SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Çaresiz hasta yakınları

“Desperate Housewives” adlı diziyi bilir misiniz? Yaklaşık 7 senedir süren ve bir çok ödül alan bu dizi, Türkiye’de de tam çevirisi “Çaresiz Ev Kadınları” adı ile yayınlanıyor. İlişkileri son derece renkli bir şekilde irdeleyen, farklı karakterlerin olayları farklı yorumlamasıyla hem bakış açılarının farklılığını ortaya koyması hem de eğlendirmesi sebebiyle kaçırmadan ,izlemeye gayret ettiğim bir dizi.

Dizinin bir bölümünde, üzerinde bir hayli düşünmemi sağlayan ve aslında hayatın her zorluğunda sık sık içine düştüğümüz bir yanlışı vurguladığına inandığım bir konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum.

Dizinin karakterlerinden Lynett Scavo, izleyenler bilir, son derece realist, güçlü ve çok zeki bir kadın. Son derece parlak olan kariyerine, üst üste doğurduğu çocuklarına bakmak için ara veren, ama bunu mutlulukla yapan bir anne. Sorunların üzerine gitmeyi bilen, kolay kolay yılmayan, kriz anlarında çözümleri herkesten önce üretebilen bir kadın. Gerçekçiliği ve savaşçı ruhu onu romantizmden ve bazen de empati kurabilme yeteneğinden uzaklaştırıyor.

Lynett bir gün kanser olduğunu öğreniyor. Ve yeni bir savaş başlıyor.

Lynett her zamanki güçlü yapısıyla tedaviye başlıyor. Etrafındaki en yakın dostlarından bile hastalığını gizliyor. Dökülen saçlarını peruklarla gizliyor, çocuklarına rahatsızlığını belli etmemek adına, kendine fazlasıyla yükleniyor. Ve tüm acısını, tüm öfkesini, rahatsızlığını bilen tek kişi olan eşine yansıtıyor.

Eşi Tom, karısını ve çocuklarını çok seven, biraz çocuk ruhlu ama son derece müşfik ve şefkatli bir. Lynett’in hırçınlıklarına zaten alışık olduğu, hele bu zor döneminde ne kadar çabaladığını gördüğü için sürekli alttan alıyor. Kırgınlıklarını gizliyor, Lynett’in dikkatini başka yerlere çekip onu eğlendirmeye çalışıyor.

Ancak bu anlardan birinde Lynett büyük bir öfke patlaması yaşıyor ve Tom’a bağırıyor. Kendisini yeteri kadar anlamamakla, destek olmamakla suçluyor Tom’u. “Ben kanser hastasıyım, diyor. Her şeye hakkım var.”

Tom beni çok etkileyen bir konuşma yapıyor. Kelimesi kelimesine hatırlamasam da diyor ki, “Benim de karım hasta. Ben de sevdiği kadını kaybetmekten deli gibi korkan bir erkeğim.Seni iyileştirmek için elimden hiçbir şey gelmiyor. Elimden tek gelen şeyi yapmaya çalışıyorum, öfkeni bana boşlatmana izin veriyorum. Seni oyalamaya, başka şeyler düşünmeni sağlamaya çalışıyorum. Ama ben de çok üzgünüm, ve kimse bana “sen nasılsın” demiyor. Senin hastalığının beni nasıl etkilediğini hiç düşündün mü? Ödüm kopuyor, geceleri sana bir şey olacak diye korkumdan uyuyamıyorum, gündüzleri seni yalnız bırakmaya korkuyorum. Bu hastalık yalnızca seni değil, beni de alt üst etti. Bunu sen tek başına aşmayacaksın, birlikte aşacağız.”

Bazen sevdiklerimize ne kadar yükleniyoruz, öyle değil mi? Biz kötüysek, hasta veya üzgünsek kendimize öyle odaklanıyoruz ki, bizi seven insanların da bizim kadar üzüldüğünü, bizim için korktuklarını unutuyoruz. Bir çok yerde hasta yakınları için psikolojik destek merkezleri vardır. Nedensiz olduğunu düşünmeyelim.

