SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Anı yaşamak

Bir hayat koşturmacasıdır gidiyor. Evden işe, işten eve yetişme telaşı hiç bitmiyor. Bir taraftan akşama ne yesek planları, bir taraftan yarın gidilecek doğum gününe hediye almalı. Doktor randevusuyla kuaför randevusu çakışmış. Hafta sonu gezmeye gidelim diyeceğim ama çocuğun yüzme dersi var. Eve gidince yemek yenecek, duş alınacak, işten getirilen evraklar gözden geçirilecek. Offf saat zaten akşamın bir vakti olmuş, bu trafik de bitecek gibi görünmüyor. Kış ortasındayız ama ekonomik tatil için yer seçilmeli, rezervasyon yaptırılmalı. Bu işler güçler ne zaman bitecek bilen yok. Koşturmaca hep koşturmaca. Anı yaşayan yok.

Anı nasıl yaşadığımızın hiç mi hiç farkında değiliz. Hep bir sonraki saati, bir sonraki günü, bir sonraki yılı planlama derdinde, ömrümüz akıp gidiyor.

Eve gidince yapmamız gerekenleri düşünmekten sıkışık trafikte okuduğumuz kitabın tadını alamıyoruz.

Yarın işe giderken ne giysemi düşünürken , o an üzerimizde olan kıyafetin bizi rahat yada mutlu edip etmediğini ayırt edemiyoruz.

Bir sonraki sene yapacağımız tatili planlarken bizi saran stres, keyifle gidilecek tatilin keyifle seçilmesi gerektiğini unutturuyor bize.

Duşa bile bir görev eksilsin diye giriyoruz. Suyun arındırıcı etkisine teslim olup, ruhumuzdaki stresi de yıkayıp temizlenmek yerine, bir acele girip çıkıyoruz duşa. Saçımızı kuruturken bir taraftan krem sürmeye, dişimizi fırçalarken bir taraftan yere dökülen çamaşırları toplamaya çalışıyoruz.

En son ne zaman sadece çay içtiniz. En sevdiğiniz diziyi seyrederken, misafirlikte ikramı kabul ederken, en sevdiğiniz arkadaşınızla sohbet ederken size eşlik eden çayı sormuyorum. Gerçekten sadece çay içmek için durduğunuz, çayın tadını hissederek keyfini yaşadığınız anı soruyorum. Sadece çay içmek için durduğunuz ve yaptığınız eylemin farkında olduğunuz anı.

Her şeyi eş zamanlı yapmaya o kadar alışmışız ki. Aslına bakarsanız araba kullanırken dinlediğiniz müzik, müzik değil. Gözünüz yolda, aklınız işte. Duymuyorsunuz müziği. İş toplantısında içtiğiniz çay, çay değil. İş olsun diye söylenmiş, siz konuşurken bardakta kalmış, boynu bükük. TV izlerken yediğiniz yemek, yemek değil. Haberlerin acımasız gerçekliği karşısında kendinizi kaptırmışsınız. Ağzınızdaki tat, ekşi mi tatlı farkında bile değilsiniz.

Bazen , durmak lazım. Gerçekten durmak. TV’yi, müziği kapatıp tamamen sadeleşmek ve o an, bir gün, bir ay ya da bir yıl sonra değil, o an canınızın ne istediğine odaklanmak. Çayı yudum yudum içmek, en sevdiğiniz diziyi hiçbir telefonun bölmesine izin vermeden yaşayarak seyretmek, en sevdiğiniz arkadaşınızla sohbet ederken sadece o ana ve arkadaşınıza odaklanmak, anı yaşamak ve tadını çıkartmak lazım.

Çay çay demişken…. Bilgisayarımı kapatıyorum ve çok sevdiğim çayın tadını çıkartmaya, sadece çay içmeye gidiyorum.

Sevgiyle kalın

Yazının devamı...

Kurallar neden var?

Kızım bu sene ilkokula başladı. Dolu dolu 7 yaşında. Yıllardır kreşe gidiyor olmasının verdiği özgüvenle okula keyifle gidiyor ve meraklı meraklı ilkokulun kreşten farkını gözlemlemeye çalışıyor.

Daha ilk günlerde yaptığımız sohbetlerin birinde bana dedi ki;

“Anne, biliyor musun? Bizim okulumuzda hiç kural yok.”

