SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Ayrılığın da bir raconu olmalı

Toplantının tam ortasında, karşımdaki hanımın yüzü allak bullak oldu. Bahsettiğim hanım, oldukça büyük bir firmanın insan kaynakları müdürü. Çok iyi eğitimli, geldiği yeri hak etmek için çok çalışmış, kendine her daim bir şeyler katmaya uğraşmış, son derece hoş görünümlü ve akıllı bir kadın. Toplantımızın konusu, çalıştığı kurum için düşündüğü, özellikle “ilişkiler” üzerine bir eğitim. Bilgisayarlarımız önümüzde, eğitimi planlıyoruz. Allak bullak olmasının sebebi ise eşinden gelen e-mail. Eşi onu terk ettiğini haber veriyor. E-maille!

Evliliğin kötü gitmesini anlayabilirim. Mutsuz bir evliliği sürdürmek yerine yalnız ama mutlu olmayı seçmek de olağan. “Terk etmek” çok tek taraflı ve acımasız bir fiil gelir bana. Konuşarak, anlaşarak, ayrılıkta bile uzlaşılabilir çünkü. Hadi onu da geçtim. Ya e-maille terk etmek neyin nesi?

Bunca zamanlık ilişki, bunca paylaşım nasıl iki satıra sığar? Okuyanın durumu bu kadar mı umurunda olmaz insanın? Bu gerçekten daha mı kolay?

Aslına bakarsanız bir çok ilişkinin sosyal ağlar, mesajlaşmalar, e-maillerle başladığı bu günlerde, bitişlerin de aynı araçlarla olması çok yaşanan bir durum olmaya başladı. Kimse hayıflanıp durmasın bayramda kimse kimseyi aramıyor, bir mesajla bayram kutlanıyor diye. İlişkileri bitiriyor insanlar birkaç satırla, bayram kutlamışlar çok mu?

İlişkinin, aslında duyguların son zerresine kadar bittiği, hiçbir geri dönüş ihtimalinin kalmadığı noktada oturup sorunun nerede olduğunu konuşmanın faydası yok elbette. Çözülecek bir şey kalmamış çünkü. Karşılıklı suçlamalarla başlayıp kavgaya dönüşen uzun polemikler gereksiz artık. Ancak ilişkiyi yaşamanın olduğu gibi bitirmenin de bir sorumluluğu olmalı. Etiği olmalı. Buna güzel şey yaşanmış beraber, size güzel şeyler hissettirmiş, mutlu zamanlar yaşanmış. Yok mu teşekkür edilecek hiçbir şey. Bitti ama beni mutlu ettiğin zamanlar için teşekkür ederim, demek çok mu zor.

İlişkiler iki kişinin kararıyla başlar, ayrılık için tek karar yeter. “Anlaşarak ayrıldık”lar koca birer yalandır. İlla ki biri önce dile getirmiştir yüreğinden geçeni. Diğerine ya katılır bu fikre ya da kabullenmek zorunda kalır. Ama insanın önce kendisine saygısını gösterir, ilişkiyi incitmeden, yakıp yıkmadan bitirmek. İyi başlayan bir şeyi, iyi olamasa da en azından kötü bitirmemek. Karşınızdakine bu kadar değersiz hissettirdiğinizde, size kalan his ne bir düşünsenize? Bu kadar saygı duyulmayacak biriyle mi paylaştınız bunca zamanı? Sizin değeriniz ne o zaman?

Ayrılığın da bir raconu olmalı canım. Böyle de olmaz ki!

Yazının devamı...

Kadınlar çalışmalı

Hepimizin hayatında benzer hikâyeler vardır. Ekonomik koşulları sebebiyle ya da çocuklarına nasıl bakacağı kaygısıyla kötü giden evliliğinden kurtulma şansı olmayan, hayatını bir hapishanede yaşayan çok kadın hikâyesi var maalesef. Ben şimdi bu mağduriyeti değil, direnişi anlatmak istiyorum size.

Son derece mutlu görünen bir çiftlerdi. Kocası, hani denir ya, tam aile babası, dost meclislerinde muhabbeti çeken, sözüne sohbetine doyum olmaz, babacan, güler yüzlü bir adamdı. İki sevimli kızları, eş,dost, akraba, her şey tastamam. İşleri de iyiydi, halleri vakitleri yerinde, daha ne olsun?

