19.03.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:
KİTAPTAN ALINTILAR "Zamanın ileri gelenleri" ne demekti? Başından beri tarihçi olmaya karar vermiş bir öğrenci olarak tarih öğretmenleriyle aranız nasıldı? Açıkçası... O tarih öğretmenlerinin içinde beni empresyone edeni (etkileyeni) çok olmadı. Öylelerine rastlamadım. Hiçbir zaman tanınmış birinin talebesi olmadım. Zaten tanınmışlar da lisede ne kadar iyi hocaydı onu da bilmiyorum. Lisede ben tarih kitabı okumazdım. Onu söyleyeyim. Hatta nefret ederdim. Gayet pis bir baskı, palavra laflar, "zamanın ileri gelenleri" gibi geri zekâlı terimler... Oysa biz o sırada "zamanın ileri gelenleri" diye "çok flört eden kız ve oğlanlara" derdik. Mesela, biri, "Ha o mu" der, "zamanın ileri gelenlerinden ve gidenlerindendi." Ya lise tarih kitaplarıyla aranız? Öğrenciyken yurtta Troçki, Stalin falan üstüne kitaplar açar okurum... Sonra çay içmek için odadan çıkar giderim. Masada bıraktın mı kitapları, gitti kitap. Üstelik tam da en meraklı yerinde kaybedersin kitabı... Sonra, dediler, "Bunları Cengiz Çandar alıp yırtıyor." Beykardeş o zaman Ortodoks... Demek ki, Troçkistlere çok kızıyormuş. Benim okuduğum kitaba sansür koyuyor. "Cengiz Çandar kitaplarımı yırtıyormuş" Dil Tarih'e yönelik ilk tahrip edici hareket, önce 1947'de "CHP'nin üç mebusu" ile birlikte bir "kalabalığın" yaptığı baskınla gerçekleştiriliyor. Baskın sırasında rektör orada. Belli ki, "Biz buraya layık değiliz. Birisi fantezi diye böyle bir yer kurmuş ama bize bu kadarı yaramaz. Biz hele şöyle bir Üçüncü Dünya'ya çekilelim" türünden bir anlayışla yapılmış bir saldırı bu... Düşünün ki, baskın yapan o kalabalığın içinde "üç mebus" var, böyle bir rezillik olabilir mi? Birisi Fahri Kurtuluş, birisi Behçet Kemal Çağlar (kendi söyledi zaten)... Üçüncüsünü hatırlamıyorum. Yazılmadı da bu çok. Tarık Zafer Hoca yazdı sadece... O baskının ertesinde oranın "ayıklanması" başlıyor. Almanya'dan gelen hocalar bir bir gidiyor... Landsberger, Wolfram Eberhard, Güterborg, Ruben gidiyor. "Dil Tarih'i önce CHP'liler tahrip etti" (Viyana'da) bir Katolik yurdunda (kendime ait bir odada) kalıyordum. Çok ucuz ve hoştu... O yurdun civarında bir kafe var. İsmini bile hatırlamıyorum. Herkes buraya, "dullar kahvesi" der. Bir sürü ihtiyar kadın ve adamlar gelir, bir de ben giderim. Orada ahbap olurum, masadan masaya laf atarım. Bir kahve ısmarlar ya da çikolata ikram ederim, ahbaplık koyulaşır. Konuşurlar. Oral history (sözlü tarih) yaparım. Ben 70'li yıllarda orada böyle çok şey öğrendim. Yetmiş-seksen yaşında bir sürü insan vardı. Bunlar imparatorluğu ya görmüşler ya da duymuşlar. Mesela, hiç literatürde okumadığım şeyler anlatırlardı: Arşidük Rudolf kafayı çekmiş Hotel Sachar'da, çırılçıplak kılıcını kuşanıp dışarı çıkmış. Böyle bir skandal yaşanmış. Bunlar o yıllarda neşredilmiyordu, daha sonra başlandı