Ama bunu sadece hastalıkla da sınırlamayalım. Sağlık dışındaki konuları da bir gözden geçirelim. Bizi üzen her konunun, bizim yüzümüzü karartan, göz yaşlarımıza mal olan her durumun en yakınlarımızı da üzdüğünü hiç unutmayalım.

Sevgiler

Yazının devamı...

Tatlıses kadınları

Eskiden olsa başka benzetmeler yapardık. Ama şimdi, “Muhteşem Yüzyıl” dizisi hayatımıza girdiğinden beri, yaşananları dizinin bize anımsattığı kelimelerle betimliyoruz ister istemez.

Dizinin ilk bölümlerine tepki gösterenleri yeniden düşünmeye davet etmek lazım. İlk bölümdeki harem ilişkilerine tepki gösterenler, günümüzde izlediğimiz tabloya da tepki gösteriyor mu acaba? Gazetelerde boy boy yer alan “Tatlıses ve kadınları” başlıklı yazılar onlara ne düşündürüyor bilmem ama bana harem hiyerarşisini hatırlatıyor.

Belli ki günümüzde de Haseki olmak önemli. Erkek çocuğu annesi, kız çocuğu annesine ve o da çocuksuz gözdeye dil uzatabilir durumda. Derya Tuna ve Ayşegül Yıldız’ın hastane odasında yine kavga ettiler yorumları bana bunları düşündürüyor. Zannetmeyin ki İbrahim Tatlıses’i “padişah” mertebesine koyuyorum, ama o kendisine “İmparator” diyor, dedirtiyor.

Bir hastane ortamında, kimin kimi ne kadar göreceği konusunda birbirine giren bu iki kadın,İbrahim Tatlıses’i mi düşünüyor sizce. Biri 20 yıldır, eski mi daimi mi olduğunu bilmediğimiz sevgilisi Derya Tuna, biri 11 yıldır birlikte olduklarını okuyunca şaşırdığım Ayşegül Yıldız. Şaşırdım, nedense İbrahim Tatlıses’i 11 yıl boyunca tek kadınla düşünemiyorum. Ne için kavga ediyorlar, neden bu polemiğe giriyorlar anlamıyorum. Sonuçta, o gece İbrahim Tatlıses programından çıktığında uyumak için kimin yanına gidecekti ise o olmalı yanında diye düşünüyorum.

Benim bildiğim yoğun bakımda birinci derece yakınlar olur hastanın yanında. Bu vakada ne kadar çok birinci derece yakın varmış meğer. Bir adamın karısı, eski sevgilisi, daha da eski sevgilisi ve yeni sevgilisi….hepsi birinci derce yakın mı sayılıyor yani.

Bir de Adalet Hanım var. Resmi olarak herkesin üzerinde, çocuklarının yanında ama aldığı kültür, büyüdüğü coğrafya gereği sessizliğin de erdem olduğunu öğrenmiş bir kadın. Şöyle bir ayağa kalsa, dese ki “Siz kim oluyorsunuz da kendi derdinize düştünüz. Hangi sıfatla burada bulunuyorsunuz? Çekilin gidin erkeğimin başından, rahatsız etmeyin.” Kim ne diyebilir ki?

Bazı acılar insanları yakınlaştırır. Birbirlerine sarılmalarına, tek vücut olmalarına sebebiyet verir. Ama belli ki işin içinde menfaat çakışması varsa acı bile birleştiremiyor insanları. Menfaatlerin ön planda olduğu yerde sahtelikler, zorbalıklar sürüp gidiyor. Geriye izleyeni rahatsız eden tablolar kalıyor.

Yazının devamı...

Gerçeklerle Yüzleşmek

Bana e-mail veya telefonla ulaşıp yardım isteyen çok insan var. Dilim döndüğünce, bunun doğru bir yöntem olmadığını,kendilerini tanımadan ve durumlarını net olarak anlamadan birkaç cümleyle tavsiyede bulunamayacağımı, meseleyi tam olarak anlamadan yorum yapmanın, yarardan çok zarar getirebileceğini anlatmaya çalışıyorum.

