Kültür Sanat "Ölüm mü ?.. Buyursun gelsin!"

"Ölüm mü ?.. Buyursun gelsin!"

28.01.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

İnci Aral, 'ölüm' teması üzerine yazdığı 10 öyküyü "Ruhumu Öpmeyi Unuttun" adını verdiği son kitabında topladı. "50 yıldır annemi özlüyorum!" diyen Aral, kitabını yakınlarını kaybetmişler için bir teselli çabası içinde yazdığını söylüyor.

Ölüm mü .. Buyursun gelsin

AŞK, ÖLÜMLE AKRABALIĞI OLAN BÜYÜK BİR KENDİNDEN VAZGEÇİŞ; ŞİDDETLİ BİR DUYGU. Süreç 1998'te yaptığım bir seyahatte başladı. Kitabın içindeki "Pembe Kayışlı Saat" adlı öyküdeki yazar benim. Tabii kitaptaki biraz değiştirilmiş, öykü yasasına uydurulmuş. O seyahatte, davet edildiğim evde, ölmüş bir genç kızın odasında kaldım bilmeden. O odada bir doluluk olduğunu hissettim. O gün yaşadıklarımı 2000'de yazdım. Bu, pilot öykü oldu. O öyküyle birlikte, ölümden sonra geride kalanların yalnızlığıyla ölen kişinin yalnızlığı üzerine düşünmeye başladım. Sonra böyle bir acıyı yaşayan insanların yalnızlıklarını gözlemleme sürecine girdim. Tematik öyküler yazıp, onları küçük ilmeklerle birbirine bağlarsınız. Bu kez zorlu bir tema seçmişsiniz. Ölümü yazmaya nasıl karar verdiniz? Aslında benim ölümle ilişkim çok küçük yaşta başladı. 9 yaşında babamı, 11 yaşında annemi kaybettim. Belki o anda anlamını derinlemesine kavrayamadım ama daha sonra ölümü hep içimde hissettim. Biriktirdikleriniz de olmalı... Her ikisi de aynı nedenle öldü: Yüksek tansiyon ve sonrasında beyin kanaması. O yüzden ben hep ölüm yanı başımdaymış gibi yaşadım. Tabii her ölümle hayat değişiyor. Önce ailede bazı değişimler oluyor babanın ölümüyle, sonra annenin ölümüyle daha büyük değişiklikler... Bir ev kapanıyor. Başka bir yere gidiyorsun, bir akrabanın yanına... Büyük değişimler.Belki bu büyük değişimleri izlerken o ölümlerin acısını kaçırdım ya da onu bütünüyle hissedemeyecek kadar küçüktüm ama yalnızlığı çok derin bir biçimde yaşadım ve o yalnızlık hep sürdü. Anne ve babanızı nasıl kaybettiniz? Evet, ölüm yalnızlığıydı o. O gün üzerine yazdığım öykü, bu kitabın tetikleyicisi oldu. Önceden yazdığım uzun bir hikaye vardı. Onu "Beklemek" ve "Ruhumu Öpmeyi Unuttun" adlı öykülere parçaladım. Diğer yedi öyküyü de geçen mayıstan kasım sonuna kadar yazdım. Ve o yalnızlık yıllar sonra bir okurunuzun evinde, onun ölmüş kızının odasında başka bir yüzüyle yakaladı sizi? "Meselem, ölümden sonrasıyla" Hayatımda bir dinginlik, ölüm konusunda da büyük bir kabullenme var... Ve bu beni daha hoşgörülü biri haline getirdi. Dolabımı açtığımda zaman zaman acaba öldüğümde elbiselerimi kime verirler diye düşündüğüm oluyor. Bu kadar yakınım yani ölüme. Fakat bu beni rahatsız etmiyor. Annemle babamı çok erken kaybettiğim için çok uzun yıllar 40 yaşında öleceğim diye düşünüyordum. E 40'ı aştım, 50'yi aştım, 60'a geldim, baktım, yaşıyorum ve çok şükür Allah'a büyük bir sorunum yok. Tansiyonum var ama günümüzde daha kolay kontrol altına alınıyor. Bu kadar uzun süre ölüm teması üzerinde çalışmak kişisel anlamda bir dönüşüme de neden oldu mu? Benim ölümden sonrasıyla meselem var. Bu temel bir insanlık sorunu. Kitabın başında bir alıntı var; insanın ölümü kabul etmesi çok zor. Özellikle sevdikleri söz konusu olduğunda. Onun biçimini değiştirmeye çalışıyor. Beni asıl ilgilendiren bu biçim değiştirmenin nasıl olduğu. İnsanların bunu nasıl yaptığı. Hangi mekanizmalar devreye giriyor, ölümle yaşam arasındaki sınırda duyduğumuz büyük acıyı bir biçimde kabul edilebilir kılmak için? Hikayelerimde