SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Rafael Amargo'nun Gıcırtısı

deniyor Wikipedi’de.

“Akademik olmayan” diyor; yani “alaylı.” Kendi kendine öğrenilen; ustadan çırağa, bilenden bilmeyene . . . Ve sokaklarda, dört duvarda; müziğin yettiği, ayaklarla kolların, ruhun özgür kalabildiği her yerde . . .

Flamenko; el çırpma ve ayak hareketleriyle bezeli bir duygu seli. Bir tavır aslında; kendini anlama ve anlatma biçimi. Bizdeki karşılığıyla “yanık bir türkü”yle dillendirilen, kimi zaman yakarış, kimi zaman övgü ve de kutlama; fakat işin özünde mutlaka yürekten hayata kurulan bağ var. Aslında bütün halk danslarında olduğu gibi . . . Naif, tutkulu ve öze değen . . .

Elbette, ‘içli’ seslendirilen ve çalınan her müzik parçasında, okunan her türküde ve edilen her dansta olduğu gibi en çok icracısı, sonra da izleyenler kendinden geçiyor.

İşte dün, tam da böyle bir performansın meraklı ve heyecanlı misafiriydim.

Rafael Amargo’nun ‘Suite Flamenca’sı

İspanya’nın ödüllü flamenkocusu Rafael Amargo, ‘Suite Flamenca’ isimli 6. gösterisiyle 15-17 Kasım’da üç gün için İstanbul, Maslak TİM Show Center’daydı.

Müzikler (Juan Parilla), danslar, koreografi . . . Karşı koymak zordu; zaten bunu istediğim de yoktu: Büyülendim. Edilgince. Oturduğum yerden ve sonuna dek.

Hareket, Çekicidir

Coşkularını, bedenlerine kusursuz bir akışkanlıkta aktarmayı azınlıkla başarabilen canlılar olarak biz insanlar, neden hareketsiz kalmayı tercih ettiğimizi bir kere daha düşünmeliyiz. Oysa, hareket yaşamın can damarı. Hareketsiz kalan bedenlerin kalpleri de soğur, zihinleri de durur.

Çabucak düşünün; kelimenin gerçek anlamıyla “katı” insanları mı çekici bulursunuz? Yoksa konuşurken, hatta dururken bile devinenleri mi? Bazı insanların gözünün içi güler ya mesela; bu bile bir danstır aslında. Kimisinin çatalı tutuşu bile ahenklidir, bir başkası kenara çekilirken bile zariftir, öylesine yürürken bile albenilidir. Vücut dili, kalbe değdiğinde olan oluyor; işte o zaman insan çiçek açıyor.

Bir Dönüşüm Olarak, Dans

Müzik ve dans; aslında devinimin kendisi; bütün canlılarda olduğu gibi hareket, insanda da yeniliğin, güzelliğin, bir başka günün ve hatta geleceğin kapılarını açıyor. Düşünsenize; adım atmak bile insanı istemediği bir andan uzaklaştırıp, istediği bir ana yaklaştırabilir. Ufacık bir basamağı atlamak bile insana yepyeni bir hayat sunabilir.

Dansın ve bilhassa da yerel dansların önemi burada baş gösteriyor: Kendini anlamada, anlatmada ve bir şeyleri atlatmada.

Dans bir dönüşüm.

Flamenko da bunun en “sıcak” örneklerinden biri. Amargo’yu ve dansçıları izlerken sahneye atmak suretiyle kendini, manifestosunu ortaya koyası geliyor insanın.

Kapı Gıcırtısına Oynayan Milletler

Aklıma, biz Türkler ve elbette hallerimiz; bunun üstüne de geçen gün yazdığım birkaç dize düşüyor:

Kalpten yapıldık hepimiz.
Kırılır dökülürüz de, müzik bitene dek susmayız.
Ve oynarız şak şak, kiminle dans ettiğimizi iyi biliriz.

Kapı gıcırtısına oynayan halklar, bakmayın hafif göründüklerine siz, onlar kalbin atışından dem vururlar. Son ana dek çarpan, en kötü günde bile hayata devam eden yalnız kalptir çünkü . . .

O attıkça, dertler, kederler, kara günler, hepsi geçer.
O attıkça, yeni bir gün hep kapıda.

O yüzden, nerde bir kapı gıcırtısı; orada hayatın devam ettiğinin farkında kadınlarla adamlar.

Durmayın hiç, oynayın!
Müzik henüz bitmeden:
Güp – Güp – Güp - Güp!

Üstat Rafael Amargo buralara bir daha ne zaman uğrar, bilinmez; elbette illa ki şahsı şart değil; siz siz olun, müziğin ve dansın en içerden geleninin ellerinden tutun, bırakmayın.

Mutluluğunuz için devinin.

@Vhilosopher

vuslaterkmen.com

Yazının devamı...

İyi Ki Doğdun ODTÜ!

Bugün ODTÜ’nün 57. doğum günü . . .

Üniversiteyi ODTÜ’de, özgür iradenin Türkiye’deki anavatanında okudum.

Hem de Felsefe okudum ben.

Aman yarabbim, tam bir felaket!

O sıralar, bilhassa yapılı saçlarıyla, bu derneğin, şu derneğin üyesi, orta yaşı geçmiş hanımefendiler sorardı:

- “Hangi okulda okuyorsun güzel kızım?”

- “ODTÜ’de okuyorum.”

- “Ah şahane, peki ya hangi bölüm?”

- “Felsefe okuyorum ben.”

- “Olsun kızım”, derlerdi, “olsun . . .”

Anlam verilemezdi bir türlü. Haydi ODTÜ, girilmesi zor bir okuldu, iyiydi, hoştu da, Felsefe neyin nesiydi? Tuhaf, esrarlı, boş işlerdi! Laf salatası! Boşgezenin boş kalfalığı! Okul bitince ne müdür olabilirsin, ne vali.

“Sürünecek misin kızım?”

Eşe dosta hava atmayı bırak, prestijimi onların gözünde yerle bir eden o bölümde okudum ben.

Hem de bayıla bayıla!

* * *

ODTÜ’nün bütün çimleri güzeldir. Ama, beşeri bölümlerin çimleri bana göre ODTÜ’nün en güzel çimleriydi. Çünkü oradaki çocuklar daha bir rengarenk, daha da aşk dolu, daha sanatçı, daha filozof, daha mağrurlardı . . .