Bu tür taleplerin çoğunda ortak bir paydanın olması dikkatimi çekiyor. Hemen hepsinde izlediğim geç kalınmış bir çaresizlik ve gerçeği kabullenememe durumu. Gerçeklerle yüzleşmek ve adım atmaktan korkmaları çaresiz hisseden bireyler, aslında yardım değil sihirli bir değnek arıyorlar. Kendilerini geliştirmek ya da mutsuz oldukları durumu değiştirmek için doğru adımların ne olduğunu öğrenmek yerine, karşılarındaki kişiyi değiştirebilecek ezbere bir formül aslında aradıkları.

Örneğin;

Yaklaşık on beş senelik evli bir hanım, evliliğinin en başından beri şiddete, hakarete maruz kaldığını anlatıyor. Son derece huzursuz bir evin içersinde yılları peş peşe doğurduğu çocuklara bakarak, eşinin eve gelmediği geceleri ağlayarak sabahlayarak, eşi eve geldiğinde ise yediği dayakların acısıyla geçirmiş. Nihayetinde eşi başka bir kadınla yaşamak için evi terk etmiş, ne karısı ne çocukları umurunda ve en kısa zamanda boşanmak ve kadınlara yaptığı eziyetleri yeni hayatına taşımak istiyor. Yıllardır eziyet çekip şimdi de kocası kendisini terk etti diye mutsuz olan bu hanım istiyor ki, bir cümlede kocasını geri getirecek formülü ona vereyim ve o eski mutsuz günlerine geri dönsün. Kendisini mutsuz eden bir hayatın içinde, maddi sıkıntısı olmadığı halde, ailesinin desteği yanında olduğu halde, gönüllü olarak eziyet çektiğinin hiç farkında değil.

Sekiz senelik evli bir beyefendi, taa evliliğinin başından beri bildiği, kendisinden 12 yaş küçük eşinin onunla sadece maddi imkanları sebebiyle evlendiğinin çok farkında. Evlilikleri boyunca eşinin başkaları ile flört ettiğini, kendisinin yanında görünmekten bile imtina ettiğini biliyor. Her tartışmada vurup kapıyı çekip giden karısının, günler sonra parası bittiği, kredi kartlarının limitleri dolduğu ve ailesinden kabul görmediği için geri döndüğünün de ayrımında. Ama şimdi, yine maddi durumu son derece yerinde başka bir erkeğe aşık olarak evi terk etmesini ve boşanma davası açmasını hazmedemiyor. İstiyor ki sihirli değnek dokunsun ve eşi kendine aşık bir şekilde eve dönsün.

Çaresizlik hissi insanları yanlış noktalara sürüklüyor bazen. Gerçekleri görememek, görüp de kabullenememek, mütemadi bir düzelme umudu ile ömürler harcanıyor. Son noktaya gelindiğinde, aslında hiç de sürpriz olmayan bir kıvılcım, tüm o geçmiş yılların acılarıyla yüzleşmeyi ve maalesef o yıkıntının altında kalmayı getiriyor.

Güçlü olmak o kadar önemli ki hayatta. Gerçeklerle baş edebilme, yanlışa “dur”” diyebilme gücü, yemek kadar, içmek kadar önemli.

Böyle yardım çığlığı atarak bana ulaşanlara önce şunu fark ettirmeye çalışıyorum; Karşınızdakini değiştirmeye çalışmaktan vazgeçin. Önce kendinizi değiştirin. “Dur” demeyi, “hayır” demeyi öğrenmemiz gerek önce. Biz kendimize değer vermezsek, kimse bize değer vermez. Önce kendi yaşamınıza sahip çıkın.

Sevgiler

Yazının devamı...

Ya sonra

“Ya sonra” tam da daha önce yazılarımla vurguladığım noktaya dikkat çeken bir film. Prens ve prenses, uzun mücadelelerden sonra bir araya gelirler. Prensin kahramanlıkları prensesin, prensesin zarafeti ise prensin başını döndürmüştür. Aşk her yanlarını sarmış, gözleri kör olmuştur. Evlenirler. Ve……mutlu SON. Ya SONRA?

