SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Genç ilişkiler

Yan masamda oturan çiftin tartışmasına, istemeden kulak misafiri oluyorum. Sesleri o kadar yüksek ki, duymamak mümkün değil. İkisi de 20’li yaşların sonlarında görünüyor. Sağlıklı, sportif görünen gençler. Kızın giyinme tarzından, rahat yetiştirilmiş bir genç kız olduğunu varsayıyorum. Delikanlıyla ilgili henüz bir fikrim yok. Sadece ses tonunun fazlaca yükselmesi, öfkesini kontrol etmekte zorlandığını ve etrafın rahatsız olup olmamasını çok umursamadığını düşündürüyor.

“ Ben anlamam. Paran yanacaksa yansın. O spor salonuna gidemezsin. Orada herkes piyasa yapıyor”, diyor. Piyasa yapmak???

“Ne alakası var ya” diyor genç kız. “Ya” uzadıkça uzuyor kızın ağzında.

“Kimsenin kimseyi rahatsız ettiği yok bir kere. Hem bütün arkadaşlarım orada spor yapıyor. Ben tek başıma spor yapamam sıkılırım.”

“ Gel benimkine yazıl sen de” diyor delikanlı.

“İyi de ben iki senelik aidatı peşin ödedim zaten. Niye başka bir yere para ödeyeyim ki.”

Delikanlı sinirleniyor. “Ben öderim dedim ya. Gitmeyeceksin dedim o kadar. Bana gelmez böyle işler.”

Kız şimdi çığırından çıkacak, “Sen beni neyle suçluyorsun. Bana güvenmiyor musun ?” diyecek diye bekliyorum. Demiyor. Birden sakinleşiyorlar. Kız “Tamam aşkım” diyor. Uzanıp çocuğun elini sıkıyor. Kıskanılmasının hoşuna gittiği yüzünden okunuyor. Bir iki dakika sessiz kalıyorlar.

Sonra kız “ O zaman sen de şu play station partilerinden vazgeçeceksin” diyor.

Delikanlı “saçmalama ya” diyor. Bu defa da o uzatıyor “ya” kısmını.

“İstemiyorum işte” diyor. “Ben de seni kıskanıyorum ne yapalım.”

“ Bizim çocuklardan mı kıskanıyorsun, nasıl yani?”

Kız saçlarını eline doluyor. “ Oyuna başlayınca dünyayı unutuyorsun” diyor.” Bir kere gelmiyorum aklına.”

“ Her saat başı konuşuyoruz ya”

“İyi de ben aramasam sen aramazsın ki. Hem telefonu da kısa kesmeye çalışıyorsun. İstemiyorum işte.”

Çocuk bir an sessiz kalıyor. Kız son hamleyi yapıyor hemen.

“Sen oyuna devam edersen, ben de salona devam ederim bak ona göre. Ben de bizim kızlarla orada takılırım.”

Çocuk “Tamam, tamam” diyor.

Pes eder gibi göründüğü ama oyun partilerinden vazgeçmeye hiç de niyeti olmadığı belli.Birazdan el ele tutuşup gidiyorlar. Birkaç adım sonra kız çocuğun elini bırakıp beline sarılıyor. Mutlu görünüyorlar.

Arkalarından kendi düşüncelerimle baş başa kalıyorum. Bu gençler, bireyselliklerini kaybettikleri noktada “biz” de olamayacaklarını çoktan öğrenmiş olmalıydılar. Kısıtlamanın sevgi göstergesi olmadığını, kıskançlığın bir şov malzemesi olamayacağını, sevginin karşılıklı güven gerektirdiğini bilmeleri gereken yaştalar artık.

Gençlerin artık daha geç olgunlaştığını, sağlıklı ilişkilerin artık ne kadar nadir yaşandığını, saygı kavramının ne kadar ihmal edildiğini düşünerek, çayımı yudumluyorum.

Yazının devamı...

Zayıf hisseden güçlü kadınlar

Mutsuzluk veren bir ilişkiyi sürdürmek için çabalamak ne zordur.

Dipsiz bir kuyunun içinde, ışığı yakalamak için taş duvarlara tırmanmak gibi. Umut bitip bitip yeniden başlar. Elleri kanar, tırnakları acır insanın. Ama öyle çıkmazda, öyle enerjisizdir ki, canı acıdıkça daha da diplere düşer. Çabaladıkça tükenir, ancak kendisinden başka kimsenin çabalamayacağından korkar, yeniden gayretlenir.

İlişkinin hangi noktasında, o aşkın bizi mutlu etmek için var olduğunu unutuyoruz acaba? İlişkiyi yaşama nedenimizin, ruhumuzu beslemek ve hayatın tadını arttırmak olduğunu, aklımızdan siliveriyoruz. İlişki ne zaman başlı başına bir varlık, hem de ne pahasına olursa olsun, yaşatılması, sürdürülmesi gereken bir varlık haline geliyor? Ruhu beslemek yerine kemiren bir ilişki, neden yaşam amacı haline geliveriyor? Kendisine mutsuzluk veren, yetmeyen bir ilişkiyi, insan ne uğruna sürdürüyor, ilişkiyi sürdürmek uğruna neler harcıyor?

Hırslar giriyor devreye. Yenilmişlik duygusu ve gurur birbirine karışıyor,yüreği dağlayan dikenli teller haline geliveriyor. Yürek kanadıkça mantık uçup gidiyor. İnsanın kendisiyle yaptığı amansız bir savaş haline geliyor ilişki. Sevgi çoktan anlamsızlaşmış. Yerine, ruhu saran kazanmak ve kaybetmek sancıları kaplıyor.

