SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

"Cezalısın, git odana televizyon izle!"

Miner & Co şirketinin 2015 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, çocukları telefon ya da tablet yerine televizyon izlemeye zorlamak, onları disipline etmenin modern bir yolu imiş. Çünkü televizyon artık ikinci sınıf bir ekran sayılıyor. Başka bir deyişle, televizyon out, dokunmatik cihazlar in. Özellikle gençler arasında televizyon izlemek demode bir davranış olarak algılanıyor. Zaten dünyanın önde gelen içerik üreticisi firmaları da, son 2 yılda internetten video izleme oranlarının, televizyon izlemeyi geçtiğini söylüyor.

Bu araştırma bana kızımla yaşadığım diyalogları düşündürdü. Gerçekten de onu telefon ve tabletten uzaklaştırmak için, “Biraz televizyondan çizgi film izlemeye ne dersin?” derken buluyorum kendimi bazen. O da bana “Ama anneee telefonundan oyun oynamak istiyorum.” diye itiraz ediyor. Kabul etmeliyiz ki, zihinsel işleyişleri, algıları, olaylara bakışları bambaşka çalışıyor.

Ebeveynler olarak, kontrol edilemez bir hızla gelişen teknoloji çağından korkuyoruz. Çünkü neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmiyoruz. Biz çocukken böyle bir gerçeklik yoktu. O yüzden kendi deneyimlerimizden yararlanamayız. Anne/babamızdan fikir alamayız. Aile büyüklerimiz hiç referans noktası değil. Peki o zaman ne yapacağız? Sadece onlarca uzmanın, ekran bağımlılığının zararları, küçük yaşta teknolojinin yarattığı olumsuzluklar gibi söylemleri ile ne yapacağımızı bilmez bir halde çocuk büyütmeye çalışıyoruz. Bir taraftan da teknolojiden uzak kalmak ya da teknolojiyi yasaklamak gibi bir şeyin mümkün olmadığının farkındayız.

Şöyle düşünün; bizler çocukken, televizyon izlemeyi bir ceza olarak görmek gibi bir şey mümkün olabilir miydi? Böyle bir şeyi düşünmek bile saçma ve gülünç olurdu. Oysa çocuğumuz için, televizyon izlemeye yönlendirilmek bir disiplin ve cezalandırma şekli. Yani kuşaklar, kurallar, doğrular, yanlışlar değişiyor. Doğduğumuzda dünyada olan şeyi normal kabul ederiz. Çocuklarımız için teknoloji böyle. Yetişkin olduktan sonra keşfettiğimiz bir şey ise çok heyecan verici ve bilinmezdir. İşte bizim için de böyle.

Bu nedenle, teknoloji konusunda çocuklarla çatışmak, sonu gelmeyecek bir kısır döngü yaratıyor. Yapmamız gereken şey ise, onlar için çok normal/sıradan olan bu durumu kabullenmek, kendimizi bu konuda geliştirip, çocuğumuzla birlikte öğrenmek, dijital yetkinliklerimizi arttırıp, kendilerini korumalarına, teknolojinin kölesi değil, efendisi olmalarına fırsat sunmak sanırım…

Ebeveynler olarak onlara sınır koymak, belli bir yaşa kadar kararlarında destek olmak, aradaki bağı hep canlı ve sıcak tutmak, gözlerine bakıp, onları gerçekten dinlemek ve anlamaya çalışmak, her durumda sorgusuz çalacakları bir kapı olmak ise, dünün ya da bugünün değil, tüm zamanların olmazsa olmazı...

Yazının devamı...

Anne-babamla bağlanmam, tüm ilişkilerimin kaderi mi?

İstanbul Bilgi Üniversitesi Çocuk Gelişimi Bölümü tarafından düzenlenen, “Çocuk Gelişimi ve Psikopatolojisi Sempozyumu” için İstanbul’a gelen Prof. Dr. Pasco Fearon ile uzmanlık alanı olan çocuk ve anne-baba bağlanmasını konuştuk.

University College London’da Gelişim Psikopatolojisi bölümünde öğretim üyesi ve Klinik Psikoloji Doktora Eğitim Programı’nın ortak direktörü olan, Duygu ve Bağlanma Çalışmaları Derneği’ndeki (SEAS) son araştırmaları anlattı.

- Bağlanma dediğimiz şey nedir?

Bağlanma; bebeklerle anne-babaları ya da bakım verenleri arasında kurulan ilişki, duygusal olarak olumlu ve yardım edici bir ilişkinin varlığını ifade eder. İlk yıllarda özellikle anne ile kurulan bu bağ, çocuğun kişiliğinin önemli bir kısmını oluşturur. Bağlanma kuramcılarına göre süt çocukluğu döneminde güvenli ya da güvensiz bağlanma olarak belirlenir.

- Bağlanma şeklimiz sadece ebeveynlerimizle mi ilişkili ve bu değiştirilemez mi?

Bağlanma son dönemde çok popüler bir kavram haline geldi. Ancak maalesef yanlış anlaşılıyor. Aileler ne yapacaklarını, kimin tavsiyesine güvenebileceklerini bilmiyor. Bir yetişkin olarak bağlanma ilişkilerine olan yaklaşımımız hem uzak hem yakın geçmişte yaşadığımız karmaşık ilişkilerle şekilleniyor. Anne baba ile olan ilişkilerimiz bunun çok önemli bir parçasını oluştururken, diğer ilişkilerimiz ve kişiliğimizin yaşadığımız olaylara verdiği tepki de aynı şekilde büyük önem taşıyor.

- Bağlanma şeklimiz hayattaki tüm ilişki kurma biçimlerimizi etkiliyor mu?

Evet, hem çocuklarımıza anne babalık yapma şeklimizi hem de evlilik gibi yakın olduğumuz kişilerle kurduğumuz ilişkileri etkiliyor.