Sonra bu kızları için deli olan “baba”nın gözleri, evini kızlarını görmez oldu. Âşık olmuştu. Evli ve çocuklu olmasının yeni aşkı için yarattığı dezavantajı, parayla kapatmaya çalışmasından olsa gerek, birden iflasın eşiğine geldi. Çünkü bütün mal varlığını tek tek ipoteklemiş, satmış, sonra da ağır banka faizlerinin altında kalakalmıştı.

Karısı hem aldatıldığını, hem beş parasız kaldıklarını aynı anda öğrendi. “Çocuklarımın rızkı”, “gelecek garantileri” dediği yatırımların bir anda uçup gitmiş olduğunu, kendilerinden alınanların başkalarına akıtılmış olduğunu ve bunca yıldır “canım” deyip sardığı kocasının artık başkasının “canı” olduğunu aynı zamanda öğrendi.

Çaresizliğin ne demek olduğunu keşfetmeye başladığı zamandı bu dönem. Ailesi “Ne olursa oldun kocandır, boşanma” dedi. Kızı artık büyümüş, evlilik hazırlıkları yapıyordu, nişanlısının ailesine mahcup olmaktan korkuyordu. Kocası af diliyordu, gidecek yeri yoktu.

Yeniden denemeye karar verdiler. Ev hanımlığını bir kenara bırakıp, eve gelen yardımcıya “artık gelme” deyip, işe başladı. Sekreter maaşıyla evin yükünü kaldırmaya çalıştı.Eve zaten yetmeyen parasından birikim yapıp geleceğini garantilemeye çalıştı. Aradan yıllar geçti.

Kızı evlenmiş, bebek sahibi olmuştu artık. Küçük kızı üniversiteye başlayacaktı. “El alem ne der” korkusuyla kendilerine kucak açamayan anne ve babası rahmetli olmuştu. Kocası eve gelip gidiyordu ama aynı adam değildi artık. Yerine neşesiz, konuşmaz, sus pus bir adam gelmişti. Öğrendi ki kocası hala âşık, hala gönlü dışarıda.

Ayrıldı.

Şimdi kızını okutuyor. Sekreterlik yapıyor, hatta evlere yardıma bile gidiyor. “Allah insanı gördüğünden geri koymasın” derler ya, huzursuz durumundan ama kızını okutmak için katlanıyor. Utanç duyması değil, gurur duyması gerek bence. Şerefli yaşıyor. Emeğiyle kazanıyor.

Bir sürü hikaye var buna benzer biliyorum. Bu hikaye de içimi acıtanlardan ama yüzümü güldürenlerden biri. Her kadın çalışmalı. Kendi ayaklarının üzerinde durabilmek, “hayır” deme gücünü elinde tutabilmek, hayatta önce kendine güvenmek, başlı başına bir gurur kaynağı.

Evlenmek için okulu yarım bırakan, kocasına dayanıp çalışmaktan vaz geçen genç kızlarımızı duydukça içim acıyor. Elbette eşimize güvenebilmek düzel bir duygu, emniyet hissi. Ama yarın bugünden farklı olabilir. Her şeye hazır olabilmek için önce kendimize güvenmek gerek.

Yazının devamı...

Konu Deniz değil, bebek

Tuzumuz kuruyken başkasını eleştirmek ne kadar kolay. Hepimizin zaman zaman boş bulunup içine düştüğümüz bir tuzak bu. “Ben hiç yapmam” demeyin, mutlaka benzer cümleler kurmuşsunuzdur. “Hiç”, hiç mümkün değil.

Gazeteyi açıp okuduğunuzda, gözünüze ilk çarpan yazı. Bilmem kim şöhret olup parayı bulduktan sonra zavallı babasını sokakta bırakmış. Ne ayıp! İyi de bu adam evladına hayatı boyunca bakmamış, şimdi çocuğu şöhret ve para sahibi olunca “babalık hakkı” diye tutturmuş. Kimin ayıbı şimdi bu? İlk cümleyi okuduğunuzda eleştirmediniz mi, itiraf edin.