Evde kuralları olan ve çocuğuna, bu kurallara uymanın gerekliliğinden önce kurallara neden ihtiyaç olduğunu öğretmeye çalışan bir anne olarak, bunu duymak çok şaşırtıcıydı.

“Bunu çok anlamadım tatlım. Biraz açıklar mısın? Kuralları olmayan bir okulu hayal edemiyorum” dedim.

Kızım bilmiş bilmiş cevapladı. “Kural yok. Kuralları gerektiğinde biz koyuyoruz, anne. Mesela ilk gün yemekhaneye giderken hepimiz birbirimize çarptık. Çok gürültü oldu. Öğretmenimiz bu durumu engellemek için ne yapabileceğimizi sorunca, biz de kendimize kural koyduk. Bundan sonra yemekhaneye giderken sıraya gireceğiz. Bak işte kural yoktu, biz koyduk” dedi. Kızımın kocaman kocaman açtığı gözleriyle kendisinden ve arkadaşlarından gurur duyarak anlattığı bu kural koyma hikayesine ben bayıldım.

Kurallar ihtiyaçtan doğar. Ancak, önce ihtiyacı hissetmek lazım. Kargaşayı ve gürültüyü yaşayan çocuklar, nizama kendileri ihtiyaç duyuyorlar zaten. Oysa ilk günden “Kural 1; Sıraya geçin bakalım” dense, illa bir kaçı sırayı bozacak, yine kargaşa çıkacak.

Üstelik gerekliliğini hissederek koydukları kuralı, çocuklar daha çok benimsiyorlar. Ne de olsa kural tepeden inmedi. Kendi sözlerini çiğnemek istemiyorlar. Kendi kurallarına uymakta daha bir özenliler. Bunu akıl edebildikleri için kendileriyle gurur duyuyor, düzeni bozan arkadaşlarını bir yetişkinin müdahalesine gerek kalmadan kendi içlerinde uyarabiliyorlar. Süper.

Keşke biz yetişkinler de kendi dünyamızda bu kadar demokrat ve bilinçli olabilsek. Korkularımızın esiri olup, eşimize, sevdiğimize gereksiz kuralları sayıp gözdağı vermek yerine, gerçekten ihtiyaç olup olmadığını tartsak. Güvensek ve eşimizin gereğince davranacağını bilsek.

Eşine bekar arkadaşlarıyla görüşmeme kuralı koyan kadın, eşinin onlarla birlikte çapkınlık yapabileceğinden korkarak, aslında sırf güvensizlikten koymuyor mu bu kuralı? İhtiyaç var mı? Eşi sosyal statüsüne uygun davranma becerisinden yoksun mu?

Eşinin spor salonuna gitmesini yasaklayan erkek, birilerinin eşini rahatsız edebileceği korkusuyla koymuyor mu bu kuralı? İhtiyaç var mı? Eşini biri rahatsız ederse, ancak o zaman önlem alınsa daha doğru olmaz mı? Bu ihtimalin bedelini kadın eve kapanarak mı ödemeli? Spor salonuna giden her kadın rahatsız mı ediliyor? Bir gereksiz kural daha.

Etrafımızın kurallar ve yasaklarla çevrili olduğu bu dünyada, çocuklarımıza kuralların bizi kısıtlamak için değil, iyiliğimiz için olduğunu öğretmeye çalışan öğretmenlerimize teşekkürler.

Yazının devamı...

Kaya, Hülya'yı aldatmış. Şaşıran var mı?

Bir erkek, boşandıktan yıllar sonra, üstelik de eski eşini tüm ülkede tanımayan yokken, üstelikte de o eski eşten bir evladı varken, üstüne üstlük yeniden evlenmiş ve bir evlat daha sahibi olmuşken, neden eski eşini defalarca aldattığını ve yeni eşini hiç aldatmadığını ilan eder ki?

Gerek var mı? Yakışır mı?

“Feraye’yi hiç aldatmadım” cümlesine alkış mı tutmalıyız?

Zaten olması gereken bu değil mi?

Bu cümlenin haber değerinin olması, durumun abesliğinden mi geliyor?

“Hülya’yı defalarca aldatım” .