- Bağlanmamızda sosyal çevre mi, genetik mi daha etkin?

Bu çok önemli bir soru. Küçük yaştaki çocukların, kendilerine bakan kişilere bağlanmasında genlerin büyük etkisi olduğuna dair yeterli kanıt yok. Çocuklar için, çevre ve bakım verenin tutarlı bir şekilde ihtimam göstermesi kilit faktörü oluşturuyor. Ancak, gelişimin sonraki aşamalarında genlerin bağlanma üzerindeki etkisini tam olarak bilmiyoruz. Yapılan araştırmalardan, yaşlandıkça bağlanmamızın genlerimizden etkilenmeye başladığına dair bazı kanıtlar bulunuyor. Ergenlerdeki bağlanmanın, genlerden oldukça etkilendiğini ortaya çıkardık ki bu da gencin kişiliğinin, bu yaşta bağlanmaya dayalı ilişkilerine nasıl yaklaştığı üzerinde etki bırakmaya başladığı gerçeğini yansıtıyor.

- Mizaçla bağlanmanın bir ilişkisi var mı?

Evet var ancak bunu küçük çaplı olarak tanımlayabiliriz. Özellikle “kararsız” ve “dirençli” bağlanma türleri duygusal mizaç ile ilişkili gibi görünüyor.

“Güvenli bağlanan çocuklar daha az kaygılı”

- Bağlanma stilimi hiç tanımadığım büyük annemden almış olabilir miyim?

Evet, bağlanma özelliklerinin nesiller arasında aktarıldığına dair kanıtlar bulunuyor. Biz bu ilişkinin güçlü olduğunu öngörüyorduk ancak son araştırmamız bize gösterdi ki sandığımız gibi güçlü bir ilişki bulunmuyor. Öyleyse, büyükanneniz size ne kadar etki edebilir? Siz büyürken yaşamınızda çok yer almadıysa bu etki sınırlı olacaktır.

- Bağlanma şeklimi bilinçli olarak değiştirebilir miyim?

Bunun yanıtını gerçekten bilmiyoruz ki bu çok önemli bir soru. Konuyu iki açıdan ele alabiliriz: İlki, davranışınızı, çocuğunuzun size yönelik güvenli bir bağlanma geliştirmesini sağlamak için değiştirebilir misiniz? Bunun yanıtı, açıkça evettir. Çocuğunuzun düşüncelerine, hislerine göre kendinizi ayarlamanız ve bunlara duyarlı bir şekilde yanıt vermeniz, bunun gerçekleşmesine yardımcı oluyor. Bunu kendi kendinize yapmanız mümkün olduğu gibi bir uzman yardımı ile de yapabilirsiniz.

İkincisi; “Bağlanma deneyimlerime yönelik duygularımı ve hislerimi değiştirebilir miyim?” Bu kısım biraz daha muğlak çünkü buna yönelik çalışmalar henüz gerçekleştirilmedi. Psikoterapi çalışmaları bir yetişkinin bağlanma tarzının değişebileceğini gösteriyor ancak bu konuda daha fazla araştırmaya ihtiyacımız var.

- Bağlanma yapıları ile ruhsal bozukluklar arasında bir ilişki var mı?

Yaşamın erken aşamasında güvenli bağlanmaya sahip çocukların ileriki dönemde daha başarılı işler yürüttüğünü kanıtlamış durumdayız. Mesela, bu çocuklar saldırganlık gibi davranışsal problemleri daha az gösterirken, akranları ve öğretmenleri ile daha iyi sosyal ilişkilere sahipler. Ayrıca, güvenli bağlanan çocukların daha az kaygılı olduğunu gözlemledik.

4 tip bağlanma var

Araştırmalar, çocuklarda dört tip bağlanma tarzı olduğunu ortaya çıkardı. Bunlar “güvenli”, “kaçıngan”, “dirençli” ve “organize olamamış” bağlanma. Bağlanma davranışını gözlemlemeye yönelik araştırmada, “güvenli” olarak sınıflandırılan çocuklar, aileleri odadan çıktığında onları özlüyor, onlarla temas kurmanın yollarını arıyor ve bir araya geldiklerinde hemen sakinleşiyor. “Kaçıngan” olarak sınıflandırılan çocuklar, aileleri odadan çıktığında onları aramaya hemen başlamıyor ve aile döndüğünde temas kurmamaya eğilimliler. Bu çocuklar hislerini daha çok kendilerine yönlendiriyorlar. “Dirençli” olarak sınıflandırılan çocuklar, ailelerinden kısa süre ayrıldıklarında stres yapıyor ve bir araya geldiklerinde kolayca sakinleşmiyor. “Organize olamamış” olarak sınıflandıran çocuklar ise kaçınma, aile geri döndüğünde donma, sallanma ve korkma gibi davranışlar sergiliyor.

Yazının devamı...

“Travmayı iyileştirecek güç herkeste var”

Travmatik olayların sadece ruhsal değil, bedensel rahatsızlıklara da sebep olabildiği artık bilinen bir gerçek. Travma tedavisinde zihinle birlikte bedenle de bunu ifade etmek giderek yaygınlaşıyor. Somatik Deneyimleme- Somatic Experiencing (SE) Dr. Peter Levine tarafından geliştirilmiş, travmanın dışa vurumu konusunda referans noktası olan bir yöntem. Dünyada 20 binden fazla SE uygulayıcısı var. Somatik Deneyimleme Travma Enstitüsü’ne bağlı dünyanın her yerinden insanlarla çalışan Sonia Gomes bu yöntem hakkındaki sorularımızı yanıtladı.

Somatik Deneyimleme neden bu kadar popüler oldu?

