SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Kadınlar erkeklerde ne arar?

Küçük kız çocukları için hayatının ilk erkek modeli babadır. Erkeğin nasıl davranması gerektiğini babayı izleyerek öğrenir. Bir erkeğin bir kadınla nasıl iletişim kurduğunu, anne ve babasının iletişiminden yola çıkarak biçimler. Evlilik modelini öncelikle kendi ailesinden temel alır.

Kız çocuğu büyüdükçe, muhakeme yeteneği artar ve babasını, annesiyle ilişkisini, ailesinin evliliğini yorumlamaya başlar. İleride evleneceği erkekte hangi özellikleri aradığını, babasını temel alarak belirler. Babası gibi çalışkan biriyle evlenecektir, ya da tam tersi babası gibi sorumsuz olmayan, çalışkan biriyle evlenecektir.

Bunlar bazen bilinçli bazen içgüdüsel seçimlerdir. Kadın ya da erkek hepimiz anne ve babamıza benzer yönleri olan insanları seçeriz. Çünkü, ailemize benzeyen insanlar bize tanıdık gelir ve yeni tanışılmış değil de bir ömürdür tanışılıyor hissi uyandırır. Yanında rahat hissetmemizi sağlar.

Kriterlerimizi ne kadar revize edersek edelim, hatta belki de özellikle babamıza benzemeyen bir eş seçelim, çocuklukta attığımız ilk temeller zaman içinde kendini hatırlatır. Diyelim ki, ataerkil bir aileden geliyoruz. Baba, sert ve otoriter. Annemizin giydiğine karışıyor, komşuya gitse kendinden izin alınmasını istiyor. Ama anı zamanda bir baba olarak, bize güven veriyor. O kadar güçlü ve sert ki, kapıya hırsız da gelse, biri yolumuzu da kesse babam bizi koruyabilir. İşte böylelikle korunma, sahiplenilme duygumuz , erkeğin otoriter ve sert olmasıyla özdeşleşiyor.

Eş seçimine gelince, kendi yaşadığımız çevrede ve dönemde, kıyafetlerimize karışılsın istemiyoruz. Komşuya giderken eşimizden “izin” almak istemiyoruz. Büyüyünce yorumlarımızın değiştiği babamız gibi, “tutucu” bir erkek seçmiyoruz. Hayata daha rahat bakan, bizimle aynı basamakta duran bir eş seçiyor ve demokratik bir evlilik kuruyoruz.

Başta her şey yolunda. Süper. Ama zaman içinde, üzerini örtüğümüz ama hala temelde yatan ilk öğrenmişliklerimiz kımıldamaya başlıyor. Tamam, evlendiğiniz erkeğin duygusallığı başta çok hoş geliyordu ama bir erkek için fazla mı ince ruhlu acaba? “Onu giyme, oraya gitme” diyecek biri olmadığı için, gönül rahatlığıyla evlendiniz ama hiç mi kıskanmıyor, umursamıyor acaba? Bu sorular yavaş yavaş güveni kemirirken, bakışlar kadının içgüdüsel sahiplenilme ihtiyacına dönüyor. “Beni sahiplenmiyor, bu evlilikte bir şeyler eksik.”

Oysa, kadının bu noktada sahiplenilmemekle ilgili etiketinin altı başka niteliklerle dolu. Evet erkek, karışmıyor, kısıtlamıyor, kadının üzerinde tahakküm kurmaya çalışmıyor. Çünkü kadını üzmek, evliliğin dengesini bozmak istemiyor. Ama elbette kadını sahipleniyor. Ama sahiplenmesinin göstergesi otorite kurmak değil, onu sevmek, düşünmek gerektiğinde korumak.

Fakat kadın, yıllar önce temeli atılan ezberine dönüyor. “ Bana karışmıyor, kıskanmıyor, kısıtlamıyor demek ki beni sahiplenmiyor.” Neden? Çünkü ezberi, “Ancak baban gibi otoriter bir erkek karısını sahipleniyor demektir” diye fısıldıyor.

Bu ve benzeri temel şartlanmalar sebebiyle, bir çoğumuz eşimizin başta bayıldığımız özelliklerini yıllar sonra neden birden bire yetersiz görmeye başladığımızı anlamıyor, evliliğimizde bir sorun aramaya çalışıyoruz. Oysa her durumda olduğu gibi, sebep ararken ilk bakmamız gereken yer, kendi içimiz.

Sevgiler

Yazının devamı...

Babaların doğum sonrası depresyonları

Çiçeği burnunda bazı annelerin, taze baba eşlerinden şikayetleri var;

- Suzan Hanım diyor ki; “Çocuk konusunda yaptığım her şeyi eleştiriyor. Bebeğimizin üstünde bir tane lekeli kıyafet görse kıyamet kopuyor. Değiştirmek üzere olduğumu anlatamıyorum. Çocuk mikrop kapacak, diye söylenip duruyor. “Çok giydirdin, terleyecek” , ” Az giydirdin, üşüyecek” derken, birlikte geçirdiğimiz her anımızda didişmeye başladık. Bebeğin altını değiştiriyorum, gelip kontrol ediyor. Uyutup yatırıyorum, mutlaka düzeltiyor. Ben kötü bir anne miyim de her şeyime müdahale ediyor?”