Emek bağlıyor insanı.“Bu saatten sonra” cümleleri giriyor devreye. Her kadın bu cümlenin kendisine özel olduğunu zannediyor. “Bu saatten sonra başka birini hayatıma sokmak zor geliyor” diyor. Sanki bu bir mecburiyetmiş, bir görevmiş gibi. Mutsuz bir ilişki, yalnız ama huzurlu olmaya yeğ tutulabilirmiş gibi.

Dört elle sarılıyor ilişkisine. Bırakmamak, ilişkiyi kaybetmemek için uğraşıyor. Her defasında,içine düştüğü dipsiz kuyunun daha da derinlerine indiğini fark etmeden. Kazanmaya çalıştığı şey ne? Eski mutsuz ilişkisi. Bu kadar. Ağlayacağı, üzüleceği, kendini yalnız ve mutsuz hissedeceği günleri kaybetmemek için çabaladığının farkında bile değil. “Seviyorum” diyor. Oysa tek derdi yalnız kalmamak. Mutsuz ilişkisini yaşarken de yalnız olmadığını söyleyemiyor ama. O yanındayken mutlu olduğundan bile emin değil aslında.

Kendini zayıf ve çaresiz hissediyor. Başka yol yok zannediyor.

Oysa bir ilişkiyi sürdürmek, hele ki tek taraflı bir çabayla sürdürmek, nasıl bir güç ister. Affetmeyi, yol göstermeyi, her şeye rağmen çabalamayı ancak güçlü bir kadın becerebilir. İçindeki ses gücünü yanlış bir amaç uğruna harcadığını söylerken, onu bastırıp çabalamaya devam etmek, güç ister. Sevgisine şahit tüm dostlar “yapma” derken, onları duymazdan gelmek, yanlış istikamet gösterdiğini bile bile burnunun dikine gitmek güç ister.

Güç ister de…….. Ne uğruna. Boşa akan çabanın, emeğin çok daha azını kendine harcasa, yeni bir hayat kurabilecek belli. Ama bunu anlamak, “farkındalık” ister.

Yazının devamı...

Güç ve adalet

Dönemler değişip evliliklerin çehresi değişse de, eski neslin ataerkil aile yapısının yerini günümüzün kadın ve erkeğin eşit basamaklarda durduğu, aile reisliğinin tek başına erkeğin sırtında değil de eşlerin birlikte üstlendiği, ortak kararlarla hayatı paylaştıkları evlilikler çoğalsa da, evliliklerde yaşanan sorunların konu başlıkları çok fazla değişmedi. Her dönemin evlilik sorunlarında ortak konular vardır. Örneğin gelin – kayınvalide sorunları, kadın ya da erkek fark etmez, eşlerden birinin ailesinden kopamayıp kendi yuvasını kurmakta zorlanması, ihanet, şiddet, yanlış iletişim dilini kullanmak hemen her devrin sorunudur mesela. Bunun yanı sıra cinsellik, çocuk yetiştirme tarzlarının farklılıkları, maddi konularda yaşanan zorluklar veya para harcama alışkanlıklarının farklı olması, yine temizlik, ev içi düzen ya da kişisel bakım anlayışlarının farklılıkları da evliliklerde sık sorun yaşanan sorunlardan bazılarıdır. Tüm bu saydığım ve ilave yapılabilecek diğer genel başlıkların yanı sıra, günümüzde, eski nesil evliliklerden farklı olarak, daha çok günümüz evliliklerine özgü ve evlilikleri çok fazla etkileyen yeni bir konu başlığımız daha var artık. Günümüzün, maddi bağımsızlığına sahip, annelerinin evlilik içersindeki kıstırılmışlığının izlerini bizzat üstlerinde taşıyan “Ben kendimi ezdirmem” cümlesini neredeyse tanışma cümlesi ilan etmiş dominant kadınları.

Çağımız evliliklerinin yeni başlıklarından biri olan bu mesele, aslında kaynağı itibariyle pek de yeni sayılmaz. Dolayısıyla konuyu irdelemek istediğimizde gerek aile yapıları, gerek baskın karakter olan kadınların bakış açısı, gerekse bu baskın karakter karşısında ne yapacağını bilemeyen erkek tarafından da değerlendirmek gerekir.

Öncelikle kaynağa yani neden günümüz kadınlarının zırh kuşanmaya ve ellerine silah almaya ihtiyaç duyduklarına bakarsak, bu noktada ebeveynlerinin evliliklerine bakmakta yarar var.

Annelerimizin, teyzelerimizin ya da büyük annelerimizin, yani bizden önceki neslin evliliklerinde var olan kadınların, evlilik içersindeki duruşlarına bakarsak maalesef genelde mutsuz kadın tablolarıyla karşılaşıyoruz. Bir çoğu evlilikleri için eş seçimlerini kendileri yapamamış, babalarının yani kendileri adına karar veren bir erkeğin “tamam” demesiyle bir anda kendilerini hiç tanımadıkları bir erkeğin evinde buluvermişler. Dolayısıyla ümit etmek, sevmek ve hatta sevilmek gibi bir beklentileri olmamış. “Ne çıkarsa bahtıma” anlayışının sonucunda, bir çoğu mutsuz evlilikler kurmuş ve hatta şiddet görmüyorlarsa kendilerini talihli saymışlar. Şanslı olanlar ise eşlerini tanıyarak, severek seçmiş. Ancak elbette bu tanışma dönemi günümüzün flört anlayışından çok uzak. Kaçamak, dar vakitlerde görüşmeler, herkesin iyi yönlerini ön plana çıkarttığı, kısıtlı konuşmalar. Çoğunlukla babanın otoritesinden uzaklaşma kaygısını, sevgi zannı altında müstakbel eşe yönetmeler. Atılan imzalar sonrasında ise, gerçek kişiliklerle birlikte, bir arada yaşamanın zorluklarıyla yüzleşme.