Somatik Deneyimleme tüm travma terapilerinin belkemiğini oluşturur. Bu yaklaşım insanların travmayı yeniden müzakere etmesi ve bedende saklı duran psikobiyolojiyi ortaya çıkarması üzerine bir yaklaşım. Bedenin travma veya stres sonucu her ne oluştuysa gizleyip, bunlarla yaşamaya yönelik bir pratiği vardır. Bu yüzden de SE çok önemli bir nörobiyolojik bakış açısına sahiptir.

Bu yöntem nasıl çalışıyor?

Her organizmanın, kendini düzenleyebilme kapasitesine inanırız. Bu yüzden de travma tedavisinde, önce bedenle çalışırız. Danışanlarımızın sinir sistemlerinin düzende veya dengesiz olduğu durumları kendi bedenlerinde fark edebilmelerini sağlarız. Korku, kaygı, heyecan, öfke gibi duygular sinir sisteminin akışını bir dalga gibi etkiler. Şok veya kronik stres bu doğal düzenlemeyi, regülasyon sistemini bozar. Bir duygunun bir uyarıma yol açması sonra uyarımın azalıp sinir sisteminin normal haline dönmesi sürecinde, sinir sisteminin esnek dayanıklılık denen niteliğinin etkisi büyüktür. Sinir sistemi esnek dayanıklılık aralığında dalga gibi yükselip aşağı inerken, SE kişinin sinir sisteminin sağlıklı aralıkta nasıl işlediğini bulmaya çalışır.

Sinir sistemi esnekliği her insanda farklı mı?

Yeni doğmuş bir bebekteki esnek dayanıklılık durumu hakkında soru işaretleri hâlâ var. Bazen bir bebek, bir erişkinin bile başa çıkamayacağı, bedensel bütünlüğünü ihlal eden ameliyatlar geçirir ama bunun altından kalkar. Esnek dayanıklılığı, kişilerin zorlayıcı durumlarla başa çıkabilmesi için içlerinde barındırdıkları bir kapasite olarak düşünürüz. Bu yüzden bir insan travma yaratacak bir olayla karşılaştığında bir başkasından çok farklı karşılık verebilir.

Travma bedende nasıl gizlenir?

Travmanın bedende nasıl saklandığı hakkında hâlâ çok şey bilmiyoruz. Herkesin yapısı ve sinir sistemi kendine has olduğu için de kişiden kişiye değişiyor. Diyelim 5 yaşında bir çocuğun ebeveynleri çok otoriter. Çocuk hem stres altında hem çocukluğunu yaşayamıyor. Bir de annesinin sinir sistemi çok zayıf, hep bağırıyor. Bu çocuk iyi bir insan olarak büyüyor ama 18 yaşında baş ağrıları ortaya çıkıyor. Somatik Deneyimleme’de danışanın kendi sinir sistemini nasıl düzenleyeceğini öğrenmesini ve bedenin iyileşeceğine inanmasını sağlıyoruz. Travma ne olursa olsun, her insanın içinde doğuştan olan bir yaşam gücü vardır. Danışana “Bir şeylerin yolunda gitmediğini ilk ne zaman fark etmeye başladın?”, “Hayatının o kısmını anımsarken şu an bedeninde neler oluyor?” diye sorarız. Kişi travma sırasında yaşadıklarını, beden diliyle gösterir. Migreninin nedenini, bebekken annesinin sürekli bağırması ile bağdaştırır. Bu yöntem danışanın bu eşleşmeyi ayrıştırmasını sağlar. Danışanın bu olayı şimdi değil 20 yıl önce yaşandığını fark etmesine yardımcı olur. Kafasının içinden annesinin sesini çıkarması için yardımcı oluruz. Bu sesi alıp Jüpiter’e bile gönderebilir. Detaylı bilgi için: www.somatikdeneyimleme.com

“Her çocuk kendi ritminde yol alır”

Ailelere ne önerirsiniz?

Çocuklarınızın dünyayı keşfetmelerine olanak verin. Her çocuğun kendine özgü bir ritmi vardır. Bu ritmi fark edin ve kendi kaygılarınız yüzünden, çocukların bir gelişimsel aşamadan diğerine zorla geçmesine neden olmayın. Her çocuk biriciktir, kendi ritminde yol alır ve çocuk yetiştirirken ebeveynlerin başvurduğu kitap çocuğun ta kendisi olmalıdır.

Yazının devamı...

Anneler işte, babalar evde

Sizi gelenekselin dışına çıkma cesaretini gösteren, iki baba ile tanıştırmak istiyorum. Çocuk sahibi olduktan sonra, işten ayrılıp, tüm zamanlarını çocuklarının bakımı ve ev işleri ile geçiren babalar. Gelen tepkilere aldırış etmeden, çocuk büyütmenin ve ev işlerinin sadece annenin görevi olmadığını gösteren bu babalara bir alkış da benden…

8 yıllık evli ve 2 kız çocuk babası Özgehan Omağ mühendislik mesleğini bırakıp, evde çocuklarına bakan bir baba. Hem instagram hem de youtube’da açtığı “Enbaba” hesabı ile yaşadığı zorlukları ve çevreden aldığı tepkileri insanlarla paylaşıyor. Kanadalı eşinin, çocukları olduğunda kendisine, “Sen bakmak ister misin?” diye sorduğunu söyleyen Özgehan Omağ, “İlk başta yapamayacağımı düşündüm ama denemek istedim. Zamanla insanın kendi çocuğuna bakması kadar harika bir başka deneyim olmayacağına karar verdim. Zamanı geri alamadığımız için çocuklarımızla beraber geçireceğimiz tüm zamanlar bizim için büyük bir şans” diyor.

- Çocuk bakmak zor mu?