- Yasemin Hanım diyor ki; “Bebeğimiz olduğundan beri, eşim sanki misafir. Birlikte karar vererek yaptık bu çocuğu. Babamın evinden getirmedim ki. Hiçbir şeye elini sürmüyor. Çocuğu kucağına almaya bile korkuyor. Ya düşürürseymiş. Bebeği yıkamak için bile annemi çağırıyorum. Eşim sadece seyrediyor. Ne kadar çok yorulduğumu, yardıma ihtiyacım olduğunu anlamıyor mu?

- Kübra Hanım diyor ki; “Eşim, çocuk doğdu doğalı eve daha çok vakit ayıracağına, kendini daha fazla işine verdi. Mesaisi, iş seyahati bitmiyor. Ben zaten evde durmaya alışık değilim. İşi bırakmışım. Bebeğim bütün vaktimi alıyor. Çok bunaldım tek başıma. Bu defa, geç geldiği her akşam kavga gürültü. Lafa gelince “Dışarıda keyif yapmıyorum ki. Bak artık çocuğumuz var. Sorumluluklarımız artı. Çok para kazanmamız lazım. Özel okul fiyatları kaç para senin haberin var mı?” diyor. Ama bence çocuğun ağlamasından kaçıyor. Ne olur sanki biraz yardım etse, biraz benimle ilgilense?”

Örnekler uzayıp gidiyor. Herkes kendince haklı. Ama gözden kaçan bir şey var; Taze babalarından da çocuklarının hayata gelmesinden farklı farklı etkilenimleri var.

Örneği Suzan Hanım’ın eşi Yavuz Bey; Çok yoğun çalışıyor. Fazla mesai, trafik derken çok erken evde olamıyor. Bebeğini ancak akşamları bir saat ve hafta sonları tek bir gün görebiliyor. Eşine bebek doğmadan önce de yardım edermiş zaten, şimdi de elinden geleni yapıyor. Ancak içinde hep yeterli olamadığı, zamansızlık sebebiyle babalık görevlerini yeterince yerine getiremediği duygusu var. O da fiziken yeterince yardımcı olmaya fırsat bulamadığı bu durumda, yapılanları denetleyerek işe yaramaya çalışıyor. Eşini uyarmanın ona yardımcı olacağını zannediyor. Ancak bu uyarıların, özellikle de doğum sonrası hüznü yaşayan eşini kırdığını, bütün gün tek başına bebeğinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan Suzan Hanım’ın, eşinin evde bulunduğu dar vakitlerde böyle kontrol ediliyor olmasına içerlediğini fark edemiyor. Suzan Hanım’ın, bu müdahaleler karşısında kendini nasıl yetersiz hissettiğini anlayamıyor.

Yasemin Hanım’ın eşi Selçuk Bey, zaten ev işlerinden çok da anlamayan bir erkek. Çocukluğunda annesinin ona taktığı “sakar” etiketi, Selçuk Bey’le birlikte büyümüş ve “sakarlık” Selçuk Bey’in üstüne yapışan inancı olmuş. Biraz bu sebeple, biraz da sakarlığın birilerinin onun yerine işleri halletmesini sağlayan bir ayrıcalık doğurmasının yarattığı tembellikle , uzaktan seyretmeyi tercih eder olmuş. Zaten Yasemin Hanım son derece becerikli ve iş devri yapamayacak kadar da kontrolcü bir hanım. Bebek doğmadan önce, bütün işleri kendi tercihiyle üstlenirken, bebekle birlikte yükü artınca durumdan şikayet eder olmuş. Oysa Selçuk Bey’de bir değişiklik yok. O doğumdan önce de iş yapmaz, mutfağa girmezken, şimdi bebeği de kenardan seyretmeyi tercih ediyor. Hem bebeğine zarar vermekten korkuyor, hem de eve geldiğinde hiçbir şey yapmamaya fazlasıyla alışık. Yoksa bebeğine bayılıyor.