Bu evlilikleri, günümüzün dominant kadınları üzerindeki etkisine gelince. Babanın, bir yerden sonra “baba” kavramının erkek davranışı modellemesiyle birleşmesi sonucu, anneyi ezer tavrı özellikle kız çocuklarında bir isyanla birlikte yanlış algı geliştirmiş. İçten içe erkeğin her daim kadını ezdiği, kadının bu davranışlara hep mecburen katlandığı yönünde bir inanış oluşturmuş, anneyi koruyamayan bu kız çocuklarının ruhunda. Çocuğun ilk öğrendiği annenin mutsuzluğu, ezberlediği ilk cümle ise “Ben kendimi ezdirmeyeceğim” olmuş.

Tam tersi aile yapılarında büyüyüp de yine baskın davranışları olan kadınlar yok mu, elbette var. Aşırı ters uçlar genelde aynı davranış şekilleriyle sonuçlanır zaten. Alkolik ebeveynlerin birçoğunun, çocuklarının da alkolik olabildiği gibi. Annenin aşırı baskın, dominant karakterde olması kimi kız çocuklarını aşırı içine kapanık, ürkek yaparken, kimi kız çocuklarının da aynı şekilde dominant yetişmesine sebep olur. Çünkü annenin babaya karşı davranışları, kadının erkeğe davranması gereken tavırlar öğretisiyle şekillendirir davranışları.

İşte bu sebeplerle, ailelerin çocuklarını yetiştirirken psikolojisini korumak için, salt yanında kavga etmemesi yeterli olmaz. Çocuğun anne ve baba ilişkisindeki gözlemleri ve yorumları, onun nasıl biri olacağını da şekillendirir, kendi kuracağı aile modelini de. Sürekli mutsuz, ezilen bir anneyi görmek de, dominant, baskıcı bir anneyi model almak da, kız çocuğunun nasıl bir kadın olacağını, erkek çocuğunun nasıl bir koca olup, nasıl bir eş seçeceğini belirler.

Ailelerin etkisini bir yana bırakırsak, günümüzde biz kadınlar kendi içimizde de annelerimizden oldukça farklıyız. Artık daha büyük bir yüzdemiz, en azından büyük şehirlerde, çalışan, kendi paramızı kazanan kadınlarız. Kendimize, sosyalliğimize çok daha fazla önem veriyoruz. Etraftan önce kendimiz için yaşıyor, hayattan daha çok şey bekliyoruz. İş çıkışı biz de arkadaşlarımızla buluşup stres atıyor, eskiden sadece erkeklerin olan iş dünyasında en zirveye tırmanma konusunda iddiamızı ortaya koyuyoruz. Çocuk da yapıp bakıyoruz, kariyerimize de önem veriyoruz. Dans kursundan çıkıp, eski arkadaşlarımızla yemeğe çıkabiliyoruz. Bu anlamda inanılmaz bir değişim, hatta devrim var kadın dünyasında. Belki erkek dünyası bizim için yeni olan bu devrimin nimetlerinden zaten faydalanıyor olduğu için kendi adlarına çok şey değiştirmeye gerek duymadı ama biz kadınlara alan açtılar. Kadınların devrimi büyük bir güç oldu ve yaşam kalitesini yükseltti. Ama her güç gibi kötüye kullanıldığında maalesef geri dönülmez zararlar veriyor.

Günümüz kadınları da elde ettikleri bu güçle çoğu zaman ezilmemek adına ezmeye vardırabiliyor durumu. Yani kantarın topuzu kaçıyor zaman zaman. Öncelikle bakalım, eşiniz sizi ezmek isteyen bir karaktere sahip mi? Belki babanız, hatta onun babası kendi eşlerini ezmeye çalışıyorlardı. Belki hiçbir konuda kadınların fikrini almıyor, hatta sürekli bir otoriteyle davranıyorlardı. İyi de sizin eşinizin yapısı bu değilken, sürekli tetikte olmak niye. Size saldıran yoksa niye sürekli savunma yapasınız ki. Sürekli tetikte olmak bir müddet sonra saldırıya dönüyor çünkü. Gerçekten ihtiyaç yoksa kalkanları kuşanmak niye. Boşaltalım elimizi kolumuzu, karşı karşıya değil, yan yana duralım, fena mı?

Kadın ya da erkek bir tarafın dominant davrandığı, eşlerin eşit hizada durmadığı evliliklerin huzur süresi, bastırılan eşin tahammül süresine bağlı oluyor genelde. Ama ezen de ezilen kadar mutsuz ve tatminsiz oluyor aslında. Çünkü beklentiler karşılanmıyor, saygı ve sevgi örseleniyor ilişkide.

Konumuz dominant kadınlar. Öncelikle kadınlar açısından incelersek durumu….

Aşkın doğasında hayranlık vardır. İnsanlar bir yönüyle hayran oldukları, hatta hayran oldukları konuda kendilerinden daha iyi olduğunu düşündükleri insana aşk duyarlar. “Neden” sorusuna verilen cevaplarda hep güçlü yönler sıralanır. “Aşığım, seviyorum çünkü çok zeki, çok başarılı, çok yakışıklı, çok karizmatik vs vs…” Fakat birliktelik kurulup da yönetmeye başladığınızda önce o “çok”lar silinir. Çünkü yönetebildiğiniz, sürekli komuta ettiğiniz, her daim sizin izninize bağlı bir erkek, “çok akıllı”, “çok başarılı”, “çok bilmem ne “olamaz artık. Olsa olsa akıllıdır, başarılıdır ama sizin kadar değil. Zamanla hayranlık azalır, kadın erkek ilişkisinin yerini anne-çocuk ilişkisi almaya başlar. Çünkü dominant kadın yönetmektedir ilişkiyi de, erkeği de. “ Aşk duygusunun yerini, yavaş yavaş beğenmezlik, onaylamazlık, sonrasında da saygı yitimi alır. Sorsanız “ben olmasam o hiç bir şeyi tek başına yapamaz”a kadar varır durum. Sanki erkeğin evlilikten önceki tüm hayatı eksikti, başarısızdı. Kadın olmasa erkek ne iş ilişkilerini sağlıklı götürebilecek, ne ailesiyle ilişkilerini dengede tutabilecek, herkesin elinde oyuncak olacak sanki.

