Pazar “Sanatçının gücü, orantısız güçtür”

“Sanatçının gücü, orantısız güçtür”

11.08.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:

“Sofrada Baş Başa”nın konukları Nebil Özgentürk ve Kubat

“Sanatçının gücü, orantısız güçtür”

Sofrada Baş Başa gibi benim çok beğenerek takip ettiğim bu bölümde, beraber vakit geçirmekten mutluluk duyduğum, beyin fırtınası yapabileceğim, yaşanmışlıkları olan Kubat’la birlikte olmak istedim. 16 yıllık bir dostluğumuz var, ikimiz de birbirimizin hikayelerini biliyoruz kısmen. Ama bu yemekte babasının çok güzel besteler yaptığını öğrendim. Yine bugün ilk defa annesinin ve babasının ayrı kültürlerden, kökenlerden beslenip güzel bir harmoni yarattığını öğrendim. Bir Âşık Veysel çocuğu olan Kubat’la çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Haberin Devamı

Kubat: Az önce bir telefon geldi sana, ne diyorlar abi Antalya Film Festivali’nin belgeseliyle ilgili bir konu mu?
Nebil Özgentürk: Şimdi beni sinirlendirdiler (gülüyor). 15-20 gün önce bir festival süreci başladı bizim için. Antalya Film Festivali’nin 50. Yıl belgeselini yapıyoruz. Ekimin ortalarına kadar sürecek ve ekimin 5’inde de
ilk gösterimi yapılacak, kanallarda yayınlanacak. Ben de 15 gün önce başladım çekimlere ve hâlâ devam ediyoruz. Çok değerli oyuncularla çekim yapacağız.
Kubat: Ama bu 50’inci yıl olacağı için başka bir şey olacak galiba? Bir de Nebil Özgentürk imzası olacak. Peki belgeselle ilgili ortaya atılan iddialar nedir?
Nebil Ö.: Kara haberler, polemik haberler verme meraklısıyız. Sadece birkaç çekim yaptık Kubatçığım, yolun başındayız. Daha çok uzun bir yolculuktur belgesel bence, 2.5 aydan önce bitmez. Fakat beni gazeteci bir arkadaş arayıp diyor ki “Siz falanca belediye başkanıyla görüşmemişsiniz”.
Ya kardeşim “henüz doğmamış çocuğa gömlek biçmek” diye bir laf vardır, onun gibi bir şey yani. Daha çekimler başlamadı doğru düzgün. Bir art niyet arama durumu hissettim ve çocuğa değil de ona bunu sorduranlara kızdım. Sen de
onun üzerine geldin.
Kubat: Abi sen çok haklısın ama sen biliyorsun hep böyle yapıcı bir tarafım vardır ya, hani senin küçük kardeşin... Şimdi 50’nci yılı diyorsun Antalya Film Festivali’nin, çok önemli bir şey ve bütün bu organizasyonu aslında sen yapıyorsun ve belgeselini de sen hazırlıyorsun.