Şimdi mutlu bir eş, bir anne, başarılı bir sanatçı. Günün birinde, birden gençliğine ait bir hata tüm imajını yerle bir ediyor. Gazeteler yerden yere vuruyor. Bugünkü başarılarının, geldiği noktaya ulaşmak için ne kadar çok çalıştığının hiç önemi kalmamış. Siz olsaydınız asla yapmazdınız değil mi? Evet belki yapmazdınız. Peki, siz hiç, bir başkasının asla yapmayacağı bir hata yapmadınız mı hayatınızda. Sizin yolunuzdaki riskler başka, onun ki başka. Neler yaşadı da, böyle bir hata yapma gafletine düştü biliyor musunuz? Elbette adına hata denmeyecek, kendi ahlak kriterleri içinde bilinçli yanlışlar yapan insanlar var. Kastım onlar değil elbette. Gerçeği öğrendiğimizde eleştirimizden utanıp “yazık” diyeceğimiz vakaları kastediyorum.

Şimdi yeni bir konu var magazinin ortasında. Deniz Akkaya’nın bebeğinin babası, gitmiş bir başkasıyla evlenmiş. “Oh olsun” diyenler var. “Sen adamı köşeye sıkıştırmak için çocuğunu kullanmaya kalkar mısın” diyenler var. Bir sürü yazı yazılıyor günlerdir. Özelden genele taşınan yargılarla ayıplayanlar, nefretini kusanlar var. Zannedersiniz ki hepsi söz konusu beyefendinin kardeşi, akrabası.

Deniz Akkaya’yı tanımam. Bilmiyorum amacı bebeğini kullanmak mıydı, değil miydi? Ama bilmediğim bir konuda, sanki sırdaşıymışım, neyi niye yaptığından eminmişim gibi yargılamayacağım onu. Elbette küçük bir çocuğu, bir ilişkiye tutunmak için tampon yapmak büyük bir yanlış. Bunun tartışılacak bir tarafı yok. Ama çevrenize bir bakın hele. Kaç tane anne var etrafınızda biliyor musunuz, belki evliliği kurtulur, kocanın gözü dışarıdan eve döner diye çocuğunu doğuran ? Belki siz bile bu amaçla dünyaya getirildiniz .Belki anneniz, teyzeniz ya da komşunuz bu amaçla bebek sahibi olmak istedi. Yanlış evet, ama bu yanlış, toplumumuzun bir sorunu zaten. Deniz Akkaya’nın kötü bir anne olduğunun kanıtı değil.

Belki de artık çocuk doğurmak için son şansıydı. Tıbbi durumunu biliyor musunuz? Zaten ayakları üzerinde durabilen, çocuğuna bakabilecek ekonomik koşulları olan bir hanım. Çocuk sayesinde birilerinden para kopararak hayatta kalmaya çalışan biri değil ki bahsettiğimiz insan. Belki çok sevdi, ondan bir çocuk hayatının emeli oldu. Belki adamın vaatleri bir noktada değişti, asıl darbeyle karşılaşan Deniz Hanım oldu. Belki, belki, belki….

Hiçbir annenin, kendi bencilliğine çocuğunu kurban etmeyi planladığına inanmak istemiyor yüreğim. Çocuk sahibi olmak, çok ağır bir sorumluluk. Yavrunuzun ateşi çıktığında yalnız olmak, hangi bakıcıya emanet edeceğinize tek başınıza karar vermek, psikolojisinin düzgün olmasının yükünü tek başına almak kolay bir karar değil. Hangi anne, “babam nerede” sorusuna verebileceği cevabın, “birazdan gelir” olmasını arzu etmez ki.

Her şey yolundayken güle oynaya bebek sahibi olup ayrılan bir sürü insan var. Hatta günümüzde sperm bankasına başvurup çocuk sahibi olan, yalnız bir sürü kadın var. Hiç birini yargılamıyoruz da, sevdiği adamdan bebek sahibi olan birini mi yerden yere vuruyoruz. Bilmeden, anlamadan. Geride kalana kızıyoruz da, çekip gidene mi anlayış gösteriyoruz. Bu bebeği düşünmek annenin görevi mi sadece? Ya babası?