Benim için günün en zor zamanı sabahları uyanmak. Çalışan babaların mesaisi saat 09.00’da başlıyorsa, benim mesaim 06.30’da başlıyor ve iki çocuğun sabah enerjisi oldukça yüksek oluyor. Çocukları hazırlayıp, birini kreşe bırakıyor, diğeri ile 1-2 saat parkta dolaşıyorum. Sonra uyku ve yemek rutini başlıyor. Akşam üstü de küçük kızım ile çıkıp, büyük kızımı kreşten alıyoruz. Durum böyle olunca çocuklarına evde bakan anneleri iyi anlayabiliyorum.

- Evde her işi yapıyor musunuz?

Mutfak konusunda çok başarılı olduğum söylenemez ama çocuklarla ilgili ne gerekiyorsa hepsini yapmaya çalışıyorum. Mesela iki çocuğu aynı anda doktora götürüyorum. Bunu gördüğünde doktor bile şaşırıyor. Bir baba çocuk doğurmak ve emzirmek dışında çocuk bakımı ile ilgili her şeyi yapabilir.

“Eşit bireyler olarak yetiştirmeliyiz”

“Çocukları yetiştiren kişiler genellikle anne, anneanne, babaanne veya kadın bakıcılar oluyor. Öğretmenlerin neredeyse yüzde doksan dokuzu kadın. Örnekler az olduğu için erkeğe karşı bir önyargı ve güvensizlik durumu söz konusu. Bu güvensizliğin kırılması için de önerim çocuklarımızı erkek-kız çocuğu olarak değil de eşit bireyler olarak yetiştirmeliyiz. Çocuk kararını iki kişi veriyor. Bakım işini de iki kişi yapmalı. Bu sayede çocuk hem anneden hem de babadan bir sürü şey öğrenecektir.”

Mustafa Sevim, 2014 yılında evlenip, 2017 yılında çocuk sahibi olduktan sonra, gazetecilik mesleğini bırakıp, evinde bebeğini büyüten bir baba. Başta kendi aileleri olmak üzere, çevredeki anne ve babalardan çok tepki aldıklarını söyleyen Sevim, oğluyla arasındaki ilişkiyi gördüklerinde rahatladıklarını ifade ediyor. Hatta mutluluğunu gören bazı arkadaşlarının da ev babası olmak istediklerini anlatıyor.

- Çocuğunuza bakma fikri nasıl ortaya çıktı?

Eşimle ikimiz de çalıştığımız için, çocuğumuza bakıcının bakması gerekiyordu. Ama içimiz rahat değildi. Eşime “Bebeğimize ben bakmak istiyorum” fikrini sundum. Eşim de benim bakabileceğime inandığını söyledi. Hayatım; çocuğum ve sosyal medyadaki “gazetecibaba” profilimde yazdığım yazılar arasında geçiyor.

- Gelenekselin dışına çıkmak zor olmadı mı?

Aile bireyleri birbiriyle uyum içinde yaşadığında, genel sıkıntılardan başka sıkıntılar pek olmuyor. Hatta çocuğumla, eşimi her akşam işten geldiğinde kapıda karşılamak, mutluluk veriyor. Anne çocuğunu bir bakıcıya emanet etmektense, babasına emanet etmeyi daha değerli buluyor. Yıllarca özel sektörde çalıştıktan sonra ev işleri ve çocuk bakımıyla ilgilenmek bana çok rahatlatıcı geldi.

- Çevreden ne gibi tepkiler alıyorsunuz?

Başta kendi annem, babam olmak üzere insanlar bunu kabul etmekte zorlandılar. Fakat oğlumla ilişkimizi gördükçe, her şeyin yolunda olduğuna ikna oldular. Mutluluğumu gören kimi arkadaşlarım da ev babası olmak istediklerini söylüyorlar. Parkta çocuğum ile birlikte oynarken bize gören anne ve teyzelerin bakışları ilk başlarda şüpheli olsa da, zamanla bizi sevmeye ve bu aile yapısını hoş görmeye başladılar.

- Çocukla gününüz nasıl geçiyor?

Yemek, uyku, oyun üçgeninde geçiyor. Ev işi, aile işidir mottosunu benimseyerek, her işi birlikte yapıyoruz. Çocuğum doğduğundan beri altını da değiştirdim, uyuttum da, yemek de yedirdim. Sadece yemekleri eşim yapıyor.

“Anneler daha kaygılı, babalar daha rahat”

“Annelerin çocuk büyütme konusunda daha korumacı, babaların ise daha rahat ve özgür olduklarını görüyorum. Bir anne için çocuğunun üstünün kirlenmemesi önemliyken, baba yenisini alırız diyebiliyor. Öte yandan bez değiştirme konusunda da eşimden hızlı olduğumu söylemeliyim. Annelerin çocuğu ile arasındaki bağ ise bir babanın asla erişemeyeceği bir şey. Oğlumla her anı paylaşmamıza rağmen, annesine sarılması, bana sarılmasından çok farklı. Ben evde bebeğini büyüten bir baba olarak anne olmaya çalışmıyorum. Sadece bir baba olmaya çalışıyorum.”

Yazının devamı...

'Oyun için; açık alan, bol zaman'

Çocuk ve genç psikiyatristi Yankı Yazgan’la çocuk gelişiminde ve ebeveyn/çocuk ilişkisinde oyun oynamanın önemini konuştuk.

Psikiyatrist Yankı Yazgan, “Ailelerin çocuklarından olduğu kadar, kendilerinden de beklentisi çok yüksek. Oyunun bir uzman tarafından yazılacak reçetesi yok. İçinizdeki çocuğu çıkarın ve sıkılmaya, beklemeye sabredip, fırsat verin” diyor.

- Son yıllarda oyun konusu neden bu kadar gündemde?