Kübra Hanım’ın eşi Murat Bey, kalabalık bir ailenin son çocuğu. Babası, kendi işlettiği bakkalı süpermarketlere karşı koyamayınca, dükkanı kapatmış ve bir apartmanda görevli olarak çalışmaya başlamış. Murat Bey ve ailesi çok zor dönemler geçirmişler ama özellikle Murat Bey bu maddi olanaksızlıklardan çok etkilenmiş. Örneğin hep büyüklerinin kıyafetlerini giymek zorunda kalmış. Hiçbir zaman yeni kıyafet alacak paraları olamamış. Ergenliğinde genç kızların ilgi gösterdiği bir delikanlı olmasına rağmen, sevgilisini sinemaya götürecek parası olmadığı için kızlardan uzak durmuş. Şimdi en büyük korkusu kendi çocuğuna “param yok evladım” demek. Hatta Kübra Hanım’ın çocuk yapmak isteğine uzun bir dönem direnmiş. Öncelikle yaşayacakları evi satın almış, sonra çocuk yapmaya karar vermiş. Kübra Hanım, eşinin iyi bir mesleği ve kariyeri varken şimdiden çocuğun okul parasını dert ediyor olmasını, babalık kavramıyla ilgili en öncelikli inancının çok para kazanmak olmasını anlamıyor. Murat Bey ise çocuğunun öncelikle fiziken ve ruhen yanında olacak bir babaya ihtiyacı olduğunu, eşinin zaten doğum sonrası depresyon yaşadığını ve onun desteğine her zamankinden fazla ihtiyacı olduğunu fark edemiyor.

Hayat bazen farklı dönemeçlerle çıkıyor karşımıza. Hepimiz, çocukluğumuzda aldığımız yaralarla, o zaman oluşturduğumuz inançlarla davranışlarımızı şekillendiriyoruz. Oysa, empati kuramadığımız zaman, en sevdiğimiz insanla bile ruh birlikteliğimiz, birbirimize olan inancımız azalıyor.

Doğum sonrası, hayata gelen minik yavrumuzun bizde uyandırdığı hislerle, yarattığı farklı sorumluluklara, farklı farklı etkilendiğimiz bir dönem. Eşlerin hem anne baba olarak, hem geleceğe büyük bir adım atmış bir çift olarak birbirlerini en çok anlamaları ve destek olmaları gereken dönem.

Vakit kenetlenme vakti. Birbirimizi iyi anlayalım ki, dünyanın en kıymetli varlığı bebeğimize, her şeyden öncelikli ihtiyaç duyduğu sevgiyi ve mutlu aileyi sunabilelim.

Sevgiler

Yazının devamı...

Eşiniz gelişti mi, değişti mi?

Zaman geçiyor. Hepimiz gelişiyoruz ve gelişimin doğal sonucu olarak değişiyoruz.

İş hayatı her gün yeni bir şey öğretiyor. Dokunduğumuz her insanın hikayesi bize bir şey katıyor, hatta bakış açımızı değiştirebiliyor. Bazen okuduğumuz bir kitap bize değişimi başlatma konusunda bir ışık tutuyor, bazen bir filmden bir sahne “ Ben de başarabilirim” dedirtiyor. Hele gelişime açıksak, değişim potansiyeli varsa, öğrenmeye açık gözlerle bakıp, meraklı kulaklarla dinliyorsak her an yeni bir şey öğrenebiliyoruz. Yan masada oturan mesai arkadaşımızdan uyumsuz zannettiğimiz iki rengin aslında çok da şık bir şekilde kombinlenebileceğini, yan komşumuzdan pişirdiğimiz yemeğin nasıl iştah açıcı bir şekilde sunulabileceğini, ekranda görüp de hayran olduğumuz bir kişiden kişisel gelişim yolculuğunu nasıl sürdürdüğünü, güçlü bir iş adamından başarıya giden yolculukta yapılması gerekenleri, sokakta ayakkabı boyayan çocuktan hayata nasıl tutunulacağını vesaire , vesaire….

Öğrenmenin sonu yok. Öğrenmeye hazır olmak yetiyor. İşte o zaman merak, araştıran gözler, sadece duyan değil dinleyen kulaklar devreye giriyor. O zaman ne okuduğunuzu, ne izlediğinizi, kimlerle ne sohbet ettiğinizi seçmeye başlıyorsunuz. Çünkü kaybedecek vakit yok. Öğrenilecek o kadar çok konu, geliştirebilinecek o kadar çok yön var ki. Dinlenme zamanı dinlenme, çünkü ruhun neye ihtiyacı olduğunu keşfetmek için bazen durmak ve dinlemek lazım, ama ruh konuştuğu zaman artık hızlanmak, boşa vakit harcamamak lazım.

