SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Sevgi bitince...

Normal 0 21 false false false TR X-NONE X-NONE

Karşımda oturan bayan danışanım, yarı suçluluk yarı şikayet dolu bakışlarla bana bakarken son zamanlarda bu evlilik profiliyle ne kadar sık karşılaştığımı düşünüyorum. Maalesef sadece onaylandığını hissetmek, evliliğini bitirmeye hakkı olduğunu duymak için gelmiş. Yanlışını düzeltmek ve evliliğini kurtarmak için değil. Duyguları çabalayacağı noktayı aşmış geçmiş çünkü. Uğruna çaba göstereceği hislerini çoktan tüketmiş. Böyle durumlarda hep, “keşke” diyorum, “Keşke zamanında gelselerdi ve mutluluk şansını kaçırmasaydı bu çift.”

Danışanım onaylanmaya ihtiyaç duyuyor, çünkü evliliğini bitirmek istemesinin sebeplerinin genel kabul görmüş toplum kurallarına uygun karşılanmayacağını hissediyor. Annesine, teyzesine anlatsa “Kızım kocanın kıymetini bil, bak adam üstüne titriyor. İçkisi kumarı yok, sana iyi davranıyor. Sadık da. Daha ne istiyorsun” la başlayan, “Bak biz nelere katlandık, evliliği yıkmak bu kadar kolay mı” larla devam eden cümleler duyacağını biliyor. Ama istemiyor işte, aşk kaçmış gitmiş. Saygı uçup giderken kanadına sevgiyi de takmış.

Elbette sevginin saygının olmadığı bir evliliğin sürdürülmesi sağlıklı değil. Ancak kendiliğinden uçmuyor evliğin içindeki muhabbet kuşları. Bu sebeple danışanımı, eşine karşı artık saygı duymamasının nedenlerini sorgulamaya davet ediyorum. Arkadaş sohbetlerinde eşini şikâyet ederken kullandığı cümleleri bir kenara bırakarak, büyüteci eline alıp kendi hatalarını da gözden geçirmesi için yardımcı olma teklifimle birlikte.

Sert bir yapısı olduğunun farkında ama yine de keşfettiklerine şaşırıyor. Evet, güçlü bir kadın olmaktan mutlu. Kariyerinden, hırsından, hayattaki duruşundan memnun. Ama kendisiyle barışık olmasını sağlayan bu gücünün, zaman zaman evliliğinde ezici olabildiğini görüyor. Aslında hayata karşı, herkese, hatta eşine karşı bile duyduğu bir güvensizlik var. Fark ediyor ki çoğu zaman eşini bir tehdit olarak algılamış. Taviz verirse eşi kendisini ezecek, kısıtlamalar başlayacak, kendisi olamayacak gibi hissetmiş ve kalkanları elinde başlamış evliliğine.

Kim gibi olmaktan korkmuşa örnekler çok zaten etrafta. Annesi gibi, teyzesi gibi, küçükken sıkça ağlarken gördüğü komşuları gibi olmaktan çok korkmuş. Kimseden izin istemek zorunda olmayan, kendi kararlarını verebilen, ezilmeyen bir kadın olmak istemiş. Elbette hakkımız var buna. Sağlıklısı da bu zaten. Kadın ve erkeğin yan yana durabildiği, kadının erkeğin gölgesinde kalmadığı, eşit haklarla yaşadığı bir hayat, zaten insani gereklilik. Bu çağda, bu eşitliğin doğruluğunu tartışan ya da yanlışlığını savunan zihinlere sabrımız bile yok artık.

Danışanıma hayattan taleplerine sonuna kadar katıldığımı söylüyorum. Bir kadının ayakları üzerinde durabilmesi, kendini ezdirmemesi, son derece doğru ve artık en azından büyük şehirlerde olağan. Ama aklım eşini tehdit olarak görmesinde takılıyor. Eşi gerçekten tehdit mi acaba, danışanım izin verse onu ezebilecek bir eş mi? Hani derler ya, yüz verse astarını ister mi?

İşte, yanlış burada başlıyor aslında. Hayır, eşi son derece yumuşak, eşinin başarılarından övünen, ona engel değil her zaman destek olmaya hevesli ve son derece saygı gösteren biri. Bu güne kadar hiçbir kararı tek başına almamış, danışanımın fikirlerine her zaman saygı duymuş, onun isteklerine hep kulak vermiş bir eş. Kendi ailesinde, babasının tartışmasız otoritesinin annesini ne kadar kısıtladığına, ne kadar mutsuz ettiğine şahit olmuş. Bu sebeple evlilik hayallerinde hep, her şeyi paylaşabileceği, eşinin arkasında değil yanında yer alacağı bir çift olmak olmuş.