asıl buna baktım ben. İnsanlar yakınlarının ölümünü kabul edebilmek için küçük kaçışlar yaşıyor. Buna ister olağanüstü deneyimler deyin, ister fantastik kurgular. Benim çıkış noktam o acıyı kabul etmek ve sevdiklerinin büsbütün yok olmadığını umut etmek durumunda olan insanların yaşadıkları hayaller. Ölümle meseleniz kaldı mı? Ölünün bıraktığı somut şeylere geride kalanlar ne ölçüde sahip çıkıyorlarsa, ölen kişi o oranda yaşamaya devam ediyor. Bit pazarına düşen aile fotoğraflarına rastlıyorum. O en son noktadır, bitiş noktasıdır. Orada hiç kimsenin tanımadığı insanlar olarak ya yok olur fotoğraftaki ölüler ya da başka insanların eline malzeme olarak geçer ve sona ererler. "Ölümle yaşanan kayıp duygusunda kaybettiğimiz kişiyi yok eden sevgisizlik ve unutkanlıktır," diyorsunuz. Hikayelere konu olan insanların bir çoğu yeteri kadar sevilmemiş. Veya o sevgi bir noktada yarım kalmış. Bütünlenmemiş diyorum ben. Tüm bu insanlar, belki de 'içsellik' olduğunu düşündüğüm ruhları yeterince ve arzu edildiği şekilde öpülmediği için yarım kalmışlar.Bu bir simge. Bir insanın fiziğinden çok, ruhuna yakın olma, ruhunu okşama... Bu hepimizin arzu ettiği bir şeydir. Fizik belki bir noktadan sonra bizim için o kadar da doyurucu olmaz. Ruhumuz kucaklansın, sevilsin, hoş tutulsun. Ruhumuz öpülsün. O zaman belki daha değerli olduğumuzu hissediyoruz. Kitaba adını veren öykü "Ruhumu Öpmeyi Unuttun". Neden özellikle onu seçtiniz? Aslında o hikayedeki amacım, eşini kaybeden bir erkeğin ne zorluklar içine düşebileceğini anlatmaktı. Bana her zaman kadın yazarı etiketi yapıştırıldı ve bununla mücadele ediyorum 30 senedir. Hiçbir zaman kadının tek başına kurtulacağına ve varolacağına inanmadım. Onun için erkek dünyasına da bakıyorum. "Siyah Lale" öyküsü erkeğin vefasının, erkeğin sevgisinin de ne kadar zengin olabileceğini gösteriyor aynı zamanda. "Siyah Lale"de kahraman, karısının mezarından aldığı toprağa ektiği laleyi menisiyle sulayıp bir anlamda ölümden dirim yaratıyor. Hep 'kadınları' anlatmakla suçlanan (!) siz bu öyküde 'erkek doğurganlığı'na dikkat çekiyorsunuz... "Öldürecek kadar sevdim!" Aşk büyük bir kendinden vazgeçiş. O yüzden de ölümle akrabalığı olan çok şiddetli bir duygu. Kendini bir başkasına adama, onun için varolma. Aynı şekilde karşı taraf için de vazgeçilmez olmak. Burada çok ölümcül bir şey var. "Beklemek" adlı öyküde kadının yaşadığı bağımlılığı "öyküsünü kaybetme korkusu" olarak açıklıyorsunuz. Aşk ve ölüm arasındaki akrabalık? Tabii, birini öldürecek kadar sevdim. Cinayet planları yaptım yani. Herkes yapmıştır herhalde. Zehir falan yakışmıyor aşk öyküsüne, bıçak ya da tabanca gibi... Bilmiyorum bir takım şartlanmaların mı etkisi altında kalıyoruz ama ben çok sevdiğim bir insanı sinsice, zehirle öldürmem. Çünkü orada büyük bir vazgeçiş var, artık gizlemeye gerek yok. "Birini öldürecek kadar sevmek" diye bir söz var... Buna inanıyor musunuz? Çok büyük bir tutkuyla sahip olma isteği. Sahip olamadığı zaman da onu yok etme isteği... Çünkü böyle büyük bir tutkuda, onun size ait olmaması durumunda başkalarına ait olma ihtimali de vardır. Ya benim ya hiç... Bu çok şiddetli, ölümcül bir duygu olduğu için bu planlar yapılıyor. Peki ne demek bu, birini öldürecek kadar sevmek? "Hep aynı kitapları okurum" Sevdiğim kitaplar vardır, bir sayfa okurum ve o sayfa bende müthiş imgeler canlandırır. Ama hemen hemen hep aynı kitapları okurum yazarken. Çünkü onlar benim sevdiğim yazarlardır, onların dünyalarını bilirim ve