Biz ODTÜ’deyken hepimiz çocuktuk ve biz çok güzel çocuklardık . . .

Dünyaya değer katabilmek için yanıp tutuşurduk, üretmek için hevesliydik; değerlerimiz, hayallerimiz, kafamızın içinde uçuşup duran fikirlerimiz vardı.

Maviydik, pembeydik, yeşildik; her renktik biz.

Karşı konulacak kadar saftık.

Hala öyleyiz.

Hala öyleler.

ODTÜ’deki çocukların hala hepsi şimdinin ve geleceğin başı dik, prensipli, sevgili, coşkulu, dopdolu, sımsıkı insanları.

* * *

Şu sıralar yine bilhassa kafaları dumanlı, o derneğin, bu derneğin üyesi, yaşı geçmiş, geçmemiş hanımlar, beyler soruyor:

- “Nedir bu ODTÜ’deki durum kızım?”

- “Ağaçları kesiyorlar” diyorum.

- “Kessinler bırak, ne güzel yollar yapılacak.”

- “O yollar bizi eve götürmez ki!” diyorum. “Bizim evimiz ağaçların gölgesinde, bizim evimiz kuşların sesinde, bizim evimiz ıslak çimenlerde! Bizim evimizin kapısı hayatı sevmekle açılır. Evimiz birbirimizi sevmekle büyür; şefkatle, özenle, aşkla, güvenle en güzel saraylardan güzel, en geniş yollardan ferah olur!”

- “Olsun”diyorlar, “bu sefer de böyle olsun.”

Olmaz! Olamaz hanımlar, beyler, olmayacak.

İç sesimiz susmaz. Peşinizi bırakmaz. Göğsümüzün tam orta yerinde, gürül gürül, bangır bangır bağıran, bizi hayata bağlayan dirim, efendileri, efendicileri, hiç bir yere bağlanmayan, eve varmayan yolları sevmez.

Dirim otorite dinlemez.

Doğa ananın en değerli çocuğudur dirim; hem de hayatın kaynağı.

Yaşayan hiç bir şey ölmez hanımefendiler, beyefendiler.

Yalnız, şekil değiştirir.

Dirim de öyledir.

Bugün bende sevmeye atan kalp, yarın başkasında, ertesi gün bir kelebekte, daha ertesinde ulu bir ağaçta, belki ufak neşeli bir bulutta, belki uzak bir ülkede, kimbilir hayata düşman siz hanımların, beylerin torunlarında, ama her daim geleceğin çocuklarında yaşamaya devam eder.

Bir düşünsenize, aksi olsaydı bu dünya yaşanır mıydı hiç?

İyi ki doğdun ODTÜ!

Sen çok yaşa!

Bugün benle, yarın bir başkasında!

Fotoğraf: Şeyma İncikli

@Vhilosopher

vuslaterkmen.com

Yazının devamı...

"Kesin Bilgi, Müdahale Var"

Geçtiğimiz hafta TÜYAP’taki Kitap Fuarı’nın yanıbaşında devam eden bir diğer etkinlik de Sanat Fuarı’ydı. – Artist 2013

1000’e yakın sanatçıya ait 150 galerideki eserleri tek tek gezdik.

Kader Genç, Sezai Özdemir, Ercan Ayçiçek ve Şahin Demir benim tekrar tekrar dönüp baktığım resimlerin yaratıcılarından bir kaçı.

Ayaklarımıza kara sular indi.

Ama değdi.

İnanılmaz işler, hayranlıkla seyredilecek tablolar, onlarca farklı teknik, yüzlerce stil, hayal gücü, düşler, yalnızlık, mutluluk, umut, karanlık, kayboluş, sevap, günah, hayatı bambaşka yerler ve zamanlarla yeniden yorumlayan, ezberbozan ne varsa oradaydı.

Belki de bu yüzden korkutucuydu.

Özgürlük bazen, bazılarını korkutur.

Çeşitlilik, tek düze tüyleri diken diken eder!

Öyle de oldu.

Gezi Parkı konulu “Müdahale Var Mı?” başlıklı sergideki bir eser “sakıncalı” bulundu. Hakaretten sayıldı.

Nova Kozmikova isimli sanatçının eseri, Başbakan’a hakaretten soruşturmalık oldu.

Bir sanatçının, bir devlet adamının politikasını eleştirmesi ve sorgulaması herhalde sineye çekilecek bir durum olamazdı. Oturmalıydı oturduğu yerde sanatçı dediğin, sessiz ve de sedasız, olur muydu öyle şey!

Böylelikle, Başbakanın Ortadoğu politikalarını eleştirmek amacıyla yapılan petrol ve ziftli tablo, sergi yönetimi tarafından kaldırıldı. Serginin küratörü adliyeye çağrıldı, kendisinden bilgi (?) edinildi.

Acaba bir sergi küratöründen, bir sanat eseri hakkında, adliyede “ne” duymak istiyorlardı, meraktayım.

Sanatçıya sarfedilecek lafları ve yapılacak suçlamaları ise şimdiden duyar gibiyim.

Aklımda şöyle bir kaç satır dönüyor, hınzırca nedense:

“Michelangelo, gel oğlum buraya! Bu ne böyle kızlı erkekli, üstelik mahrem yerler ortada! Bir daha görmeyeyim; resim, heykel, abuk sabuk işler! Adam ol!"

İşin komik tarafı, ne yazık ki gerçek.

* * *

Bu yakışıksız müdahalenin ardından, “Müdahale Var Mı?” isimli serginin ismi “Kesin Bilgi, Müdahale Var” şeklinde değiştirildi. Soruşturmaya tepki gösteren sanatçılar, eserlerin üstünü siyah kartonlarla örttüler . . .

Ülkenin sanatçısını ülkeye küstürmek işte böyle oluyor . . .

* * *

İnsanın, diğer insan kardeşlerinin nelerle meşgul olduğunu görmesi, fark etmesi, hatırlaması için sanata tutunması şart.

Çünkü sanat insana, yeniden insanı hatırlatıyor.

Sanat, insana belki de hiç düşünmediğini anlatıyor.

Sanat, “ben de yapsam” dedirtiyor; yeni ufuklar açıyor.