“İnsan, sevdiği işi yapmalı”
Nebil Ö.: Ben yardımcı oluyorum, önerilerde bulunuyorum. Benim asıl işim belgesel çekmek. Belgeseli de çok iyi yapmak istiyoruz. Ben sinema meraklısıyım, sinema âşığı bir adamım. Bu işin bana önerilmesi çok hoşuma gitti. Düşünsene 1963 yılında başlayan
bir festival, arka arkaya filmler, 60’lı,
70’li yılların o sinema atmosferi, 80’li yıllarda bu ülkenin toplumsal sorunlarını anlatan filmler, Yılmaz Güney’ler, Türkan Şoray’lar, yönetmenler... Ben üreteni, beste yapanı, şiir yazanı, edebiyat yapanı, iyi bir yazarı, iyi bir sinemacıyı, iyi resim yapan ressamı hep sevdim. Onların özel dünyalarını değil de eserlerini, eserlerinin başına gelenleri anlatmak istedim. Hayatını anlattığımız, belgeselini yaptığımız insanlar boş bulunup üç kelime fazla mı ettiler? Onu korumak adına ben o üç kelimeyi atardım, yok ederdim. Ben hep aslında şeytanın avukatlığını yapmak istedim. Ama
şu anda benim başıma da aynısı geldi. Antalya Film Festivali’nin bırak yazısını araştırması bile başlamadan bir olumsuzluk aranıyor ya, “Sen şu belediye başkanıyla neden görüşmüyorsun?” diye bir soru geliyor ya bana, ben hiç bunları yapmadım. Ben olsam, Antalya Film Festivali belgeseli yapacak olan adama şunu sorardım “Ya ne güzel 50 yıllık bir sanatı anlatacaksınız, Sadri Alışıklar da olacak değil mi?”, “Hulusi Kentmen’i de alacak mısınız?” derdim ben. Çünkü belgesel demek, bütün geçmişini, tarihini anlatmak demektir. Daha iyi film yapılsın diye, daha iyi müzikler yapılsın diye, daha iyi sonuçlar olsun diye...
Kubat: Biz klip çekerken şöyle bir tabir var aramızda “Bir Yudum İnsan tadında olsun kardeşim” diyoruz yönetmene mesela. Yani böyle bir kalite kattın sen, bu nasıl bir şeydir?
Nebil Ö.: Rahmetli babama borçluyum bunu biraz. Babam okuduklarını bize anlatan bir adamdı. Akşamları tarih anlatırdı bize, biz de bütün kardeşlerimle babamın anlattıklarını dinleyerek büyüdük. Galiba iyi anlatıcı bir babanın oğlu olarak iyi anlatmak istedim ben de hikayeleri ve belgeselleri. Belki de oradan kaynaklıdır. Bir de hakikaten sevdiğim işi yapıyorum ben. Yıllardır “Hayatıma gidiyorum, işime değil” dedim hep. Buradan yeni kuşak arkadaşlarımıza bir cümle bırakacaksak eğer “İnsan hakikaten sevdiği işi yapmalı, sevdiği okula gitmeli” diyorum. Ben sevdiğim işi, kısmet olanı yapıyorum.
Kubat: Ben de çok sevdiğim işi yapıyorum. Sen de bir sanatçısın abi.
Nebil Ö.: Bir sanatçının gücü çok güzel bir güçtür, orantısız bir güçtür yani. Sanatçıya orantısız güç hakkı verilmesi gerekir. O sahnede yüz binlerce insana coşku veren o adam... Bu bazen Roger Waters’dır bazen James Brown’dur, bazen Sezen Aksu’dur, Mahzuni Şerif, Zülfü Livaneli veya Neşet Ertaş’dır.
Kubat: Sanatçı nedir? Gerçekten de sanki yaradanın özgürlük elçileri gibi ve farkındalık aşılayan insanlardır sanatçılar. Yani bütün duvarlarını yıkman için büyük sebepler o şarkılarla, o sözlerle söylenmiş. Shakespeare’in güzel bir lafı var
“Bir milletin halk türkülerini, şarkılarını yapanlar o milletin kanunlarını yapanlardan daha güçlüdür” diyor.
Nebil Ö.: Ahmet Erhan’ı kaybettik, üç şiiri şarkı yapılmış. Ahmet Erhan sence ölümsüz müdür?
Kubat: Ölümsüzdür.

“Aynı hikayelere heyecan duyuyoruz seninle”
Kubat: Biz en son Bodrum’da bir araya geldik seninle. Benim için yaz demek, Bodrum’da Balıkçı Sait’in balığını yemek demek, ama Nebil abimle lütfen.
Nebil Ö.: Biz hemen hemen aynı adamları, kadınları seviyoruz.
Aşk anlamında söylemiyorum.
Kubat: Yengem duymasın (Gülüyorlar)
Nebil Ö.: Aynı hikayelere heyecan duyuyoruz seninle. Mesela Sait Ağabey’in hikayesi... Bodrumda muhteşem bir restoranın sahibidir kendisi. Balıkçı Sait, bir Mevlana torunudur ve bir edebiyat öğretmeninin oğludur. Yıllarca İsveç’te yaşamış. Biz aynı hikayeleri seviyoruz dedik ya... Onu niye seviyoruz biliyor musun? Onun çok tirajik bir hikayesi var. O İsveç’te yaşarken 18 yaşındaki oğlu, çıkan bir yangında insanları kurtarıyor. Son kişiyi kurtarırken kendisi ölüyor.
O kurtarılan çocuklar, Sait abinin ölen çocuğunun anısına yıllar sonra Bodrum’da bir restoran açan Sait Ağabey’e saygıdan, ölen çocuğun ölüm
yıl dönümünde gelirler ve gün batımında Sait abinin ölen oğlu için kadeh kaldırırlar.