Hele bir de üzerine kısıtlamalar başlayınca. Aslında kısıtlamaların altında genelde korku ve kendine güvensizlik yatar. Erkek arkadaşlarla, arada bir toplanılan gecelere engel olunur, çünkü bekar arkadaşlar tehlikelidir. Aile ziyaretlerine tek başına gidilmez, Allah korusun ailesi eşini doldurabilir. İş seyahatlerinde nerede kalacağı, kiminle gideceği denetlenir. Cümle alem evli olduğunu bilsin diye spor salonuna ancak beraber gidilir. Erkeğin fikri olmaz, ancak birilerinin dolduruşuna gelmiştir, dolayısıyla çevresi denetlenir. Liste böyle sürüp gider. Bu kısıtlamalar altında erkeğin hali vahim ama kocasına çocuğu gibi davranan hiçbir kadının da mutlu olduğunu görmedim henüz. Çünkü aşkın başında kadının yerleştirdiği “çok”tan sonra gelen olumlu sıfatlar artık “çok beceriksiz”, “çok mantıksız”, “çok yanlış”lara dönmüştür artık. Aşkın içindeki övgüler yergiye dönüşünce de aşk uçup gider, yanına saygı ve sevgiyi de katarak.

Çünkü her kadın güçlü bir erkek ister aslında. Zor durumlarda çözüm yaratabileceğine güvendiği, kendisi tıkandığında yolunu açabilecek, kendisini koruyup kollayabileceğine güvendiği, kaybetme tedirginliğiyle sarmak istediği erkeği ister. Dominant kadınların ideal eş tariflerine kulak kabarttığınızda, genelde cevap hep diş geçiremeyeceği erkektir. Çünkü hayatla didişmekten, hep öncü kuvvet olmaktan yorgundur aslında. Biri kontrolü ele alsa da bir dinlense ister.

Erkeklere gelince… ilk çağlardan beri erkek profiline bakarak başlamak lazım belki de. Mağara döneminde bile erkek avlanmaya çıkarmış, kadınlar mağara civarında yaşarken. Sonrasında erkekler savaşa gidermiş yeni topraklar fethetmek, ailelerinin güvenliğini sağlamak için. Sonra “şövalyelik” kavramı çıkmış ortaya. Bir çok masalda prensesleri ejderhalardan, kuleye kapatan kötü kalpli cadılardan kurtaran şövalyeler anlatılır hala. Hiçbir masalda prensesin şövalyeye kendisini nasıl kurtaracağını anlattığını duydunuz mu? Prensesler kurtarılmayı beklerken sessizce gözyaşı döker, prens kendi imkanlarıyla ejderhayı alt eder ve sonunda prenses kahraman şövalyesine aşık olur. Elbette hiçbir kadının hayatı başkasının kendisini kurtarmasına bağlı, aciz yaşamasından bahsetmiyorum. Ama erkek psikolojisine bakarsak, kadını korumak kollamak, eşi için bir şeyler yapmak doğalarında var.

Günümüze dönersek, çoğu erkek artık babasını rol model almıyor. Çünkü onlar da erkek egemen evliliklerin annelerini ne denli mutsuz ettiğini görmüş ve bundan ders çıkartmışlar. Zaten evlendikleri kadınlar da annelerine pek benzemiyor. Daha bağımsız, ayakları üzerinde duran, kariyere öncelik veren güçlü kadınlar eşleri. Erkek zaten ezebileceği değil, başarısından gurur duyacağı kadını seçmiş eş olarak. Bu sebeplerle hayran olmuş, adı aşk olmuş zaten.

Sonra hayat başlıyor. Kadında hayran olduğu güç, bir dönem sonra ezici bir şekilde hissettirmeye başlıyor kendini. Erkekler kadınlar gibi değil, çoğu erkek bıçak kemiğe dayanmadıkça, her mutsuzluğu dile getirmiyor hemen. Evde tartışma veya huzursuzluk olmaması arzusu, onları zaman zaman sorunları ertelemeye itebiliyor. Fakat bir dönem sonra, eşinin dominant davranışları karşısında rahatsız olmaya başlayan erkekler farklı reaksiyonlar geliştirebiliyor.Ya isyan başlıyor, ki bu evde sürekli tartışma ve huzursuzluk anlamına geliyor ve şiddetli geçimsizlikle sonuçlanıyor. Ya da pasifize olmuş erkek, evlilik etiğine aykırı da olsa kendini aktif hissedebileceği yeni alanlar yaratma ihtiyacı hissetmeye başlıyor. Eşi bir “anne”ye dönmüş erkekler, yanında kendilerini huzuru ve güçlü hissedebilecekleri bir “kız arkadaş” a ihtiyaç duymaya başlıyorlar. “Evde kedi, dışarıda kaplan” tabir edilen hayat modelleri çıkıyor ortaya.