Yaşamlarımızda spontanlığın oranında ciddi bir düşüş var. Okul, ek aktivite, spor gibi faaliyetleri yapabilmek için olabildiğince yapılandırılmış bir hayat sürüyoruz. Yaşam şartları bizi buna zorluyor ama ihtiyaçlar değişmiyor. Dijital hayatın ağır basmasıyla, oynanan oyunların büyük bölümü, başkalarıyla beraber oynama fırsatlarını da azalttı. Yüz yüze, göz göze etkileşim yok. Bunları dijital yollarla karşılıyoruz. Ancak dünya ne kadar değişirse değişsin, zihnimiz bu hızda bir değişiklik geçirmedi. Yakın olma, kabul görme, güvende hissetme ihtiyaçları sabit. Bu ihtiyacı en güzel karşılayan araçlardan biri de oyun. Oyun aslında yaşamın bir provası. Ama bunu karşılayamıyoruz ve bu da serbest oyuna olan ihtiyacı daha da belirginleştirdi.

- Oyun oynamanın uzun vadede hem fiziksel, hem psikolojik yararları neler?

Oyunların en önemli özelliği tek tip değil pek çok bedensel hareketi içinde barındırması. Tırmanma, inme, çekme, itme gibi hareketleri oyunla karşılıyoruz. Sadece vücudumuzun değil beynimizin de buna ihtiyacı var. Ekrandaki basketbol oyununda da el-göz koordinasyonu öğreniyoruz ama serbest oyundaki kadar çeşitlilik yok. Çok sayıda dikkat ve odaklanma sorunu yaşayan çocuk var. Serbest oyunun bu anlamda net ve iyileştirici bir etkisi var. Oyun oynayan çocukların uykuları daha düzenli oluyor. Dikkat ve konsantrasyonları yüksek oluyor. Başka birileriyle birlikte olmayı öğreniyorlar. Çözüm bulma, zihinsel esneklik, koşullara göre düşünüp, hareket edebilme, müzakere edebilme yetenekleri gelişiyor.

“Ailelerin beklentileri çok yüksek”

- Anne/babalar oyun oynamakta neden bu kadar zorlanıyor?

Oyun oynayarak “Acaba çocuğumun neyini geliştirsem?” diye düşünüyorlar. Ailelerin çocuklarından olduğu kadar, kendilerinden de çok yüksek bir beklentileri var. Oyun çok sıradan bir aktivite. Uzmanlar tarafından reçete edilen bir çerçevesi olamaz. İnsanların oyunculuğa dönmesi, eski bir alışkanlığı tekrar hatırlamak gibi. Biraz kendilerine ve çocuğa zaman tanımak, bazen oyun bulana kadar boş boş durmak gerekiyor.

Oyun her zaman eğlenceli olan bir şey değil. Eğlenmek için biraz zaman gerekiyor. Sıkılmaya tahammülü öğrenmek insan gelişiminin önemli bir adımı. Sıkılmaya tahammül edemiyorsak işimiz zor. Serbest oyunun ekolojisi açık alan, bol zaman. Bu ikisi yoksa serbest oyunu oluşturmak kolay değil. Tabii hepimizin zaman sorunu var. O nedenle kendimizi suçlamayalım. Sadece yemeğin yenmesi değil, hazırlanması ve pişmesi de sürecin bir parçası. Önceliklerimizi değiştirirsek yaparız. Bu anlamda OMO’nun, yetişkinlerin içlerindeki çocuğu açığa çıkarmaları amacıyla başlattığı kampanyaya çok önem veriyorum ve katılan ailelere teşekkür ediyorum.

“İçinizdeki çocuğa sorun”

- Yetişkinlere oyun oynayabilmeleri için ne tavsiye edersiniz?

İçimizdeki çocuk oyundan anlamıyor olabilir. İçimizdeki çocuğun yaptıklarına değil, özlediklerine ve ihtiyaçlarına bakabiliriz. Biz çocuk olsak ne arzu ederdik? Bir çok kişi geriye dönüp baktığında, boş zamanların ve anne babayla zamanların yokluğundan üzüntü duyuyor. İçimizdeki çocuk, çocukluğumuzdaki bazı eksiklikleri de daha iyi görebilecek bir çocuk. Bugünün yetişkinleri içlerindeki çocuğa, neye ihtiyacın var diye kulak versin. O zaman içlerindeki çocuk daha cesur öneriler getirebilir.

- Oyun oynayan çocuk, nasıl bir yetişkin olur?

Odaklanabilen, yaratıcı, zorluğa ve sıkılmaya tahammülü olan, sabırlı, başkalarıyla alışveriş içerisinde hareket edebilen, birileriyle oyun kurabilen, doğada olmaktan zevk alan, bedensel açıdan aktif kişiler olur. Bu insanlar daha mutlu, daha bilinçli karar alan ve sorumluluk sahibi ve hayattan maksimum doyum alan insanlar oluyorlar.

Açık alanda oynamak, evlerden daha güvenli

Ebeveynler düşecek, yaralanacak diye güvenlikten endişe ediyor ama çocukluk kazalarının çoğunluğu evlerde oluyor. Evlerimiz dışarıya göre daha güvenli değil. Ev kazaları en çok rastlanan kazalar. Bu anlamda açık alanlar daha güvenli. Modernleşme evlere kapanmayı getirdi ama bu bir yanılsama.

Yazının devamı...

Alerjinin çözümü: Geleneksel hayata dönmek

Çevremde alerjisi olmayan ve alerji testi yaptırmayan bir aile ya da çocuk neredeyse yok. Peki ama neden bu kadar yaygınlaştı ve neler yapabiliriz? ÇAAAD Başkanı Prof. Dr. Nermin Güler, alerjik hastalıkların bir salgın halinde tüm dünyaya yayıldığını söylüyor ve ekliyor: “Geleneksel yaşamda, toprağa basan, hayvanlarla büyüyen, doğal beslenen çocuklarda alerji çok az.”

Alerjiler neden bu kadar arttı?