Var olanla, var olmayanı birleştiriyor.

Mümkünatı yeniden sorgulatıyor.

Taptaze düşünmeyi, yeni hevesleri körüklüyor.

Umut veriyor.

Bu yüzden mi korkutucu?

Sürekli yenilendiği, peşinde olanı sürekli yenilediği için mi durmaksızın veto yiyor sanat?

Eğer sanat, bu yüzden yasaklanıyor, adliyelere taşınıyorsa, görülmek, bakılmak istenmiyorsa, çok rica ederim küstürülen, püskürtülen sanatçılar değil, içlerinde sanatı karartmak olanlar dört duvarlarından çıkmasın.

Çünkü hayat her gün YENİDEN doğuyor.

İnadına . . .

@Vhilosopher

vuslaterkmen.com

Yazının devamı...

Kişisel Alanıma Dokunma!

Kuaföre gitmeyi sevmem; saçlarımı kendim keserim, fön ihtiyacım yok, boyasını da kendim yapardım . . .

Neden?

Çünkü çok konuşuyorlar! Soruyorlar; incik, cıncık, iş görüşmesinden beter. Ellerinden gelse insanda “kişisel alan” diye bir şey bırakmayacaklar. Biliyorsunuz, çok az meslek grubunda müşteriyle bu denli yakın çalışılır. Ve elbette dengeyi tutturmak hassas usta işidir; insana rahatsızlık vermemek. Mesela yine ben, kafamla oynanmasını hiç sevmem; hele o saçlarımın birbirinden iddialı kafa masajlarıyla yıkanma aşaması benim için tam bir eziyet. Her defasında, kuaförde işim bittiğinde, başım ağrıyarak, yorulmuş, sanki zorla konuşturulmuş, kişisel alanım istila edilmiş gibi hissederim; bir çeşit 'tükenerek' çıkarım o kapıdan.

Fakat . . . Son iki senedir bir kuaförüm var ki, ‘başıma’ gelen en güzel şey. Ayda bir görüşüyoruz, çünkü yalnız dip boyasına gidiyorum. – Erkek okuyucular yazıyı okumayı sakın burada kesmesin, başka bir yere bağlayacağım.

Bu işinin ehli, meslek sahibi beyefendi, insanı ağdalı selamlardan uzak, sade bir saygı ve sevgiyle karşılar, müşterisi konuşmadıkça konuşmaz, ne istediğini dinler, kendi önerisini söyler, ve yapar; gerçekten de hakkıyla yapar, çünkü çok da yeteneklidir.

Tanıdığım herkese anlatıyorum; kuaförümü çok seviyorum! Kuaförümü çok seviyorum!

Elbette yukarda saydığım üzere sevgimin çok sebebi var . . . Fakat aralarında bir tanesidir asıl kıymetli olan.

Dedim ya iki yıl oldu. Ve günler geçtikçe tüm bu avantajların arasında beni en mutlu eden şeyin o koltukta oturduğum süre boyunca, kişisel alanıma duyulan saygı olduğunu keşfettim.

Bilirsiniz, birinin kişisel alanınıza girmesi için illa sizinle konuşuyor olması, ısrarlı sorular sorması, size yanaşması, dokunması gerekmez, insanlar susarken bile birbirlerini rahatsız edebilirler.

Gel zaman git zaman, kuaförümü sapsarı, tatlı mı tatlı bir veletle yakaladım! Oğluymuş. Merhabalaştık, gülüştük, sarı kafa coşkuyla okşandı. Ve elbette bir sonraki görüşmemizde, bu sevimli oğlanın halini hatrını sordum. İşte o zaman öğrendim ki, kuaförümün oğlu otizmliymiş.

Henüz bir fikri olmayanlar için çok kısaca ve en belirgin özellikleriyle otizmli çocuklar; kendi kişisel alanlarına fazlasıyla düşkün bireyler; bu çocuklar dokunulmaktan haz etmezler, genelde ne zaman isterlerse o zaman konuşurlar, belli hareketleri ve kelimeleri tekrarlarlar, empati kuramazlar, göz temasını sevmezler, takıntılıdırlar, normal bir insana göre günlük olaylar için konsantrasyonları çok düşük ve kendi seçtikleri alanlar içinse inanılmaz yüksektir. Benim içinse topluma ayak uyduramayan, özel yeteneklerin sahibi insanlardır; tıpkı dahiler gibi . . . -Belki de biz onların dünyalarına ayak uydurmalıydık?

Konunun uzmanları ve birebir muhatapları benden çok daha iyi bilirler; otizmli bir çocukla yaşamak zordur; bununla beraber her gün yepyeni şeyler öğretir insana, dünyaya yeni baştan ve bazen tepetaklak bakmayı lüzumlu kılar. Ve insan, aslında empati kuramayan bir çocuğa yaklaşabilmek, onunla aynı dili konuşabilmek için kendi ‘empati’ kavramını sil baştan, yeniden sorgular, kendine belki her yeni günde bambaşka çıkar yollar bulur, bulamadığında yaratır. Dişini tırnağına takar. Çocuğu için!

Ve günün sonunda o anneyle baba, insana, canlıya, hayatın ta kendisine dair ‘bin milyon’ tecrübe kazanır. Sabır, sabır, sabır - özveri, özveri, özveri - sevgi, sevgi, çok sevgi ister bu iş!

Kuaförümün oğlunun otizmli olduğunu öğrendikten sonra onu bana sevdiren bu usul zarafetinin kaynağını, neden gözleriyle de gülebildiğini ve neden insanları asla yormayan, rahatsız etmeyen, kimi meslektaşları gibi sorgu sualle insanı boğmayan bir mizacı olduğunu çok iyi anladım . . .

Çünkü biliyor. Çünkü kişisel alanın önemini çok iyi biliyor. Çünkü üstüne hakikaten emek sarf ettiği, onun için gecesini gündüzüne kattığı bir çocuğu var. Bir baba. Duyarlı bir baba. Çocuğuyla, sabırla, ona saygı ve sevgi duyarak 'büyüyen' bir insan . . .

Aslında, tüm bunların hatırıma gelmesi, San Francisco’lu fotoğrafçı Timothy Archibald’ın bir fotoğraf albümüne rastlamama denk düşüyor. Archibald, otizmli oğlu Elijah’ı, hiç müdahelesiz, kendi dünyasında öyle duru bir halde fotoğraflamış ki, insanın o karelere tekrar tekrar bakası, Elijah ile beraber vakit geçiresi, sesli, sessiz zamanların içine dalıp gidesi geliyor . . .