Danışanıma soruyorum, “Bu karakterde bir eşiniz varken, gerek var mıydı bu kalkanları kuşanmaya?” Hayır, yokmuş. O gereksiz kalkanlar, yıllar geçtikçe duvarlar örmüş aralarında. Kendini ezmek isterken, o korktuğu zalim kişiye asıl kendisi dönüşmüş fark etmeden. Eşine sorsak, danışanımı nasıl tarifler acaba? . “Muhtemelen dediğim dedik, inatçı ve bencil der” diyor danışanım. Çünkü düşünüyor da yönetimi tek başına eline almış aslında, paylaşmamış. Örneğin evin bütçesi danışanımın kararlarıyla yürüyor. Nereye ne harcanacağına o karar verirmiş hep. Tatilde gidilecek yerler hep onun seçimi. Sosyal ziyaretleri zaten bir çok kadın gibi kendisi planlıyor ama iş tek başına sosyalliğe gelince pek tavizkar sayılmaz. Örneğin eşinin arkadaşlarıyla tek başına dışarı çıkmasına izin vermiyor. Çünkü evli bir adamın tek başına program yapmasını doğru bulmuyor. Sebep? Çünkü yine onu korkutan bir tehdit hissediyor işin içinde. Ya bunu alışkanlık haline getirirse, ya hiç kendisine danışmadan program yapmaya başlarsa. Eşinin böyle bir yatkınlığı olmadığını, önlem dediği şeyin boşu boşuna konmuş, uzun vadede bıkkınlık yaratacak gereksiz bir kural olduğunu biliyor aslında. Gereksiz çünkü hem eşinin böyle bir tarzı yok hem de zaten gerekirse, bu problemi o zaman çözmek için uğraşır.

Evet, hiç birimiz yönetilmek istemiyoruz, yöneten olmak görünürde daha kolaylaştırıyor hayatı. İyi de Kızılderili kabilesi değil ki, evlilik bu. Gerek var mı bu yöneten yönetilen hiyerarşilerine. İş evliliğe gelince yönetebildiğimiz insan aşık olduğumuz insan olmaktan çıkıyor. Aynı adamı başka şekilde sıfatlandırmaya başlıyoruz. Aşkın ilk günlerinde “Çok güçlü, çok akıllı, çok…” diye nitelendirdiğimiz adamı, “Çok beceriksiz, ben olmasam yapamaz” diye şikâyet etmeye başlıyoruz. İlk başlardaki parlak sıfatlarla birlikte aşk da eriyip gidiyor, çünkü aşkın doğası hayranlık üzerine kurulu. “Çok”larla başlayan parlak sıfatlarla bezediğimiz insana aşık oluyoruz.

Dominant kadınlara yüklenip durdum ama erkeklerin hiç mi suçu yok? O da ezdirmeseydi kendini diye düşünmekte haksız değilsiniz. Bu noktada iki farklı teoremi masaya yatırmak gerek. Baskın karakterler rahatça yönetebilecekleri, daha edilgen eşleri bilinç altı bir dürtüyle seçmiş olabiliyorlar. O zaman seçim noktasına dönüp bakmak gerekiyor. Bize uygun olduğunu düşünerek seçtiğimiz eşimiz bir dönem sonra aslında tamamen aynı özellikleri nedeniyle vaz geçiş noktasına getirebiliyor bizi. O zaman “Ben güçlü bir insan arıyorum hayatımda. Saygı duyabileceğim, tutku hissedebileceğim birini istiyorum” sonucuna varmak niye. Demek ki seçim noktasında ne aradığımız konusunda yanılmışız. Başka birini çok mutlu edebilecek eşimizi, bir yanılsamayla bize uygun zannetmişiz demektir.

Diğer olası duruma gelince. Genelleme yapmak doğru değil ama en azından bahsettiğim çiftim için geçerli gerçek, görünenden çok farklı. Tanışmak ve danışanımı daha iyi anlamak için ofisime davet ettiğim eşi, bu durumun zamanla değişecek bir sorun olduğuna inanmış hep. Eşinin hırçınlığını ve otoriterliğini hep annesinin ezilmişliğine olan isyanına bağlamış. “Zaman içinde benim babasına benzemediğimi anlar ve sakinleşir diye düşündüm hep.” Diyor. Ama maalesef zaman ilişkideki tutkuyu da, aşkı da eskitmiş. Karşılıklı yılgınlık ve boş vermişlik almış yerlerini.

Danışanım seanslarımızda çok şey fark etti. Hep şikâyet ettiği, kendi yanlış yargıları sonucunda artık sevgisinin kalmadığını zannettiği eşine haksızlık yaptığını, onu doğru tanımlamadığını hissetti. Eşine doğal davranma şansı vermediğini, eşinin evliliklerinden kendisinden çok daha fazla şikayetçi olduğunu, fakat sabırla beklediğini anladı. Hayata karşı dik durmakla, evlilik içersinde baskın olmanın aynı şey olmadığını, saldırı olmayan yerde savunmanın da şiddet yarattığını gördü. Güvenli bir liman olması gereken evliliğe, severek seçtiği insana bu kadar temkinli yaklaşmasına hiç gerek yoktu aslında.