Dünyada ve ülkemizde bütün alerjiler hızla artıyor. Astım gibi solunum yolu alerjileri son 20-30 yılda büyük bir artış gösterdi. Şimdi de en büyük problemimiz giderek artmakta olan besin alerjileri. İkinci bir alerji salgını gibi devam ediyor. Alerjilerde genlerin büyük rolü var. Ama neden bu genler şimdiye kadar suskundu da şimdi artmaya başladı. Bunun farklı nedenleri öne sürülüyor. Çok hijyenik şartlarda yaşıyoruz. Toprak mikroplarıyla ellerimiz, yüzümüz kirlenmiyor. Hayvan tezekleriyle temas etmiyoruz. Doğadan her yönüyle ayrı yaşıyoruz. İnanılmaz deterjan ve mikrop öldürücü kullanıyoruz. Enfeksiyon hastalıklarını yendik, bağırsağında parazit olan çocuklarımız azaldı. Tüm bunlar azaldıkça, alerjik hastalıkların arttığına dair hipotezler var. Dünyada en az alerji olan toplum, Alp dağlarının tepelerinde yaşayan insanlar. Hayvanlar ve doğa ile sürekli temas halindeler. Elbette hijyen koşullarını koruyarak, temiz ve sağlıklı beslenerek. Geleneksel hayatta yaşayan insanlarda alerji çok daha az görülüyor.

Bir diğer neden artan hava kirliliği, değişen iklim ve mikroplar. Paketli ve raf ömrü uzun gıdalar, ev içi hava kirliliği. Sigara, kokulu deterjanlar, deterjanları 2 bin 500 defa sulandırsanız bile etkisi hâlâ sürüyor. Özellikle metropollerde yaşayan insanlarda ciddi bir değişim var, bu da alerjileri artırıyor.

“En alerjik besinler; inek sütü, yumurta, kuruyemiş”

En çok hangi besinler alerjiye sebep oluyor?

Türkiye’de bir numarada inek sütü alerjisi var. Bunu yumurta izliyor. Sonrasındaysa buğday ve kuruyemiş alerjileri geliyor. Kuruyemişte özellikle antep fıstığı ve kaju ikilisi Türkiye’de en sık rastlanan alerjen haline geldi. İnek sütü alerjisi yeni doğan çağından itibaren karşımıza çıkıyor.

Süte alerji neden bu kadar arttı?

Doğum şekli, annenin beslenmesi, hamilelikteki yaşam tarzı, çocuğun doğar doğmaz maruz kaldığı alerjenler gibi pek çok etken var. Bebekler sezaryenle doğumda, normal doğumla olan vajina kanalındaki mikroplarla karşılaşmıyor. Bu da daha alerjik çocuklar yarattı. Çok yeni bir hipoteze göre de eğer bir bebek, bir besinle ağızdan önce deriden karşılaşırsa alerji oluşuyor.

Besin alerjisi bir bebekte nasıl ortaya çıkıyor?

Bazı bebeklerde çok hafif ama bazılarında ölümcül reaksiyona kadar varan değişik klinik tablolar oluyor. En sık bulgular deri döküntüsü, kaşıntı, egzama. Ancak bunların dışında IgE adındaki moleküle bağlı olmayan bağırsak alerjileri bazen hastayı çok ağır bir duruma da sokabiliyor. Besin alerjileri ikiye ayrılıyor: IgE’ye bağlı olanlar ve olmayanlar. Yapabildiğimiz tüm testler bu IgE’yi saptamaya yönelik. IgE’ye bağlı olmayanları tespit edebileceğimiz bir test yok. O zaman iyi bir sorgulama, çocuğu iyi gözlem, aileyle iş birliği ve bazen deneyerek, önce besini kesip, tekrar vererek tespit edebiliriz.

“Alerjinin tedavisi, alerjenden kaçmak!”

Aileler ne yapmalı?

Aileleri hatta öğretmenleri bile eğitmeliyiz. Çocuğa bakan kişi kimse uyanık olmak zorunda. Bu vakalarda aile bilinçli olursa çocuk zarar görmez. Erken tanı hayat kurtarır. Alerjinin tedavisinde temel prensip, tespit etmiş olduğun alerjenden kaç. Aileler hastalığın klinik tablosunu öğrenmeli. Bir sefer döküntü olmuş ve atlatmış olabilir ama şunu bilmeliler ki, ailelerin denetimi yetersiz olursa, aynı alerjen bir gün ölümcül reaksiyon gösterebilir. Aileler besini eve bile sokmamalı, etiket okumayı çok iyi öğrenmeliler. Eğer çocuk anafilaksi geçirdiyse, hayat kurtarıcı adrenalin kalemleri var. Türkiye’de ‘penepin’ adıyla üretildi. Acil bir durumda, hastaneye gelene kadar çocuğun uyluk kasının içine batırılıyor.

Çoklu alerjisi olan çocuklar nasıl beslenmeli?

Özellikle inek sütü gibi kıymetli besinleri alamayan çocukların büyüme ve gelişmelerinin durmaması gerekiyor. Bu çocuklar büyüme geriliği ile karşı karşıya kalıyorlar. Bu konuda aileler bilinçlendirilmeli. Protein dengeleri ve vitamin takviyeleri yapmak gerekli.

"En yaygın inek sütü alerjisi"

Türkiye’de her 17 çocuktan birinde besin alerjisi var. Son araştırmalara göre, besin alerjilerinin yüzde 58’i inek sütünden. Ancak bunların yüzde 60’ı 2 yaşına kadar, yüzde 85’i 3 yaşına kadar geçiyor. En erken başlayan ama en iyi huylu alerji, inek sütü alerjisi. Kuruyemiş, balık ve et alerjileri kolay kolay geçmiyor.

Yazının devamı...