Dedim ya, gerçeği bilmiyorum. Ama magazin basınında yazan her şeyi doğru kabul etmemek gerektiğini biliyorum. Söz konusu masum bir bebek olunca insanın içi acıyor elbette. O zaman bu masum bebeğin annesini, bu denli acımasızca eleştirerek yıpratmak yerine destek olmak gerek diye düşünüyorum. Yaptığı yanlış bile olsa, sonuçlarına zaten kendisi katlanıyordur mutlaka. Daha fazla yüklenmeye hangimizin hakkı var.

Umarım bu minik bebek büyüdüğünde, bugün yazılanları görmez. Kendisini seven anne ve babasından hiç şüphe etmez. Birlikte olmasalar da önce anne ve baba olduklarını hiç unutmazlar umarım.

Yazının devamı...

Başkasının şansı

Hayatınızda kaç kere “Bende şans olsaydı zaten…” ile başlayan cümleler kurdunuz?

Etrafınıza baktığınızda bazı insanlar için hayat ne kadar kolay öyle değil mi? Halbuki ondaki şans sizde olsaydı, siz neler yapardınız, ne kadar iyi kullanırdınız evrenin size sağladı torpili öyle değil mi? Size de babanızdan bu kadar mal mülk kalmış olsaydı, siz de onlar gibi yaşar hatta üzerine fazlasını koyardınız. Şimdi iş arayıp durmak, ya da nefret ettiğiniz bir işte, yerini hiç hak etmeyen müdürünüzün kaprislerini çekmek yerine, aile şirketinin başına geçmek gibi bir şansınız olsaydı. Belki de bırakın şirketi yönetmeyi, bir holding haline bile getirirdiniz onu. Peki, zaten şu meşhur doğmuş, ünlülerin kucağında büyümüş, zaten ömrü boyunca yan gelip yatsa , torunlarını bile geçindirecek kadar parası olan sosyeteye ne demeli. Eh tabi, insan ünlü birinin çocuğu olunca zaten bütün kapılar açılıyor önünde.Birilerine ulaşmak, kendini beğendirmek için hiç gayret göstermesine gerek kalmıyor. Ulaşması gereken insanlar zaten çevresinde pervane, öyle değil mi? Yani, doğuştan şanslı.

Bir de anadan babadan hiçbir şey kalmamış, kendi kendine hayata tutunmuş insanlara çevirelim gözlerimizi. Bak adama, ne güzel çalışmış kazanmış. İşini bu kadar büyütmüş. Oluyor demek ki, ne dersiniz. Yok canım, kesin çalıp çırpmıştır, bu kadar para çalışarak olmaz. Peki ,bak şu kadına, yıllarca durmadan çalışmış, ama en üst seviyeye çıkmış işte işinde. Bırak bu ülkeyi, dünya tanıyor artık onu. Yok canım, kim bilir ne tavizler vermiştir kendinden. Herkes ahlaksızlığı göze alsa, herkes o kadar tepeye çıkar zaten. Her ünlü, her başarılı, her zengin illa ki ahlaksız, yalancı, dolandırıcı mı? Değil elbette ama, şans var insanlarda, Allah “yürü ya kulum” demiş.

Peki ya, sizde? Sizde şans yok mu hiç? Bir sürü insan var, hayatta maalesef hep kötü dönemeçlerden geçmiş. Doğuştan engelli, kazaya kurban olmuş ya da çok istediği halde eğitim almak gibi bir şansı olmamış. Siz de onlardan şanslı değil misiniz? Ya da siz de v onlardan daha az ahlaklı, daha az dürüst ve doğrucu musunuz?

Evet , maalesef bulunduğu noktaya birileriniz ezerek, kandırarak gelmiş insanlar var. Ama bir o kadar da azimle çalışan, tırnaklarını kanatarak hedeflediği noktaya varmış, vazgeçmeden yılmadan çabalamış ve başarmış insan var. Şanslarını kendi yaratmış insanlar.

Gözümüzü başkalarının hayatlarına dikip, başarılarının altındaki gizli gerçeği kurgulayarak kendimizi kurnaz zannetmek, enerjimizi boşa harcamaktan başka bir işe yaramıyor maalesef. Akıllı olmak, başkalarının nasıl başardığına dair teoriler üretmek değil. Başkasının kaç para kazandığını öğrenmeye çalışmak yerine, nasıl daha fazla kazanacağına kafa yoranlar kazanıyor. Onların işlerini hangi dalavereyle büyütmüş olduğunu çözmeye harcayacağınız zamanı, siz kendi işinizi büyütmek için kullandığınızda büyüyor iş. Başkalarına değil, kendinizi baktığınızda, kendinizle yarıştığınızda basamakları tırmanabiliyorsunuz.