neşredilmeye... Biz bu bilgileri "dedikodu metoduyla" toplamaya başladık. Arşidük sarhoş ve çırılçıplak Biz Türkler "filoloji" bilmeyiz ve "müzik" de bilmeyiz. Bu çok açık iki unsurdur. Bir yığın adam, filoloji ve müzik bilmedikleri için "mantık" falan gibi şeylere de çok meraklı değildir. Onun için "felsefe olmaz bizde" derler. Ciddi felsefe yapacaksan, önce teknik donanımın olacak, bu olmadan olmaz. "Umumi filolojik donanımın olmayışı" Türkiye'de ciddi bir eksiklik yaratmıştır. Yeni yeni başlıyor galiba gençler, o makus talihi değiştiriyorlar.Türk kökenlilerin dünyayı "ezbere öğrenme" merakı var. "Alaylı usulü topografi" denir ona... Sultan Hamid devrinin alaylı paşaları içinde o kadar iyi ezbere topografi bilenler var ki... Hakikaten adamlardan haritayı bilmeleri istenmiyor. Türkler ne bilmez? Tamamen inzivadaydı Bülent Ecevit. Kitabımı gönderdim. Eksik olmasın kabul etti. Politika teklif etti. Fakat ben kabul etmedim bunu. Sempatim var adama. Bazı özelliklerini hâlâ severim ama ben politikayla uğraşmam. Gideceğim, parti meclisinde oturacağım, yok bilmem ne yapacağım... Bunlar bana göre vakit kaybı. Ama bana göre, politika bir meslektir, bir iştir. Ciddi bir iştir. Ben de o işi yapmam. Üniversite hocasının meşgulü, politikaya iltifat etmez. Ecevit'ten politika teklifi Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya gibi "müttefik tutmayı bilmeyen" bir memleketle harbe girdik. Bir felakettir bu. Osmanlı ordusu modernize edilmişti. Enver Paşa ve arkadaşları, paniğe kapılmadan savaşa girmeseydi; bize kimse saldıramazdı. Harbeden devletlere -ki onlar çok güçlü olmaz zaten- karşı harbe girmeme konusunda direnirdik. Kimse gidip de Boğaz'ı falan işgal edip bölüşmeye kolayına girişemezdi. Enver Paşa ve kliği Türkiye'yi tanımadı ve Türkiye'ye güvenemedi... Ve bizi illa birinin yanında harbe soktular. Israrla Almancılık yapmış değiller aslında. (Haklarını yemeyelim.) Önce İtilaf Devletleri'ni denediler. Orduda Mustafa Kemal gibi "barış taraftarı" olanlar da vardı. Enver'in yerine mesela Mustafa Kemal geçmiş olsaydı, muhtemelen biz Birinci Dünya Harbi'ne girmezdik... İmparatorluk da parçalanmazdı. En azından İkinci Cihan Harbi'ne kadar kalırdı ve başka türlü parçalanırdı. Bugünkü Arapların da, bizim de lehimize olurdu bu. Ama "böyle olsaydı" gibi metotlarla tarih yazılmadığı da bir gerçek. "Mustafa Kemal olsaydı I. Dünya Savaşı'na girmezdik" (İlber Ortaylı'nın annesi ya da babası olsaydım) Vallahi bilmiyorum. Bizimkiler gibi yapmazdım. Bizimkiler iyi bir tahsilimiz olması için gayret ettiler. Ama rahat edeceğimiz mal mülk kalmadı. Hayatta vazifelerini fazlasıyla yapmaya gayret eden adamlardı ancak durumu tam kavrıyorlar mıydı bilmiyorum. Bizim ailede bizim kuşak, öbür kuşağın kendisine verdiğine "fazlasıyla cevap" vermiştir, onu biliyorum evet. "Rahat edeceğimiz mal kalmadı" "Babamın karyolasını çekiştiriyorlar" İki buçuk-üç yaşında... Daha doğar doğmaz farklı lisanlar duymak, beni şaşırtmış olmalı. Söyleneni anlıyorum çünkü...