“Önünden geçemiyorlardı şimdi örnek okul”

Andria Zafirakou, Varkey Vakfı tarafından mesleğe olağanüstü katkı sağlayan öğretmenlere verilen Global Teacher Prize ödülünü alarak, 2018 yılında dünyanın en iyi öğretmeni seçildi. Yaklaşık 150 dilin konuşulduğu Londra’daki göçmen ailelerin çocuklarının eğitim aldığı Alberton Community School’da sanat öğretmeni olan Zafirakou, “Zor koşullarda büyüyen çocuklar, sanatla kendilerini ifade edecek alan buluyorlar. Sanatta başarılı olunca, diğer dersleri ve hayata bakışları da düzeliyor” diyor.

- Dünyanın en iyi öğretmeni ödülünü nasıl kazandınız?

Aslında nasıl olduğunu ben de bilmiyorum bir arkadaşım beni aday gösterdi. 13 yıldır Londra’da göçmen ailelerin yaşadığı bir bölgede öğretmenlik yapıyorum. Şuna inanıyorum; bir öğretmenin görevi saat 15.30’da bitmez. Gecem gündüzüm okulda geçiyor. Çünkü çocukların iyi olduklarından emin olmak istiyorum. Sadece derslerinde değil, özel hayatlarında da iyiler mi ya da yemeklerini yiyorlar mı emin olmak istiyorum. Matematik ya da fen hocası değilim, sanat öğretiyorum. Bu ödül benim için olduğu kadar, sanatın önemli bir ders olduğunu göstermesi açısından da devrim niteliğinde.

- Çocuklar neden seviyor sizi?

Çünkü ben onları seviyorum. Sanırım en başta ulaşılabilir biriyim, kibar ama güçlüyüm. Onlara ilham veriyorum ama yanlış yaptıklarında da bunu onlara açıkça söylüyorum. Bir çeşit güven ilişkisi var aramızda.

- İyi bir öğretmenin öncelikli görevi ne olmalı?

Bizim işimiz onlara ilham vermek, kılavuzluk etmek ve onları beslemek. Çocuklara kendi potansiyellerini gerçekleştirmeleri için yardımcı olmak. Öğretmenlerin inanılmaz bir gücü var. Bazı öğrencilerimizin aileleri yok ve onlara anne-babalık da yapıyoruz.

- Çocuklara okul nasıl sevdirilir?

Çocukların rol modele ihtiyaçları var. Bir rol model bulamazlarsa, yapabileceklerine asla inanmazlar. Ama sosyal medya, oyunlar, teknoloji vs ilham veren ve çocukların zihnini sürekli uyaran şeyler. Geleneksel bir sınıfta çocuk sıkılıyor. Bu bir öğretmenin işi değil belki ama bir dersin hem keyifli hem ilham verici olması gerekli. Ki çocuklar dersten çıktıklarında hem hatırlasınlar hem de hissedebilsinler. Biz de onlarla birlikte öğreniyoruz. Teknoloji hayatın bir parçası ve elbette buna karşı değiliz. Fakat teknoloji öncesi ustalıklarının da gelişmesini istiyoruz.

- Yeni nesil öğretmen eğitiminin de farklılaşması gerekiyor değil mi?

Bizim gibi bölgelerde, çocuklar okula özel bir takım ihtiyaçlarla geliyor. Göç sorunu, davranış problemi gibi.. Bu nedenle sanırım en kötü öğretmen, sınıfa girip dersini anlatan ve çocukların ne istedikleriyle ilgili herhangi bir fikri olmayan öğretmendir. Tahtaya çıkıp sadece bir şey anlatmak değil, çocukların bize ne anlatmaya çalıştığına da bakmalıyız.

- Çalıştığınız okulda neler değişti?

1400 öğrencinin olduğu ve 150 dilin konuşulduğu, son derece etnik doğası olan bir okulda çalışıyorum. Öğrenciler, İngiltere’deki en fakir ailelerin bazılarından geliyor, birçoğu bir evi diğer beş aileyle paylaşıyor, çete şiddetine maruz kalıyor. Fakat onların karmaşık hayatını anlamak için çok çabaladım, dillerini öğrendim. Bugüne kadar 33 ülkenin milli eğitim bakanı ile görüştüm. Profesyonel gelişim için öğretmenleri en iyi imkanlarla donatmıyorsak çocuklarımız için tehlikeli. Bir ülkenin 20-30 yıl sonraki geleceği için mahalledeki bir okula bakın. Benim okulumun önünden geçemezlerdi. Şu anda görsel sanatlarda uzman okul statüsü kazandı ve İngiliz okulları arasında onur ödülüne layık görüldü.

“Sanatta başarılı olan, tüm derslerde başarılı olur”

“Çocuklar sanat ile inanılmaz gelişiyorlar. Ebeveynler önceliği her zaman matematik ya da fizik derslerine veriyor. Ama her çocuğun ilgi alanı farklı. Üstelik çocuklar sanatta başarılı olunca, diğer dersleri de düzeliyor. Kendilerini ifade edecek bir alan bulmuş oluyorlar.”

Yazının devamı...

‘Organic Zeka’dan ince mesajlar

Travma uzmanı Steve Hoskinson “Organic Intelligence yaklaşımında, biyolojimizin verdiği mesajları görüp, doğal iyileşmeye destek oluyoruz. Yanlışa odaklanmak yerine, pozitif pekiştirmeyi öğreniyoruz” diyor.

Organic Intelligence (Organik Zeka) yaklaşımının kurucusu Steve Hoskinson eğitim vermek için geldiği İstanbul’da sorularımızı yanıtladı. Travma terapilerinin çoğunun “yanlış olan”a odaklandığını ve önce acı hissetmeden, iyi hissetme olmayacağı inancını taşıdıklarını ifade eden Hoskinson, insan biyolojisinin, doğru koşullar altında kendini dengelemeyi bildiğini söylüyor.

- Organic İntelligence (OI) yaklaşımından bahseder misiniz?