‘Çocuk işi’ zor; başlı başına bir iş. Hele otizmli bir çocukla yaşamak çok daha zor. Ama öyle güzel anneler, babalar var ki etrafta, bu çocukların da güzel olmamalarının imkanı yok!

Bu toplum, mutlu olmayı hak ediyor. Birbirimize sahip çıkarak becereceğiz . . .

Timothy Archibald'ın fotoğrafları için .

@Vhilosopher

vuslaterkmen.com

Yazının devamı...

Biz Küçükken Instagram Yoktu

Küçükken, kendime özel bir fotoğraf makinem olsun istedim çok . . .

1980'lerin son demlerinden bahsediyorum. Filmler yanarsa, babaların “tüh be!” diye yaygara kopardıkları zamanlardan.

Çekilen her karenin mutlaka en az çekirdek aile ve manzara fotoğrafı olmasına ciddiyetle önem verildiği zamanlardan. “Cheese!” diye hep bir ağızdan bağırıp (ben her seferinde bağırıyormuş gibi yapardım), illa ki kameraya baktığımız, gözlerimizin gece kırmızı çıktığı vakitlerden.

Oysa ben, Şeytanın Ayak İzi’nden, Altınkum Plajı’nda yaptığımız kumdan kale ve yanına iliştirdiğimiz plastik ekipmanımızdan (kova ve kürek!), Erdek’teki motel odamızın manzarasından, Mavi Mavi Aile Çay Bahçesi’ndeki o çok neşeli, bol ay çekirdekli geceden ya da Neşe Teyze’nin oğlu Cem’in sünnet düğünündeki toplu kareden bambaşka anları çekmek ve tekrar tekrar bakmak üzere saklamak istiyordum. (“Bizim kız biraz değişik”)

Sonunda, bana her gelişinde harika kalem kutuları, rengarenk ataçlar ve teneke kutularını hala sakladığım şekerler getiren Almanya’daki teyzemden istemiştim fotoğraf makinesi, getirecekti. Ne yazık ki araya savaş girdi, dört sene memlekete gelemediler. Ben de ne öncesinde, ne de sonrasında ayaklarını yere vurup istediğini yaptıran çocuklardan olmadım hiç. Fotoğraf makinesi konusu böylece kapandı . . .

Öte yandan, herkes başka bir yöne bakarken, kendi algılarımın rüzgarına kapılıp zoom’ladığım anları fotoğraflamadan çocukluğumu harcamayacağımı, omzumdan bir an ayrılmayan ilham perimin kanatlarını indirmesine göz yummayacağımı biliyordum. Böylece kendi kendime anları çekmeyi öğrendim.

Gözlerimi monitör, çember şeklinde avcumun içine doğru büktüğüm parmaklarımı kadraj olarak kullandım. Biricik ilham perim de elbette ki sayıları gittikçe sonsuzu bulan fotoğraflarımın yegane sanat yönetmeniydi.

Sevdiğim bir defter, en güzel kalemimle bir araya geldiğinde resmini çektim. Birlikte çok güzel görünüyorlardı. Çalışma masamda sakladığım tahta kutumun kapağını açıp, içinde muhafaza ettiğim uğurlu zarların, renkli, şekilli silgilerimin, avuç içi kadar iskambil kağıtlarımın, babaannemin evinden yürüttüğüm gövdesi normalden uzun, kafası minicik, çiçek oymalı çay kaşıklarının fotoğraflarını çektim.

Favori kıyafetim beyaz şortumu yaz sonunda bir piknikte giymiş, cebime de tek başıma çıktığım kısa keşifte ağaçtan topladığım böğürtlenleri doldurmuştum. Güya sürprizimin övünçlü sevinciyle annemin yanına koştuğumda, yüzündeki şaşkınlıktan bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım! Piknik dönüşü annem şortu çamaşır makinesine atmadan hemen önce fotoğrafını çektim ki, ikinci hayatındaki pembe hali yerine o en sevdiğim bembeyaz haliyle aklımda kalsın.

Her geçen gün işimde tecrübe kazanıyordum . . .

Mesela en sevdiğim kupamı kırılmadan önce fotoğraflamıştım. Çünkü kendi hülyalı dünyamın yanında, bir yandan içine ister istemez dahil olduğum büyüklerin dünyasının bana öğrettiği ilk şey, hiç bir şeyin sonsuza dek sürmeyeceğiydi.

“Hiç bir şey baki değil.”

”Her şeyin bir ömrü var.”

Ve daha da ileri gidip, çocuk hayallerimi kırıp dökecek kadar cüretli bir “Her güzel şeyin bir sonu var.”

Ben de her ihtimali düşünerek (aman da büyümüş de ihtimalleri değerlendirirmiş) kupamı fotoğraflamıştım işte. Bu yüzden aradan yıllar geçmesine rağmen bir gün gerçekten de tuzla buz olan bardağın üzerindeki deseni; kayığa binmiş fil, tavşan ve ayı üçlüsünün yüzlerindeki neşeyi o günkü canlılıkla anımsarım.

Elbette hep makro çalışmadım; günün değişik anlarına ve yeryüzünün insan eli değsin, değmesin, benzersiz oluşumlarına da meraklıydım (Bak sen . . . )

İzmit’ten İstanbul’a geçtiğimiz hafta sonları gidiş yolunda, kayalara yerleştirilişine tutkuyla hayran olduğum çimento fabrikasını çektim, binlerce sefer. Pazar akşamları dönüş yolunda Kirazlıyalı’daki muhteşem evleri aldım kadrajıma. Apartmanların içi öyle ferahtır ki, bazılarında merdivenler açıktadır; işte o zaman apartmanın içinden deniz görünür. Kapılarda mutlaka bisiklet ve dev saksılarda yeşil bitkiler vardır. Anneleri ellerinde borcamlar, evin kapısını bir ayaklarıyla çekip, merdivenlerden bahçeye, ailelerinin yanına inerken çektim, onlarca kez . . .