Aslında bu sadece kadın yada erkek farkı değil elbette. Hiç kimse sürekli yönetildiği, her adımı kontrol edilen ve sürekli talimatlarla yaşadığı bir hayatı tercih etmez. İlişki kurmanın, evliliğe adım atmanın amacı mutlu olmaktır. Evlilikler hapishaneye döndüğü anda kadın ya da erkek herkes özgür bir nefes alabilmenin, parmaklıkları aralayabilmenin düşünü kurmaya başlar. Bu nedenle “evlilik müessesi” tanımını, “evlilik ciddi bir kurum”dur lafını hiç sevmem. Çünkü hiç kimse bir kurumun katı kuralları içinde yaşamayı tercih etmez. Hatta bırakın yaşamayı, patronun tek elinde bir yönetimde, fikirlerine hiç değer verilmediğini hisseden bir ortamda çalışanlar bile, gün gelip kendi işinin patronu olacağı günleri hayal eder.

Evlilikler hayatımıza renk katmalı. Evlenip de “Biz” olmak, “ben” kimliğimizden vazgeçmek anlamına gelmemeli İki hayat bir araya geldiğinde evlilik zenginleşir. Aksi halde bir tarafın kurallarıyla ilerleyen bir ilişki, ilişkiden çok memnun olunmayan bir iş akdine dönüyor.

Kadınlar çok yol aldı yıllar boyunca. Elbette gurur duymalıyız bu gelişimle. İş dünyasında var olmak, sesimizi duyurabilmek, hayatın içinde eşimizin arkasında değil yanında durabilmek, bizim canla başla çalışarak elde ettiğimiz güçler. Ama gücü kötüye kullanmak kullanana bile mutluluk getirmez.

Evliliğin bir güç savaşı değil, yol arkadaşlığı olduğunu unutmamak gerek. Önde ya da arkada değil, yan yana yürümek gerek.

Aksi halde, Çin atasözünde olduğu gibi “Güç gelir, adalet gider”

Sevgiler

Yazının devamı...

Sigarayla savaş

Yeni yılda ilk kararımı uygulamak üzere, sigarayı bırakmak için faaliyete başladım. Daha önceki senelerde “bırakıyorum, bırakacağım demişliğim” çoktur ama, gerçek anlamda hiç denemişliğim yoktu. Hep göz korkutucu bir süreç gibi görünmüştür bana, sigarayı bırakma süreci. Çünkü her bağımlı gibi, bırakmamaktan değil, bırakmak zorunda olmaktan korkmuşumdur.

Düşünsenize, bunca zamandır sigara en yakın dostunuz (!) olmuş. Hem içten hem dıştan zarar veren bir dost, nasıl oluyorsa artık. Üzüntünüzde yanınızda, sevincinizde sizinle. Kahveyle, çayla, içkiyle, yemekten sonra. Üstelik ulaşımı öyle kolay ki, siz almaya karar verin, beş dakikada yanınızda. Öyle aranıp ulaşılamayan, gelmeye kalkınca trafiğe takılan dostlar gibi bile değil. Tamamen emrinize amade.

Sigara tiryakileri, kendilerini sigarasız bir hayat sürerken hayal edemezler. Sanki sigara kişiliklerinin bir parçası olmuştur. Sigarasız hayattan keyif alamayacaklarını, çayın kahvenin tadına varamayacaklarını düşünürler. Zannedersiniz ki sigaraya başladıkları günden önce, hiçbir şeyin tadını almamışlar, hiç keyif yapmamışlar. Tamamen bağımlılığın yarattığı yanılgı.

Bağımlılar hep kontrolün kendilerinde olduğunu zannederler. Hikaye. Canları gerçekten istese, sigarayı o an bırakabileceklerini, istedikleri zaman azaltabileceklerini, sınırlı sayıda içebileceklerini zannederler. Elbette bunların hiçbirinin sürekliliği yoktur. Bağımlı, paket taşımamaya karar verir, insanların gözünün içine bakar biri ikram etse de içse diye. Sadece dışarıda sigara içeceğine, eve sokmayacağına söz verir, bu defa da sokak kuşu olur çıkar. Ara ki evde bulasın. Bağımlılık işte.

İlk defa kararlı bir şekilde top tüfek girdim savaşa. Sağlık Bakanlığının sigarayı bırakmak için tavsiye ettiği ilacı kullanıyorum. Allen Carr’ın “Sigarayı şu anda bırakın” adlı kitabı elimden düşmüyor. Bakış açısını değiştiren, insanın kendisiyle yüzleşmesini sağlayan bir kitap. Tavsiye ederim.

Savaşım henüz çok yeni. Hiç “Öyle bıraktım, bu yöntemi uyguladım” diye ukalalık yapacak durumda değilim. Yapanı da sevmem. Doğal olarak henüz sigarayı bırakmış olmanın olumlu etkilerini de çok fark etmiş değilim. Ama en önemlisi, kendime zarar verdiğime dair beni içten içten suçlayan vicdanımın sesini susturdum. Bunu tiryakiler çok iyi bilirler. Akşam bir daha içmemeye karar verip, sabah kalkınca ilk sigarasını yakanlar anlar.

Yazımın amacı, size anlatmak istediğim aslında tek bir şey var. Hani derler ya, gerçekten isteyeceksin bırakmayı. Ancak o zaman bırakabilirsin. Yalan. Bırakmak istemeyi beklerken ömür geçiyor. Herkes sigarayı bırakmayı ister ama o kararlılık kendinden gelmez. Ben sonunda şunu anladım. Sigarayı bırakmak için beklediğiniz duygu neyse artık, o gelmeyecek. Bu kararı keyfe değil, akla hürmeten almak lazım.

Yazının devamı...