Haberin Devamı

“Nazım Hikmet’in hayatını televizyon dizisi yapmak istiyorum”

Haberin Devamı

Nebil Ö.: Benim hayalim Nazım Hikmet’in hayatını televizyon dizisi olarak bütün evlere sokmak. Onun hayatındaki macera, aşk, onun hayatına bir anlamda yapılan zalimlik hiç kimsenin hayatına yapılmamış gibi geliyor bana. Rengarenk ve acılı bir hayatı var. Böylesine dizi izlemeyi seven bir topluma Nazım’ın 63 yıllık hayatını göstermeye vesile olmak istiyorum. İki bölüm senaryosu zaten yazıldı. Diziler çok zor hazırlanan, sunulan ve çok zor kotarılan işlerdir, hep televizyoncular alıştıkları dizi yapımcılarıyla uğraşırlar. Ben kendi dizimin yapımcısı olmak istemem. Ama burada bir dizi yapımcısını Nazım’ın hayatına ikna edeceğimi hayal ediyorum.

Haberin Devamı

“Ben öldükten sonra ‘İyi adamdı’ desinler”

Haberin Devamı

Kubat: Röportajlarının birçoğunda kendine sakladığın birtakım şeyler mutlaka vardır. Merak ediyorum, “Artık üzerinden 20 yıl geçti ya insanların bunu bilmesinde bir sakınca yok” dediğin, özel bir şey var mı? Varsa da kiminle ilgili? Ülkeler bile
50 yılda bir açığa çıkarıyor bütün gizli dosyalarını...
Nebil Ö.: Zaten o gün anlatmadıysam bence anlatmamalıyım diye anlatmamışımdır. Ben öldükten sonra da “İyi adamdı” desinler istiyorum. Doğru düzgün sır da bildiğim yok yanlış anlama sanki herkes bana sırlarını vermiş gibi, benim gözümün önünde biraz mahrem sayılacak hoş bir şeyler yaşanmıştır, onu ben belgesele almamışsam, yazıya koymamışsam, 40 yıl sonra koymamın
o gün koymamamdan bir farkı yok...

“Topluma mesaj veren besteler yapacağım, hissediyorum”

Kubat: Enteresan bir çağa giriyorum, hissediyorum, bu bir birikim. Sanırım 40-50 yaş arasında topluma mesaj veren çok güzel besteler yapacağım, hissediyorum. Bu 40 bugün dilime çok dolandı böyle, ama gerçekten herhalde 40’tan sonra böyle bir şeyler patlayacak bende, acayip şeyler yapacağım diye düşünüyorum beste olarak. Yeni sözler yazacağım, besteler yapacağım ve umut ediyorum ki bu besteler içinde Anadolu tınılarını ve çok sesliliği barındıracak.

“Yaşım 40’a geldi, evlensem mi?”