İki kişinin hızı aynı olmuyor bazen. Bakıyorsunuz eşlerden biri hayata karşı aç. Daha fazlasını istiyor. Fazlasını elde etmek için de kendine fazladan bir şeyler koyması gerektiğini biliyor. Baktığını görmeye, gördüğünü anlamlandırmaya, alıp kendisine katmaya gayret ediyor. Toplumuzun en kötü alışkanlıklarından birinin –maalesef- okumamak olduğunun farkında olarak, okuyor. Seçerek, anlayarak, öğrenerek okuyor. Dinlediği müziği, izlediği diziyi seçiyor. Yemek yerken komşu masaları izliyor, insanların giydiklerine, yediklerine dikkat ediyor. Yüzlerini okuyor, gözlemliyor. Tanıdıklarıyla arkadaşlarını, arkadaşlarıyla dostlarını ayırıyor. Hangi gruba ne kadar zaman ve emek harcayacağını dengeliyor. İş yerindeki eğitimleri, o saatte orada olması gerektiği için değil, bir cümle de olsa öğrenebilecek bir şey yakalamak için katılıyor. Müdürüne, şefine hangi torpille orada olduğunu hesaplamaya çalışarak değil, kendisinden artı hangi özelliği ile orada olduğunu tartmaya çalışarak bakıyor. Ve doğal sonuç olarak gelişiyor. Geliştikçe değişiyor.

Ama bazen eşler bu gelişime ayak uyduramıyor. Bazıları, kendinden emin olduğu, gelişmeye ihtiyacı olmadığını zannettiği ve gelişime kapalı olduğu için. Bazıları, yeniliklerden aslında korktuğu ve her yeninin aslında tehdit olduğunu zannettiği için. Bazıları, kendinden vazgeçip sadece ebeveyn olmaya ve çocuklarına odaklandığı için. Bazıları, hayatın evden işe, işten eve döngüsünden ibaret olması gerektiğini zannettikleri için. Bazıları, gelişse de değişemeyeceklerine inandıkları için. Bazıları, yorulmaya değmeyeceğini düşündükleri, bazıları en sevdiği diziyi kitap okumak için kaçıramayacağı ya da arkadaşlarla altın günü yapıp sohbet etmek varken neden tek başına kalıp okuması gerektiğine anlam veremediği için, vesaire vesaire…

İki kişilik cumhuriyette tek kişinin gelişmesinin sonu ne mi oluyor ? Uçurum.

Gelişen yerinde sayana diyor ki “Bana uyum sağlayamıyorsun. Beni anlamıyor, desteklemiyor ve hatta utandırıyorsun. İşte bu yüzden seni iş yemeklerime yanımda götüremiyorum, arkadaşlarımla tanıştırmak istemiyorum. Bu yüzden gündüz işte olanları seninle paylaşmak istemiyor, fikrini merak etmiyorum. Ben artık yola seninle kol kola devam edemiyorum.”

Yerinde sayan gelişene diyor ki “Sen çok değiştin. Birlikte olmaya başladığımızda hiç böyle değildin. Artık beni dinlemiyorsun bile. Hiçbir şeyini paylaşmıyorsun, benimle olmaktan keyif almıyorsun. Çalıştığın o plaza sosyetikleri mi döndürdü başını, yoksa o bekar arkadaşların mı çeldi aklını.”

Gelişen yolculuğa genelde yalnız başlar. Ne güzel farkında olmak, gelişime ihtiyacı olduğunu bilmek. Keşke yola çıkarken eşinin de elini tutabilse ve “ Hadi bu yolu da beraber yürüyelim, ne dersin ?” dese.

Sevgiler

Yazının devamı...

Yaz aylarına dikkat!

Dikkatinizi çekmeye çalıştığım güneşin zararlı ışınları değil. En azından güneşin zararlı ışınlarına dikkatinizi çekmek benim işim değil.

Benim işaret etmeye çalıştığım, güneşin ve yaz aylarının ilişkiler üzerindeki etkisi;

Yazın hayat çok daha kolay. Bilmem kaç kat lahana gibi giyinip, bir mekana girdiğinizde bir saat soyunmak zorunda kalmıyorsunuz her şeyden önce. Üstünüze hafif bir şey aldınız mı, tamamdır. Kışın o ağır ağır çizmeleri, botları yerine de birer parmak arası. Ohhh, hava alalım şöyle.

Yazın deniz, güneş, kum üçlüsünün arındırdığı stresin üzerine, bir de bronzlaşmış tenlerimizin getirdiği moral, kendine güven, sağlık. Hayat güzel ! Off be neydi öyle kışın solgun solgun bir cilt, aynaya bakınca moralimiz bozulmuyor muydu allah aşkına? Oysa şimdi pırıl pırılız, hafifiz.

Konserler başladı, tatiller başladı. Sokaklarda cıvıl cıvıl insan kalabalığı. Her yer bir neşe pür neşe. Eh bu durumda insanın mutsuz olma ihtimali de giderek düşüyor . Allah sıkıntılardan, hastalıklardan, savaşlardan korusun.

Ohh trafik de azaldı, hafta içi buluşmalar da kolay artık. Şahane!

Hal böyle olunca, çiftlerin de daha mutlu, daha neşeli, eğlenceli olması gerekiyor değil mi?

Değil! Öyle olmuyor işte.