Güven en önemli unsur ilişkilerde. Kendimize güven de, en az eşimize duymamız gereken güven kadar önemli. Kendimize, dengeli bir ilişkiyi hak ettiğimize, sorunlar çıktığı zaman çözebileceğimize, yanında hesapsız hissedebileceğimiz insanı seçtiğimize de güvenmek gerek. Aksi takdirde korkularımızı bastırmak için silahlanmak zorunda kalıyoruz. Korkumuzu zalimlikle bastırmaya çalıştığımız noktada evliliğin dengesi bozuluyor maalesef.

Eşitliliği tartışmıyorum. Kadın olmanın lüksü naiflikten vazgeçmemek gerek. Biz kadınlar kadar erkeklerin de ihtiyacı var bu naifliğe. Kendilerini güçlü hissetmek, biz kadınlar için bir şeyler yapabildiklerini hissetmek sadece onlara değil evliliğe de iyi geliyor. Edindiğimiz rolleri değiştirmek değil, geliştirmek gerek.

Yazının devamı...

Sevdiğini söyleyemeyen erkekler

Normal 0 21 false false false TR X-NONE X-NONE MicrosoftInternetExplorer4

Bizim toplumumuzda erkekler için kurallar farklıdır. Delikanlılık eğitimi küçükten başlar;

“Erkek adam ağlamaz.”

Biz de karşımızda zırıl zırıl ağlayan erkekler görmekten pek hazzetmeyiz zaten.

“Erkek dediğin korkmaz.”

Bir de “Erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır “ tarzında özlü (!) bir sözümüz var ama, boş verin çelişkiyi.

“Erkek sözünden geri dönülmez.”

Biz kadınların sözümüzden her an cayma hakkı saklı tutulmuş demek ki.

“Erkek adam pembe giymez.”

Oh, bize daha çok yakışıyor zaten.

“Erkek adam sevgisini gösterip sevdiğini şımartmaz”.

“…….”

Öbürleri tamam da, işte bu sonuncusu kadınları şaşırtıyor biraz.

Sevdiğini söyleyemeyen, sevgisini göstermek istemeyen bir çok erkek var. Sevdiği, aşık olduğu için evlenmemiş de, geçerken tesadüfen o eve girip kalmaya karar vermiş sanki. Kadınların, cevabı belli “Beni seviyor musun” sorusuna erkeklerin yanıtları yalın;

“Sevmesem evlenmezdim.”

Bu noktada kadınlar karamsarlığa kapılabiliyor. Seviyor olsa sevgisini söylerdi, demek ki sevmiyor denklemini kuruyor kafasında. Çünkü eşinin davranışlarını kendisi ile karşılaştırıyor. Kendi sevgi söylemlerine cevap alamadığı için, söylenmeyenleri hissizliğe yoruyor. Bu noktada eşinin diğer davranışlarını incelemeye davet ediyorum onu. Eşi söylemiyor belki ama kendi tarzında gösteriyor sevgisini aslında. Nasıl mı?

Örneğin, karısının başı ağrısa doktora koşturuyor onu. Sağlık konusundaki evhamından değil, sevgisinden. Alışverişe çıkınca karısının en sevdiği tatlıyı alıyor ama bazen “Canım çekti” diye açıklayıveriyor durumu. Anneler gününde karısının ne zamandır istediği şeyi hediye alıyor ama çocuklarının arkasına saklanıyor. Erkeğin görevi gibi gösterdiği bir çok şeyi, aslında karısına sevgisinden yapıyor.

Erkekler hep kadınların fazla detaycı olduğundan, her sözünden bir anlam çıkarttığından şikâyet ederler ama gel de çıkartma bu durumda. Oysa sevgi dile getirildikçe çoğalan bir duygudur. Bulaşır geçer, yüzünüze bir tebessümle yapışır. Sadece lafta kalan, davranışlara yansımayan şeyler elbette yetersiz. Ama davranışlarla anlatılanları da biraz dile dökmek lazım. Sunun her zaman önemlidir. Hediye paketleri bile bunun için yapılmaz mı?.

Evet,beyler. Sevgiyi söylemek delikanlılığa zeval vermez. Hanımlar böyle istiyor. Bunu unutmayalım.

Yazının devamı...

Eski evliliklerin gölgesi

Arkadaşım evleneli henüz birkaç ay oldu. Bu ikinci evliliği. İlk evliliğinden artık delikanlı sayılabilecek bir oğlu var. İlk eşinden boşandığında oğlu henüz bebek sayılacak yaştaymış. Belki de baba özlemi çektiğinden, annesinin evliliğini çok destekledi. Arkadaşım da gönül rahatlığıyla, yine ikinci evliliğini yapan ve ilk evliliğinden bir çocuğu olan bir beyle hayatını birleştirdi.

