SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Seren'in Gülben'e faydaları

Uzun zamandır üstümüzde dolanan bulutların arasında, Seren ve Gülben atışması fıkra gibi. İyi geldi doğrusu, güldüm biraz.

Gülben de sonunda dayanamayıp cevap verdi. Oysa yıllardır, Seren’in durup durup kendini Gülben üzerinden hatırlatmasına alışmıştık. “Hımm, evet bir de Seren vardı” dedirtiyordu arada bir. Derken Gülben’in de boş anına gelmiş olacak, dayanamayıp cevap verdi.

Yıllardır aynı terane, hiç anlamam. Ben bile, ki gözüme sokulmadığı sürece çok haberim olmuyor kim nerede ne yapmış, ezbere biliyorum söyleyeceklerini. “Gülben benim yardımcımdı, benim elbiselerimi giyerdi, sahneye onu ben çıkarttım.”

Eeee?

İyi de kardeşim, insan kendini bu kadar mı baltalar? Bu kadar mı aciz duruma düşürür?

Tamam, bir zamanlar sen assolisttin, o senin yardımcındı. Anladık. Peki ya şimdi?

Senin şarkı söylettiğin Gülben’in kaç tane albümü var? Yılda kaç kişiye konser veriyor?

Ya sen?

Senin eleştirdiğin Gülben’i Türkiye’de kaç kişi tanıyor?

Ya seni?

Senin bir zamanlar elbiselerini verdiğin Gülben, şimdi kazandığı paralarla okul yaptırıyor.

Ya sen?

Senin, giyinmeyi bilmiyordu diye aşağıladığın Gülben şimdi giyimiyle moda yaratıyor.

Ya sen?

Gülben’i, programına konuk olmuşluğumun dışında,tanımam. Özel bir hayranlığım da yok kendisine. Herkes kadar izler ve dinlerim. Gülben’i daha çok Seren’in anlattıklarından biliyor, onun uyarılarıyla gözlemliyorum.

“Vay be” diyorum. “ Kadın, bir zamanlar birilerinin yanında dolaşıyormuş. Onun giysilerini giyiyormuş. Ama helal olsun. Nereden nereye, hayat işte. Boynuz kulağı geçermiş. Seren hala aynı yerde ama Gülben çok çalışmış demek, tırmanmış merdivenleri” diyorum.

Özel hayatıyla ilgili duyduklarım mı? Bana ne. Ben Gülben’in arkadaşı, yakını değilim ki. Onu onlar düşünsün. Ben sanatçı olarak performansına bakarım sadece. Gelişim göstermesi oldukça iyi puan gözümde.

Seren mi? Hırsı takıntı olmuş, yazık. Keşke bunlarla uğraşacağına çalışsa da kendini geliştirse o da.

Ağzımızdan çıkanlara dikkat etmek gerek değil mi?

Bence Gülben, Seren’e aylık maaş ödemeli. İmajını parlatacak daha iyi bir danışman bulabilir mi bilmiyorum.

Sevgiler

Yazının devamı...

Kadın kadının düşmanı

Kadın kadının düşmanı

Siz hiç “ Aman canım… Tamam kadın süper görünüyor da, her yanı estetik. Ih ıh istemem… doğal değil.” Diyen bir erkek gördünüz mü?

Onlar sonuca bakar. Kadın güzel mi, güzel. Bitti.

Bırakın kadınları, Rocky’i bile eleştirmez zavallılar. En fazla, “Ben de bir ay vücut çalışsam, benim de kaslarım böyle olur” diye mırıldanırlar. Bir ay da o koca göbeğin, omuzlara kayıp kas olması hayaliyle yaşarlar en fazla.

Çekemeyen biziz. Kabul edelim.

“Şekerim, ben o kadar estetik yaptırsam, dünya güzeli olurum. Baksana burun yapma, yanaklar dolgu, kaşlar havada….. Nerde kaldı doğallık”

Kardeşim neticede olmuş mu, olmuş. Her gerdiren güzel olmadığına göre. Demek ki varmış altta malzeme.