Yeni yıl hediyesi

Çok sevdiğim bir arakadaşımın beni çok eğlendiren satırlarıyla yeni yılınızı kutlamak isterim. Sağlıklı, mutlu, huzurlu bir sene dileklerimle. Yeşim Varol Şen

30’a bir ki, 30’a bir ki

Nedir bu kadinlarin yaslarinin baslarinda ki 10’luk hanenin degismesinden evvel gecirdikleri telas ve krizler? Bunlarin yasanmadigi tek yas araligi 10-20 arasi ki, zaten o zaman daha cocuksun, dunyanin kac bucak olduğunu henuz ogrenme serefine erismemissin. Ama hele bir 28-29 ol, bak neler dusunmeye baslayacaksin.

Her kafadan bir ses cikar 30’a basinca ilk is olarak yapilacaklarla ilgili: “ Sacimi kirmizi yapacagim” , “Gormedigim uzak yerlere gidecegim”, “Parasutle atlayacagim”, “Dalgic olacagim” , “Kariyerimi tamamen degistirip pastaci olacagim”... Ne oluyor kizlar? Ölmuyorsunuz, 30 oluyorsunuz alt tarafı.

Ama iste dile kolay. Belki fazla bir yas degildir bu 30, hele ki annemin 60 yasindaki insanlara “orta yasli” dedigini dusunursek. Benim bu soze cevabim net oldu “ tabii annecigim zaten Turkiye’nin yas ortalamasi 120 !!” .

Aslında telaşımız yaşlanmak değil bizim. Yasamak istedigimiz guzellikleri, hayattan alinacak zevkleri, mutlulugu genc yasimizda yakalamak. 60 imda hayatimin adamini bulmusum neye yarar. 30 ‘una kadar asik olmamissan, sevgilin sana surpriz yapip, romantik bir haftasonu tatili ayarlamamissa, cicekler yollamamissa calistigin yere (ki bu acayip sukse yapar ), luks bir restoranda, denize karsi, romantik bir yemek yerken, hic beklemedigin bir anda tek tasi cikarip evlenme teklifi etmemisse ( ki beni en cok bu sinir ediyor, o teklifi 2 kere adlim, ikisi de tam arabadan inecekken yapildi, yani ne olurdu 2 dakika daha bekleseydiniz de yuzuksuz falan da olsa ki sarap esliginde yapsaydiniz ! Ben bu listeyi daha cok uzatirim da, sadede gelirsek, kadinlar 30’a basmaktan en cok evli degillerse ya da evlilige gitmekte olan bir ilişkileri yoksa korkarlar. Cunku artik kiz kiza icilen kahveler, cikilan yemekler sikmaya, konu donup dolasip hep ayni yere varmaya baslamistir. Nerde bu adamlar???

Tez 1 : Kapıldı canım, hepsi kapıldı. İyiler önden gider, kural budur. Ama merak etme ikinci turlarda sansimiz hala var. Millet basladi bosanmaya birer ikiser. Sık dişini.

Tez 2 : Adamı evlenmeye en kolay ya universite cikisi ikna edersin, ya da 35’ inden sonra. Ortasi sakattir. Sürünür sürünür sonuc alamazsin. Sonunda sıkılır bırakırsın, bir de bakarsın sana inat, ya kendi kendine ya da dis mihraklar yardimiyla buldugu bir hatunla evlenmis, sen de kiyiya koseye sakladigin elektrikli kucuk ev aletlerinle agzin acik bakakalmissin.

Tez 3 : Dunyanin civisi cikti kardesim, kiyamet yakin. Varsayim dayanagi: Nufus dengesi tepetaklak. Hatirlayin, anneannelerimizin, annelerimizin anlattiklarini. Onlar hep el ustunde tutulmus, siirler, sarkilarla tavlanmaya calisilmis, ugurlarina olumler goze alinmis. Neden? Hatun kisi karaborsa cunku, hele ki beceriklisi, kulturlusu yok ! Simdi ise karaborsa tezgahlarinda sakalli irk var. Hem de kapanin elinin kaliyorlar.

Tez 4 : Adam cooook, amma “adam” olani yok. Ben en cok bu tezi seviyorum. Ben sunu bilir, sunu soylerim: Analar artik “erkek” doguramiyor. Daha dogrusu dogurduklarini itina ile kiz gibi yetistiriyorlar, bu arada kiz analari de bir yanlislik yapip bizleri erkek kadar guclu yetistiriyorlar, ondan sonra ayikla pirincin tasini. Erkek analari bunlari hep “kuzulari” olarak goruyorlar, onlarda bir turlu “kocluga” gecemiyorlar. Ama hak vermek lazim aslinda, nasil gecsinler yavrucaklar o analar etraflarinda pervane iken. “Aman evladim, iste yemegini aksatma! “ , “Aman cocugum gec olmus yat artik kalkamayacaksin yarin, hadi annesinin bir tanesi” , “ Aaa !! Evladim oldu mu ama bak , konusma bu kadar su cep telefonuyla, beyninde ur cikacak, zararli biliyorsun! “ ( o sirada kuzucuk kiz arkadasiyla konusuyordur, valide sultan icin bu darbenin ayak sesleridir, sebeb-i huysuzluk budur ), “ Aman cocugum bak, arabadan inince montunu giymeyi ihmal etme, e mi benim yakisikli yavrum! “ Neeee??? Inanamiyoruuuumm!!! Bu sozlere maruz kalan sahsiyet araba kullanabilecek yasta mi?? Devlet baba onun yeterince buyudugune karar vermis, cebine ehliyeti koymus, seçme, secilme hakki vermis ama anasi bunlara hala inanamiyor mu??

Niye inansın kardeşim kadıncağız ? Komiksiniz gercekten. O pek sevgili oglusu, o gune kadar en iyi okullarda okumus, en iyi yerlerde calismis, iyi paralar kazanmis ama “gudulmeye hayir, ben bir erkegim, hayatima mudahale edemezsiniz” pankartini yataktan baska hicbir yerde acamamissa ( ki, bu kisim bir annenin sahit olacagi kisim degildir dogal olarak) , kadincagiz ne yapsin??