1-Yaz başlayınca önce uzatmaları oynayan ilişkiler başlıyor dökülmeye. Kışın rehavetine kapılıp da ite kaka sürdürülmeye çalışılan ilişkileri bitirecek özgüven geliyor insanlara. Ne de olsa kışın o bomboş sokaklarının yerine, şimdi karnaval havası esen caddelerde onu avutacak biri çıkar mutlaka inancıyla, ilişkiler dökülmeye başlıyor. Çoktaaaan bitmesi gereken bir çok ilişkinin sonlanmasına gereken cesareti verse de, yaz aslında kıymetli bir çok ilişkiyi de, bu sanal bolluk zannıyla öldürüyor.

2- Yaz aylarıyla birlikte, ilişkilerde beklentiler de artıyor. “Gezelim, görelim, öğrenelim” üçlemesinin, “eğlenelim” le bitmesi ana hedef haline geliyor. “Beni yemeklere, konserlere, tatillere falan götürsün” planları zihinden akarken, hemcinslerle yapılan tatil planları, bar akşamları direkt kavga sebebi “olabiliyor. “Ama biz bu yurtdışı tatil planını taaa geçen sene yapmıştık, hani seninle tanışmamışken.” “Yok, olmaz da olmaz!”

3- Bazı ilişkiler heyecanla başlıyor. Yaz bu, insanın kanı damarlarında uslu durmuyor. Çapkın gözler kendine denk birini yakaladığında ilişki heyecanı da başlıyor. Kız güzel, çocuk yakışıklı. Henüz üç günlük ama seviyeli bir ilişki başlıyor. Başladığı gibi de bitiveriyor. Gördün mü bak, yanlış ata oynandı, yaz boşa gitti. Al sana depresyon sebebi.

4- Bazı çiftlerin derdi daha büyük. Bütün kış karınca gibi çalıştık. Bayram tatilinde tura katılıp, sabahtan akşama pestilimiz çıkana kadar yürüyelim mi, bir tatil köyüne havluları serip akşama kadar kıpırdamadan yatalım mı sarmalını bıçak gibi kesip atan cevap geliyor. “Memlekete annemleri görmeye gidelim!” Al sana kavga!

Yani, uzun lafın kısası yaz ilişkiler için hem besleyici hem tehlikeli bir dönem . Aman güneş ışınlarına dikkat!

Sevgiler

Yazının devamı...

Başkalarının evlilikleri

Gülçin Hanım

“Benim kocam çok ihmalkar. Ampulü bile zar zor değiştiriyor neredeyse. Priz mi bozuldu, tamirci çağır. Dolabın kapağı mı düştü, tamirci çağır. Oturup da bir şeyi kendi yapsın diye uğraşmaz. Bak Ayla’nın kocasına. Adamın elinden her iş geliyor. Ne zaman görsem, elinde tornavida. Hiç boş durmaz, hep bir şeyleri tamir eder. Hatta yemek yapmaya merak sarmış bu ara. Geçen gün üşenmemiş, oturmuş taze fasulye pişirmiş. Ayla da elinde çayı, TV karşısında tabii, keyfine diyecek yok kadının. Bir benimkine bak, bir Ayla’nın kocasına.”

“Eşiniz size yardımcı olur mu evde?

“Söyleyince yapar. Yapar da ben söyledikten sonra ne kıymeti var? Ama o bozuk, bu kırık deyince hemen telefona yapışır. Kendisi bir saat uğraşacağına usta beş dakikada yaparmış. Zaten yemek yapmaktan hiç anlamaz.”

“Eşiniz evdeyken nasıl vakit geçirir?”

“Evde geçirdiği vakit çok az. Zaten genel müdür olduğundan beri çok çalışıyor. Çoğu zaman yemeğe bile yetişemiyor, sık sık da seyahate çıkıyor. Hafta sonları da ya çocukları oyalıyor ben kendi işlerimi halledebileyim diye, ya da hep beraber çıkıp dolaşıyoruz işte. Bütün hafta çocuklarla ben çok sıkılıyoruz evde, hafta sonları da gezelim istiyoruz tabi.”

“Yani eşinizin evde tamirat yapacak çok da vakti yok o halde.”

“Yani, evet de. İstense vakit bulunur herhalde. Bilmem ki! Ayla’nın kocası kadar olmasa da, bir şeyler yapsın işte”

“Ayla Hanım’ın kocası da eşiniz kadar yoğun çalışıyor mudur acaba?”

“Yok yok. O çalışmıyor. Erkenden emekli olmuş. Ayla sinir oluyor adam bütün gün evde diye. ‘Ayağımın altında dolanma, çalış. Zaten zor geçiniyoruz’ diyor ama, kocası istemiyor. Bıkmış işten.”

!!!

Salih Bey

“ Dünya ahiret bacım olsun, aman yanlış anlaşılmasın. Derdim misal göstermek. Bizim Yakup var. Çocukluk arkadaşım. Onun eşi Sibel var. Çok da iyi arkadaşımız. Ailece görüşüyoruz.”