Bunu neden bugün, hem de cümle aleme açıklama gereği hissediyor ki?

Bize ne? Hatta artık Hülya Avşar’a ne?

Bu geçmişte kalan mutlu anları da silip süpürmekten başka ne işe yarar? Bir erkek bu açıklamayı neden yapar?

Kim ne düşünür bu durumda, ne hisseder?

Feraye Hanım, “Demek ki Kaya beni Hülya’dan daha çok seviyor. Benimle daha mutlu . Yaşasın. Ben aldatılmayı hakketmiyorum. Hülya hakketti” der mi? Sanmıyorum. Yüreği varsa demez. Aksine “Bu adam ortaklık bozulunca arkadan konuşuyor, benim ardımdan kim bilir ne konuşacak” der. Nasıl güvenir bilmem.

Hülya Hanım, muhtemelen “Kimin ne olduğunu cümle alem anladı” der. Yüreğinde hala yer yoksa, boşuna üzmez kendini. Hatta “Reklamın iyisi kötüsü olmaz der.” “Allah’ın bildiğini, hala anlamamış kullar varsa, anlamış oldu.” Diye sevinir belki. Ama kadın. İlla ki içi yanar. Göğsüne bir ok batar.

Ya Zehra?

Babasına bile güven olmayacağını öğrenen bir genç kız, hangi erkeğe nasıl güvenir?

Annesi bile ihanete uğradıysa, kendisine nasıl güvenir?

Her evde olduğu gibi, Zehra da büyürken illa uyarılmıştır. “Evde her olan biteni dışarıda anlatma. Kol kırılır, yen içinde kalır” diye. Ne düşünsün şimdi Zehra, babaannesinin babasını uyarmakta geç kaldığını mı?

Diğer evlat, Kaya? O da büyüdükçe demez mi, “Yahu bu babama pek güven yok. Hem annemi aldatabilir, hem de arkasından cümle aleme ilan edebilir. Ben annemi kollayayım da babamdan zarar gelmesin.”

Bu şartlarda bir baba-oğul ilişkisi nasıl gelişir? Aile içi güven nasıl oluşur?

Duyan, okuyan ne der? “Aferin Kaya” diyen var mıdır? “Helal olsun” diyen? Ne erkekmişsin sen ?

Ya da belki, “Hala sindirememişsin Hülya’dan ayrılmayı . Aklın hala onda belli ki. Canın acıdıkça, acıtacak yer arıyorsun” diyen?

Sevgiler

Yazının devamı...

Ben sana söylemiştim!

“Ben sana söylemiştim!”

Hepimizin hayatımızda defalarca kullandığı, defalarca dinlediği, tam anlamıyla kalıplaşmış bir cümledir, bu cümle. Kelimeler değişmez, yeri değişmez. Hatta duygusu bile değişmez.

Enteresan olanı ise, bu cümleyi duymaktan hiç haz etmememize, hatta üzülüp bir de üzerine sinirlenmemize rağmen, söylemekten de geri kalmayız. Çoğu zaman fırsat bile kollarız söylemek için.

“Ben sana söylemiştim” cümlesi, dillendiren için öfkeyle birlikte haz da barındır. Uyarısı dikkate alınmadığı için otoritesine karşı şüphe edilmiş hisseder söyleyen. Fikrine güvenilmemesinin, kendisine hak verilmemesinin sinirini yaşar. Ama aynı zamanda, sonuç olumsuz da olsa, öngörüsüi gerçekleştiği için gizli bir zafer duygusu uyandırır. “Gördün mü bak, tam da söylediğim gibi oldu. Ben senden daha iyi bilirim, beni dinleseydin böyle olmazdı.” demektir aslında bu cümle. Aklının, fikrinin doğruluğunun ispatıdır. Söyleyeni bundan sonrası için danışılacak kişi yapar. Aslında öyle zanneder.

“Ben sana söylemiştim” cümlesine maruz kalan ise, dillendirenin zafer hissinin çok uzağındadır. Uyarıyı dikkate almayıp da olumsuz sonuçları yaşadığında hissettiği “keşke dinleseydim” pişmanlığı, “ben sana söylemiştim” cümlesini duyduğu an uçar gider. Yerini öfke alır. Haksızlığının yüzüne vurulması, yaşanan mahcubiyeti ortadan kaldırır. Acımasızca gelir bu cümle. Zalimdir zaten.