Başka hayatlar hakkında ürettiğimiz komplo teorilerini, onların şanslarına, kendi şanssızlığımıza hayıflanmayı bıraktığımızda, fark ediyoruz ki, karmakarışık teorilere hiç gerek yok aslında hayatta. Çok basit çözümleri var şansı yaratmanın; Çalışmak, disiplin, her daim eğitim….

Bırakalım artık başkalarının ne yaptığını, nasıl yaptığını. Kendimize bakalım artık. Haksız kazançların ayyuka çıktığında, zaten biz bakmadan da geliyor önümüze. Aradaki farkı kapatmanın tek yolu, çalışmak, ilerlemek. Durup yüksektekileri izlemek yerine, yükselmeye çalışmak.

Hayatın kuralı çok basit; Ya başkalarını izler arkalarından bakarsınız, ya da hızlanır onları ardınızda bırakırsınız. Bence şans, bunun farkında olmak.

Sevgiler

Yeşim Varol Şen

Yazının devamı...

Internet aşkları

Bu internet olayı insanların hayatını kolaylaştırdı mı, yoksa izole bir yaşam mı sundu bize tartışılır. Teknolojinin nimetlerinden faydalanalım da doğum günlerini bile mesajla, e-maillerle kutlar olduk artık. Eskiden her bayram sevdiklerimizin sesini duyar, hazır konuşurken en kısa zamanda buluşmak üzere randevulaşıverirdik. Şimdi sevdiklerimizin sesiyle günümüzün aydınlanması yerine, can sıkıntımızı tetikleyen bilgisayar ekranıyla haşır neşir oluyoruz.

Eskiden eskiden deyip duruyorum ama zannetmeyin ki Beyoğlu’na döpiyeslerle çıkılan zamanlara şahit oldum. Olmadım. Ben de teknoloji çağını yakaladım. Ancak danışanlarımdan biliyorum, teknolojinin insan hayatına kolaylıkla beraber yalnızlık da getirdiğini.

Sanal alem ve hayal kırıklıkları

Öyle çok insan var ki, sokaklara çıkmak, arkadaşlarıyla buluşmak yerine internetten yeni arkadaşlar edinmeyi tercih eden... Bu yalnız olmanın sonucu mu, yoksa sebebi mi artık birbirine karışmış. İnternette doğan aşk(!)larla bir ömür planlayıp da sonunda bin bir hayal kırıklığı ile “yine olmadı” kuyusunun içine düşerek yaşıyor artık insanlar.

Sanal âlem adı üstünde. Ne yazarsanız o oluyorsunuz. Karşınızdakinin dürüstlüğüne inanmak büyük bir aldanış. Zaten insanlar yüz yüze ilk buluşmalarında bile kendini farklılaştırmak için ne lazımsa yapıyor. Kimse kendisinden memnun değil sanki. İnternette ise, kendini saklamak çok daha kolay. Hadi inandık, karşımızdaki kişi son derece dürüst, tam anlattığı gibi, tam bize uygun biri. Kesinlikle sapık falan değil. Resmini de gördük, beğendik. Hadi buluşalım da, peki adam kokuyor mu, dişlerini fırçalıyor mu bakalım?

Bir danışanım vardı, internetten tanıştığı ve aylarca yazıştığı bir adam için 12 saatlik yola çıkmış, birlikte geçirecekleri hafta içinde onun evinde kalacağı ve dolu dolu bir hafta yaşayacakları için son derece heyecanlı bir halde. Onca saat yoldan sonra aşık olduğu adamın 42 yaşında değil de, 17 yaşında bir çocuk olduğunu görüp ilk otobüsle geri dönmüş. Bana geldiği noktada ise ilişkiler konusunda şanssız olduğunu kanıtlayan listesine bir çentik daha atmıştı. Karşısına 17 yaşında bir çocuk çıkmasının hayal kırıklığından çok, verilmiş sadakası olduğunun bir göstergesi olduğunun hiç farkında da değildi üstelik.