Normal 0 21 false false false TR X-NONE X-NONE MicrosoftInternetExplorer4

İnce eleyip sık dokuyarak aldığı evlilik kararından sonra birlikte yaşam başladı. Ancak arkadaşımın endişeleri çok derinlerdeymiş meğer. Bu defa hiç bitmesin diye başladığı evliliğinde, doğru adımları atma kaygısı öyle bir baskı oluşturmuş ki üzerinde, ilişkinin keyfini ve doğallığını yaşamak yerine kaygılar ve suni davranışlarla dolmuş hayatı.

Arkadaşım titiz ve düzenli bir kızdır. Fakat evlendi evleneli bir haller oldu kızcağıza. Elinden temizlik bezi düşmüyor desem yeri var. Evin içinde sürekli ayakta, bir o tarafı bir bu tarafı kontrol edip duruyor toz var mı diye. Onun bu tedirgin ve kendisine aşırı yüklenen hali dikkatimi çekince soruyorum. Eşinin ilk evliliğinde boşanma sebeplerinden biri buymuş meğer. Eski karısı fazla dağınık ve umursamazmış. Kariyerine odaklandığı için evle çok ilgilenmezmiş. Evin istediği ölçüde tertipli ve temiz olmayışı kocasının evlilikten vazgeçme nedenlerinden biriymiş. Benim sevgili arkadaşım da hem eşini mutlu etme adına hem de aslında altında yatan neden, evliliği bu sebeple bitmesin diye, kendine eziyet edecek hale getirmiş temizlik konusunu. Elbette eşi durumun farkında bile değil. Yeni karısının hangi kaygılarla kendini yıprattığını bilmiyor.

Konuyu anlayınca, sohbeti derinleştirme ihtiyacı hissediyorum. Arkadaşım da yeni evliliğinde bazı konularda sıkıntılı aslında. Örneğin, evlendiğinden beri onca yıldır biriktirdiği arkadaşlarıyla görüşemez olmuş. Bekârken sık sık görüştüğü, arada bir yemeğe çıktığı kızlı erkekli farklı arkadaş grupları var. Hatta onlar geçenlerde toplanmışlar ama arkadaşım gitmemiş. Aslında hepsini çok özlemiş.

Nedenini anlamak üzere sorular yağdırmaya başlıyorum. Yok, eşi de çok sosyalmiş, sık sık arkadaşlarıyla birlikte organizasyon yapıyormuş. Hatta birçoğuna birlikte katılıyorlarmış. Yok, eşi engel olmamış arkadaşımın gitmesine. Hatta haberi bile yokmuş bu buluşmadan. Anlamakta zorluk çekiyorum, sorun ne o zaman?

Sorun, arkadaşımın yüreğinde ilk evliliğinden kalan izler. İlk eşi o kadar kıskançmış ki, arkadaşımın ailesine gitmesi bile gün gelir kavga konusu olurmuş. Kadın kadına toplantılar bile sıkıntı yaratırken, hele ki kadınlı erkekli üniversite arkadaşları toplantıları. Mümkün değil.

Arkadaşım o denli yıpranmış ki zamanında bu kıskançlık kavgalarından, ister istemez şöyle bir şartlanma oluşturmuş içinde; Evliysen arkadaş yok.

Bütün bunların geçmişte kaldığını konuşuyoruz. Zaten, kıskançlık huzursuzluklarıyla hayatını sürdürmek istemediği için vakti zamanında boşanmış olduğunu hatırlatıyorum arkadaşıma. Yeni eşi son derece sosyal, gereksiz kısıtlamaları olmayan ve insan canlısı biri zaten. Eşinin tüm arkadaşlarını arkadaşı olarak kucaklamaya hazır. Arkadaşımın korkusunun aksine eşi, evliliğini kontrol değil güven üzerine kurma eğiliminde.

Arkadaşım bunları düşünüp, tedirginliklerinin yersiz olduğunu fark ediyor. Her ilişkinin olası sorunları farklı, konu başlıkları aynı olduğu zaman bile kimliklerin, geçmişte yaşananların farklılığı sebebiyle yaşanacakların da farklı olacağını kabul ediyor.

Korkularının olması çok doğal, hangimiz zaman zaman korkmuyoruz ki. Ama, korkuyu aşmanın yolu da önce güven, kendine güvenmekten geçiyor. Arkadaşıma diyorum ki, “ Kötüyü , en kötüsünü düşünelim. Bu evliliğin de yürümezse ne olur?” “Çok üzülürüm” diyor. “Ama yıkılmam elbette. Her şeyden önce, yalnız değilim. Ailem, evladım, dostlarım var. İlkinde çok gençtim Bebeğimle kalakalmıştım. O zaman atlattığımı, şimdi hayli hayli atlatırım.”

Bana söylediği bu cümlelerle aslında kendine bir şeyler anlatıyor. Korkularını bir kenara bırakıp, kendisi olmaya ve ilişkisini korkusuzca yaşamaya karar veriyor.

Yazının devamı...

Tatil,ilişkiler ve hayal kırıklıkları...

