedavide kullanılması kilo alımını ve yağ kütlesinin miktarını düşürür. Dolayısıyla düşük dereceli kronik iltihabı ve tip 2 diyabeti de düşürmede etkilidir.

Yapılan çalışmalarda bağırsak mikrobiyotasının, obezite ve metabolik bozuklukların oluşumu ve korumasında önemli bir rol oynadığı görülmüştür. Son 50 yıl içinde besinlerimizde kullanılan emülgatörlerin artışı, inflamatuar bağırsak hastalıklarının ve metabolik bozuklukların artışına sebebiyet verdiği düşünülmektedir.

Klinik öncesi çalışmalarda farklı gıda ürünlerinde 2 emülgatör bağırsak homeostazın değişimine neden olabileceği, yağ kütlesinin artmasına ve metabolik bozukluklarla birlikte obezitiye yol açabileceği görülmüştür. Besinlerde kullanılan bu 2 emülgatör E433 ve E461, polisorbat 80 ve selüloz metileter, gıda katkı maddeleridir.

Özellikle deney hayvanı çalışmaları bize bu 2 gıda katkı maddesinin vücudumuza girmesi ile birlikte inflamatuar bağırsak hastalıklarının oluşumunda bir rol oynayabileceğini göstermiştir.

Kısacası besinlerde bulunan gıda katkı maddeleri, bir diğer adı emülgatörler, bağırsak mikrobiyotasını bozabileceği ve böylelikle iltihap geliştiren bağırsak mikrobiyotasına sebebiyet verebileceği gözlemlenmiştir. Tabi insan üzerindeki sağlık etkileri için daha birçok çalışmalar yapılması gerekmektedir.

Sağlıklı günler dileği ile…

Uzm. Dyt. Emel Yılmaz

Mail: info@emelyilmaz.com.tr

www.emelyilmaz.com.tr

Facebook

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.