Mutlu sonlarla biten masallarla büyüdük. Mutlu son ise hep evlilik oldu. Sanki evlenmek bir “son”muş gibi. Elbette masum çocukların, güzel uykulara dalması, huzurlu rüyalar görmesi için böyle mutlu sonlar gerekiyor. Mutlu sondan sonra başlayan yanlış evliliklerle çocuklara kabus mu görsün, Allah korusun!

Oysa masalın bittiği, gerçeklerin başladığı bir çok yaşamda, zaman böyle mutlu ilerlemiyor. Tıpkı filmdeki gibi.

Prenses çoğu zaman prensinin aslında gerçek bir kahraman olmadığını keşfediyor. Hayatın içindeki sorunlar karşısında, masalda ejderhalara kılıç sallayan prensini hayal ederken, bir de bakıyor iş başa düşmüş. Güçlü olmak, sorunları bertaraf eden olmak zorunda kalmış. Hem de tek başına. Çünkü prensi, kahramanlıklardan uzak kalmış, kendine hayrı yok.

Evlenmeden önce olanca yakışıklılığıyla başını döndüren, her buluşmaya titizlikle hazırlanmış, mis kokularla gelen prensinin, kirli çoraplarını evin kuytu köşelerinde biriktirdiğini, mecbur kalmadıkça sakallarını kesmeye bile üşendiğini sonradan fark edip şaşırıyor.

Masalda, kötü kalpli üvey annenin karşısına kokusuzca dikilip prensesini savunan prensinin, kendi annesi karşısında küçük bir oğlan çocuğuna döndüğünü izleyip yıkılıyor.

Prens ise , ilk görüşte aşık olduğu dünyalar güzeli prensesinin, yaşamın bir noktasında kendisini salmış, saçını taramaya bile üşenen bir kadına dönüşünü izliyor bazen.

Masaldaki kurtarıcısını bekleyen, sonra da minnetle kendisini kollarına atan prensesinin, minnet bir yana sürekli erkeği eleştiren, hep yanlış yaptığını haykıran bir kadın haline gelmesine şaşırıyor.

Zarafeti ile başını döndüren prensesin billur sesinin, her küçük tartışmada ne kadar yükselebildiğini, yüz çizgilerinin ne kadar sertleşebildiğini izledikçe yıkılıyor.

Ve sonra….. hayal kırıklıkları, tartışmalar hatta kavgalar başlıyor.

Keşke hayat masallardaki kadar güzel olsaydı ve evlilikle biten mutlu sona ulaştığımızda, hep mutlu kalacağımızdan emin olabilseydik. İlişkiyi yaşarken masallardaki keyfi almayı bilmek ama ilişkinin gidişatını değerlendirirken, gerçekleri hiç göz ardı etmemek gerek.

Yazının devamı...

Para ve kadın ve erkek

Erkek diyor ki… “ Bunca yıldır çalışıyorum. Kazandığım parayı gidip de dışarıda harcamadım hiç. Hatta kendime alacağıma karıma ve çocuğuma aldım. Önce onların ihtiyaçlarını giderdim. Bunca yıl, eşime hiç “para yok, alamazsın” demedim. “Onu kaça aldın” demedim. Gidip de dışarıda gezmelere, arkadaş sofralarına yatırmadım kazandığımı. Başka kadınlara, aileme de vermedim. Elimden geleni yaptım. Ama kazandığım belli, ne yapayım. Çok büyük paralar kazanamadım. Belki lüks içinde yaşatamadım eşimi ama, olsa yapmaz mıydım?

Hep ailem için çalıştım. Peki şimdi ne oldu…………. İşlerim ters döndüğünde karım bile yüzüme gülmüyor. Sanki ben istemez miyim daha çok kazanmayı, eve daha çok getirmeyi, güzel yerlerde yemekleri, tatilleri. Ama evlilik ortaklıkmış gerçekten, kar olmayınca ortaklık da sallanmaya başladı. Eve para getiremeyince sanki eşimin saygısı kalmadı bana. Beğenmeyerek bakıyor yüzüme. Hayatta hiç düşmeye gelmiyor. Bir kere düştün mü, en yakının bile tutmuyor elini.