Söyleyenin, dinlemeyenin durumuna değil, kendi egosuna odaklandığı zamandır. Çözümle ilgili değil, geçmişle ilgilidir çünkü.

Hepimiz duymaktan rahatsız olduğumuz halde, neden kullanırız bu cümleyi?

Aslında kendi içimizde değerimizden bir türlü emin olmadığımız için mi?

Egomuzu beslemenin başka yolunu bulamadığımız için mi?

Başkalarından akıllı olduğumuz zannettiğimiz için mi?

Yoksa onların üzüntüsünden fırsat yakalama eğiliminde olduğumuz için mi?

Sözü dinlenmeye değer biri olduğumuzdan bir türlü emin olmadığımız için mi?

Değer bulma ihtiyacımız hiç bitmez ve maalesef bazen biz farkında olmadan gün içinde su yüzüne çıkıp iletişimimizi baltalar. Ancak kendi içimizde değerimizi belirlediğimizde, dışarıdan karşılama ihtiyacımızı azaltabiliriz.

İçe dönüp, değerimizden emin olduğumuz noktaları belirleyip, eksik noktalarımızı tamamlamaya karar verdiğimizde kendi yolumuzu bulabiliyoruz. Farkındalığın gücü azımsanmayacak kadar önemli.

Sevgiler

Yazının devamı...

Evde kalma paniği

Sevgili Ayşe Arman, geçtiğimiz cumartesi köşesinde Türk kadının toplumsal yarasını erkeklerin gözünden anlatmış. Diyor ki “30 yaş üstü kadınlarda evlilik histerisi var.” Evlilik histerisi yaşayan bir çok kadınla çalışan biri olarak belirtmeliyim ki, tespit çok doğru. Hatta bu teze ufak bir düzeltme önerebilirim; İlk panik dalgası 25’i az geçe başlıyor.

Ayşe Arman’ın köşesinde duygu ve düşüncelerini paylaşan beyler hep aynı noktaya parmak basmış. Türk kadınları tanıştıkları andan itibaren erkeğin evlenilebilir olup olmadığını tartmaya başlıyor. Olumlu karar çıktığı anda, tüm çabaları ilişkiyi evliliğe taşımaya yöneliyor. Hal böyle olunca, hep yarına yönelik mesajları almaya başlayan erkek bunalıyor elbette ama asıl kayıp kadının. Geleceğe ve evliliğe odaklanmaktan, bugünü ve ilişkiyi yaşayamıyor aslında. Bugün birlikte geçirerek alınacak keyif uçup gidiyor. Çünkü bu akşam birlikte yenen yemekte sohbete ve birlikte eğlenmeye odaklanmak yerine, kadın erkeğin evlilikle ilgili düşüncelerini onu ürkütmeden nasıl öğrenebileceğine, onu nasıl ikna edeceğine takıyor aklını. O an akıp gidiyor.

Türk kadının çoğunun annesiyle derdi var. Anneyi memnun etmek veya annesi gibi olmamak üzerine bilinç altına yerleşmiş arazlar, kadın 30’lu yaşlara geldikçe su üstüne çıkmaya başlıyor. Ne yaşamış olursa olsun, kolunda evleneceği bir adamla ailesinin karşısına çıkmayı, kadın bir arınma ve başarısını ispatlama gibi algılıyor.

Geleneksel aileler için kızlarını baş göz etmek önemli. Sanki ele güne karşı “Bakın bizim kızımız o kadar düzgün ve iffetli ki, bir erkek onu evlenmeye layık buldu” diyebilecekler ve bu durum aslında onların kızlarını ne kadar düzgün ve evlenilesi yetiştirdiklerini ispatlayacak. Hem “30 yaşıma geldim artık karışmayın bana” diye asileşen kızları, artık kendi sorumluluklarından çıkıp kocalarının sorumluluk alanına girecek. Oh ne rahatlama. Biraz da kocası “oraya gitme, bunu giyme” desin. O da kırsın dizini otursun.

Hem bak komşunun kızı, kardeşinin kızı, eltisinin kızı …..hepsi evlendi. “Senin kız evde kaldı. Hayırdır?” demezler mi.