Biz estetik yaptırmadık da çok mu doğalız sanki. Tırnaklarımızı doğal halleri ve renkleriyle beğenmeyip maniküre gidiyoruz. Saçımızda yaşlanmanın “doğal” yansıması beyazları görünce paniğe kapılıp gidip boyatıyoruz. Erkeklerin doğal rahatlıkları bize çok görülmüş, bacağımızdan kaşımıza ağdalar, epilasyonlar yaptırıyoruz. Ayağın doğal anatomisine aykırı bir karış topuklar üzerinde yürüyoruz. Eeeee….? Ama biz doğalız, estetiğimiz yok. Ödüm kopmasa, şu an yaptırasım geldi vallahi.

Her konuda olduğu gibi, kadını yerden yere vuran yine kadın. Güzelliğine söyleyecek lafımız yoksa rüküşlüğüne, yok o da olmazsa pasaklılığına. Neymiş, süslenip gezmekten evine bakmazmış. İllaki bir eleştirimiz olacak ya. Ne ahlakı kalır, ne anneliği, ne hamaratlığı.

Ezelden gelen bir rekabet bu, kadın ve kadın arasında. En su üstüne çıkanları gelin-kayınvalide kavgası, eski eş- yeni eş kavgası, metres-eş kavgası, gelin- görümce kavgası. Yok eğer hazırda görümce yoksa, o zaman iki elti kavgası.

Ama illa olacak. Birileriyle rekabet edip didişeceğiz ya. Niye? Niye’si belli.

Çocukluğumuzdan beri eksik olan “ değer” duygusu.

Erkek çocuklarla aynı haklara sahip olmadığını, yetiştirilme tarzında bile farklılıklar olduğunu hissederek büyür kız çocuğu. Erkek kardeşine “ göster oğlum amcalara” tarzında nidalarla verilen rahatlık, kendisine gelince bir örtmeler, kısıtlamalar yumağına dönüşür ve kadın, hep değersizlik duygusuyla çıkar çocukluktan. Artık büyüdüğünde zaten kabullenmiştir ve kendisini bir erkekle rakip görmemeyi, karşılaştırılmaması gerektiğini öğrenmiştir.

Değer duygusunu arttırmak için kullanabileceği, yine kadınlar vardır etrafında. Kendini daha üstün hissettiği her kadın, çekiştirdiği her kadın, ona kendisini daha iyi hissettirecektir. Çünkü o daha değerlidir.

Her şey farkındalıkla başlar. Artık büyüyelim.

Ben zaten değerliyim. İstersem saçımı da boyatırım, yüzümü de gerdiririm. Hatta konu açılmışken kaşlarımı da kaldırtsam hiç fena olmaz hani. İstersem paklı olurum, istersem bal dök yala yaparım evimi. Ben her halimle değerliyim.

Sevgiler

Yazının devamı...

26 Canavar

Hepimizin morale ihtiyacı var. Şehitlerimizin haberleri, deprem, Van’lı kardeşlerimizin yaşadıkları derken, göz yaşımız durmadı.

İçimizden isyanlar yükseldi. Şehitlerimizi gömerken isyanlar yeşerttik topraklarında. Teröre lanet okuduk.

Van’da yüzlerce can gitti. Yine isyan kapladı içimizi. “Deprem değil bina öldürür” bizim dilimize slogan oldu da müteahhitlerin ve bu binaları denetleyenlerin niye haberi yok diye.

Cumhuriyet törenlerimizi iptal ettiler. Yılmadık. İçimizdeki isyanı birliğimize kattık. Akın akın yürüdük caddelerde.

Hepsine gözyaşlarımızı akıttık. Kah canımızın acısından, kah duygularımızın yoğunluğundan ağladık.

Ama bu defa, gözyaşı bile akıtamıyorum.

Çünkü isyanımı dışarıya bile yansıtamayacak kadar çok kırıldı içim.

13 yaşında, 26 tane canavarın ( kişi, birey ya da adam diyemeyeceğim) tecavüzüne uğrayan bir çocuğun, bu kabusu kendi rızasıyla yaşadığının ön görülmesine isyan bile edemiyorum.

Apartmanın altındaki markete bile, annesinin rızası olmadan tek başına gidemeyecek yaşta bir çocuk, 26 tane canavarın, canını acıtmasına nasıl rıza gösterir?

Babası, dedesi olacak yaşta, tanıdığı bir adamla tek başına konuşmaya bile çekinecek yaşta bir çocuk, 26 tane canavarın ruhunu parçalamasına nasıl rıza gösterir?

Bir insanın kişiliğini paramparça edebilecek kadar büyük bir yıkım olan tecavüzün, 26 kere başına gelmesine hangi insan rıza gösterir?