“ Evet”

“ Çok beğenirim ben Sibel’i. Ne zaman görüşsek üstü başı, saçı makyajı tamdır. Hiç bakımsız görmedim ben Sibel’i. Evine gideriz, her yer pırıl pırıl tertemiz. İlla masayı donatır ama zannedersiniz ki evi başkası temizlemiş, yemekleri başkası yapmış. O sanki hiç yorulmamış. Şık, güler yüzlü. İnsan daha ne ister. Benim hanıma örnek gösterince küplere biniyor. Yanlış anlıyor bu defa kıskançlık başlıyor . Halbuki dedim ya, dünya ahiret bacım olsun. Ben sadece benim hanıma örnek olun istiyorum.”

“ Eşiniz eve misafir geldiğinde ya da siz gezmeye gittiğinizde bakımsız mıdır?”

“ Yok yok. İlla giyinir süslenir. Benden başka saçını fönsüz gören olmamıştır herhalde. Ama sürekli başkalarıyla olmuyoruz ki canım.”

“Peki Sibel Hanım’ın kurduğu masaları örnek gösteriyorsunuz. Eşiniz misafirlerini nasıl ağırlar ?”

“Misafir gelince bayram ederiz. Zaten yemekleri güzeldir de, misafir gelince daha bir özenir elbette. Masaya çiçekler koyar, yeni yemek takımları çıkar.”

“O halde Sibel Hanım’ı örnek almak istediğiniz konu ne?”

“Evde yalnızken de böyle olsun diye örnek gösteriyorum.”

“ Ama sizin dışarıdan bir insan olarak Sibel Hanım’da gözlemlediğiniz özellikler aslında eşinizde de var. Zaten siz de Sibel Hanım’ın doğal ev halini gözlemle şansına sahip değilsiniz. Dolayısıyla zaten karşılaştırma yapılmaması gereken bir konuda , üstelik adil olma şansınız da yok.”

“Ya, aslında öyle tabi ama. Hani istiyorum ben de eşim evde daha özenli, daha güler yüzlü olsun. Benim eşim hep yorgun hep yorgun. Sibel’i asıl o yüzden örnek gösteriyorum. Hiç yorgunum dediğini duymadım daha.”

“ Yorgunluğundan şikayet ettiğinizde eşiniz ne cevap veriyor.”

“ Kıyameti koparıyor. Sibel’in bir eli yağda bir eli balda. Çocuk yok çoluk yok, ev hanımı. Elbette yorulmaz diyor. “

“ Sizin eşinizin yaşam şartları nasıl?”

“Benim eşim çalışıyor. Gerçi işten çok geç gelmiyor ama bizim ikizler yoruyor galiba hanımı. ‘Evde üç erkeğe bakmak kolay mı sanıyorsun ?’ diyor.

“ Kolay mı sizce?”

“ Değil elbette. Yoruluyor tabi. Bizim ikizler etrafı duman ederler. İşi zor ama ben yardım ediyorum evde. Bizim Yakup suyunu bile ayağına ister mesela.”

“Siz evde eşinize nasıl yardımcı oluyorsunuz?”

“ Bizim oğlanları saç tıraşına ben götürürüm mesela. Bir de keyfim yerindeyse, çok yorgun değilsem salata yaparım.”

“Başka ?”

“Daha ne olsun? Elimden başka bir şey gelmez.”

!!!

Yazının devamı...

Memlekete daha çok cami lazım, avlusuna bırakılacak çok bebek doğacak

Memlekete daha çok cami yapılması lazım.

Çünkü görünen o ki, avlulara bırakılacak çok bebek olacak.

Çünkü kürtaj yasaklanacak.

Yani ya daha çok bebek terk edilecek ya da daha çok kadın ölecek.

Tecavüze uğrayan kadın, tecavüzden kendine kalan çocuğu doğurma riskini göze alamayacak, belki de intiharı seçecek.

Tecavüzcü sapık, tecavüz ettiği kadının doğurup da kendisine açacağı velayet davasını, ödeyeceği nafakaları düşünüce, kadının yaşamasını tercih etmeyecek.

Aslında sokağa çıkması bile yasak olan, zaten çıksa bile yaşadığı köy iki sokaktan ibaret ve dolayısıyla tecavüzcüsü amcası, dayısı ya da dedesi olan kızlarımız var bu memlekette…..

Sakat bir çocuk doğurmaya mahkum edildiği için ölümü seçecek belki de.

“Sapık” dediğimiz tecavüzcüsüyle evlendirilmeyi, aslında bir suçlunun suçuna ortak olmayı, suçun ürünü olan bir çocuğa, babasını sevmeyi, saymayı öğretmeyi kaldıramayacak kadınlarımız.

Ne denli yanlış olsa da, gençlik hatası bir birlikteliği, doğurmak zorunda kaldığı için evliliğe taşımak zorunda olan, dolayısıyla eğitiminden kalacak, belki de ailesi tarafından reddedilecek genç kızlarımız var.