Baba aynı şeyleri düşünse de kızıyla yüz göz olmamak adına geri çekilip genelde anneye devreder bu konuyu. Anne baskısı bu kadar yoğun olunca, 30’lu yaşlardaki kadınların anneleriyle yaşadıkları bütün sevgi, korku, inatlaşma vs. bağları ortaya çıkar.

İç sesi “Sen evde kalmadın. Daha doğru insanı bulamadın ” dese de anneyi mutlu etme iç güdüsü ağır basmaya başlar. Ya da tam tersi, kendi özgürlüğünü alabilmek adına, bu güne kadar gezdikleri, giydikleri yüzünden annesiyle hep itişmiş durmuştur. Şimdi annesinin “gördün mü bak” kelimeleriyle başlayacak cümlelerinin altında kalmamasının, rahatlığının evliliğine engel olmadığını ispat etmesinin tek yolu evlenmektir. Zaten içten içe korkar annesinin haklı olmasından.

Bir de biyolojik saat meselesi var elbette. Biyolojik saatin kısıtlaması kadının üzerinde kılıç gibi sallanır. Bu saatten sonra birini tanıyacaksın, evleneceksin. Hemen çocuk yapılmaz. Yapılır mı acaba? Ya sonra ikinci çocuğu isterse. Yaşı geçecek bu defa .Off of.

Üstüne adı konmuş ilişkilerin garantisi zannedilen sorumluluklar var . Adı konmuş ilişkilerde toplum kişilerin nasıl davranması gerektiğini belirliyor zaten. Zannediliyor ki evlenince adamın kadını aldatma ya da yanlış bir şey yaparak üzme ihtimali azalıyor. Kimse “Senin bir sevgilin var. Bu yaptığın yanlış değil mi” demiyor da “Evli barklı adamsın, utanmadın mı?” cümlesi daha bir vurgulu söyleniyor. Sanki erkeğin kadını üzecek bir davranışta bulunması ilişkide önlenemez ve fakat evlenince yasaklı.

Hepsinin sonucunda kadınlar evliliğe şartlanıyor. Okuduğu masalların hepsinin sonu olan,” prenses ve prens evlenip sonsuza kadar mutlu yaşamışlar” rüyasını yaşamak, ele güne karşı birileri için çok değerli olduğunu ispatlamak istiyor. Değer görme sancısı, evlilik imzasıyla sonlanacak sanıyor kadın.

30’lu yaşlarında, henüz evlilik histerisine kapılmadan evlenmiş bir kadın olarak belirtmeliyim ki evlilik güzel ama zor. Asla “mutlu son” değil, “güzel bir başlangıç”. Önemli olan sürdürmek isteyeceğiniz bir ilişkiyi evliliğe karşılıklı istekle taşımak. Maalesef o kadar çok “katlanılan” evlilik var ki.

Hayatta başarılı olmanın şartı, kişinin kendi içinde mutlu ve başarılı olması. Mutluluğu evlilik şartına bağlamak ise başlı başına terapi gerektiren bir durum. Kendine değer vermeyen bir kadına, kaç erkek değer verse yetmez.

Sevgiler

Yazının devamı...

Sarılmanın gücü

Anneler babalar çok iyi bilir. Çocuğunuza sarıldığınızda içinizden sıcacık bir şey akar ona doğru. Kalbinizin ısındığını, geriliminizin azaldığını hissedersiniz. Ne kadar üzgün de olsanız, o minicik canlı çeker alır elektriğinizi hem de üstüne giyinmeden. Sanki sizden çekip toprağa akıtıverir, kendi üzerinden geçirmeden. Burnunuzu onun sıcacık, hafif ekşimsi ve hala süt kokan boynuna gömdüğünüzde, hayat enerjisi alırsınız. Yaşama gücünüz tazelenir, hayata tutunma nedeninizi hatırlarsınız.

O koku, o kucaklaşma hem sarhoş edicidir hem de bağımlılık yaratır. O tombul yanakların, sıcacık boynun, sizi saramayacak kadar küçük o bedenin müptelası olursunuz. Sarıldıkça sarılasınız, öptükçe öpesiniz gelir.