13 yaşında bir çocuk mu?

26 tane canavar bir araya gelip, bir çocuğun masumiyetini, inançlarını, geleceğini parçalamış ve bunu çocuğun rızasıyla mı yapmışlar…… kimse hikaye anlatmasın.

Diyelim ki, olmaz ya…hadi oldu. Çocuk ya… anlamadı. Bilemedi. Rıza gösterdi. Ne oldu yani? Bu, 26 canavarın yaptığını hafifletti mi yani?

Böyle bir kararı destekleyen mahkemeye mi, Yargıtay’a mı isyan edelim şimdi.

Madem mahkumiyetten bu kadar korkuyorlar, işledikleri suçun bedelini ödemek istemiyorlar, hapse atmayalım o zaman. İflah olmayacak bu canavarları vergilerimizle boşuna beslememiş, ilk afta da sokaklara salıvermemiş oluruz hem.

Hapse atmak yerine, aradığımız cevabı bulmak üzere bir teste katılmalarını talep edelim;

Bu 26 canavar, birbirlerine tecavüz etsinler. Sonra da bize, buna nasıl rıza gösterebileceklerini anlatsınlar. Ki anlayalım.

Yazının devamı...

Sadece 5,-TL

Nereye vermiyoruz ki 5,-TL’yi. Günde bir paket içtiğiniz sigara bile daha pahalı değil mi? Sinemalar, eğlence yerleri dolu, kaç 5,-TL harcanıyor hesaplara. Bırakın işin lüksünü….. bir ihtiyacımızı karşılamayıverelim. Van’da her şey ihtiyaç.

5,-TL’ye ne olur demeyin. 5,-TL’lerden deniz olur.

Hadi, bir ara verin, 2868’e bir mesaj yollayın. Bir öğün sıcak yemekle birlikte, dualarınızı, sevginizi, kardeşliğinizi hediye edin.

Hepimiz yaralıyız. Daha şehitlerimiz için göz yaşlarımız dinmemişken, kalbimiz ikiye bölündü. Gözyaşlarımız birbirine karıştı. Bin ağlar, bir güler olduk. Yunus kalbimize derin bir çentik attı, Azra bebek iyileşmeye dair umut verdi.

Yüreğimizin yarısı Van’da, yarısı askerlerimizde atıyor.

Fakat böyle bir günde bile, nifak tohumu atmaya çalışanlar susmuyor.

Van’da enkaz altında kalanlar; Kürt, Türk , tayin için gitmiş Ege’li öğretmen, Karadeniz’li doktor…..NE FARK EDER? Hepsi can! Kimin içinde ne hisler barındırdığını biliyor muyuz ? İstanbul’un göbeğinde askeri , Van’da terörü lanetleyen yok mu sanki?

Keşke, her insanın yaşama hakkı olduğu için, kötünün bile canını kurtarmaya çalışan doktorlar, her insanın savunma ve yargılanma hakkı olduğu için, katili bile savunan avukatlar gibi, herkes insanlık yemini etse. “Dili, dini, ırkı, inancı ne olursa olsun, kimse için kötülük beslemeyeceğim. Yardıma ihtiyacı olan kim olursa olsun koşacağım.” diye yeminlerle büyüsek.

Bir taraftan Van’daki eksiklikler, hükümetin yetişemedikleri boy boy yazılıyor. Hangi hükümet, böyle bir afette eksiksiz olabilirdi ki zaten? Mutlaka eksikler var, olacak. Ama, bunları değerlendirmek sonraki iş. Van’da müdahale biter. Enkazlar temizlenir. Herkes şapkasını önüne alıp düşünür. Hükümet de, birey olarak bizler de; “Ne eksikti, ne tamamdı. Benim, daha hazır olmak için neyi tamamlamam lazım?”

Bırakalım Van’daki insanların görüşleriyle, hükümetin eksikleriyle uğraşmayı. Bugün eleştiriyle kaybedilecek vakit yok. Kucaklaşma günü, yardımlaşma günü bugün. Eleştiri için yarın bol vakit olacak. Biz gözyaşları içinde Van’a bakarken, arkamızdan salıverilen tutukluların hesabını da eleştirilerine katan biri olur elbette.

Yardımlarınız için; http://www.kizilay.org.tr/

Yazının devamı...