Hayatta bazen risk almak gerekiyor ama bu ve benzeri örnekleri risk almak olarak yorumlamak ne mümkün.

Gerçeklik...

Hayat sokaklarda yaşanıyor. Komşumuzdan bir selamı, alışveriş yaptığımız kasiyerden bir teşekkürü esirgerken, internetten tanımadığımız insanlarla muhabbet etmek neden daha kolay? Herkes arkadaş bulamadığından şikâyet ediyor da hiç kimse güler yüzle dolaşmayı, insanlara selam vermenin bir başlangıç olduğunu hatırlamıyor. Oysa gerçek insanlar, gerçek hayatlar getiriyor.

Lütfen yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin. Güne gülümseyerek ve sıcak bir `merhaba` ile başlayın. İnanın hayat değişecek.

Sevgiler

Yeşim Varol Şen

Yazının devamı...

Geçmişi geçmişte bırakın

İlişki tuzaklarından biri de, her tartışmada eski defterlerin yeniden yeniden açılmasıdır. Gündemde olan soruna çözüm bulmak için gerilim yaşayan çiftler, zaten doğru iletişim dilini kullanmadıkları için fazlasıyla zorlanırken, bir de geçmiş tartışmaları da gündeme taşıyınca tartışma tamamen “sen bunu yaptın, ben bunu yaptım” şeklinde ilerleyen bir çocuk kavgasında dönüşür.

Ne gündemdeki soruna ne de geçmişte yaşanan problemlere bir çözüm bulanamadığı gibi , bir de birikimin fazlası gözümüzü korkutur ve anlaşacağımıza dair inancımız da giderek yılgınlığa ve vazgeçmeye bırakır yerini.

Sorunlarımızı çözmek ve problemlerimizi geleceğe taşımamak istiyorsak, her tartışmamızı kapatmak gerek. Evet, tartışmayı kapatmak. Tıpkı televizyonda, insanların belirli bir konuyu tartışmak için bir araya geldiği, tartışmalar ne kadar hararetli de olsa, yarım da kalsa, süre dolduğunda sunucu tarafından bittiği duyurulan programlar gibi.

Tartışmalarımız genelde iki şekilde biter; Ya taraflardan biri haksızlığını kabul eder ve geri adım atar ya da her iki taraf da kendi fikrini değiştirmez ve konu sonsuza kadar tartışamayacağımız için mecburen kapanır.

Diyelim ki, eşiniz haksızlığını kabul etti, belki de size karşı bir hatası olmuştu ama bunun farkında ve özür diledi. Seçeneklerimiz belli; ya affedip konuyu kapatacak ve günlük yaşantımıza devam edeceğiz ya da affetmeyip çekip gideceğiz.

Eğer affetmeyi ve konuyu kapatmayı tercih ettiysek, konuyu gerçekten kapatmalıyız. Aksi takdirde , konuyu sürekli gündemde tutmak, her konuşmada ya da ileride çıkacak her sorunda sürekli aynı hataya geri dönmek bize ne sağlar? Karşımızdakini bıktıracağımız gibi, asıl eziyet bize sıkıntı veren bir sorunu sürekli zihnimizde ve en önemlisi kalbimizde tutarak kendimize yaptığımızdır. İçimizde barındırdığımız öfke, huzurumuzu kemirirken yaşadıklarımızdan keyif almamızı da engeller. Yeni doğan her soruna karşı tahammülümüzü azaltarak, gerekenden fazla tepki göstermemize sebep olur.

Geçmişte yaşadığınız problem, eşinize duyduğunuz güveni, saygıyı hatta belki de sevgiyi sarsmış olabilir. Ama siz onu affetmeyi seçtiyseniz, eksilen duygularınız konuyu sürekli gündemde tutarak ve bunu eşinize sürekli hatırlatarak geri gelmez. Ancak konuyu gerçekten kapattığınızda ve öfkenizi, güvensizliğinizi her daim hatırlayarak ve hatırlatarak değil de bu duyguları yenilemesi için eşinize ve kendinize şans tanıdığınızda yeniden huzuru yakalayabilirsiniz.

Hata yapan ve alttan alması hatta belki de özür dilemesi gereken taraf siz olduğunuzda, eşinizin aynı konuyu sürekli yüzünüze vurması, size nasıl hissettirirdi? Özür dilediğiniz halde sürekli aynı suçlamaların altında ezilmek yeniden hata yapmanıza engel olur mu yoksa sadece sizi yıldırır mı dersiniz?