Siz bir yana, çocuk için de güven kaynağıdır bu kucaklaşma. Annesi babası tarafından sevildiğini, korunduğunu bilir. Sevilmenin ve önemsenmenin gölgesinde özgüveni filizlenir. Sağlıkla, huzurla büyür gider.

Bu kucaklaşmalar özeldir. Paylaşımdır. Birlikte gelişimdir, dirençtir. “Ne olursa olsun seni seviyorum” demektir. Dokunmak ihtiyaçtır. En basit ve en açık sevgi dilidir. Günü aydınlatır. Yalnızlık duygusunu ortadan kaldırır. Korkuları hapseder, cesaret verir. Kendimize olan inancımızı, saygımızı güçlendirir. Gerilimi azaltır. Şifadır, kaslarımızı rahatlatır, uykusuzluğu engeller. Mutlulukları çoğaltır, acıları teselli eder.

En kolay ve en ekonomik mutluluk ilacıdır.

Ancak ne denli cimrice yaşıyoruz kucaklaşmaları. Çocuklarımıza tanıdığımız bu ayrıcalık bile büyüdüklerinde azalıyor. Eşimize dostumuza dağıtamıyoruz içimizdeki sevgiyi, kucaklaşamıyoruz. Selamlarken bazen tokalaşıyor, bazen adetten hafifçe sarılıyoruz da, acı günde teselli etmek için omuz veriyoruz da, iş sevgimizi göstermeye geldiğinde ne kadar tutuk, ne denli cimriyiz.

“Eşinize en son ne zaman – gerçekten- ve –cinsellik dışı- sarıldınız?” sorusuna aldığım cevaplar o kadar şaşırtıcı ki;

“ Eve geldiğinde yanaklarından öptüm”

“Geçen ay kızımla yazlığa giderken sarıldım.”

“Dün morali bozuktu, sırtını sıvazladım.”

“Hatırlayamıyorum.”

“3 ay önce annesini kaybettik. Cenazeden sonra herkes çekilinceydi sanırım.”

“Eşim geçen gün bana sarılınca şaşırdım ama ben de ona sarıldım.”

Bu ihtiyaç halinde sarılmalar listesi uzayıp gidiyor. Nedensiz, sebepsiz, sadece içinden geldiği için sarılmalar ise neredeyse yok.

Oysa en güzel sürprizlerden biridir sarılmak. Hadi deneyin bakın, hem sizin hem eşinizin günü nasıl farklılaşacak.

Sevgiler

Yazının devamı...

Boşanma sancıları

“Bekara boşanmak kolay” derler ya, gerçekten de başından geçmeyene kolay. Özellikle biyolojik saat ilerlerken biten ilişkiler, kadın erkek demeden herkesi zorluyor. Hele ki evlilikleri bitirmek, daha zor daha can acıtıcı.

Boşanmak kendi seçimleri de olsa özellikle kadınları zorluyor. Her şeye sıfırdan başlayacak olma duygusu, çocuk sahibi olmak için geç kalmışlık korkusuna karışınca, kadınların ellerini kollarını bağlıyor. Bir çok kadın sırf bu korkular sebebiyle, bazen mutsuz bir evliliğin içerisine kendisini hapsetmeyi seçiyor. Fiziksel ya da sözel şiddet görmeyi bile yalnızlıktan daha katlanılası zannedip kaderine boyun eğiyor. Sırf yalnız kalmaktan korktuğu veya hayal ettiği çocuk fikrine, başka türlü kavuşma imkanı olamayacağını düşündüğü için, sevmediği sevilmediği ve hatta bazen insani muamele görmediği bir hapishanede yaşamı tercih ediyor.

Bir başkası daha cesur davranıyor. Boşanmayı ve beraberinde gelen zorlukları kucaklıyor. Daha mutlu bir gelecek için bir seçim yapıyor. Fakat sonrasında korkular ağır basıyor. Yalnızlığa dayanamıyor. Bunun kendi doğru seçimi olduğunu unutup, yalnızlığa mahkum hissediyor kendini. Bu defa gelişigüzel ilişkilerle oyalanmaya, yüzeysel paylaşımlarla günü geçirmeye çalışıyor. Oysa hayatını değil sadece vaktini paylaşabiliyor aslında çok yabancı bu insanlarla. Gerçek duygu barındırmayan her ilişkinin, onu kendisine yabancılaştırdığının, duygusal erozyona sürüklendiğinin çok geç farkına varıyor.