Kubat: Arım bebek nasıl, iyi mi?
Nebil Ö.: Çok iyi.
Kubat: Arım bebek daha iki saatlikti biliyorsun, Sunay Akın’la aramızda horon tepti. Ona çok ayrı bir sevgimiz var. Kardeş bekliyor muyuz ya da ben evleneyim mi, ne yapayım? Senden bugün biraz özel tüyolar almam lazım evliliğe dair. Yaşım 40’a geldi, bir yılım kaldı ağabey ne olur bana ne yapmam gerektiğini söyle.
Nebil Ö.: Ben 50 yaşımdan sonra
bir kez daha evlendim ve dünyalar güzeli bir bebeğim oldu. Ne kadar muhteşem olduğunu görüyorum iki yıldır. Önceki evliliğimden ikizlerim var. Onları ne yazık ki çok fazla yaşayamadığımı söylüyorum, dünyaları yaşıyoruz ama,
o zamanlar “hadi şu yazıyı yazayım, hadi şu davete gideyim” durumundaydım.
Kubat: Kaç yaşındaydın ikizler olduğunda?
Nebil Ö.: 24 yaşımdaydım ya, şu anda onlar da 24 yaşında. Çocuk yaşlarda evlenince insanlar hakikaten demlenmiyor.

“Üremenin vakti geldi, farkındalık çağındayız”
Kubat: Ben doğru yaşta mıyım? 39’um, 40’ta evlenmeyi düşünüyorum, evleneyim mi?
Nebil Ö.: Sen tam doğru yaştasın. İki gün önce seninle ilgili bir haber gördüm gazetede, “Kubat evleneceği hanım arkadaşıyla Bodrum’da” diye...
Kubat: Ya böyle şeylere de özellikle dikkat ederim biliyorsun ama çekmişler... Tamam var öyle bir adayımız, o adayla çekmişler zaten
ama adayla göz önünde olmam yani.
40 olmadan da olmaz.
Nebil Ö.: Seçim aşamasını geçmiş, genel oylamadan da geçmiş, genel başkan karar vermiş, aday olmuş. (Gülüyor) Aday adayı değil yani, aday olmuş. Gazete haberine ihtiyacı yok.
Kubat: Sadece süreci bekliyoruz, seçim süreci var.
Nebil Ö.: Kubat’ın türkülerini dinleyen on binlerce insana sorulacak değil ya. Ona sen karar vereceksin artık.
Kubat: 10 yıl önce olsaydı “Yapsam mı, yapmasam mı?” diye düşünürdüm çok. O yaşları geçtik. Şimdi Arım bebeğe, senle olan aşkına bakıyorum, eşinle olan ilişkinize bakıyorum, müthiş bir şey. Dolayısıyla artık üremenin de vakti geldi, farkındalık çağının tam merkezindeyiz.
Nebil Ö.: Cem (Yılmaz) yırttı, birkaç arkadaşımız daha yırttı. Cem filmini erteledi Kemal’e daha çok emek versin diye çünkü bir bebeğin bence en güzel zamanı 1-3 yaş arası, bunu bilim adamları söylüyor. Bu yaşlar arasında “agu”dan babaya, babadan valeye...
Kubat: Vale mi?
Nebil Ö.: Valeyle çok muhatap olduğumuz için... (Gülüyor) Yemin ediyorum geçenlerde bir restorana gittik, “Vale burada mı?” diye sordum gayrı ihtiyari, arkadan bir ses “Vale! Vale!” dedi. Yani şakayla karışık çocuğun bütün bu anlarını, bütün
bu gülümsemelerini, uykularını, uykusuzluklarını yaşıyorsun ya,
10 yaşındaki çocukta yaşamadığın şeylerdir bunlar. O yüzden dedim ya ben ikizlerime daha az vakit ayırmak durumunda kalmıştım diye. Şimdi adım adım daha çok zaman ayırıyorum bebeğimize. Mesela ben normalde
üç günde yapmam gereken bir seyahati 1.5 güne indiriyorum Arım’a çabuk kavuşmak için. Sana tavsiyemiz bütün bu güzel türkülerden, konserlerden, albümlerden fırsatın kaldığı an, önündeki güzel hayata odaklanman...
Kubat:Benim hayatım nasıl bir mozaik abi?
Nebil Ö.: Kubatcığım sen de çok özel bir hikayeye sahipsin. Kalabalık bir ailede büyümüşsün. Bizim gibi kalabalık ailelerde büyüyenler bence içinde hırs olan, iyi bir şey yapma isteği de olan
ve bu ülkeye, bu hayata bir şey bırakma eğilimi olan bir karaktere sahip oluyor. Belçika sokaklarında büyümüş, orada ailesinin, babasının, dedesinin sazıyla sözüyle heykel gibi işlenmiş bir adamsın. İkimizin de hikayelerinde ortak yönler var. Bir yanımızda da, övünmekse övünmek ama söyleyeyim, Anadolu terbiyesi var. Diyorsun ya “Ya ben mülayim bir adamım, sakinleştirmem lazım”, işte bu Anadolu terbiyesidir. İnsanlara zaman zaman kızabiliriz ama yine de gönlünü almaya çalışırız biz. Anadolu’nun genel ahlakı bence bu. Ama zaman zaman bozuyorlar.
Kubat: Maalesef öyle.
Nebil Ö.: Yani türküler kadar temiz kalsa harika olur her şey. Senin o temiz, güzel türkülerin kadar... En büyük terbiye babanın verdiği terbiye değil mi?
Kubat: Kesinlikle. Babamın söylediği türkülerle büyüdüm, çok da güzel bağlama çalardı. Kendi besteleri de vardı babamın, kendi türkülerini de söylerdi. Mesela bir-iki dize söyleyeyim: Bayramdan bayrama babam hatırı. Sormasam bir türlü, sorsam bir türlü. Çok derin açılmış gönül yarası Sarmasam bir türlü, sarsam bir türlü...