Genelde büyüklere en gereksiz görünen kısma geldik. Herhalde elle tutulur gerçek bir fotoğraf makinem olsaydı, babamı henüz fotoğrafçının tezgahında çıldırtacak olan “gereksiz kareler” ve “boşa harcanmış paralar” bunlar olurdu. (Yaşasın!)

Gittiğimiz her sahilden topladığım ve dönüşte çok yük yapacağını düşünen annemin “en beğendiklerini götür eve” dediği için otel odasındaki son günümüzde, beyaz pikenin üstüne sererek özenle ayırıp, naylon bir torbanın içinde ve bavulun en dibinde eve getirdiğim taşlarımın fotoğraflarını çekerdim. Biz odayı boşalttıktan hemen sonra görevlinin battal boy mavi çöp poşetine gidecek olan ve ne yazık ki seçilmemiş taşları da çektim elbette. Taşındığımız evlerin terk edilmiş hallerini çektim. Kapının önüne çıkarılmış boş kutuların içindeki kırık tabakları, artık kullanılmayacak terlikleri ve bitik mavi tükenmez kalemleri çektim. Üstünde ismim yazan kutuların dibinde hep tek tabanca ataçlar olurdu.

Uzun yolculuklarda, yol kenarındaki tek tük kulübeleri, yalnız sokak köpeklerini, iki genç kızın birbirlerine sarılıp, çekirdek yiyişlerini çektim. Bazen, fotoğraflarımın üzerinde uzun uzadıya düşündüğüm günler olurdu. Mesela kasaba yolunda kol kola fotoğraflarını çektiğim genç kızların çok geçmeden ayrı ayrı evlere, belki hiç bir zaman onları omuzlarından öpmeyecek kocalara gelin verileceklerini düşünürdüm. Sokak köpeklerinin kim bilir kaç yıl daha yapayalnız ve hiç bir zaman “yeteri kadar” olmayacak yiyecekle, yollarda bir ileri bir geri yürüyeceklerini düşünürdüm. Öyle ki, çektiğim fotoğraflar hakkında kendimi derin derin düşünürken, hüzne kaptırır ve soru sorarken bulduğumda büyüdüğümü de anlamıştım. Olay artık sadece mutlu anlardan çıkıyordu, büyüklerin dünyası sonunda benim çocuk dünyamı eziyordu . . .

Çok da uzatmayacağım. Şimdi görüyorum ki, çağın insanları (hem de ucundan eskileri) anları görmeyi, onlara değer vermeyi yeniden öğreniyor. Teknoloji ve akıllı telefonlarımız, ne kadar hayatımızı karmaşıklaştırsa da, bir yandan bize ufak ve çocukça şeylerden tekrar zevk almayı öğretir gibi.

Artık kahve köpüğünde ya da mum ışığında kalp görmek dalga konusu olmuyor. Güzel bir yemek, tabak bozulmadan, soğuması pahasına kareleniyor. Deniz manzarasının içine herkes, o an kendine hoş gelen bir şeyi, mesela içki kadehini, sevgilisinin ayağını, uçuşan saçlarını, bir kedinin bıyığını ekliyor.

Öğretilmiş mükemmel manzaralar yerine, herkes kendine özel kadrajını konuşturuyor. Herkesten farklı bir anı görmek, anın içindeki espriyi, hüznü, her hangi bir başka duyguyu yakalamak için insanlar birbiriyle yarışıyor. Anları hemen her yerde şakır şakır paylaşıyoruz:

“Bakın, bunu da ben gördüm, ben yaşadım!”

Ben küçükken ne herkesin elinde telefon, ne de fotoğraf makinesi vardı . . .

Ben avcumu kadraj yapmışken “Instagram” da yoktu . . .

Ama geri kalan her şey aynıydı . . .

Her şey o zaman da birbirinin yanına yakıştırılabilir, iki defter, bir kalem üst üste bırakılabilir, kuma bıraktığımız güneş gözlüklerimizin içinden deniz yine şahane görünürdü. Bulutlar hep gökte, sıcak çayımız masamızda, ayaklarımız kimi zaman çimendeydi, çıplaktı da . . .

Eh zaten biliyorsunuz, uğur böcekleri hep yapraklardadır, sevgililer hep öpüşür, hele kediler her zaman oracıktadır. Annemizin yaptığı köfte, makarna da çok güzeldir, hem onlar patates püresinden maydanoz, havuç ve domatesle “adam” bile yapar.

Ve her bir an benzersiz ve başka biri için başkalarının gördüğünden başkadır.

Görebilene!

Fotoğraf: Rooze

@Vhilosopher

vuslaterkmen.com

Yazının devamı...

Yetenek ve Başarı; Gerçekten Kader Mi?

Herkes şanslı doğmuyor!

Herkes anasının karnından şair, yazar, ressam, heykeltraş, marangoz, tasarımcı, şarkıcı doğmuyor.

Gerçekten öyle mi? Evet, olabilir . . .

Fakat en önemli noktayı gözden bile bile kaçırmak, hatta gözden çıkarmak, bu bahaneyi bir anda tuzla buz etmeye yetiyor:

Hazırlık!

Çok çalışmak!

Çok çok çok çalışmak!

O kadar çok insan, sırf üstüne çaba sarfetmeyi reddettiği için hayallarine ulaşmaktan öte kalıyor ki . . . O kadar çok insan kendisini ‘yeteneksiz’ addediyor ki . . .

Bence, güneşli, hülyalı bir Cuma'da, hazır kafalarımız türlü düşlere dalıp dalıp çıkarken, bir de şu "adamlar yapıyor!, yetenek başka bir iş vesselam” meselesine seğirtmekte fayda var. Atalım üstümüzdeki ölü toprağını. Bahaneleri, mızmızlanmayı bir kenara itelim.

Bakalım İSTERSEK biz neler yapabileceğiz?

Planlamadan, hazırlanmadan, kafada bitirmeden ve elden geleni yapmadan bir işi elin tersiyle yadsımak ne kadar doğru?

İşin mutfak kısmı –arzu edilen şeyin hayallerini kurmak da dahil- bilenlerin ve yapanların da dediği gibi yolun yarısı.

Kendimden örnek vererek, ‘ne yapmalı, ne etmeli, çalışmayı nasıl zevkli hale getirmeli’yi huzurlarınızda irdelemeye çalışacağım.