Hayatı geldiği gibi kucaklamak gerek. Kapanan her kapının, biten her devrin hayatımızda yeni bir devir ve beraberinde yeni kapılar açtığını, çoğu zaman güzel sürprizlerle tecrübe ediyoruz. Bazen bulutlar hayatımızı gölgelemişken, sıcacık bir gün ışığı süzülüveriyor hayatımıza. Yeter ki buna inancımız, bunu görecek gözümüz olsun.

Elbette kolay değil boşanmak. Ama hayat bu, bazen mutsuz bir evliliği sonlandırmak hayat kurtaracak bir karar olabiliyor. Her ev “yuva” olmuyor maalesef. Daha huzurlu ve mutlu olmak için bir ilişkiyi bitirmek, aslında yeni bir hayata başlamak demek. Hayatımızda aldığımız her kararın artıları ve eksileri olduğu gibi, yalnız bir yaşama başlamanın da zorlukları var elbette. Ama hayat katlanılarak harcanmaması gereken bir hediye.

Boşanmak son çare olmalı evliliklerde. Elimizden geleni yaptığımızdan, denenebilecek her çözümü denediğimizden emin olmanın iç huzuru olmadan alınacak bir karar değil. Yine de şiddettin, bağımlılıkların olduğu evlilikleri ayrı tutuyorum. Ancak, elimizden gelen yetmiyorsa, denenecek başka çözüm kalmadıysa eğer, kendi hayatımıza bir şans vermektir bazen ayrılıklar. Yeni günü tedirgin de olsak cesaretle karşılamakta ve en önemlisi kendimize üzülme hakkını vermekte fayda var. Yas tutacağız, üzüleceğiz, ağlayacağız ama ayağa kalkacağımızı bilerek.

Hayatta her şey insanlar için. Yaşanan bütün üzüntüler ve yalpalamalar da insani.

Sevgiler

Yazının devamı...

Ben söyledikten sonra ne kıymeti var?

Bir çok bayan arkadaşım ya da danışanlarımla yaptığımız sohbetlerde, konu hep erkek arkadaşlarının ya da eşlerinin ne kadar duyarsız olduğundan, romantizmden hiç haberleri olmadığından, defalarca imada bulunduğu ya da başkalarının ilişkilerinden örnekler verdiği halde eşinin/sevgilisinin kendisine hiç jest yapmadığından bahsederler. “Bir gün bir çiçek alıp gelmedi”, “ Bir kere sürpriz yapsa, bir yerde yemek rezervasyonu yaptırmış olsa”, “Evlilik teklifi yaparken bile tek taş yüzük almadı” diye yakınıp dururlar. Talepler çoğu zaman benzer olsa da “Neden böyle bir beklentin olduğunu söylemedin” sorusuna verilen cevap hep aynı; “Ben söyledikten sonra ne kıymeti var, kendisi düşünmedikten sonra”

Bayanlar, kendilerinin dile getirmesi üzerine erkeğin taleplerini karşılaması durumunu doğal bulmuyorlar. Jestin zorla yapıldığını, içten gelmeden yapılan jestin suni olacağını ve mutluluk vermeyeceğini düşünüyorlar. Hemcinslerimin duygularını her ne kadar anlasam da bu görüşe çok katılmıyorum. Bunu bir beklentilerinizi tanıtma süreci olarak görürseniz; en azından siz istediniz diye jest yapması hiç yapmamasından iyi değil mi? Hiç değilse, sizin isteklerinize ve ağzınızdan çıkan sözlere önem veriyor ve sizi mutlu etmeye çalışıyor demektir.

Erkekler, bayanların düşündüğünün aksine, bu tür jestleri içlerinden gelmediğinden değil, düşünemediklerinden yapmazlar. Kendileri için bu tür jestleri gerekli bulmadıkları ve önem sıralamalarında romantizm öncelikli olmadığı için, kadınların bu tür beklentileri olduğunu bilmezler, bilseler de gereğini düşünmezler. Hoş çoğu erkek ,evlenme arifesinde zaten bir sürü masraf varken niye kendilerince hiçbir işe yaramayacak bir tek taşa dünyanın parasını vermeleri gerektiğini de anlamaz. Hele bir de sevgililerini böyle bir talepte bulunmuyorsa, kardeşleri ,anneleri de onları uyarmıyorsa tamamen fuzili buldukları bir masrafı yapmaya gerek bile duymazlar.