Ya da gizlice doğurduğu çocuğu, evine götüremeyip cami avlusuna bırakıp kaçacak. Ancak böyle baba evine yeniden girebilecek.

Peki, erkek evlenmezse, belki de ortada bile yoksa, kürtaj hakkı elinden alınan kadın ne yapacak?

Devletin yasak dediği kürtajı, merdiven altı mikrop yuvası odalarda yaptırmak için can verecek kadınlarımız.

Sırf kürtaj yasak olduğu için doğacak sakat çocuklara bakamayacak, o yavruların ihtiyacı olan özel bakımı, sevgiyi veremeyecek genç kızlarımız, babalık yapamayacak oğullarımız var. Onlar da caminin yolunu tutacaklar…

Zaten boşanmaların arttığı ülkemizde, kürtaj olamadığı için evlenmek zorunda kalan, evlilik bitecek olmasına rağmen, kürtaj olunamadığı için doğurulan, yani çok daha fazla çocuk ya boşanma travması yaşayacak ya da sevgisiz bir anne baba arasında büyüyecek.

Devlet kürtaj yasağı sebebiyle doğabilecek bu durumlardan hangisini çözecek, kaç kadına, kaç çocuğa sahip çıkabilecek?

İyi ama neden?

Bir kadının, hatta bazen bir çiftin mahremiyetine bu kadar girmek neden?

Bakılamayacak, sevilmeyecek bir çocuğun doğumunda diretmek neden? Bu önce çocuğa haksızlık değil mi?

“Sakat çocuklara gerekirse devlet bakar” cümlesinin içimize su serpmesi mi gerekiyor. Sağlıklılara ne kadar bakıldı ki. İyi bakılabiliyor olsa özel hastanelere, özel okullara mahal kalır mıydı hiç?

Nüfusumuz artsa ne olacak ? Niteliği bırakıp nicelikle mi övüneceğiz şimdi ? 80 milyon olduk da ne oldu ? Artan işsizlik, artan trafik, artan boşanmalar ama azalan refah seviyeleri.

Kadının hakkı sadece 8 Mart’ta mı var. Kendi bedenimiz üzerindeki haklarımızı elimizden almaya çalışanlar, çalışanlar daha yeni, 8 Mart’ta bizi kutlamamışlar mıydı?

Sevgiler

Yazının devamı...

Boşanma sancıları

Boşanmak çok zor alınabilen bir karar.

Yani öyle olmalı. Son zamanlarda evcilik oyunu gibi başlayan ama “sıkıldım artık oynamıyorum” şeklinde biten, çocuk oyunu zannedilen evliliklerin sayısı gün geçtikçe artmış olsa bile, ki bunlar zaten başlı başına incelenmesi gereken toplumsal vakalar, boşanmak zor bir karar.

Evlenirken aşk var, sevgi var. İki gönül bir olunca, samanlık seyran olacak zannı var. Aynı çatının altında, birbirlerine kavuştuklarında her şeyin düzeleceğine olan inanç var. Dolayısıyla tahammül güçleri yüksek. Kapılarını kapadıklarında ailelerin müdahaleleri dışarıda kalacak, ileride bebeklerini de kucaklarına aldıklarında her şey tam olacak zannediyorlar.

Ama boşanmak öyle değil. Zor, çok zor.

Öncelikle çocukların psikolojisini hesaba katmak lazım. Çocuklar boşanmanın travmasını yaşamasın diye bir ömür birbirlerine katlanan insan sayısı az mı? Ya da boşanma sancılarını çocuklarına yaşatmamak uğruna daha beterini yapıp, yavrularını kavga dövüş bir ortama mahkum eden anne babalar?

Gelinini ya da damadını hiç benimsemediği halde, laf boşanmaya gelince ortalığı ayağa kaldıran, boşanmış çocuğunu eve almayacağını söyleyerek, onu ömür boyu mutsuz, hatta belki dayak yediği, belki aldatılmanın ruhunu törpüleyen döngüsünün, tacizin, şiddettin yer aldığı bir evliliğin içine hapseden büyüklere ne demeli? Sanki bebekken canı yanmasın diye gözünün içine baktığı, ilk adımlarını alkışladığı, ateşi çıkınca başında sabahladığı evladı, evlendiğinde “evlat” olmaktan çıkıyor. “El alem ne der” baskısının bu kadar yoğun hissedildiği bu toplumda “evlat” değil, kendisini rezil etme potansiyeli yüksek olan bir tehdit oluyor evlendiğinde.

Hal böyle olunca, çocuklarının psikolojisini düşün, “yuva yıkılmaz” diyen anne babanın psikolojisini düşün, peki artık kendi evinin içinde nefes bile alamayan, üstüne gelen duvarların içinde kendini esir hisseden biçarenin psikolojisi ne olacak?