zengin edebiyatları bende inanılmaz çağrışımlar yaratır. Yazma sürecinde birtakım ön okumalar da yaptınız mı? E tabii. İlkinde erken kanser tanısıyla ameliyat oldum. O, ölümle doğrudan yüzyüze geldiğim bir süreçti, bunu da "İçimden Kuşlar Göçüyor"da anlattım. İntiharı düşündüğüm anlar oldu. Ölümü aslında hayatın çok içinde yaşadım. Daha önce iki önemli hastalık geçirdiniz. O hastalık dönemlerinde ölümü sorgulamış olmalısınız... Hayatı aslında çok sevdim de insanın hayatında kırılma noktaları, birdenbire her şeyin çökmüş, göçmüş göründüğü anlar olabiliyor. Özellikle aşk söz konusu olduğunda her şey çok daha kırılganlaşıyor. Hayatınız da... Bir anda hiçbir değeri kalmayıveriyor. Hayattan bıktığınız için mi intiharı düşündünüz? "Teslimiyet yok!" Teslimiyet yok. Kahramanlarım da teslimiyetçi değiller dikkat ederseniz. Her biri kendince bir yol bulmaya çalışıyor. Ben de ölüme kolay teslim olmak niyetinde değilim. Bu öyküleri inanılmaz önemsiyorum. O kadar büyük bir arzuyla, aynı zamanda o kadar büyük bir kederle ve o kadar büyük bir heyecanla yazdım ki... Ölümü, daha net, şu yaşımın olgunluğuyla anlamaya çalıştım. Belki de ölüme "Geleceksen gel," demek istedim. Ama bu öyküler sağlam duruşlu bir yazar tarafından yazılmış... Küçük bir depresyon geçirdim bunları yazarken, belki de hâlâ geçirmekteyim. Sonradan fark ettim ben bunu, o kadar çok yorulmuşum ve kendimi o kadar koymuşum ki hayli sarsıldım kitap bittikten sonra. Aşırı bir hırçınlık, aşırı bir alınganlık, hani dokunsan ağlayacak bir hal, fiziksel yorgunluk ve aşırı bir sigara düşkünlüğü vardı. Böyle bir kırılgan dönem... Bunu atlatmaya çalışıyorum. Kitaptan sonra ruh haliniz nasıl? İronik yanı da var ölümün. Ayrıca diyalektik bir bakışla hayat ve ölümü birbirinden ayıramazsınız. Hikayelere de böyle girdi. Bir yüzü hayat, bir yüzü ölüm. Dolayısıyla karamsar, insana karalar bastıracak hikayeler değil. Çünkü ben ölümü de felsefi olarak öyle algılamıyorum. Elli yıldır annemi özlüyorum. Bu kitabı biraz da benim gibi, yakınlarını kaybetmişler için bir teselli çabası içinde yazdım. O acıyı benim gibi yaşayanlar için yazdım. Öte yandan kitaptaki öykülerde depresif değilsiniz. İnsanı boğan ağdalı bir anlatım da yok... Aslında ben mezarlıkları pek sevmem. Burada Çengelköy'de, dilim varmıyor söylemeye ama çok güzel bir mezarlık var. Ben oraya gömülmek isterim ama sanırım yer yok. Manzarası çok güzel, Boğaz'a bakan, ferah, temiz bir mezarlık bu. Pazar günleri eşimle birlikte orada yürüyüş yapıyoruz. Kuleli'nin arkasından Çengelköy'e iniyoruz. Yazarken bütün mekanları kafamda canlandırmak, onlara somut yerler bulmak gerekiyor. "Gelin" hikayesindeki ıssız yolu o mezarlığın yolunu düşünerek canlandırdım. n Mezarlıkları dolaştınız mı bu kitabı yazarken? "Ruhumu Öpmeyi Unuttun" ARAL, ÖZAL KUŞAĞININ ROMANINI YAZACAK Sırada bir roman var. Notlar tutuyorum. Bir yıldır epey malzeme topladım. Günümüzün gençleriyle ilgili büyük bir roman olacak bu. Milenyum gençliğini konu alıyor. '80'li yıllarda çocukluklarını yaşamış, anne babaları bir biçimde badirenin içinden geçmiş, bütün bu etkilerle büyümüş, bugün farklı şekillerde tutunmaya çalışan, tutunan ama incinen gençleri anlatacağım. Sırada ne var? Öyle de denebilir. Benim çocuklarım da aynı kuşaktan ve onları gözlemleme olanağı buluyorum. O kuşağın yalnızlıklarını, ilişkilerini, vakit geçirme biçimlerini, iş hayatındaki yükseliş ve düşüşlerini, verdikleri zorlu mücadeleyi yazacağım. Bir anlamda Özal kuşağı gençliğini mi yazacaksınız?