Başımız sağolsun

Gözlerim şişti ağlamaktan ama boğazım hala düğüm düğüm. Milletçe içimiz yanıyor…

Birkaç gün sonra geçecek biliyorum. İnsanız ya, yine unutacağız. Hayatın içinde kendi meselelerimizle uğraşmaya, tıkanıp en sevdiğimiz diziyi kaçırmamıza sebep olan trafiğe söylenmeye, gelen zamlardan şikayet etmeye devam edeceğiz. Şu anda yayınlarını durduran programlarda yine göbekler atılacak, kurban bayramında gidilecek yerlere dair planlar dolu dizgin devam edecek. İnsanız ya….. nasıl insanlarsak artık.

Ama o anneler unutmayacak. Onların acısı hiç azalmayacak, bağırlarındaki yangın hiç sönmeyecek. Ekranlarda dudaklarından “Vatan sağolsun”u duyduğumuz babalar, içlerinden “bu nasıl vatan” demeye devam edecek.

24 şehit haberini aldığımızda hepimizin yüreğine kor düştü. Çünkü sayı çok fazlaydı. Oysa alışmıştık tek tek, üçer beşer şehit haberlerini almaya. Nerdeyse “yazık” deyip geçer olmuştuk üstünde durmadan. Oysa şimdi, 24!

Gel de aradaki farkı, tek başına şehit olan aslanımızın anasına sor. O, evladını tek başına düzenlenen cenazesiyle yolcu eden ananın bağrı, şu andakinden daha az mı yandı ?

“Bıçak kemiğe dayandı” diyorlar.

Bu bıçak, tek şehit için kemiğe dayanmıyor mu?

O bıçak, yavrusu şehit olan o ananın kemiğini bile kesip attı çoktan.

Nasıl düzeltilir, hükümete düşen ne, muhalefet ne yapsın, ben bilemem. Ama çözümün, ulusça kenetlenmemiz gereken bu durumlarda birbirlerini suçlamaları olmadığını biliyorum. Hepimizin yüreği yanarken, “biz iktidarda olsaydık bu böyle olmazdı” mesajları veren söylemler isyanımızı arttırmaktan başka bir işe yaramıyor maalesef. Kafa kafaya veren, krizi fırsat bilmeyen, birlikte çözüm arayan liderler lazım bize. Ben onu biliyorum.

Yüreğim kan ağlıyor. Şehitlerimizin acısı, içimizde. Bu günler de geçecek biliyorum.

Ama unutarak geride bırakan değil, aşarak üstesinden gelen bir millet olmayı diliyorum.

Tek şehit haberinin bile, bugünkü kadar tepkiyle karşılanacağı, bu kadar isyan yaratacak kadar olağan dışı olduğu bir vatan diliyorum.

Türk- Kürt, Müslüman- Hristiyan hiçbir a ayrımı yapmak zorunda kalmayacağımız bir ulus diliyorum.

Bu son acı olsun, şehitliklerimiz tarihi yerler olsun istiyorum!

Yazının devamı...

Çemberin dışına çıkmak

Severek izlediğim bir komedi dizisi var. Adı “Herkes Raymond’u sever” (Everybody Loves Raymond). Dizi, üç çocuklu bir çiftin, erkeğin aynı sokakta oturan ailesiyle iç içe geçmiş ilişkilerini ironik bir dille anlatıyor. Yetişkin bir adamın anne ve babasıyla olan iniş çıkışlı ilişkileri, aslında birbirini çok seven karı kocanın, bu müdahaleci aile sebebiyle sık sık kavga etmeleri ve özellikle bu konuda ırk ve millet ayrımı olmadığını gösteren gelin kayınvalide kavgaları, son derece abartısız ve doğal bir komediyle işleniyor.

Birlikte çalıştığım çiftle seans öncesi sohbet ederken, konu tesadüfen bu diziye geldi. He ikisi de diziyi ne kadar çok sevdiklerinden ve izlerken çok güldüklerinden bahsettiler. Hatta o anda, ne kadar gergin bir dönem yaşıyor olduklarını bile unuttular ve dizinin bir bölümünü birbirlerine hatırlatıp birlikte gülmeye başladılar. Ama tam da o anda, asıl ironinin hiç de farkında değillerdi;

Birlikte çalıştığım çift aslında dizidekinden çok da farklı bir hayat yaşamıyor. Erkeğin ailesi karşı dairelerinde yaşıyor ve aslında dizidekinden daha az müdahaleciler. Gelin kayınvalide arasında, özellikle çocuklara kimin daha iyi baktığı ile ilgili sonsuz bir çekişme var. Erkek, aslında kendi ailesi ile çok da iyi bir iletişim kuramıyor olmasına rağmen, eşine onlarla iyi geçinmesi için baskı yapıyor.