Hadi geçtim psikolojiyi, bir de üstüne hayatın gerçekleri var. Varsa mallar nasıl paylaşılacak, iki tarafa da lazım, araba kimde kalacak? Hadi paylaşılamayacak mal yok, eh bu adam boşanınca nafaka ödemezse, bu ev nasıl dönecek? Adam nafakasını kuruşu kuruşuna öderse ama bu defa de kadın çocukları babasına göstermezse ne olacak?

Gördünüz mü, çoğu zaman güle oynaya, aşkla sevgiyle kurulan yuvalar, kim bilir hangi sorular cevaplanamadığı için sürüp gidiyor. Sevginin yerini tehditler, cevaplanmayan sorular almış kaç evlilik, tam da burnumuzun dibinde kendi halinde devam ediyor.

Dün gece çay içmeye gittiğiniz komşunuz, okul kapısında çocuğunuzu teslim ettiğiniz öğretmen, fikrini sorup danıştığınız avukat, hatta bu hafta sonu torunlarınızı ziyarete getirmedi diye söylendiğiniz evladınız…. Kimsenin kapısının ardında neler yaşadığını bilmiyoruz.

Bildiğim tek bir şey var. Kimin ne dediği hiç mi hiç önemli değil. Kimsenin kaderini belirleme lüksümüz yok hayatta. Söz konusu evladınız da olabilir, kardeşiniz de, komşunuz da… Bize düşen, destek olmak. El alem ne derse dersin.

Sevgiler

Yeşim Varol Şen

Yazının devamı...

Kızlar okutulmadığında...

Bir insanın, hayatında hemen hemen hiçbir konuda karar hakkının olmaması öyle acı ki.

Yurdumuzun ücra köylerinde yaşayan, köyden dışarı hiç çıkmamış, okumasına izin verilmemiş, zaten “ben kimim” diye sormasına bile fırsat verilmeden kendinden bilmem kaç yaş büyük bir adamın ikinci karısı olarak evlendirilmiş genç kızlarımızdan bahsetmiyorum şu anda. Bahsetmeye yüreğim yetmiyor.

Büyük şehrin göbeğinde yaşayan, adı “şehirli” olan genç bir kadından bahsediyorum.

Hayatında kendine ait tek kararı, evleneceği adamı sevmek olmuş. “Seçmek” değil, “sevmek”. Bir çoklarına göre çok şanslı biliyorum. Okutulmaması gerektiğine başkası karar vermiş, kaç yaşında evleneceğine başkası. Tek şansı evlendirildiği insanı sevmek olmuş. Ona da karar vermiş zaten. “Seveceğim ki mutlu olacağım” demiş. Kayınvalide, kayınpeder evine gelin gelmiş. Evde bir bekar abla, iki bekar erkek kardeş.

Kaçta yatacağı, kaçta kalkacağı kendi kararı değil. Kayınpederin uyanma saatine göre gelin ayakta olur-muş. Ne giyeceğine kayınvalide karar veriyor. Ne zaman, nereye gidileceğine karar veren yine onlar. Mutfakta ne pişireceğine, kendi annesini ne zaman göreceğine, komşunun geliniyle ne konuşacağına karar veren hep onlar.

Ne zaman çocuk yapacağına yine evin büyükleri karar vermiş. Bebek doğmuş, bebeği ilk kucaklayan kayınvalide. Sonrasında da bebek onun olmuş zaten. Annesi emzirsin, büyüdüğünde yedirsin, yıkasın paklasın ama çocuk kayınvalidenin kucağında büyümüş. Neredeyse onu anne bilmiş. İzinleri ondan almış, gezmelere parklara onunla gitmiş. Öz annesi evde yemek, bulaşık, ütüyle uğraşırken, minik kızı babaannesinin elini tutup gitmiş gezmelere.

Sonra ikinci çocuk kararı çıkmış aileden. Bu defa erkek çocuk ısmarlanmış. Erkek doğmuş, ikinci çocukla elbette işler artmış. Çocuklar babaanne ve dedeyle gezmelerde, koca kahvedeyken, zavallı kadının işi artık daha da çokmuş. Çocuklarını sevmeye bile zamanı yokmuş.

Çocuğuna “olmaz” dese, azar işiten kendisi. Çocuklardan biri tökezlese, ilk aklına gelen ne hesap vereceği. Çocukları “babaannemi daha çok seviyorum” dediğinde yaşları içine akıtıyor çünkü ağlamaya da hakkı yok. Hiçbir konuda hakkı yok, kararı yok.

Ne kendi evinin kadını olmaya, ne çocuklarının annesi olmaya…… Hakkı yok, yok!

Çünkü okumamış, okutulmamış. Okuyup da meslek edinememiş.

Hayatta tek kararı var. O da uygulayabilirse; Kızını okutup meslek sahibi yapmak. Eğer devlet desteklerse….

Sevgiler

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.