Ha bir de anne olma sorunumuz var degil mi? Ruh her ne kadar her dem genç kalmayı basarsa da, bakınız assolistlerimiz, vücut başaramıyor, hele ki onlar kadar Bonusunuz yoksa.

Doktorların dediğine göre en sağlıklı gebelikler 25-30 yas arası oluyor. E buyrun o zaman doktor beyler, bir yardimci olun, tek basina yapilmiyor ki bu. Yok olmuyorsaniz, calisin biraz daha, cikarin su saglikli gebelik yasini 40 ‘a, insan ömrünü 120’ye ,siz sağ biz selamet.

Şebnem Bedizel

Yazının devamı...

Çocuk gelinler

Kadına yönelik şiddetin ucu bucağı, yaşı maalesef yok. Şiddetin her türlüsüne karşıyız ve çoğumuz gibi ben de bu konuda elimden geleni yapmaya gayret ediyorum. Ancak yetememek duygusu maalesef içimi acıtıyor, gazetelere yansıyan her haberle biraz daha anlıyorum denizde küçücük bir damla olmanın çaresizliğini.

Ama yılmıyorum. Olsun, damlalar bir gün birleşecek elbet, belki de okyanuslar oluşturacak.

Kadına yönelik şiddetin bir örneği de çocuk gelinler. Geçen gün bir gazetede okuduğum iç sayfalardan birinde küçücük bir kare olarak kalmış bir haber yeniden düşündürüyor beni. DİKASUM’un (Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi) 7 ay boyunca 300 kadınla yaptığı görüşmelerin sonucunda edinilen bilgiler, maalesef hiç iç açıcı değil.

Araştırma sonuçlarına göre, Türkiye genelinde 181 bin çocuk gelin var. Araştırma okur yazarlık oranı, yaş dilimleri gibi, bir çok sonucu ortaya koyuyor. Beni özellikle düşündüren iki sonuç var ve sanırım bu iki sonuç çocuk gelin sorunumuzu çözmenin ne denli zor ve uzun bir sürece yayılan bir uğraş olacağını gözler önüne seriyor;

Araştırmaya katılan kadınların annelerinin yüzde 96,3’ü okur yazar değil.

Kendimize kattığımız her bilgi küçük bir çakıl taşı aslında. Bugün benim kim olduğum, ne bildiğim, kendime ne kadar yetebildiğim doğal olarak çocuğumun kaderini ve dolaylı olarak torunumun hayatını etkileyecek. Ben kızımı ne denli güçlü, bilgili ve kendine yeten biri olarak yetiştirebilirsem o da kendi çocuğunun hayatına o denli katkıda bulunabilecek ve toplumlar ancak böyle değişebilecek.

Bu yaralarına bir türlü çare bulamadığımız çocuk gelinlerimizin büyük anneleri eğitimli, okur yazar, kendilerine güvenebilen kadınlar olabilseydi eğer, bu küçük Ayşe’ler Fatma’lar, ellerinden çekilip alınan bez bebeklerin yerine, kendi doğuracakları bebeklerle beraber büyümek zorunda kalmayacaklardı.

- Evlenmeden önce şiddet mağduru olduğunu ifade eden çocuk gelinlerin oranı %25. Evlendikten sonra bu oranın iki katına çıktığı görülmüştür.

Aile içinde yaşanan şiddet, maalesef bu kız çocuklarına hayatın bundan ibaret olduğunu, büyüğün küçüğü, güçlünün güçsüzü, erkeğin kadını dövmeye hakkı olduğunu öğretiyor. Baba dayağından uzaklaşan bu küçük kadınlar, koca dayağının normal olduğunu sanıyorlar.

Maalesef araştırmanın en acı sonuçlarından biri de şu;

Çocuk gelinlerin %50’sinden fazlası karşılaştıkları problemlerin çözümüne ilişkin herhangi bir yere başvurmadıklarını belirtmekte.

Yani çoğu seslenmeye ihtiyaçları olduğunun, yaşadıkları bu hayatın normal olmadığının bile farkında değiller.

Yardımın gücünü hafifsememek gerek. Kendi bütçemizden ayırdığımız küçücük bir meblağ, sadece bir çocuğun okumasına katkıda bulunmakla kalmayacak. O çocuğun kaderini, onun sahip olacağı evlatların hatta torunlarının hayatını etkileyecek. Yardım ettiğimiz kız çocukları, kendi bebeklerini daha iyi eğiterek büyütecek, erkek çocukları kadına şiddetin yanlış olduğunu öğrenme fırsatı bulacaklar.

Evet, belki küçük bir su birikintisinde minik bir damlayız. Ama büyük denizler o minnacık damlalardan oluşur, unutmayalım.

Yazının devamı...

Şimdiki aklım olsaydı

Ahhh, ahh…..Şimdiki aklım 20’li yaşlarda olsaydı. Veya o zamanki enerjime, gençliğime, güzelliğime şimdi sahip olsaydım. Sizlerin de zaman zaman içinden geçiyordur eminim bu denklem. Hayata geç kalmışlık, geç uyanmışlık duygusu. Şimdi böyle söylüyoruz ama eminim ki bir yirmi yıl sonra da bugünlerimizi anacağız aynı cümlelerle. Şimdiki aklımız her zaman o zamanki bedene küçük gelecek.

Şimdiki aklım yıllar önce olsaydı eğer,

· O zamanki aklımla oyun oynamaktan ibaret zannettiğim sporun gücünü göz ardı etmezdim, ki şimdi daha sağlıklı, daha enerjik, daha fit olabilirdim.