Sonuçta aç değiliz açık değiliz. Eşim çalışıyor şu anda. Ben de eninde sonunda toplarım işlerimi. Birkaç ay işler kötü gitti diye, hak ediyor muyum bunları ben? İnsan evlenirken iyi günde, kötü günde birlikte olmak için evlenmiyor mu? Öyle değilmiş meğer kötü günde insanın eşi kaçıp gidiveriyormuş. Sevgi falan hikâye, her şey menfaatmiş.”

Kadın diyor ki….. “ Eşimi çok sevdim. Çok sevdiğim için de bunca yıl katlandım. Çok iyi bir adam benim eşim. Ama sadece iyilikle geçmiyor hayat. Tamam, kazandığını bize harcar. Dışarıda yemez, evine düşkündür. Ama sorumluluk duygusu yok. Hayatımı emanet edemiyorum ki ona. Güvenemiyorum ki.

Bunca yıl hep yanlış işlere kalkıştı. Çocuk gibi, macera peşinde. “Yapma” dedim dinletemedim. O işe girdi, kazanamadı. Borcunu ben ödedim. Bu işe girdi, sonuç aynı. Yoruldum, tükendim artık. Bunca yıl evin hem kadını hem erkeği olmaktan, her şeyi düşünmekten, her şeyi oldurmaya çalışmaktan yoruldum.

Tamam, beni bunaltmadı kaça aldın, kime verdin diye ama, zaten hep ben kazandım ben harcadım. Keşke sorsaydı aldığımı verdiğimi de, ben de güvenseydim ona. Nasılsa eşim bütçemizi düşünüyor, diyebilseydim. Keşke kıssaydık da başımızı sokacak bir yuvamız olsaydı.

Olunca bana harcıyor tamam. Ama sevinemiyorum ki buna ben. Doğum günümde bana hediye aldığı kolyenin, geçen ay yatırmadığı faturanın parasıyla alındığını biliyorken ,nasıl mutlu olayım.

Mesele birkaç ay, birkaç yıl meselesi değil. Öyle olsa, bilsem ki elinden geleni yapıyor, canım feda. Ama bunca yıl başarısız oluyorsa, biraz da kendisine bakmalı insan. Tamam, ekonomi kötü, şansı yok vs. vs. Ama bir erkek ekmeğini taştan çıkartmalı. Ben sabahın köründe sıcacık uyuyan yavrumu yatağından koparıp anneme bırakıp işe koşarken, o sabah kahvaltı sonrası gazetesini de okuyup işe öyle çıkınca, benim içimde bir şey kopuyor. “Yapamıyor” değil “yapmıyor” yani. Kira ödendi mi bu ay? Haberi yok. Çocuğun tahlilleri için kaç para ödedik? Bilmiyor.

Tamam, kazanamasın, herkesin kötü günü olur kabulüm. Ama çabaladığını görmek istedim en azından. Benim sorunum bu. “Neden para yok” değil. Neden çaba yok?”

Tek resim karesi, iki farklı bakış açısı…….

Yazının devamı...

Kadın giderken...

Kadınlar hep daha romantik. Sevdiği adamla bir ömür boyu mutlu yaşayacağı inancıyla evlilik imzası atar. Kadınlar hep daha anaç. Yeri gelir mutsuz da olsa, çocuklarını babalarından uzaklaştırmamak için devam eder, katlanır. Kadınlar hep daha sabırlı. Bir gün erkeğinin değişeceği, evliliğinin düzelebileceği ümidiyle yol almaya devam eder, kendi ümitlerini kendi besler. Kadınlar hep daha güçlü. Derdini anlatmaya çalışır, yardım almayı teklif eder, elinden gelenin fazlasını yapar.

Ama sonunda kadınlar da yorulur bazen, pes eder, gider.

Terk etmeye karar veren kadın, erkeğinin yaptığı hataları saymaya başladığı zaman uzun listeler çıkar ortaya.

“Benimle konuşmuyor, sanki konuşacak hiçbir şeyimiz kalmadı.”

“Benimle vakit geçirmek istemiyor, arkadaşlarını benimle olmaya tercih ediyor.”

“Ailesine karşı beni korumuyor, ezilmeme müsaade ediyor.”