Kadınlar da beklentilerini dile getirmedikleri, eşleri de kendiliğinden düşünmediği için yıllar sonra bile içlerinde uhde kalacak birikimler yaratıp üst üste düğümlerler. “Evlenirken bana bir yüzüğü bile çok gördü”,”Bir evlilik yıldönümümüzde bile, bir çöp alıp gelmedi” diye ömür boyu kocalarının ne kadar duyarsız olduğunu anlatırken, içlerinde belki de yeterince sevilmiyor olmalarının sızısını duyar dururlar.

Kadın ve erkek arasındaki bu düşünce farklılığının tamamen çocukluk öğrenimlerimizden kaynaklandığına inanıyorum. Zaten genetik olarak erkekler daha mekanik, daha rasyonel ve daha gereklilik üzerine düşünmeye yatkındır. Kadınlar ise daha naif ve duygusal. Toplumsal şartlanmalar da cabası; teklifi erkek yapar, kadın naz yapar, erkek hediyeler alır falan filan…

Bir de çocukluk zamanlarımızdaki günlük hayatımızı düşünün. Şimdi büyük şehir şartlarında pek mümkün değil ama bizim çocukluğumuzda, erkek çocukları kahvaltısını bitirir bitmez kendilerini sokağa atar, akşam babalar eve gelene kadar kan ter içinde koşturur dururdu. Kız çocukları ise daha kısıtlı zamanlarda dışarıda oynar, vakitlerini genelde anneleri ile birlikte, ev işlerine yardım ederek, kalan zamanlarda da ya herkesin kocasından yakındığı komşu günlerinde ya da tv karşısında pembe dizi seyrederek geçirirlerdi. Kocalardan yakınılan komşu günlerinden aklımızda kalan kocamızın neyi yapmaması gerektiği iken, pembe dizilerden de birbirinden yakışıklı ve romantik erkeklerin sevgililerine şampanya kadehleri içinde yüzükler hediye ettiklerini, kavgaların ardından evlerine giren kadınların demet demet güllerle karşılaştıklarını seçer, hafızamıza alırdık. Bu romantik sahnelerde annelerimizin iç geçirdiğini sık sık işitir, evlenmek üzere büyütülen genç kızlar olarak, annemiz yaşayamasa bile biz büyüdüğümüzde bu kadar güzel aşk evlilikleri yaşayacağımızı hayal ederdik. Sanki izlediğimiz pembe dizideki holding patronlarının alabildiği pahalı hediyeleri karşımıza çıkacak her erkek almaya maddi olarak muktedirmiş gibi.

Oysa bizim izlediğimiz hiçbir pembe diziyi izlemeden büyüyen erkekler, top peşinde koştururken, ne şampanyadan çıkan yüzüklerden haberdarlar ne de demet demet güllerden.

Onların anneleri de komşu günlerinde kocalarından şikayet eder ve pembe dizilerde iç geçirirken, oğullarını eşlerinden daha romantik olacakları şekilde yetiştirmeyi düşünmemişler bile. Ya da düşünmüşler ama oğlunun mutlu edeceği müstakbel gelinleri gözlerinin önüne gelince vazgeçmişler, “Ne gerek var canım” diye. İşte sorun burada başlıyor.

İlişkimizi yaşarken, eşimizi ya da sevgilimizi seviyor ve sevildiğimizi de biliyorsak, her gün bu sevgiyi test etmenin ne anlamı var? “ Saç diplerimi boyattığımı fark etti mi, 2 cm de kısaltırdım üstelik, beni sevmiyor mu artık” gibi endişelerle içimizi kemireceğimize ya da adamı bunaltacağımıza, bazı şeyleri güvene bıraksak. sevgiyi her gün test etmesek, istediğimiz şeyleri eşimize açıkça söylesek ve eşimiz karşılık verince de mutlu olmayı ve şükretmeyi bilsek, hayat öncelikle bizim için daha kolay olmaz mı?

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.