Normal 0 21 false false false TR X-NONE X-NONE MicrosoftInternetExplorer4

Tatil herkes için umut demektir. Hepimiz dinlenmek, eğlenmek ve iyi vakit geçirmek arzusuyla zamanını gözleriz tatilin. Dinlenmek beklentisinde olanlar sessiz sakin ortamlar için planlar yaparken, eğlence beklentisinde olanlar, özellikle gece hayatının daha ön planda olduğu yerleri seçerler. Ne de olsa hepimiz tatilin çok iyi geçmesini arzu ederiz ki, bir dahaki tatile kadar enerjimiz olsun.

Bir de ilişkilerinde sorun yaşayan ve tüm umutlarını tatile bağlayan çiftler vardır. Onların durumu ise bambaşka….

İlişkide sorunlar yaşanıyorsa, tatil ilaç gibi görünür. Güneşin, denizin, belki de baş başa yenecek yemeklerin ilişkiye iyi geleceği beklentisiyle gidilir tatile. Uzun zamandır kötü giden ilişkiye yeni bir nefes getirecek, onaracaktır tatil. Kumsalda el ele yapılacak uzun yürüyüşler hayal edilir. Neşeli mutlu insanların etrafta olmasının ilişkiye de neşe getirmesi beklenilir. Tatile, tatil olmasının yanı sıra anlamlar yüklenmeye başlandığında, beklentiler artar ve neredeyse ilişki için son bir deneme, son bir sınava dönüşür tatil. Beklentiler yükseldiği için bir çok çift hayal kırıklığı ile geri döner. Yarattıkları sanal sınavdan kalmış, umutlar tükenmiştir çünkü. Yanlışı nerede yaptıklarını anlayamaz, ne yapmaları gerektiğini bulamaz durumdadırlar. Akıllarına gelen tek çözüm de işe yaramamıştır.

Çünkü tatile de bavullarına sorunlarını da yerleştirerek gitmişlerdir.

Çünkü mekân değişse de onlar değişmemiştir. Aynı bakış açısını sürdürerek farklı sonuç ummak zaten baştan yanlıştır.

Çünkü aşırı beklenti içine girmişlerdir ve beklentileriyle birebir uymayan hiçbir güzelliği görememişlerdir.

Çünkü beklentilerini yükseltirken, verebileceklerini de düşünmek yerine sadece alacaklarına odaklanmışlardır.

Çünkü kendi kendilerine sınav ya da deneme olarak gördükleri bu tatil aslında başlı başına stres unsurudur. Her davranışın mercek altına alındığı bir ortam, ilişkide ancak baskı yaratır.

Oysa tatil demek “ara” demek olmalı. İlişkide yaşanan sorunlara bir mola verip, anı yaşamak, ilişkiyi de ruhları da dinlendirmek olmalı. Beklentileri yükseltmek yerine, sadece birlikte geçirilecek zaman bile yeterli olmalı, ana odaklanılmalı.

Tartışmalardan, çekişmelerden arınıp huzurlu geçirilecek vakit tek beklenti olduğunda, belki de unutulan duygular hatırlanacak, hoşluklar geri gelecektir zaten.

Sevgiler

Yazının devamı...

Eşinizi tanıyor musunuz?

Eşinizi ne kadar iyi tanıyorsunuz?

Herkesin bu konuda olumlu cevap verdiğinden eminim. Hepimiz eşimizi çok çok iyi tanıdığımıza inanırız. Birkaç senelik de evli olsak, gümüş yılı devirmiş de olsak ve hatta çiçeği burnunda nişanlı da olsak eşimizi çok iyi tanıdığımız inancıyla hareket ederiz. Ve maalesef çoğu zaman bu durum bizi yanıltır.

Bir evlilik düşünün ki yirmi beş seneyi, üç çocukla geride bırakmış. Neredeyse çocukların evlilik yaşı gelmiş. Elbette yaşanmışlıklar ve paylaşımlar çok fazla. Eşler birbirini neredeyse ezbere bilir ve bakışından anlar ne demek istediğini. Çoğu evlilik için de bu bakış açısı rutinlik getirir. Keşfedilecek bir şey kalmamış, tüm çocukluk anıları en az üçer beşer kere dinlenilmiş. Akrabalar artık birbirine karışmış. Teyzeler, halalar artık ortak olmuş. Fakat eşinizi anlatır mısınız dediğimizde, hala ilk günlerin tespitleriyle aktarılıyor her şey. Örneğin “çok çabuk sinirlenir” diyor kadın eşi için. “ Nelere çabuk sinirlenir” sorusuna verdiği cevap, neredeyse yirmi yıl öncesinden. Bakıyorsunuz adamcağız sakinleşmiş, şeker gibi olmuş. Sinir minir kalmamış. Yani çabuk sinilenir-miş.

Eşi ise yine yanılgıyla anlatıyor karısını. “Ablasına çok düşkündür. Bensiz yapar, onsuz yapamaz” diyor. Kadın hemen atlıyor, “ Ayda bir kere ancak görüyorum ablamı. Bu da çok mu” diyor. Adam düşününce hak veriyor karısına. Çocukluklardan sonra kalmamış aslında düşkünlük. Niye aklı hala eskide takılı kalmış ki?