“Benim yaptığım harcamalara çok müdahale ediyor, sanki ben boş yere para israf eden müsrif bir kadınım.”

“Çocuklarının babası değil sponsoru sanki, parayı verip kaçıyor”. Vs.vs….

Listeyi özetlediğiniz zaman genelde tek bir şikayette bütün maddeler toplanıyor;

“İlgisizlik”

Kadın severek evlendiği, birlikte her şeyi paylaştığı erkeğin zaman içinde ilk günlerin paylaşımlarından uzaklaşmasını anlayamıyor, tükenmeye başlıyor. Evliliğin ilk günlerinde her dakikasını yanında geçirmek için deli olan adamın, sonraları sürekli arkadaşlarıyla birlikte olmasını, başlarda günde üç kere sadece sesini duymak için ararken, ilişki eskidikçe aramak bir tarafa, kadın aradığında işteyken aranmasına homurdanmasını, hep sevginin bitmiş olmasına yoruyor. Evlilik öncesi kadınını herkesten koruyan, kollayan erkeğinin anne ve babasının yanında kuzuya dönmesini, karısı üzülüp gözyaşı dökerken karşı taraf olmasını iyi bir gidişe yoramıyor doğal olarak. Zamanla azalan sevgi sözcükleri, birlikte geçirilen zamanların azalması, yardım etmemesi kadında hep sevgiye, ilgiye açlık olarak birikiyor.

Bu hislere rağmen kadınlar çoğu zaman sabrediyor, azimle eski günlere dönmek için çabalıyor. Hele bir de çocuğu varsa, gerek çocuğuna ayrılık acısını yaşatmamak için, gerek tek başına geçim ve çocuk yükünü kaldırmayı göze alamayacağı için katlanıyor, kocasından gelecek ilgi için bekliyor, direniyor.

Sabrediyor, sabrediyor.. ta ki eşi bardağın taşmasına sebep olacak yeni bir hata yapana kadar. Bardağı taşıran bazen ihanet gibi, şiddet ya da yalan gibi büyük bir hata oluyor .Bazen de küçücük bir hata birikmiş tüm tepkileri ortaya çıkarıyor. Nihayetinde bardağı taşırmaya tek damla yetiyor.

İşte o zaman kadın içindeki bütün sevgiyi derleyip kenara kaldırıyor ve gitmeye karar veriyor. Onca zaman eşini uyarmaya çalışmak için sarf ettiği bütün cümleleri, yardım almak için yaptığı bütün önerileri, emeğini, anılarını geride bırakıyor. Susuyor. Artık kararını vermiş, ayların, yılların “acaba”larından sıyrılmış oluyor.

Bu defa erkek nereye tutunacağını bilmiyor, paniğe kapılıyor. Zaman içinde bir çok şeyi kabullenen, sineye çeken eşinin şimdi neden gitmeye kalktığını anlayamıyor bir türlü. Sevgisizlik, ilgisizlikle suçlanmasına anlam veremiyor bir türlü, çünkü daha düz düşünüyor çoğu zaman. Eşini sevmiyor değil, akşam nasılsa eve gelecek diye gün içinde telefon açmaya lüzum görmemiş. Her akşam birlikteler ya, bu sebeple hafta sonlarını eşiyle geçirmese de olur diye düşünmüş…..Ama bunların hiç biri eşini sevmediğinden değilmiş.

İşin özü, erkek mutluluğu sürdürmek için beslemesi gerektiğini, sevginin ilgi istediğini, özen beklediğini zaman içinde unutmuş gitmiş.

Bu defa erkek çözüm arayışına giriyor. Daha önce “ne gerek var” dediği tatilleri, baş başa yemekleri teklif ediyor eşine, birlikte yardım almayı, evliliklerini kurtarmak için ne gerekiyorsa yapmayı öneriyor, sevgisini anlatmaya, ilgisini göstermeye başlıyor.

Ama nafile…. Kadın gitmeye karar vermiş bir kere.

Yazının devamı...