Aradaki ironik fark ise şu; Dizideki kahkaha efektleri yerine, bu çiftin hayatında bolca kavga ve sonrasında küskünlük sessizliği var. İzlediklerinde, aynı meseleler olduğu halde sadece başkaları yaşadığı için onları güldüren sorunları, kendileri yaşarken acı çekiyorlar.

İnsanların kendi yaşadıkları problemleri çözmekte zorlanmasının sebebi tam da bu işte. Sorunun yarattığı olumsuz duygusal enerji, çemberin içinde olan yani sorunun merkezinde olan insanın sağlıklı düşünmesine ve çözümü görmesine engel olabiliyor. Oysa hüzün, öfke, alınganlık vb duygulardan arınıp, kendimizi çemberin dışına çıkarabildiğimizde, sorunu değil çözümlerini düşünmeye başlıyoruz. Ve bazen de fark ediyoruz ki aslında bu denli büyütmeye değmeyecek, hatta gülüp geçebileceğimiz konuları, boş yere kavgaya taşımış, boşuna üzülmüşüz.

Çemberin dışına çıkmak zannedildiği kadar zor değil aslında. Hatta işimizi kolaylaştıran bir formülü de var. Kendinize lütfen şu soruyu sorun:

“ Bu problemi siz değil bir arkadaşınız yaşasaydı eğer, ona ne tavsiye ederdiniz?”

Sevgiler

Yazının devamı...

Güllerin savaşı

"Güllerin Savaşı", izleyenlerin aklında anlattığı durumla özdeşleşme yaratan bir filimdir. Senaryoya konu olan "Rose" ailesinin savaşa dönen boşanma hikayesini, ironik bir dille anlatır. Güzel hayallerle evlilik hayatına başlayan bir aşkın, boşanmaya karar verilen noktada, menfaatler çakıştığında, nasıl savaşa dönebildiğine dair akıllara kazınan bir örnektir.

Bu durum gerçek hayatta da çok yaşanıyor maalesef ama gerçek insanlar ve gerçek yaşamlar söz konusu olduğunda, filmdeki kadar komik olmuyor elbette. Hele bir de işin içinde çocuklar varsa savaşın tek kaybedeni karı-koca değil, üstüne çocuklar da oluyor.

Özellikle tek taraflı kararla yaşanan boşanmalarda çocuklar ağır yara alıyor. Boşanmaya mecbur bırakılan eş, çocuklarını kullanarak, ayrılmak isteyen eşi cezalandırmaya çalışıyor. Çocuklarını göstermeyerek, çocukların kulaklarını eşi ile ilgili olumsuz sıfatlarla doldurarak eşini üzmeye, acı çektirmeye çalışıyor. Oysa bu formüllerle esas ağır yarayı alan eş değil çocuklar oluyor. Örneğin, çocuklarını göstermeyerek kocasını cezalandırmaya çalışan anne, çocukların da babayı görmeye ihtiyacı olduğunu unutuyor. Aklına gelen türlü sıfatla eşini şikayet ederken, çocukların gözünde "kötü koca" ile "kötü baba" kavramlarının karıştığını fark etmiyor.

Bir dönem sonra anne ve babanın sinirleri soğuyor, herkes kendi hayatına adapte oluyor, kabulleniyor. Ancak günün sonunda örselenen, zarar gören çocuklar oluyor.

Boşanmaların büyük bir yüzdesinin çocukların küçük olduğu dönemlerde gerçekleştiğini de işin içine kattığımızda, tablo daha da tedirgin edici. Özellikle 0-6 yaş döneminin, çocukların kişiliklerinin oluştuğu dönem olduğunu, bu dönemde yaşanan travmaların, ömür boyu zarar verebilecek hasarlar açtığını unutmamak gerek.

Boşanmak da evlenmek kadar doğal ve hayatın içinden. Ancak karı-koca durumundan ayrılmak demek, anne ve babalıktan da ayrılmak anlamına gelmiyor. İlişki dediğimiz şey ,iki kişi arasında yaşanır ve biterken de iki kişinin arasında olmalıdır.