“Kilise ayininden çıkıp evdeki Cem ayinine gidiyordun yani”
Nebil Ö.: Keşke bu tüm topraklara yansısa, yaşansa değil mi? Yani “Yaşasın dinlerin ve insanların kardeşliği!”. Oysa Yunus Emre’den, Dadaloğlu’ndan, Karacaoğlan’dan beri bu topraklarda büyüyen tüm ozanlardan, türküleri yakanlardan hep böyle beslensek. Bu ülkede şu an canımızı sıkan ne varsa, bunlar biraz daha giderilir değil mi? Hoşgörünün az olduğu, insanların giderek kutuplaştığı, hoşgörü az olunca insanın insana nefret kustuğu dönemlerde yaşıyoruz ve ben çok üzülüyorum. Bu topraklarda ne yazık ki başka etnik gruplara, Türk olmayanlara, başka dinden olanlara çok baskı yapıldı.
Ve hâlâ biz bir kafatasçı anlayışla uyanıyoruz, çok kırılıyorum bazen.
Daha geçen gün “Biz Ermeni miyiz, Rum muyuz?” diyen bir durum
yaşadık. Çok acı.
Kubat: Çok kötü ve biz bilmiyoruz bunlar gerçekten mi yaşanıyor, böyle mi aktarılıyor diye.
Nebil Ö.: Ne kadar güzel sana annenin, babanın “Evladım git orası da Allah’ın evi” demesi. Biz hâlâ ötekini düşman gören zihniyetteyiz.
Kubat: Alevi vizyonundan kaynaklı olabilir mi Nebil abi? Babam Alevi, annem Sünni.
Nebil Ö.: Kilise ayininden evdeki Cem ayinine geliyorsun.
Kubat: Neyim ben abi?
Nebil Ö.: Sendeki durum şu bak, ben de Alevi çocuğuyum, babam sürekli “Evladım bak öndeki sınıf arkadaşına yüksek sesle haykırma, çemkirme” derdi. Yani aslında dini kitabelerde yazılı ne varsa babalar, anneler onu anlatır. Ama bütün dinler için geçerlidir bu. Yani iyi insan olma modelini biz, tabii ki sadece Türkiye için söylemiyorum, dünyanın pek çok yerinde bu yaşanan kanlı savaşları,
bu yaşanan zalimlikleri gördükçe senin
o baban gibi, Alevi-Sünni ailenin ortak noktası gibi...
Kubat: Hiçbir zaman ciddi bir ayrım yapmamışlar ki evlenebilmişler yani.