Diyelim ki zor bir deneyim ve zor duygular yaşadım. Bunların hepsi biyolojimizden geliyorlar. Dolayısıyla organizmanın, bizi bir insan sistemi yapan şeyin ne olduğuna bakıyoruz. Hücrelerimiz iletişime geçmeyi ve birlikte çalışmayı biliyor. Buna “biyolojik senkronizasyon” diyoruz. Bir araba gibi düşünürsek, parçalar birbiriyle ne kadar ilişki halinde ise, o kadar iyi performans gösteririm. Şunu anladık ki, sistemimiz uyumdan çıktığında, organizmamız etkin çalışmak için tekrar uyuma dönmeye çalışıyor. Doğru koşullar altında biyolojimiz kendini organize ediyor.

Organic Intelligence ile biyolojinin verdiği bu ince mesajları görüp, sistemimizin düzenlenmesine destek oluyoruz. Biyolojimizin verdiği sinyalleri düzenli olarak dinlersek, zamanla sistemimiz çok daha yüksek bir koordinasyon seviyesine gelir. Ama bu sinyalleri kaçırıyoruz. Çünkü bir koşullanma var. Yanlış olana odaklanma halimiz var. Dikkatim neyin yanlış olduğuna çekilip duruyor. OI’da buna “yanlış olan ne” dikkati diyoruz.

- İyileşme için biyolojimizin sinyallerini nasıl görebiliriz?

OI’da, insanlara zaten sistemlerinde bulunan pozitif pekiştirmeye geçiş için destekte bulunuyoruz. Bu sinyaller genelde çok basit. Bazen topluluk içinde, saçımıza, kulağımıza dokunuruz, sallanırız, kalem çeviririz. Bunlar sistemimizden gelen ve yardım etme niyeti olan biyolojik mesajlar. Biz de bu dili konuşmayı öğrenmeye ve bizi yeniden normale götürecek, organize edecek mesajı almaya çalışıyoruz.

İyi hissetmek ve o iyi hissetmekten doğan bir başkalarını umursamanın da olabildiği bant genişliği var. Eğer sistemim hem duyulardan hem bedenden gelen çok fazla bilgiyi işlemek zorundaysa ve aynı zamanda dikkatim yanlış olandaysa, gergin oluyorum ve etraftan gelen bilgileri yorumlayışım buna göre değişiyor; arkamda öksüren adam boğuluyor mu, ona yardım etmeli miyim? Yani sistemim savaş-kaç moduna geçiyor. Burada yüksek yoğunluk oluyor; sistemin işleyebileceğinden fazla veri. Ve benim bant genişliğim verinin yoğunluğu ile zorlanıyor. Yeterince zorlanırsa ve ben bilgiyi işleyemezsem, o zaman sistemim girdiyi kapatmaya başlıyor ki beyin arka planda bu yoğun bilgiyi işlemeye devam edebilsin. Buna da donma tepkisi diyoruz. Çünkü sistem duyguya, harekete, konuşmaya erişimi kapatıyor. Çıldırdığımız anlar mesela; düzgün düşünemez, konuşamayız. Eğer sistemimiz etkin bir şekilde bilgiyi işliyorsa, yetişiyor.

Dışarıda olan bitene odaklanmak

- Her acı olay travma mıdır?

Travmanın gerçek nedeni biyolojik senkronizasyonun bozulmasıdır. Yoğun duygu ve düşünceler geldiği zaman, bu salınımların doğal ilişkisini bozuyor. Biyolojimiz stabil bir hal istiyor ama bunu koruyabilmek için de, “yanlış olan ne”ye kitlenmiş durumda. Biyoloji aslında travmayı umursamıyor, stabiliteyi önemsiyor ki dağılmayalım, aynı olalım ki bu yüzden değişim zordur. Bant genişliğini ve bilgi işleme kapasitesini büyütmek istiyor. Kompleks bilgiyi işleme kapasitemizi ne kadar artırırsak ilişkilerimizde, kabilemizde de o kadar iyi oluyoruz.

- Acıyla nasıl baş edebiliriz?

İnsanlar acıdan uzaklaşmaya çalışıyor ama başladıkları yere geri dönüyorlar çünkü acılarına bağımlılar. Çünkü biyolojinin stabil kalma isteğini onurlandırmadan, sistemi değiştirmeye çalışıyorlar. Aslında bu stabiliteyi korumak için kullanabilecekleri araçlar var. İlki, birçok terapinin söylediğinin tam tersi. İçeride olup bitene odaklanmayı kesip, dışarıda olan bitene odaklanmak, yani oryantasyon. İkincisi de iyi şeyleri deneyimlemek.

“Oryantasyona izin vermeliyiz”

“Oğlum küçükken, bir gün koşarken yüzünün üstüne düştü. Herkes ona yardım etmek için koştu. Ben hayır yapmayın dedim. Kafasını kaldırıp etrafa baktı, beni gördü ve sonra onu kucağıma aldım. Düşme anında, çok büyük sempatik uyarılma oluyor. Ve sonra çarpma gerçekleşiyor. Fırtına öncesi sessizlik gibi. Düşerler, sessizlik olur, sonra yaygarayı basarlar. Düştüklerinde sistem hareket, duygu ve bilişi kapatıyor. Sonra bilgi işleniyor, eşiği geçmeyecek hale gelip içeriği girdiğinde yaygarayı basıyor. Ondan önce oryantasyon oluyor. Düşüyor, sessizlik ve oryantasyon. Ben ona kafasını kaldırana kadar dokunmadım çünkü o sisteme daha fazla bilgi ekleyecekti. Seslendim, orada olduğumu söyledim. Ağlamaya başladığında onu tutuyordum zaten. Oryantasyona izin vermek çok kilit. O bilgiyi yeteri kadar alıp, işlemezse oryantasyon olmuyor.”
Daha fazla bilgi için:
www.organicintelligence.org

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.