Eğer tartışmanız sonuçsuz bittiyse, yine de bitmiştir. Her konu da birbirimizi ikna edemeyiz. Bazen tartışmalarda her iki taraf da kendi haklılığına olan inancını korur ve geri adım atmaz. Yine de yaşanılan günler içinde, her ne kadar haklı olduğumuza inansak da , sadece konu eşimizi rahatsız ettiği ve tartışmayla sonuçlanacağını bildiğimiz için, mümkün olduğu kadar özenli davranmaya gayret etmeliyiz. Tabii geçinmek istiyorsak.

Sonuçta tartışmadan bir şey öğrenilmiştir; bu konu açıldığı zaman, aynı dille konuştuğumuz sürece, yine tartışılacağı.

Yazının devamı...

Öfke nöbetleri

Her dönemin modası bir hastalık vardır, kimsenin doktora gitmeye lüzum duymadan, teşhis ve tedaviye gerek duymadığı ama kendisine veya yakınlarına yakıştırdığı.

Bir dönem neredeyse bütün annelerin çocukları “hiper aktif” di. “Hiperaktif ne demek, çocuğunuzun hiperaktif olduğunu hangi belirtilerden anladınız “ diye sorsanız, verilen cevaplar hep çocuklarının çok hareketli ve çok çok akıllı olduğu yönünde. İyi de kardeşim bu kadarı yeterli mi teşhis için. Günümüzde bütün çocuklar akıllı. O kadar çok uyaran, öğreten var ki zaten. Bizim aval aval gezdiğimiz yaşlarda onlar nerdeyse füze yapacaklar. Hareketli olacak tabi, çocuk bu. Kenarda kımıldamadan oturanı nerede? Hareketli dediğiniz düpedüz yaramaz hatta şımarık belki de. Şimdi bütün annelerin yaramaz çocukları hiperaktif mi oldu, eğer öyleyse götür bir doktora, çocuk etrafı rahatsız ettiğinde “hiperaktif teyzesi, çok zeki de” diyeceğine.

Bir dönemim modası da “panik atak” olma durumuydu. Herkesin bir panik atak durumu vardı. Sinirlenen de, terleyen de, canı sıkılan da panik atak. Nereden biliyorsun? “Komşuma doktor söylemiş, bende de aynı belirtiler var”. Hatta komşunun ilaçlarını aynı şekilde alanlar var. Sanki doktorlar bir kişiyi kontrol edince teşhisi mahalle mahalle koyuyorlar.

Yeni moda da “ öfke kontrol problemi.” Bir çok kişinin ağzında aynı laf var, “Ben sinirli adamım, benim öfke kontrol problemim var, kızdırılmaya gelemiyorum.” Bakıyorsunuz adam karısının gözünü morartmış, sağını solunu kırmış. Öfke kontrol problemi varmış! Peki dışarıda herhangi birine çok öfkelendiğiniz oldu mu, olmuş tabi. Onunla tekme tokat kavgaya giriştin mi. Hayır canım, yürümüş gitmiş. Eee demek ki, isteyince kendini tutabiliyormuşsun, öfke kontrol problemin yokmuş. Eşine karşı kendini tutmaya gerek duymamışsın, çünkü konu yakınların olunca istediğini yapmayı kendine hak görmüşsün.

Bir çok kişi aşırı sinirli olduğunun ve kendilerini tutamadıkları bahanesinin ardına saklanır. Çözüm mü, çözüm yakınlarında. Sinirli olduğunu biliyorlar, kızdırmasınlar. Bütün bunlar, bahane elbette. İnsan kendini herhangi bir konuda kontrol edemiyorsa, orada bir problem vardır ve tek başına aşamıyorsa yardıma ihtiyaç vardır. Yani çözüm etrafındakilerin gereği gibi davranması değil, kişinin kontrolü ele almasıdır.

Moda terimlerin ardına saklanmaktan vazgeçip, gerçeklerle yüzleşelim. İnsanları şiddete yönelten, şiddeti mazur kılan bir hastalık olamaz. Şiddetin mazereti de bahanesi de yok.

Yazının devamı...