Hadi eşinizi bir kenara bırakın, kendinizi düşünün. Siz, evlendiğiniz zaman ki siz misiniz? Yaşlar geçiyor, olgunlaşıyoruz. Dünya değişiyor, yeni şeyler öğreniyoruz. Evleniyoruz, evlilik değiştiriyor bizi. Anne ya da baba oluyoruz, inanılmaz bir tecrübe. Küçücük bir bebek sizi bambaşka bir insan yapıyor. Kendinizi yeniden keşfediyorsunuz. Meğer sabır diye bir şey varmış içinizde. Zannettiğinizden fazlaymış sevebilme kapasiteniz. Öğreniyorsunuz.

Bazen bir kitap okuyorsunuz, dünyaya bakışınız değişiyor. Tek bir film sahnesi bütün algınızı değiştiriyor. Yüksek sesli müzikle dans etmek yerine, sohbet edilebilir nağmeleri tercih ediyorsunuz. Gaz pedalına eskisi kadar gözü kara basamıyorsunuz artık, gençlikteymiş o. Eskiden sevdiğiniz tatlılar bile ağır geliyor artık. Daha hafiflere bakıyorsunuz. Çocuklar büyüdükçe yeni bir dünyaya kucak açıyorsunuz. Onların eve taşıdığı her yenilik size de öğretiyor, sizi de değiştiriyor. Geçen sene yaptığınız şeyi bu gün düşününce pişman oluyorsunuz.

Siz bile aynı kişi değilsiniz artık, öyle değil mi? Eşinizi yeniden tanımaya başlamanın vakti gelmiştir belki de.

Sevgiler

Yazının devamı...

Eşinin kalıbına girmek

Normal 0 21 false false false TR X-NONE X-NONE MicrosoftInternetExplorer4

“Biz olmak” , çok karıştırılan bir kavram. İlişkileri ve evlilikleri sürdürebilmek için “ben” bencilliğinden vazgeçmek ve “biz “olmayı öğrenmek gerek. Ancak “biz” olmaya çalışırken “ben”ler bir kenarda bırakıldığında, ortaya sağlıksız beraberlikler çıkıyor maalesef.

Etrafınızda izlemişsinizdir sanki tek yumurta ikiziymiş gibi her şeyi beraber yapmayı özellikle evliliğin mecburiyeti olarak gören çiftler vardır. Aynı saatte uyumak ve uyanmak, aynı zamanda aynı mekanda olmak, sanki mecburiyettir onlar için. Tek başlarına aile ziyaretleri, çocukluk arkadaşı bile olsa dostlarla ayrı görüşmeleri “yasaktır”. Kuralların ve yasakların arasında bir dünya kurmaya çalışırlar. Mutlu ilişkinin ilk kuralının bu olduğunu varsayarlar. Sanki evlilikten önce hiç hayatları olmamış gibi, kendi zevkleri, sevdikleri ve sevmedikleri yokmuş gibi…

Elbette ilişkiler uyum gerektirir. Bazen sırf eşimizi mutlu etmek için fedakarlıklar yapmak, canımız hiç çekmese de aile meclislerinde eşimizin yanında bulunmak, çok sıkıcı olacağından emin olsak bile iş yemeklerinde birlikte yer almak, “biz” olmanın gereklilikleridir. Ancak tüm hayatı evlilik üzerine kurmak, başka hayat yokmuş gibi davranmak, yani ömür boyu rol yapmak ve kısıtlamalarla yaşamak ne kadar sağlıklı olabilir?

Üniversite yıllarında çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Sevgilisi ile birlikte rock müzik dinleyip bira içmeye bayılırlardı. Daha sonra flört etmeye başladığı genç adam ise tam bir türkü aşığıydı. Dans etmek ağır ağabeyliğe yakışmayacağından , çilingir sofrasına türkü eşlik etsin isterdi. Bu kızcağız da birden rakı ve türkü sever oldu. Çok enteresan, bir sonraki flörtü ağzına içki sürmez, gitar çalmayı severdi. Birlikte içki içmez, gitar eşliğinde şarkı söyler oldular. Tam bir “Kaçak Gelin” hikâyesi.

Eşlerin birbirlerinin zevklerine ilgi göstermesi ve bu ilgi alanlarına dahil olması çok doğal. Hatta ilişkilere zenginlik getiren bir paylaşım. Hiç türkü dinlemezken eşiniz sayesinde güzel nağmelerle tanışmak ve hayatınıza türküyü de katmak ne güzel bir zenginliktir. Ancak bu yenilik, bireysel zevki olan müzik türlerinden vazgeçmeyi beraberinde getirdiğinde kopyalamak, kendinden vazgeçmek ve eşinin kalıbına girmekten başka bir durum değil bu.

