MERCEK

Sanki bir el kalbimi sıkıyor. Saatlerdir doğru düzgün nefes alamıyorum. Bu yazıyı yazdığımda Berkin’i kaybettiğimiz haberi yeni gelmişti.
Yazdığım yazıyı attım.
Yeni yazıyı bir kaç saat erteledim.
Nafile.
Bugün nereye gitsem herkeste derin bir üzüntü ve öfke vardı. En beklemeyeceğiniz insanlarda bile ortak duygu aynıydı... Tepki verme isteği.. Sesini duyurmak... İyi ama nasıl?
Sokakta, ofiste, sosyal medyada milyonlarca kişi ‘çocukluğundan vurulan’ Berkin’in erken vedasına ağlarken...
Sahneler, gösteriler birbiri ardına ertelenir, müzikler susarken.. Ünlüler, ünsüzler birbiri ardına başsağlığı mesajı yollar, dualar ederken...
Gezi olaylarında polisin destan yazdığını söyleyerek övünen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ağzından hala bir başsağlığı mesajı çıkmamıştı. Biraz empati, biraz şefkat, bu kadar mı zor geliyor?
Üstelik... Berkin’in ölümünü protesto için sokağa inen ODTÜ’lülerden, Taksim’de eylem yapanlara kadar herkes polisin ilaçlı suyu ve gazından fazlasıyla nasibini almaya devam ediyordu.
Ekmek almaya giderken polisin attığı biber gazı fişeğiyle vurulan kara gözlü oğlanın ölümü, vicdanı olan, kalbi olan herkesi üzer. Üzmeli. İnsanların, ülkenin içinde bulunduğu halin de verdiği psikolojiyle sokağa inmek, tepkilerini haykırmak istemeleri çok normal. Bunu görmek için sosyoloji bilmeye gerek yok; duyan kulak, gören göz, en önemlisi de hisseden bir kalp yeter.
Düdüklü tencerede basınç artıyor. Basıncı boşaltacak düdükse çalışmıyor.
Toplum, muhalif sesler ve tepkiler bastırıldığı için ciddi şekilde kaynama noktasına gidiyor ama düdüklü tencereye mukayyet olması gerekenler, aksine ateşi daha da yükseltiyor.
Ne zaman anlayacaklar merak ediyorum... Tencere patladıktan sonra ortalığı toparlamak, yaraları sarmak çok daha zor olacak.
Şu ateşin altını bir kıssanız. Biraz empati. Biraz şefkat...

Haberin Devamı

OLAY

NİŞANTAŞI’NDAKİ SURİYELİLER AİLELER

Geçen yazımdaki ‘cam silici çocuk’ olayından sonra sizden çok sayıda mesaj aldım. Özellikle İstanbul Nişantaşı’ndan gelen şikayet çok. İşte okurumun başına gelenler:
"Nişantaşı zaten bir dilenci cenneti, şimdi üzerine Suriyeli aileler eklendi. Ayrıca akşam tinerciler ve kağıt toplayan bir mafya var ki evlere şenlik, kaldırımda bile yürüyemiyorsunuz.
Geçenlerde büromun tam kapısının önüne piyango bileti satan bir çocuk dadandı. En fazla 11-12 yaşında... Ben de ‘Evladım biraz yana çekilsen de içeri girebilsek’ deyince bana ‘Sen kim oluyorsun , çabuk söyle! Nerede çalışıyorsun bakayım?’ diye bir diklendi ki... Hani konuyu uzatsam, dövecek.
Suriyeliler konusuna gelince.. Geçen gün Louis Vuitton mağazasının önünde biri, eşimin alnına yumruğunu uzatıp para istedi. Bu insanlar Nişantaşı'nı nasıl bulup gelmişler? Mağazalar şikayetçi, her yaştan dilenci/haraççılar kuaför salonlarının içinde... Açık havada yemek yiyorsanız, elleri masanızda.
En inanılmazı da.. Karakol tam bu işlerin olduğu yerde... Geçen gün dayanamadım girdim, çok nazik bir memur bana ‘Bütün mahalle şikayetçi, çok haklısınız’ dedi.
‘Ee, ne yapalım o zaman’ dedim.
Cevap: ‘155'i arayın’...
Yani karakolun yetkisi yok mu?’’
Yok demek ki...

KAPILARI BİZ
Suriyeli ailelerle ilgili bir not düşmek isterim.
Ben de rastlıyorum arada bir, ellerinde pankartla kaldırımda oturmuş ailelere. Eğer komşu topraklardaki zulümden kaçıp bizim ülkemizde, gerçekten yabancı bir ülkede el açarak yaşayacak hale düşen Suriyeliler varsa, bu devletimize yakışan bir durum değil. Neticede bu insanlara topraklarımızı biz açtık.
Kamptaki şartların elverişli olmadığı malum, ama İstanbul’da dilencilik? İlgili birimler bu işe el atıp, Suriyeli konuklarımızı insani şartlar ve denetim altında misafir etmenin yolunu bulmalı. Yoksa büyük şehirlerimizde nur topu gibi yeni bir sosyal sorunumuz olur.
Haa, bu arada..
Sokakta Suriyeli sandığımız dilencilerin bir kısmı Suriyeli falan değil. Teni esmer olan, bu işi zaten profesyonelce yapan vatandaşlarımız. Bir iki kelime konuşmaya çalışınca, hemen anlaşılıyor.

Haberin Devamı