(...) Ne zaman konuştunuz? Anadilimiz Türkçedir. Fakat demek ki bir "şaşırma" olmuş... Hatta o kadar ki, "Bu güzel çocuk dilsiz olacak, vah vah vah..." diyenler de çıkmış. Annem doktora götürmeye kalkmış. Fakat bir gün bir süpürge mi ne arıyormuş evin içinde, ben bulup getirmişim badi badi... "Ha tamam" demişler, "anlıyor..." Süpürgeyi öğrenmişiz demek ki... Sonra şöyle durumlar da oldu: "Kravat" Rusça "kerevet"ten gelir. "Karyola" demektir. Bizim "kerevet" dediğimiz şeyi ise, Ruslar karavat diye yazar, "kravat" diye okurlar. Bildiğimiz kravata ise Ruslar galstuh der. Almancadan gelir. Halstuch'dan... Şimdi ben bir yandan da "boyun bağı" için "kravat" dendiğini duyuyorum. Öte yandan annemin karyolaya "kravat" dediğini biliyorum. "Anadiliniz neydi?" diye de sormamız gerek belki de... Eh kafam karıştı tabii... Evde ikiz kardeşlerim, bir gün babamın kravatını çekiştiriyorlar. Ben de "Anne, bu ikizler babamın karyolasını çekiştiriyorlar" diyorum. Şikâyet ediyorum... Böyle lisan bozuklukları oluyor. Kafanız karıştı... Nilgün Uysal 40 saatlik kayıt, sayısız buluşma... Şahsi bir tanışıklığımız yoktu. Ama ben onu tanıyor ve takip ediyordum; yazılarından, kitaplarından ve televizyondan... Merakımın bir başka nedeni de Kırım kökenli oluşu. Çünkü benim babamın ataları da Kırımlı. Bu söyleşileri yapmadan İlber Ortaylı'yı tanır mıydınız? Onu tanıyanlarla konuşarak işe başladım. Kız kardeşi, kızı, eski öğrencileri, üniversiteden arkadaşları... Önce bilgi topladım. Okudum da... Hakan Kaynar'ın İlber hoca üstüne yazdığı mastır tezini özellikle vurgulamalıyım. Hazırlık süreci nasıl geçti? Ortaylı'yı tanıyan kimselerle konuştunuz mu? Bir yıldan çok sürmez diye düşünüyordum. Nitekim, dokuzuncu ayda kitabın ilk çatısı ortaya çıkmıştı. Ama bu etaptan sonra sayısız engel çıktı. İlber hoca İstanbul'dan Ankara'ya gitti. Sonra rahatsızlandı. Bir operasyon geçirmesi gerekti. Ben rahatsızlandım. Falan filan... Sonuçta üç yıllık bir süreçten geçtik. Kitabı oluşturmanız ne kadar sürdü? Daha çok Galatasaray Üniversitesi'nde... Bazı kafetaryalarda ya da muhallebicilerde buluşmamız da az değil. Örneğin The Marmara'da... Saray Muhallebicisi'nin çeşitli şubelerinde... Beşiktaş'taki çay bahçelerinde.. Ev davetlerinde... Söyleşiler için nerelerde buluştunuz? Çoook. Kaç kez buluştunuz? 40 saati aşkındır... Elinizde kaç saatlik teyp kaydı var? Yüksek sesle tartıştığımızı hatırlamıyorum. En azından ben sesimi yükseltmedim hiç... Ama böyle bir çalışmada, saydığınız bütün o duygu durumlarını yaşamak belki de Allah'ın emri. Eğlenmeye gelince... Kitabın adını bulduğumuz Saray Muhallebicisi'nde nihayet eğlenebildiğimizi hatırlıyorum. Arada tartıştığınız, gerginlik yaşadığınız ya da çok eğlendiğiniz zamanlar oldu mu?