“Kilise korosunda ilahiler söyledim, assolistlik yaptım”

Nebil Ö.: Kilise korosunda Kubat’ın bir hikayesi var, anlatsana onu.
Kubat: Akşam okuluna gidiyorum, ilkokul dört, hiç unutmam çok kıymetli yabancı bir hocam vardı, bazı hocalar unutulmaz... Neyse, şöyle dedi: “Senin sesin çok güzel, okula da gidiyorsun, babandan rica etsek de bizim koroda söylesen.” Şunu da belirtmek lazım, belediye okulları var bir de kolejler var Avrupa’da. Kolejler biraz buranın özel okulu, belki biraz da imam hatibine de benziyor, Katolik okullar bunlar ama oradaki dersler çok sıkı. Beni de koleje yazdırmıştı ailem. Koskoca okulda tek Türk ben, iki Faslı, bir Tunuslu arkadaşız Müslüman olarak. Pazar günleri okulun içindeki kilisede bir kilise korosu var, orada çocuklar çok güzel aryalar, ilahiler söylüyor müzik eşliğinde. Bu hocam dedi ki “Bizim solistimiz yok. Babana rica et de pazar günleri kilisemize gel.” Babam da “Oğlum ne güzel bir şey, orası da Allah’ın evi, sende bir Müslüman çocuk olarak git, örnek ol. Muhteşem bir şey” dedi. Neyse kiliseye gittim
ve iki sene orada assolistlik yaptım aslında.
Nebil Ö.: Hıristiyan ilahileri söyledin yani?
Kubat: Tabii canım.
Nebil Ö.: Ya bu çok güzel bir sentez örneği.
Kubat: İsa peygamberin, Meryem Ana’nın doğduğunu anlatan ilahiler. Nasıl bizim bugün peygamberimizi anlattığımız ilahilerimiz var, onlar da Katolik bir okulda İncil’i anlatan güzel ilahiler. Belki de 30’umdan sonra anladım o yaşta bana verileni. Müthiş bir şey tabii, gençliğinde çok fark etmiyorsun.

“Birbirimize tahammül etmemiz gerekiyor”

Nebil Ö.: Bu sentezi görebilecek miyiz? Hani “Biz görebilecek miyiz?” derler ya, aynen öyle...
Kubat: Göreceğiz abi.
Nebil Ö.: Biz kişisel olarak yapabiliriz de toplumların yapmasını hayal etmemiz lazım. Hakikaten zor günlerden geçiyoruz. İnsanların birbirine büyük hakaretler ettiği,
büyük komplolar kurduğu, saygısızlıklar yaptığı, acıların yaşandığı günlerden geçiyoruz. Ben bu acıların bu kadar zalimce olabileceğini bu topraklarda beklemiyordum.
Kubat: Ve hâlâ böyle şeylerin olacağını, toplumun tamamen farklı kutuplara ayrılacağını gerçekten düşünmek istemiyorum, bunu kimse düşünmek istemiyor. Bir bakıyorsun gidişat hoş değil, içler acısı; üzülüyorsun. Ama ben mesela açıyorum Dünya atlasına bakıyorum, gerçekten bu topraklar Mevlana’nın, Pir Sultan’ın toprağı, başka bir enerji var. Ben bu enerjinin, her şeyin üstesinden gelebileceğini umut ediyorum. Bunları aşacağımızı düşünüyorum ve kardeş kardeş yaşayabilmeyi ümit ediyorum. Genel olarak bir şey var Nebil abi, bu bizde var mı sormak istiyorum. Birbirimize tahammülsüzlük mü söz konusu? Mesela Avrupa bunu aşmış kendi içinde gerçekten.
Nebil Ö.: Binlerce olay yaşamış,
biz daha çok tazeyiz.
Kubat: Biz daha tazeyiz ve birbirimize tahammül etmemiz gerekiyor. Yani farklı düşünceden birisi varsa tahammül edeceğiz.

İKİLİ, RUMELİHİSARI’NDA BOĞAZ MANZARASI EŞLİĞİNDE BALIK YEDİ

“Sanatçının gücü, orantısız güçtür”

Mekan için Rumelihisarı’ndaki İskele Restaurant’ı seçen Nebil Özgentürk ve Kubat’ın seçimi fener balığı ve sardalyadan yanaydı.