1. Ritüeller İştah Kabartır

İş, henüz kafanızda canlanır canlanmaz ayaklarınız geri geri gidiyorsa, o işi yapma şeklinizi değiştirin. Onu dönüştürün. İlk defa deniyorsanız kendinizi en iyi hissedeceğiniz alanı bulun, yaratın, ruhunuza göre donatın. Bunu yapmanın en kolay yolu ritüeller edinmektir. Ve ritüeller saygı işidir.

Mesela, benim, önemsediğim bir işi yapacaksam, heyecandan bir türlü işin başına oturamama gibi bir derdim var. İyi bir kitap elime geçtiyse, yazı yazacaksam ya da başka bir şey, önce kahvemi hazırlamalıyım, vakit akşamsa mumlar şart, yazarken mutlaka müzik, kılığım kıyafetim temiz ve düzgün, karnım tok, sırtım pek olmalı, koca bir bardak su çalışma masama hazır edilmeli, etraf derli toplu, çalışma masamda ayna olmalı - düşünürken kendime bakmayı severim, falan filan . . .

Diyeceksiniz ki, ölme eşeğim ölme! Haklı olabilirsiniz elbette, gelgelelim bu da benim tarzım. Kendimi bu şekilde 'hazır' hissedebiliyorum. Ve bu benim ritüelim; yapacağım şeyi önemsiyor, o iş için fiziksel ortamımı hazırlıyorum.

Mesela, siz neler yapıyorsunuz?

Bunu düşünürken yavaşça ikinci kısma geçelim . . .

2. Beyin Fırtınası veya Geviş Getirme Safhası

Önden geçirdiğim tüm bu hazırlık ve heyecandan el ayak tutmama, bir türlü kabına sığmama sürecinin öncesindeki saatlerce ve bazen günlerce geviş getirme, kimi zaman annemi, sevgilimi, en yakın arkadaşımı sürece el mahkum dahil etme, yaşadığım beyin fırtınasından çok, gibi durumlardan ayrıntıya girmeden, üstün körü bahsetmiş olayım.

Şaka bir yana, fiziksel hazırlığın öncesinde kafa yormak, işi hayata geçirmeden, yazıyı kağıda dökmeden, boyayı tuvale sürmeden, çekici duvara vurmadan önce hayati önem taşıyor. Oluru olmazı tartmadan, uzağı göremeden, planları yapmadan, bir kaç kere üstüne düşünmeden ve belki güvendiği bir kaç insana danışmadan, anlatmadan (çünkü insan anlatırken de bir çok yeni şeyi keşfeder) işe koyulmamalı insan.

3. Biraz da Ruh İşi!

Bir yandan beyin fırtınası, öte yandan elbette gönül! Yani; bedenen ve ruhen, tam anlamı ile “hazır olmak”. Diğer bir deyişle, kendini eni konu tartmak, kıvama gelmek, konuyu, yapılacak işi benimsemek, dereyi görmeden paçaları sıvamamak veya paçaları sıvayıp uzakları görebilmek . . .

Kendimden örnek vermeye devam edeyim:

Ancak hazırlık sürecim bitip de sonunda, bence her şey tastamam olduğunda ve gönlüm kendini hazır hissettiğinde, zihnen ve bedenen, tam kapasite işime konsantre olur, genelde tek hamleye denk gelecek kadar kısa bir zamanda da yapacağımı yapıveririm;

Pat!

İşte aslında hazırlığın gerisi çorap söküğü gibidir.

4. Aksiyon!

İşin özeti, yapacağım işi bin düşünür, bir yaparım. Bu iki manaya da gelir:

i) Çok düşünüp, az yaparım; her düşündüğümü, bulduğumu, edindiğimi ortaya koymam, önce ince eleyip sık dokurum. En iyiyi, en güzeli ortaya koymak seçici olmayı ister. Kendinizi beğenmeyin demiyorum, alternatifleri iyi düşünün diyorum.

ii) Bir şeyi öncesinde uzun uzun düşünüp, kafada bitirdikten sonra, kısacık bir anda sonuca ulaşırım, yapacağımı ‘yapıveririm.’ Ve bu gerçekten de dışardan bakana bir anda olmuş bitmiş gibi geliverir. Hazırlık sürecini hafife alanlar için bu kısım “kadın/adam yetenekli, elini şıklatıp işini bitiriveriyor!” kısmına denk gelir ki . . . halbuki beraber gördük, ufacık bir işin bile yeri geldiğinde hiç de azımsanmayacak bir hazırlık süreci var . . .

5. Yazardan Nacizane Tavsiye

Tüm bu noktaların arasında 2 numara yani; “düşün, taşın biraz da kaşın” mevzusunun bendeki yeri bir başka kıymetlidir. Yapacağım iş ne olursa olsun, bu huyumun beni her dem amatör bir şevkte tuttuğunu ve çocuksu kıldığını bilirim. Çünkü heyecanın kendisi çocuksudur! Bu da beni kendini bir şey sanmaktan korur.

Fakat aynı şekilde, üstüne düşünüp taşınıp, adamakıllı hazırlanarak yaptığım şeyler için kendime haksızlık da etmem. Sonuçtan memnunsam, gururlanıp, sevinirim. Sonucu beğenmediğimdeyse, hazırlığımı biraz daha uzatmam gerektiğini anlarım.

İşte tam burada, en mühim ayrıntıya değinip, sözü öyle bitireceğim: 'Açıklık ilkesi'

6. Açıklık İlkesi

Bana kalırsa, kendine açık olmak, bir işi hakkıyla becerebilmenin ilk şartı. Sınırlarını dürüstçe bilmek, nereye kadar neyi yapabileceğini ve en iyiye ulaşmak için nereye kadar uzanmak gerektiğini görmek ve kabullenmek. Sonra da basitçe artık yola koyulmak . . .

Ve dostlarım, inanın bana tüm bu ‘başarı taktiklerini’ tomar tomar paralar vererek bir 'guru’dan dinlemeye gerek yok. Çünkü ortada başarıya dair ne bir sır var, ne de daha önce bilinmeyen, denemeyen yepyeni methodlar.

İnsan, kendine ‘kendi’ olsun ve azmetsin yeter.