Anne baba olunca ilişki biter mi

Birçok çift, özellikle doğumdan sonra tartışmalarının arttığını ifade ediyor. Çocuk yetiştirme konusunda hem fikir olamamaları ya da yeni bebeğin sorumluluğu ile birlikte yükün eşlerden birinin üzerinde olması bu tartışmaları ateşliyor. Sonrasında genelde annenin çocuğuna yoğunlaşması, babanın sadece yardımcı olarak kalması, hatta pek çok ailede babanın yardım rolünü aile büyüklerinden birinin üstlenmesi, birikim yaratmaya başlıyor. Uykusuzluktan gözleri kızarmış anne, saçını bile tarayacak zaman bulamadıkça sinirler gerilmeye başlıyor ve oklar direkt babaya yöneliyor.

Doğum sonrası sürecin nasıl yönetilmesi gerektiği, başlı başına bir yazı konusu. Ben, bu zor dönem atlatıldıktan sonra bazı evliliklerde kalan tortulara dikkat çekmek istiyorum.

Çocuk sahibi olmak, dünyanın en güzel duygusu. Yavrunuzun boynunu koklamak, gülümsemesini izlemek vazgeçilemez bir duygu. Ancak bireylerin ve evliliğin mutlu sürmesinin gereği olduğu kadar aynı zaman da çocuğumuza karşı da sorumluluğumuz, ona mutlu bir aile hayatı sunmak.

Bir çok çift, çocuğunun doğumu ile birlikte karı koca, kadın erkek kimliklerinden sıyrılıp anne baba kimliğini giyer. Elbette yeni doğan dönemi özel bir dönem ve yoğun olarak anne baba kimliklerimizi ön plana çıkartmamız bu dönemin doğal bir sonucu. Ancak zaman ilerleyip, çocuklu hayatımızın getirdiği yeni düzene alıştıkça, kimliklerimizi de bir dengeye oturmamız gerek. Elbette baş başa geçirilen zamanlar azalıyor, kendi ihtiyaçlarımızdan önce çocuklarımızın ihtiyaçları geliyor fakat, karı koca olarak kalmaya da özen göstermek, şartlarımızı ona göre düzenlemek gerek.

Özellikle kadınların içgüdüsel anaçlıkları ve çocuklarına karşı aşırı düşkünlükleri bir çok evliliğin bitmesine zemin hazırlayabiliyor. Tüm vakitleri çocukla geçirmek, çocuğuyla uyumak, onunla uyanmak, eşiyle geçireceği vakitleri ihmal etmeye başlamak, evlilikte boşluk yaratmaya başlıyor. Kendisini eş ya da kadın gibi değil de sadece “anne” olarak hissetmesinin sonucunda, eşinden uzaklaşmaya, onu da sadece “baba” olarak görmeye başlıyor.

Aynı paralelde birçok erkek de doğumdan sonra eşini sadece “anne “olarak görüp, sevdiği kadına göstereceği ilgiyi çocuğuna yönelterek, kendisini salt “baba” olarak konumlandırıyor.

Sonuçta, bir bakıyorsunuz ki baş başa geçirilen hiç zaman kalmamış, çocukları dışında konuşulan bir konu yok.

Çocuğumuzun fiziksel ihtiyaçları kadar ruhsal ihtiyaçları da önemli. Çocuğumuza karşı en önemli yükümlülüğümüzün mutlu olmamız olduğunu düşünüyorum. Bireysel olarak huzurlu, mutlu olacağız ki, gülümsediğimiz zaman gözlerimiz de gülecek ki, biz de çocuğumuzu mutlu bir birey olarak yetiştirelim. Bireysel mutluluğumuzun en önemli gereği ise, sevgi ve ilgi görmek.

Evlilik özen ister. Sevgi paylaştıkça artan, mutluluk paylaştıkça bulaşan bir duygu. Evliliğin temeli de, uyumlu anne baba olmanın temeli de arkadaş olabilmekten geçer. Özen gösterilmeyen, paylaşmak için zaman ayrılmayan arkadaşlıkların zaman içinde uzaklığa mahkum olması kaçınılmaz. Kendinize, hayat arkadaşınıza zaman ayırmayı, birlikteliğiniz için özen göstermeyi hiç unutmayın.

Sevgiler

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.