Evlilik mutlu da sürse mutsuzlukla da bitse, en büyük kazanç çocuklarımız. Bunu hiç unutmamalı ve çocukları ayrılık savaşlarından korumalıyız.

Sevgiler

Yazının devamı...

Evliliklerde özel hayat olur mu?

Çiftler arasında en çok sorun yaşanan ve en tartışmalı konulardan biri de özel hayat sınırlarının nerede bittiğidir. Çiftlerin birçoğu, her şeyi paylaşmaları gerektiğini ve özel alanların evlilikte yeri olmadığını savunurken, bazı çiftler ise özellerini korumanın ilişkide saygıyı da koruduğunu düşünür.

Peki, işin sınırı nerededir? Nereden sonra işgale dönüşür, hangi sınırın altı samimiyetsizliği gösterir?

Özel hayat mı, özel alan mı?

Özel hayat, günlük kullanımımızda bireylerin aşk ve cinsel hayatını tanımlamak için kullandıkları kelimelerdir. Eh, eşler zaten bu tanımın direkt merkezinde olduğuna göre, eşlerin birbirinin dışında bir özel hayatından bahsetmek doğru olmaz.

Özel alanlar

Ancak özel alan, çocuktan büyüğe her bireyin ihtiyacıdır. Özel alanı tanımlamak için birkaç örnek vermek gerekirse;

Çiftler, birbirinin arkadaşlarını ve dostlarını doğal olarak tanır zamanla. Ancak eşimize, her ne kadar tanıdığımız kişiler de olsa, kendi arkadaşlarıyla yalnız geçirebileceği zamanları da tanımalıyız. Hepimizin arada bir kendi arkadaşlarımızla eğlenmeye, dertleşmeye ve birey olarak takılmaya ihtiyacımız var. Bu özel alanlar, ilişkimize olumlu yansıyacak ve bireysel sosyalleşme ilişkimize renk katacaktır.

Cinsellik yaşıyor olmak çiftlerin birbirlerinin yanında sınırsız olmalarını gerektirmez. Eşiniz banyodayken içeri dalmayın. Kişisel bakımınızı eşinizin yanında yapmaya ihtiyacınız yok. Bu yakınlık değildir. Özeli olan çiftler, tutkuyu daha uzun süreli yaşarlar.

Çiftlerin bütçelerinin ortak olması ve alacak-ödeme dengesini birlikte takip etmeleri en sağlıklısıdır. Ancak -eşlerden birinin güvensizlik yarattığı durumları ayrı tutuyorum- bu noktada karşılıklı söylemleri esas kabul etmek, aradaki güveni ve saygıyı koruma konusunda da esastır. Didik didik edilen kredi kartı ekstreleriyle hesap sormalar, ilişkilerde saygıyı da didik didik eder.

Aynı şekilde eşlerin birbirlerinin telefonlarını karıştırmaları, mesajlarını okumaları, gelen zarfları izinsiz açmaları hep ihlaldir ve normal koşullarda eşlerin üçüncü kişilere göstereceği saygıyı, birbirlerine de yansıtmaları gerekir.

Facebook, tweeter gibi günümüzün yeni iletişim araçları olan sosyal ağlar, maalesef bir çok ilişkinin zedelenmesine sebebiyet veriyor. Eşinize güvenmek için onu kontrol etmeye ihtiyacınız yok. Gizlice alınan şifreler, kontrol edilen yazışmalar kontrol edende paronaya, kontrol edilende ise suçlanma ve özel alanlarının ihlali hissi yaratır.

Biliyorum ki bir çok çift “ihlal” adını verdiğim bu yanlış davranışları sergiliyor maalesef . Kiminin kendisine göre sebepleri var kimi sadece içi rahat etsin diye yapıyor. Ama bu ihlaller, karşı tarafa uzun vadede esaret hissi veriyor ve unutmayalım ki dünyanın en sevdiğimiz, en mutlu olduğumuz yerinde bile olsak, hapsolduğumuzu hissettiğimiz an mutlu olamayız. Paniğe kapılır ve kaçmak isteriz.

Evliliklerde “biz” olabilmek, önemli ve gerekli. Ancak “biz” olurken “ben” olmaktan vazgeçmemeyi de unutmayalım.

Sevgiler

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.