“Nedir en zor şey? Görmek gözünün önündekini!” diyor Goethe; insanın kendini keşfetmesi ve kendisi için çaba sarfetmesinden öte köy yok hayatta . . . Ve her birimizde ayrı bir görü, farklı bir yetenek illa ki var. Mühim olan yeteneklerimizi kaderlerine bırakmak yerine, sırtlarını sıvazlamak ve onları sabırla, gayretle bir tık öne ittirmek . . .

Haydi şimdi işe koyulma zamanı!

Sevgiyle . . .

Resim: Nevin Hirik ~ "Dreams to Remember"

@Vhilosopher

vuslaterkmen.com

Yazının devamı...

Esrarın da Esrarı; Kara Kitap'ın Sırları

Uzun koridorda, gözleri tam karşıdaki çıkış kapısına mıhlı yürürken çıplak ayakları üşüdü.

Sola seğirip, loş odaya girdi. Kendisinden boşta kalan yastığı tek bacağının altına sıkıştırmış, henüz onbeş dakika önce üstlerini örten pikeyi bir dürüm gibi dolayıp beline sarmış sevgilisi, uyuyordu.

Yatağın yanına gelip, ellerini dizlerine yaslayarak eğildi sevgilisinin yüzünün üstüne. Dudaklarını değdirmeden ve nefesini tutarak, alnından aşağıya dek havada kayıp, burnunun kemikli yerine gelince durdu. Soğumuş kuru dudaklarıyla öptü oracığından çok çok çok uzun yıllık sevgili oyun arkadaşının.

Belli belirsiz burnunu oynattı adam, kısacık bir süre için kaşları bir şeye kızmış gibi alnının ortasında “V” oldular ve hemen sonra eski çocuksu hallerini aldılar.

Kapının arkasındaki sandalyenin üzerinde duran kadife pantolonunu çekip, üzerine giydi. Dolabın altındaki çekmeceden kendine gelişi güzel bir çorap seçti. Yan odaya geçti. Anneler, babalar geldiğinde yatar diye bir türlü atmadıkları, o nefret ettiği gece mavisi, kalın kumaşlı kanepenin duvara yaslanmış sol yanına geçip, araya sıkıştırdığı minik bavulu aldı. Odadan çıkarken, bir an duraksayıp, yazı masasına yöneldi. Yanında üst üste bir yığın halinde kitapları . . .

Ne çok zamanı geçmişti bu masada. Ne şiirler, ne öyküler, eskiler, uykusu bölünen geceler, kimsenin ona yakıştırmadığı yalnızlık üstüne karalanmış binlerce dize ve kimselere diye okutulmayan defterler.

Halbuki hepsi gün gibi ortada. Hiç biri ne yorgan, ne yastık altında. Görebilene hepsi ayan beyan ortada . . .

Masanın sağ yanına gelişi güzel bırakılmış, bir aralar ıvır zıvır için ortak kullandıkları not defterine uzandı, yaprakları bir bir, usulca açtı. En son üstüne yazılmış sayfada, yine kendisinin sevgilisine yazdığı fakat sevgilisinin hiç bir zaman (ne hikmetse) rast gelip de okumadığı notlardan biri vardı. Eline kalemi alıp, hiç duraksamadan on, onbeş saniye boyunca kağıdın üzerinde götürdü, getirdi, çizdi, bıraktı . . .

Ondokuz kelime yazdı . . .

Yalnız ve yapayalnız ondokuz kelime . . .

Ben, Rüya’nın Galip’i terk edişini buna benzer bir hüzün ve sadelikte hayal ettim hep . . .

Zira, "Kara Kitap"ında Orhan Pamuk, kitabının baş kahramanı Galip'in, ev kadını olan karısı Rüya'nın kendisini terk edişini anlatmaya şöyle başlar:

Bir kadın, kocasını daha ne kadar sessiz terk edebilirdi?

Son anda bıraktığı ondokuz kelimeden başka?

Galip çaresizdi, Galip perişan . . .

Elinde ondokuz kelimelik veda mektubu, koca İstanbul’u tek başına ve karış karış aramaya çıktı Galip. Kimselere birşey diyemedi, soramadı, kaybını anlatamadı da. En az karısının gidişi kadar sessizdi şimdi . . .

Oysa, evde bütün gün polisiye romanlar okuyan çocukluk aşkı ve karısı Rüya’nın esrarengiz kayboluşu, sevdiği kadının günlük hayatından çok daha esrarengiz değildi. Asla. Bunu biliyordu Galip.

Ve Pamuk şöyle anlatıyordu durumu:

Daha fazlası da vardı:

Bir ev kadını, kocasını daha ne denli esrarda bırakıp gidebilirdi ki?

En basit görünen şey, yine mi en zoruydu? Galip, karlı bir kış gününde karış karış dolaşmaya başladığı İstanbul’da, karısından bir ize rastlayabilecek miydi?

“Kara Kitap’ın Sırları”

Orhan Pamuk’un, ilk baskısı 1990'da çıkan Kara Kitap'ı, yazarın, benim için unutulmayacak, ve hatta yukarda okuduğunuz kısa hikaye gibi, üstüne yazılar yazılacak kadar kıymetli kitaplarındandır. Kayıp Rüya’nın üzerinden Pamuk'un ev kadınlarının gizemli dünyasını anlattığı pasajlarsa, bana kalırsa, usul bir kayboluş ve derin bir esrarın peşindeki arayışla geçen ana öyküyü heyecanlı kılan, kitaptaki can alıcı pek çok vurgudan sadece biridir. [Kitabın diğer karakteri ve Galip’in kendinden geçecek kadar hayranlıkla takipçisi olduğu köşe yazarı Celal Salik’in hikayeleri ise ayrı bir deryadır örneğin . . . ]

Pamuk, hayranları ve edebiyat çevreleri arasında da başyapıtı sayılan bu esrarlı kitabı hayal ederken ve yazarken geçirdiği zamanları, topladığı notlarını, ilk göz ağrısı olan ressamlıktan miras çizimlerini ve romancılık sırlarını bir araya getirerek, hepimizi şimdi esrarın da esrarına davet ediyor.

Deyim yerindeyse, Kara Kitap’ın atölyesi olarak nitelendirilebilecek “Kara Kitap’ın Sırları”, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı.

Henüz okumayanlar için elbette önce "Kara Kitap" ve sonra "Kara Kitap'ın Sırları" . . .