Oysa ilişkiler yasaklarla çevrelenmeyecek kadar naiftir. En sevdiği yerde bile yasaklarla çevrili mutlu olamaz insan. “Biz” olmak zenginleşmek, paylaşmak olduğunda sevgi de mutluluk da çoğalır.

“Bir elmanın iki yarısı olmak” yanlış bir tanımlama. Neden yarımızı bırakıp gelelim ki ilişkiye? İki ayrı elma olalım, tek sepete sığalım. Daha güzel olmaz mı?

Sevgiler

Yazının devamı...

Erken büyüyen çocuklar-2

İngiltere’de 8 yaşındaki çocuğuna botoks yaptıran annenin haberini okumuşsunuzdur. Güzellik yarışmasına hazırlıyormuş çocuğunu. Özrü kabahatinden büyük lafı, böyle durumlar için söylenmiş herhalde.

Bu haber şüphesiz uç bir örnek ama etrafımızda gördüğümüz örnekler de azımsanmayacak kadar tehlikeli geliyor bana. Küçük kızların doğum günü partilerine bir göz atın yeter.

4 yaşında bir kız çocuğunun doğum günü partisine gidip, kendinizi bir genç kız partisinde hissetmeniz mümkün artık. Bebek kokusunu hala taşıyan o güzelim yavruların, ayaklarında minik topuklu ayakkabılarla yürümekte zorlandığını, yüzlerinin sim ve makyajdan parladığını, giydikleri tuvaletlerin eteklerine takılıp düşe kalka yürüdüklerini izlemek imkansız değil.

Makyajla yüzlerinin güzelliği kapanmış, annesi gibi olmaya heveslenmiş, üzerlerindeki ağır elbiselerle oyun oynamaya çalışan, erken büyüyen çocuklar onlar. Nihayetinde çocuk işte, arkadaşı oyuncağını paylaşmadığı için gözyaşları kolayca akıveriyor. Makyajı birbirine karışıyor, çok beğenerek giydiği, üzerine meyve suyu dökülen tuvaleti onu mutsuz ediyor, kirlenmesini kabul edemiyor.

Çocukların bu kadar erken büyütülmesi içimde bir yerleri acıtıyor. Çocuk masumiyetinin bu kadar erken kirletilmesi hoş gelmiyor. Artık daha sık okuduğumuz gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde, çocukların ne kadar sık kurban olarak yer aldığını hatırlayınca korkuyorum. Çocuğu hedef göstermek gibi geliyor bana bu çocuğunu çabuk büyütme hevesleri. Bir taraftan koçluk yaptığım gençleri getiriyorum aklıma. Hayatta her şeyi erken tecrübe etmiş, sanki her şeyi yaşamış tüketmiş gibi, hayata karşı amaçsız, bu genç yaşında yorgun gençleri. Erken başlayıp hızlı yorulmuşlar.

Biz lisedeyken bile, her gün saç kontrolü yapılırdı. Zaten saçımızı boyatmak mevzu bile olamazdı ya, yanı sıra saçımız usulünce toplu mu, tırnağımızda cila, yüzümüzde olur ya makyaj namına boya var mı, ona bakılırdı. Etek boyu önemliydi. Tam dizin iki parmak altında olacak, diz kapağın görünmeyecek. Genciz ya, sıkılırdık bu uygulamalardan. Gizli gizli süslenmeye çalışırdık. Ama, nefes almak ne mümkün. Okulda öğretmenler, evde anneler. Yasak! Hatta annem o kadar katıydı ki bu konuda, o zamanlar büyüdüğümüzün göstergesi zannettiğimiz jöleye ikinci sınıfın yazında, açık pembe sürüldüğü bile belli olmayan parlatıcı ruja ise lise bittiğinde izin çıkmıştı. O zamanlar bu isyanımızın nedeniydi ama şimdi bakıyorum da gençlere, biz daha masumduk sanki.

Şimdi okul formaları bile dizin bir karış üstünde. Saçı boyalı olmayan lise öğrencisi yok gibi. Eller manikürlü, yüz makyajlı. Öğretmenler kural koyamıyor, koysa önce anneler itiraz ediyor. Anne kızına yasaklasa, bütün arkadaşları süslü, çocuğun özgüveni azalıyor. Hepsi aynı, zarar gelmez diyeceksiniz belki ama bu erken büyüme olayı iç dünyalarına da yansıyor. Duygusal ilişkileri, platonik beğenmeleri çoktan aşmışlar. Cinsel ilişki kurmak hepsine önce doğal, sonra sıradan geliyor. Ve ruhları erken yaşlanıyor. Sanki hayattan emeklikleri gelmiş gibi, hepsi fazlasıyla yılgın, bıkkın. Hayatla ilgili hedefleri belirsiz. Aileleri söz geçiremedikleri, geleceklerinden endişe ettikleri yavrularına bakarken,nerede hata yaptıklarını sorup duruyorlar kendilerine. Erken verdikleri her şeyle birlikte ,hayatı da çabuk tüketmelerine sebep olduklarını anlamıyorlar.

