28.09.2012 - 21:10 | Son Güncellenme:
NEŞE MESUTOĞLU
nese.mesutoglu@milliyet.com.tr
“Şu İstanbul’da baklavacılar ya babamın ya benim yetiştirdiklerimizdir. Hiç olmadı, bizim yetiştirdiklerimizin yetiştirdikleridir. Başka baklavacı bulamazsın!”
* Çocukluğunuzun İstanbul’una dair aklınızda neler var?
Babamın Karaköy’deki dükkanına yakın olan bir yerde otururduk. Babam hemen oradan köprüyü geçer, işe giderdi. Baklavacılıkta gece çalışılır. Gece 1’de işbaşı yaparsınız. O saatte, hele o zamanda, araba bulmak imkansızdı. Babam giyinir, fötr şapka takar, yüzünü atkıyla sarardı. Zaman geldi, ben de aynı şeyi yaptım. Yürüyerek Galata Köprüsü’nü geçtim, Karaköy’e gittim. Eski İstanbul’u şöyle hatırlıyorum: Karaköy’de köprünün bir tarafından beyaz gömlekle gelen adam, öbür taraftan gri gömlekle çıkardı. Vapurlar kömürle çalışırdı. Ocağa bir kömür atarlar, bir bakarsın duman çıkar, o kurum olduğu gibi yere yağardı. Farkına varmazdın ama gömleğin kararırdı. “Galata Köprüsü’nden beyaz gömlekle geçilmez” diye bir espri vardı. Karşıya köprü yoktu ve tüm İstanbul’un bağlantı merkezi Karaköy’dü. Kadıköy’e, Üsküdar’a sürekli sefer vardı. Nüfus bir milyon bile değildi. 700-800 bin civarıydı.
* O zamanlar İstanbul’un pastacılık dünyası nasıldı?
1960’lı yıllarda Galatasaray Lisesi’nden Taksim’e çıkarken sağ tarafta Tilla Pastanesi vardı. Pelit’in merkezi de orasıydı. Markiz, İnci, Mabel vardı. Bunların sahipleri gayrimüslimdi. Sonra Mabel’i Salih Tatlıcı aldı. En iyi çikolatayı o yapardı. Beyoğlu’ndaydılar genelde. Bugün de var ama daha modernize şekilde... Eskiden krema elle kazanda yapılırdı, şimdi makinede yapılıyor. Pastacılıkta çok yenilik oldu. Sanat erbabının çoğu gayrimüslimdi. Biz baklava hariç her şeyi onlardan öğrendik.
* Baklava eskiden de bugünkü gibi çok tüketilir miydi?
Baklava o kadar kötü yapılıyordu ki babam İstanbul’a ilk geldiğinde millet baklavadan tiksinmişti. Şamlılar diye bir firma, normalde atılması gereken tulumbanın kaynayan yağından baklava yaparmış o zamanlar. Kimse baklava yemezmiş doğal olarak. Ne zamanki 1949’da babam gelmiş; Urfa yağından, ağzına attığında eriyen, mideni yakmayan, düzgün baklava yapmış; millet onu yiyince baklavanın ne olduğunu anlamış. İstanbulluya baklavayı öğreten babamdır.
* Daha önce İstanbullu baklavayı tanımamış mı yani?
1930’larda Antep’te tahta kutuların içine dizerlermiş baklavayı. Onun içinde, İstanbul’a kuru olarak gelirmiş. Her şeyi hazır... En makbul hediyelerden biriymiş. 1949’da babam baklava gibi baklava yapmaya başlamış. Hatta bununla ilgili babamın bir anısı vardır. Bir gün müşteri geliyor, eşi mümkün değil, baklava yemek istemiyor. Babam ısrarcı. “Allah rızası için, bu zehir değil, kocan yiyor. Midesi de bulanmıyor. Bir ısırık al, beğenmezsen tükür. Ben ustayım, ben sanatkârım, yemezsen bunu hakaret sayarım” diyor ve zorla yediriyor. Ki babam utanırdı, kadınlarla konuşamazdı bile. Neyse kadın yiyor baklavayı, sonra “Allah Allah, bu ne biçim şey, benim yediğim baklava başkaydı” diyor. Sonra tabağı bitiriyor. Böyle böyle müşteriye baklavayı öğretmiş babam.