Hazır önümüz kışken, bugünler, bir esrarlı kitaptan diğerine geçmek için şahsen bana çok cazip geliyor . . .

@Vhilosopher

vuslaterkmen.com

Yazının devamı...

Mavi Çıplaklık ve Çabasızlık Hayali

Mavinin güzelce, koyu bir tonu, yuvarlakça, kaba çizgiler, kollar, bacaklar, yüzü olmayan bir baş ve bir kadın . . .

“Blue Nude” . . . "Mavi Çıplaklık" . . .

59 yıl önce bugün aramızdan ayrılışının ardından, hala ve artan bir kıymetle varlığını sürdüren ressam Henri Matisse, modern çağın en önemli sanatçıları arasında gösterilir.

Ve Matisse, en çok da ölmeden iki sene önce yaptığı Mavi Çıplaklık (IV) eseri ile bilinir. Hayatının son yıllarında yaptığı en ünlü eseri ile ne de 'çabasız' görünür Matisse!

Halbuki, 'çabasızlık', işin özünde ne de çok çaba gerektirir!

Peki nasıl?

Matisse’in kaba ve gevşek görünen çizgilerinin, çok daha yakından bakılırsa, serbest ama sıkı çizgiler olduğunun anlaşılmasıyla anlatılabilir bu. Çizimleri ilk bakışta 'öylesine' bir hava verir bakana. “Ben de yaparım” dedirtir.

Matisse’in çizgi kullanımındaki tutumluluktur elbet bu cüretkar sözleri sarfettiren. Fazlasını değil, gerektiği kadarını kağıda dökmesindendir bakana ‘kolay’ gelişi.

Halbuki, ‘gerektiği kadarını verme’nin ince ayarını kim kaybetmiş de, cüretkar izleyici bulmuştur?

Her ayrıntıyı görüp, bilip ve sonrasında resmi en iyi hangi çizgilerin temsil edeceğinin keskin kararını vermek . . .

Hakikaten basit midir?

Değildir. Çünkü kararlılık tecrübe işidir. İşinde ehli olmayı gerektirir. Zaman ister. Belki bir kaç saniyeye sığdırılmış o çizimler, aslında onlarca yıl artı bir kaç saniyedir. Ardındaki sayısız uykusuz geceyi, güneşsiz günü göremez, “ben de yaparım” der, dağılır cüretkar izleyici. Nereden başlayacağını bile bilemez. Ve elbette, kendi kesik ve kararsız çizgileri işin sonunda hiç de sıkı ve serbest görünmez gözüne.

Bir iki basit çizgiyle kol ve bacak çıkarmak pek de kolay değil midir, nedir?

Belki de kolay olan ‘öylesine’ konuşmaktır. Bütünü göremeden. Eksik kalmaktır; eksik gedik devam etmektir; bir işe gönül koymuşları tek şüphe duymadan eleştirmeye, hiçbir şeyin üstüne adam akıllı, tastamam düşünmemeye?

Bütünü görebilmek kolay iş değildir . . .

Bütünü görebilmek, insanın bulunduğu yeri birden çok kereler değiştirmesini gerektirir. Bu iş, bazı ‘durumunu korumacılar’ için güvenli değildir elbet. Bu devinim onlarda olmayandır. Garanticidirler. Isıttıkları köşelerinden kalkıp da hayata başka bir taraftan bakmaya ürkerler. Yine de atıp tutmaktan vazgeçmezler:

“Çok kolay!”

“Hiç iyi olmamış!”

“Beğenmedim.”

“Bu ne?”

“Onun şartları bende olsa ben daha iyisini yapardım!”

“İyice dağıtmış!”

Kendi deyimleriyle; sağda solda, orda burda, maceradan maceraya dolaşanları sevmezler. Bunlar, asap bozucu, ortalığı karıştırıcı bir takım başıbozuklardır.

Oysa işin aslında, sıcak köşelerinden alaycı sözler sarf eden garanticiler, hareketten korkarlar. Çünkü resmin bütünü ‘çoktur’ ve bu durum hiç de tekin değildir. Çokluk, hareketten gelir. Her şeyi, her yanıyla görebilmeyi icap ettirir. Öyleyse çokluk, içinde bilinmezlikler, kim bilir ne ‘terslikler’sakıncalı' coşkular barındırabilir! Hele o, aralarda derelerde, dar ve geniş açılarda, devinimin içinde ‘kaybolmak’ fikri bile tüyleri diken diken etmeye yeter.

İşte bu yüzden güvence arzuluları, ahkam kestikleri gibi, öyle bir çırpıda resmin bütününü görüverip de, neyin nereye, nasıl yakışacağını, hangi mavinin hangi beyaza karışacağını bilemezler.

Çünkü insan herhangi bir şeyi salt kendi penceresinden bakarak, en güzel hali ile yorumlayamaz. Güzeli tanımak, hareket etmeyi, mevcut yeri sıklıkla değiştirmeyi ve hatta kaybolup geri gelmeyi ister.

Ve çabasızlık hayali, işin özünde çokça çaba gerektirir:

Sıcak duvar diplerini bırakıp, renkleri, çizgileri, gölgeleri, tonları keşfe çıkmak, hayata alıcı gözüyle bakmak, alçaklarda ve yükseklerde uçmak, kuytularda, dümdüz ovalarda kaybolmak . . .

Ve elbet fedakarlık. Belki geceler sabahlara, sabahlar yorgunluklara karışacak ama sonunda, düşleyen herkesin kendine ait sımsıkı ve rahat çizgileri olacak. Bakana kolay görünecek hatta! Senin, benim, onun, yumuşak ve rahatça çizebileceğimiz yollarımız olacak, önümüzde uzayacak.

Bir süre sonra artık çabasızca . . .

Bir çırpıda ve kararlılıkla . . .

Kendi yorumlarımız . . .

Kendi renklerimiz . . .

Korkusuzca kayboluşlarımız . . .

Duymuşsunuzdur illa ki, insan ancak yolları biliyorsa, kaybolduğunu anlar. Böylelikle yeni bir yolu daha cebe atar

kaybolarak çoğalır insan. Her yuvaya dönüşte artarak gelir.

Ve işte bazen ‘basit’ bir Mavi Çıplaklık, insanı nerelere götürür, nerelerden getirir . . .

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.