8 yaşında aslında zavallı bir kız çocuğu, annesinin kendisi için yaptığı planlara hizmet ediyor. Canını acıtan botoks uygulamalarına güzellik uğruna katlanıyor. Bu yaşta botoks, ilerideki seneler için estetik ameliyat planları var. Ya sonra, büyüdüğünde neler yapmak isteyecek düşünmek bile istemiyorum.Ruhu bu kadar çabuk büyürken, henüz çocuk bedeni hızına yetişemeyecek. Bir yerde isyan edecek, kaybolacak. Küçük bir çocuk olamadığı gibi, genç bir kadın da olamayacak maalesef.

Not:Erken büyüyen çocuklar 1-Uzmanlar Teoride Anneler Pratikte-Net Kitap-Yeşim Varol Şen

Yazının devamı...

Baharın ilk kavgası

Normal 0 21 false false false TR X-NONE X-NONE MicrosoftInternetExplorer4

Havalar ısındı ya, hepimiz sokaklardayız. Baharı yaşamadan yaza geçmiş olmanın şaşkınlığı üzerimizde. Kiminin üzerinde askılı bluzlar, ayağında sandaletler… Kimi tedbirli montu kolunda. Ama herkes sokakta.

Gençler cıvıl cıvıl. Kalabalık gruplar halinde cafeleri kaplamışlar. Maalesef çoğunun etraf umurunda değil. Yan masada kaptırmışlar kendilerini yüksek sesle kahkahalar, birbirlerine laf atmalar. Olsun, yaz geldi ya sonunda. Bu da güzel.

Biz kendi halimizde sohbet ediyoruz, onları duymamaya çalışıyoruz. Derken bir bağrış çağrış oluyor, mecburen onlara dönüyoruz. Daha çığlıkların sebebini anlayamadan genç kızlardan biri diğerinin üzerine bir bardak kolayı boca ediveriyor. Üzerine kola dökülen genç kız, bir elinde peçete yüzünü silerken diğer eliyle üzerine kolayı boşaltanın saçlarına yapışıyor. Yanlarındaki diğer kız arkadaşları onları ayırmaya çalışırken, masadaki tek erkek olan delikanlı yüzünde şaşkın ama muzip bir ifadeyle telefona yapışıyor. Belli ki bu enteresan kavgayı canlı canlı birilerine aktarma niyetinde.

Derken kızlar fiziken ayrılıyorlar ama ağız dalaşı, masayı silmeye çalışan zavallı garsona rağmen devam ediyor. Bütün masalar bir film izler gibi kilitlenmiş durumda. Kolayı döken genç kız avazı çıktığı kadar bağırıyor. Arkadaşını, erkeğini baştan çıkartmaya çalışmakla suçluyor. Suçlanan oldukça rahat bu konuda. “Asıl o benim peşimden koşuyor” diye sıyrılmaya çalışıyor ama nafile. Erkeğe dönüp “Daha dün beni aramadın mı, sıkıldım Selin’den demedin mi? Söylesene yaa. Boşver onu, beraber takılalım demedin mi.”

Böylece adının “Selin” olduğunu öğrendiğimiz sinirli genç kız şimdi bu sinirle delikanlıyı parçalar diye tahmin ediyoruz. Ama öyle olmuyor. Ona dönmüyor bile. Kız arkadaşına bağırmaya devam ediyor. “Olabilir, erkek o.Yapar. Sen kuyruk sallarsan tabi peşinden koşacak” diyor. Zaten kıskançlığından ölüyorsun. Şimdi fırsat mı buldun” diyor. Belli ki arkadaşı da hiddetin kendisinden erkeğe döneceğini düşünerek söylemiş bu cümleleri, o da şaşırıyor. Selin sinirle devam ediyor.”Sen zaten eski boy friendimi de ayartmadın mı kızım. Onunla yattığın yetmedi, şimdi de Alpcan’a mı taktın kancanı?” Biliyordum, çocuğun adı mutlaka “Can”la biten bir şey olacaktı kesin. Kesin şimdi Alpcan müdahale eder olaya diyorum ama Alpcan’ın umurunda değil.

Selin, “yürü Alpcan” diyor. Alpcan Selin’in elini tutup yürüyor. Geride kalan genç kıza elini kulağına götürüp dudaklarıyla “ararım” diyor. Birkaç adım ilerliyorlar, bakıyoruz kalan genç kız peşlerinden koşuyor. “Selin…” diye sesleniyor. Ayak üzeri birkaç cümle konuşuyorlar. Sonra hep birlikte yürümeye devam ediyorlar.

Gözden uzaklaştıkları noktada, kafede kalan herkesin suratında onaylamaz bir bakış. Yeni neslin ne flört anlayışını ne de arkadaşlık ilişkilerini anlamlandıramayıp, herkes kendi sohbetine geri dönüyor.

Hava güzel, günün tadını çıkartmak lazım. Selin’le Alpcan bile keyiflerini bozmuyorlar. Bize ne?

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.