BİYOLOJİK SAATİMİZ İLERLERKEN

BİYOLOJİK SAATİMİZ İLERLERKEN

İlişkilerde bağımlılık maalesef en çok görülen sorunlardan. Özellikle bayanların içine çokça düşebildiği bir tuzak. Doğru olmadığını, düşledikleri noktaya asla gelmeyeceğini bildikleri bir ilişkiden vazgeçememe durumunun yarattığı gurur kırıklığı, kendine güvensizlik çok yaralayıcı ve bugüne olduğu kadar gelecekte de olumsuz izler bırakan bir süreç başlatabiliyor.

Bağımlı ilişkiler kuran bireyler, her ne kadar mutsuz da olsalar ilişkilerinden vazgeçemiyorlar çünkü yaptıkları en büyük yanlış hayatlarının merkezine kendilerini değil ilişkilerini koymak. İlişkiden vazgeçtikleri noktada hayatlarının bomboş kalacağı korkusu, yerini asla dolduramayacakları yanılgısı da maalesef hatayı devam ettirmelerine sebebiyet verebiliyor.

İlişkilerine ya da ilişki yaşadıkları partnerlerine karşı bağımlılık geliştiren bireylerin çoğu kadın. Bunun, kız çocuklarının “ayıp”, “yasak” sınırları ile büyütülmelerinden , ebeveynlerinin kötü giden ilişkisinde sürekli ağlayan ve ezilen anneyi rol model almalarından tutun da , özgüven eksikliğine ya da toplumumuzun yakıştırdığı “evde kalmış” yaftasının ağırlığına kadar bir çok sebebi var. Ancak en etken sebeplerden biri de Biyolojik Saat.

Genellikle 40-45 yaş aralığında ,hiç evlenmemiş bayanların bir çoğunda hissedebilirsiniz bu panik havasını. Yaş ilerleyip de çocuk doğurabilmek için kalan zaman kısaldıkça, doğaya , kadere isyan etmenin bir faydası olmadığı ortaya çıkar. Biyolojik saatimiz ilerledikçe içten gelen panik havası mantığı da engellemeye başlar.

Hayata geç kalmışlık hissinin ağır bastığı bu dönem bağımlı ilişkiler geliştirmeye yatkın ruhlar için en kritik dönemdir. Kendisini mutsuz eden bir ilişkinin içinde , canı acıya acıya çabalayan bir çok kişi tanımışsınıdır mutlaka.” Ne yapayım 40 yaşına geldim, bu saatten sonra yeni birini bulmak çok zor. Ben evlenmek ve çocuk doğurmak istiyorum. En azından bu ilişkimi oldurmaya çalışayım” ya da “Her insanın kötü yönleri var zaten kimse mükemmel değil” .Mutlaka duymuşsunuzdur bu ve benzeri açıklamaları.

Biyolojik saatin ilerlemesini sebep olarak görmek isterseniz bu mazeretlerin hepsi geçerli gibi gelir kulağa. Ancak bu duruma “sonuç” olarak bakarsanız, bu durumun kişinin kendini yeterince tanımaması ve sınırlarını net çizememesinden kaynaklandığını görebilirsiniz. Sevilme ve yuva kurma ihtiyacının ardından kişinin kendisini yeterince sevmemesinin ve geçmişte de sağlıklı ilişkiler kuramamış olmasının yarattığı travma yatar. Kendini ait hissedemediği bir aile yapısının eksikliği uzun vadede bir tuzak hazırlamıştır.

Sevgi öncelikle kendimizi sevmek ve kendimize saygı hissetmekle başlar.

Filmlerde izlediğimiz sahneler mümkün olsaydı ve düşünün ki çocuk haliniz karşınızda olsaydı. Nasıl davranmak isterdiniz karşınızdaki o küçük çocuğa? Ona sarılmak, sevmek ve onu korumak isterdiniz öyle değil mi?

O küçük çocuk hala sizsiniz. Büyüdünüz, fiziğiniz değişti ama o çocuk hala içinizde ve hala sevilmeye, korunmaya ihtiyacınız var. Ve o çocuğu sevmekle, korumakla yükümlü tek kişi sizsiniz.

Kendinizi sevmekten asla vazgeçmeyin.

Sevgiler

Yeşim Varol Şen

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.