· Bir yardım derneğine üye olur, akşamları sızlayan bacaklarımla yatarken, sadece ruhen değil fiziken de yardım etmenin vicdani rahatlığını yaşardım.

· Kendime uzak şehirlerden birinden, okumak için ihtiyacı olan bir kardeş seçerdim. Harçlığımın yarısını onunla paylaşabileyim, bir insana katkıda bulunabileyim diye.

· Gereksiz şeylere çar çur ettiğim paramı kuruş kuruş biriktirir, çantamı sırtıma taktığım gibi ülke ülke gezer, para harcar ama kültür biriktirebilirdim.

(Son iki maddeye bakıp param boldu sanmayın. Çalışarak okumak zorunda kalmış şanslı öğrencilerdendim ben. Ama yine de yapılabilirdi bunlar.)

· Çok okudum ama daha daha çok kitap okurdum. Keyif almadan gereksiz muhabbetlerle boşa harcanmış zamanlar pişmanlığımdır.

· Arkadaşlarımı daha özenli seçer, seçtiğim arkadaşlarıma daha çok emek harcardım. Zaman içinde zamansızlıktan kaybettiğim arkadaşlarım da yanımda olsun diye.

· Kaybettiğim anneannemle daha çok vakit geçirirdim. Ona doyayım, kokusunu hiç unutmayayım diye.

· Kendime bir mektup yazardım. Bu yaşlarıma göndermek üzere. Hayallerimi, hedeflerimi anlatırdım ki şimdi okuduğumda kendimi ölçebileyim diye.

Listem uzayıp gidiyor. Bu maddelerin hiçbiri pişmanlık değil, en fazla “keşke” olabilir. Ama hiçbiri için geç kalmış değilim. Yeni yıl geliyor ve ben yeni yılı bile beklemeden bugünden başlıyorum bunları gerçekleştirmeye.

Sizi listeniz hazır mı?

Sevgiler

Yazının devamı...

Neden şimdi gidiyorsun?

Tartışmalar, kavgalar yıllarca sürmüş.

Erkek çok kıskançmış. Kadının giydiğini denetlemeden sokağa çıkmasına izin vermezmiş. Dolayısıyla, her sabah kavga. Özellikle kadın iş seyahatine gittiğinde, erkeğe dünya cehennem olur, kadına günleri dar edermiş. Her seyahat öncesi ve sonrası bardaklar, kumandalar havada uçuşurmuş.

Erkek her akşam bilgisayar başındaymış. Kadının tabiriyle “çocuk gibi” oyun oynarmış bütün gece. Kafasını bilgisayardan kaldırıp karısı ne istiyor diye bakmazmış. Dolayısıyla, her akşam kavga.

Kayınvalide burnunu evlerinden çıkartmazmış. Her söylediği geline batarmış. Oğluna karısını şikayet etmeden içi rahat etmezmiş. Her şikayet yeni bir kavga.

Kadın biraz dağınıkmış. Hem eve, hem işe yetişemezmiş. Zaten çalışmasına hiç gerek yokmuş ama kadın tuttururmuş “çalışacağım” diye. Al sana bir kavga daha.

Üstüne çocuk doğmuş. Ama bebeğe rağmen adam içkiyi bırakmamış. Alkolüyken her tartışma kavgaya dönermiş. Anne olduktan sonra kavgalarda kadının sesi daha çok çıkar olmuş.

Bu mücadele yıllarca sürmüş. Ayrılmışlar.

Ayrılık sürecinde adam kendi hatalarını anlamış. Karısını geri almak için mücadele etmiş . Hiçbir şeyin ailesinden daha önemli olmadığını hissetirmiş. Barışmışlar.

Birkaç aylık ayrılığın ilişkilerine iyi geldiğini görmüşler. Adam bir daha gereksiz kıskançlıklar yapmayacağına söz vermiş. Sözünü tutmuş. Kadın daha önce sırf kocasına inat giydiği mini etekleri kaldırıp atmış. Zaten son zamanlarda aldığı kilolardan sonra mini etek giyemiyormuş. Kocasını rahatsız etmeyecek giyim tarzında karar kılmış. Seyahatleri eskisi kadar sık değilmiş. Gittiğinde de eşini sık sık arayıp soruyor, içini rahatlatıyormuş.

Adam içkiyi bırakmış. Zaten o içkiyi bırakmasa, içki onu bırakacakmış. Karaciğeri, çoktandır sinyal veriyormuş da kavga dövüşten anlayacak vakitleri olmamış.

Adamın ailesiyle yan yana oturdukları apartmandan taşınmışlar. Oğlunun boşanma ihtimalinden korkan kayınvalide kendisiyle ilgisini anlamasa da uzak durmaya gayret etmiş.

Karşılıklı anlaşmışlar. Adam bilgisayarı açmayacak ama kadın da her akşam saatlerce dizi seyretmeyecek.

Bir gün kadın demiş ki; “Ben gidiyorum. Mutlu değilim.”

Adam bunca yıllık kavga gürültüden sonra, tam da her şey yoluna girmişken kadının gitmesini hiç anlamamış. Başkası var diye düşünmüş ama yok. “Bana söylemediğin bir şey mi var” diye sormuş. Ama yok.

Kadın demiş ki “Tükendim.” Bunca yıl hep bu son zamanlardaki hayatımıza ulaşabilmek için mücadele ettim. Ama o mücadele meğer beni çoktan tüketmiş. Her şey yolunda ama ben yokum. Yaşadığımız hiçbir şeyin keyfini alamıyorum. Davranışlar değişti ama yıllar öncesi kırılan duygularımı toparlayamıyorum.”

Adam yine anlayamamış.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.